Kimlerin Peşinden Gidilir ve Kimlerden Uzak Durmak Gerekir

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Cenâb-ı Hak, kâmil insan modelini en mükemmel şekliyle Peygamber Efendimizʼin şahsında insanlığa sergilemiştir. Dolayısıyla en büyük rehberimiz, örneğimiz ve mürşidimiz; şüphesiz ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir.

Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in üç vazifesinden biri olan, âyetleri okuyup haram ve helâlleri tebliğ etmek, âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye demek olan irşad vazifesi ise, mürşid-i kâmiller tarafından günümüze kadar îfâ edilegelmiştir.

Gerçek mürşid-i kâmiller, peygamber vârisi olan örnek şahsiyetlerdir. Nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yani onlar, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve selle- ve ashâbını görme şerefinden mahrum olanlar için, örnek alınacak “kâmil insan modelleri”dir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Mürşid-i kâmillerin yaptıkları hizmet; peygamberlerin bu tezkiye vazifesinin îfâsı ve devâm ettirilmesi gayretinden ibârettir. Bu yönüyle tasavvuf da Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.

SÜNNETE RİÂYET HASSÂSİYETİ

Gerçek mürşidlerin en mühim özelliği ve âdeta alâmet-i fârikası; Allah Rasûlüʼne olan müstesnâ bağlılık ve itaatleridir. Onların en bâriz vasfı, Kur’ân-ı Kerîmʼe ve onun fiilî bir tefsiri demek olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sünnet’lerine titizlikle riâyet etmeleridir. Sevenlerini de aynı titizlik ve hassâsiyetle yetiştirmeleridir.

Dolayısıyla, Sünnetʼe riâyet etmeyen veya bu hususta kusur, ihmal ve tâvizleri bulunan birinin, kâmil bir mürşid (önder) olması imkânsızdır.
Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Bâyezîd Hazretleri’nin şu sözleri, Sünnet-i Seniyye’ye riâyet hassâsiyetine dâir, ne güzel bir ölçü vermektedir:

“Allah Teâlâ’dan beni yeme-içme ve zevce ihtiyacından kurtarmasını istemeyi düşündüm, sonra kendi kendime:

«–Allah Teâlâ’dan böyle bir şey istemek benim için nasıl câiz olabilir ki?! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-böyle bir şey istememiş!» dedim ve bu düşüncemden vazgeçtim.”

Demek ki zühd ve takvâ adı altında Allah Rasûlüʼnün sünnetinde bulunmayan hâl ve tavırlara bürünen kimselerin de peşinden gitmemek îcâb eder. Zira bu gibi zevât, girdikleri aşırı riyâzet ve mücâhede hayatıyla kendilerini -hâşâ- Allah Rasûlüʼnden daha dindar ve zâhid bir mevkîye koymaya çalışmış olurlar ki, bu ancak büyük bir cür’et, gaflet ve sapıklıktır.

Nitekim âyet-i kerîmede bu nevî hadsizlik ve edepsizliklerden îkaz sadedinde şöyle buyrulmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun!..” (el-Hucurât, 1)

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakkʼa en yakın kul olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her hususta îtidâli tavsiye etmiş, kendisi de bunun canlı bir misâli olmuştur.

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’*ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el-etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibadetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp şöyle hitâb etti:

“Bazı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme-içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el-etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur.

Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Bkz. Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)

Demek ki Allah Rasûlüʼnün beşerî hayata dâir koyduğu ölçülerin dışında kalan hayat tarzlarında hayır yoktur. Bilâkis bu, insanı birtakım rûhî zaaflara sürükler. Huzursuzluk, stres, dengesizlik, asabîlik veya gayr-i meşrû yollara düşmek gibi…

Bu bakımdan, helâl dâiresindeki beşerî ihtiyaçları sünnete uygun şekilde karşılamak, en doğru yoldur. Dîne hizmet veya Hakkʼa daha yakın olabilmek gibi, sûret-i haktan görünen gerekçelerle bâzı helâlleri kendine haram etmek, aslâ dindarlık gereği olarak görülemez.

Dolayısıyla müʼmin, her şeyden evvel, en büyük rehberinin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu unutmamalıdır. Oʼnu yakından tanımaya gayret etmelidir. Her hâlini Oʼnun hâliyle mîzân etmelidir. Bunu yaptıktan sonra, kimin Allah Rasûlüʼnün yolunda olduğunu, kimin olmadığını, kime uyup kime uymaması gerektiğini anlaması gâyet kolaydır.
Müfessir Bursevî bu hususta şöyle der:

“Tâbî olacaksan, peygamberlerin efendisi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî ol! O ki, Âdem -aleyhisselâm- ve ondan sonraki bütün peygamberler ve velîler Oʼnun sancağının altındadır.

O’nun ümmetinden birine tâbî olmak istediğinde ise, sırf halk arasında meşhur, idareciler ve sultanların yanında makbul olduğu için tâbî olma! Bilâkis sana gereken, önce hakkı tanımak, sonra onunla insanları tartmaktır. Bu konuda, Rabbânî ilmin kapısı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle der:

«Hakkı, (gâfil) insanlar vâsıtasıyla tanıyan; sapıklık girdaplarında çırpınır durur. Bunun için önce (Kurʼân ve Sünnetʼten) hakkı tanı, böylece hak ehlini zâten tanırsın.»” (Rûhuʼl-Beyân, c. 6, sf. 370-371, Erkam Yayınları)

Bu bakımdan, kendi yaşayışlarında Kurʼân ve Sünnetʼe riâyet hassâsiyeti bulunmayan kimselere -velev ki onlar halk arasında mürşid olarak meşhur olmuş bulunsalar bile- îtibar edilmemesi gerekir. Onlardan, keşif, kerâmet ve fazîlete benzer hâller sâdır olsa bile, bunlara ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Zira bunlar ekseriyetle kerâmet ve fazîlet değil, şeytanın tuzağı olan istidraçlardır.

DÎNİNİ KİMDEN ÖĞRENDİĞİNE DİKKAT ET!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Ömer-radıyallâhu anhâ-’ya şöyle buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!”

Dolayısıyla müʼmin, evvelâ Kur’ân ve Sünnetʼten hak ve hakîkatin mâhiyetini öğrenmelidir. Sonra da Kur’ân ve Sünnet kıstaslarına göre rehber edinebileceği kimseyi belirleyip yine Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ilerlemeye gayret etmelidir. Zira Kur’ân ve Sünnetʼe tâbî olmayana, gerçek bir mürşid-i kâmilin bile faydası olmaz.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir ömür yaşamayı, sevdiklerinin yolunda yürümeyi ve sâlih kullarıyla haşrolunmayı cümlemize lûtfeylesin.
Âmîn!..

Osman Nûri Topbaş Efendi'nin sohbetinden kısaltılarak alınmıştır. Mürşid geçen yerleri siz, hem mürşid, hem önder, hem de cemaat lideri olarak okuyun. Bugün günümüzde hepsinden "bolca" vardır. Asıl önderin Hazreti Peygamber olduğu gerçeği gözden kaçırılmadan, O'nun yolunda giden bir öndere teslim olmak gerekir. Kendisine evliliği haram kılan, Hazreti Peygamber gibi yaşamak gayretinde olmayan, siyasi ve dünyevi menfaatlar uğruna İslam düşmanları ile el ele kol kola gezen yalancı mehdi, sahte veli, içi boş âlim müsveddesi tiplerden uzak durmak icâp eder.
 
Üst