dedekorkut1
Doçent
KENDİNİ ARAYAN İNSAN
SELİM GÜRBÜZER
Aslında akıl; mat ve donuk bir melekedir. Belki de akıl donuk olmaktan çıkıp kendini akl edebilseydi insanın kendisini bilmesine ve aramasına gerek kalmayacaktı. Bu yüzden Sokrates “insan bilgilerini doğuştan getirir” der. Hatta Sokrates “Şayet insan kendi haline bırakılırsa kötülüğe meyledeceğini, dolayısıyla birinci önceliğimiz insana kendini tanıtmak olmalıdır” demekten kendini alamaz da. Keza Alexi Carrel’de buna benzer ifadelerle kendini arama noktasında akıl yoluyla bilmeyi öngörmüştür. Peki, bu arada bizim Yunus ne diyor, birde ona bakalım:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
İşte bizim Yunus’un gönül penceresinden meseleye baktığımızda ‘kendini bil’ hakikatiyle bir kez daha yüzleşmiş oluruz. Ama nasıl yüzleşilir denildiğinde ise bu kez Mevlana Hz.leri imdadımıza yetişir. Ve bu hususta son noktayı şöyle koyar: “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur.”
Evet, şimdi gel de bu müthiş sözler karşısında şapka çıkarma, son derece deruni ve bu mana yüklü sözler aklımızı başımızdan aldı dersek yeridir. Hem akıl bu durumda firar etmekten başka ne yapabilir ki, Mevlana tam akıldan söz ediyor çünkü. Yani kendini bilmeyi idrak edecek marifetullah aklıdır bu. Dolayısıyla aklın başımızdan firar etmesi gayet tabiidir. En iyisi mi biz aklımız hazır firar etmişken, başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bari şöyle güneşe bakıp oradan bir anlam çıkarmaya çalışalım. Gerçektende Güneşe baktığımızda tıpkı o da akıl gibi kendinden bihaber dışı aydınlık içi karanlık bir hal vaziyette gözüküyor. Besbelli ki iç aydınlık sadece insan ruhunda var. O halde kendimizi ruhun derinliklerinde aramamız icab eder. Ancak dedik ya, aramak içinde marifet ilmine ihtiyaç vardır. İlim olmadan sırf kuru aklımızla yola koyulursak yolda haramilere yem olacağımız besbelli. Muhakkak ki hak ve hakikat yolunda bir bilenin rahle-i tedrisatından geçmeli ki ‘kendini bil’ ilminden maksat ve gaye hâsıl olmuş olsun. Öyle ki kendini bilen insan eşyanın tabiatına vakıf olurda.
Evet, insan olarak büyük bir arayış içerisinde yola koyulduğumuzda, bu arada bizimle birlikte bu dünyada soluklayan cemadat, nebatat ve hayvanatın bizden farkını da, yani kendilerine biçilen hududun dışına taşmadıklarını da fark etmiş oluruz. Belli ki bizim farkımız kendi kabımızın dışına taşabiliyor olmamızdır. Neyle, marifetullah ilminde ifade edilen ‘kendini bilme ve tanıma’ ilmiyle elbet. Yeter ki bu ilme talip olunsun insan kendi ten kafesini aşabileceği gibi fizik ötesi âleme kanat çırparda. Bu demektir ki kendini bilme ilmi insana eşrefi mahlûkat bir varlık olduğunu hatırlatıp kendini aşmaya teşvik ediyor. Hani tasavvufta dört kapı üç makamdan bahsedilir ya, insanın kendini aşması da aynen bu kabilden dört kapıdan geçip üç makamlık aşmayla kemale erer. Malum bu dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından başkası değildir. İşte kendini aşmak budur. Ki, kendini aşma insanın dışında hiçbir mahlûkta yoktur, yüklendiği misyon neyse o çerçevede hareket edecektir. Hakeza madde içinde öyledir, asla kendi kabını aşamaz. Hem maddenin iç gözü mü var ki kendi kabını aşsın, kaldı ki tabiatın işlenmesi insan eliyle işlenmek suretiyle ekonomik değer kazanmakta. Bakmayın siz öyle maddenin mineral bakımdan zengin bir rezerve sahip olmasına, bu kadar zenginliğine rağmen diğer varlıkların gerisinde makamı temel seviyededir (alt katmandadır). Yani bu temel seviyesinin üstüne çıkıp da bina olamamaktadır. Çünkü kendi üstünde bitki hayvan ve insan var olup değim yerindeyse onlara mineral seviyede vitamin olmaktadır. Dahası kendisinde açlık ihtiyacı var mıdır yok mudur bilinmez ama şu bir gerçek fayda bakımdan tüm üst katmanlara can suyu oluyor ya, bu yetmez mi? Hazır açlıktan söz etmişken, mesela bitkilerde açlık fizyolojik bir ihtiyaç olarak baş gösterirken hayvanlarda adeta içgüdüsel bir izdırap şeklinde kendini gösterebiliyor. Malum insanda ise ya kıtlık hallerinde ya da farz mahiyetinde gönüllü oruç tutmakla kendini hissettirebiliyor. Neyse ki fizyolojik ihtiyaçlar aynı besin zinciri halkası üzerinde alt birimden üst birime doğru canlı cansız varlıklar birbirinden istifade ederek ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
Anlaşılan o ki kâinat sır yüklü bir âlem. Şu da var ki gün gelip bu sır yüklü elemde tükenişe geçecektir, çünkü baki olan sadece Allah’tır. Nasıl tükenişe geçmesin ki, bikere gıda ihtiyacı canlı ya da cansız hiç fark etmez geriye doğru işlemektedir. Çünkü her çırpınış ve kıpırdayış sarfiyat demektir. Her canlı ayakta kalabilmek için kendi altında ki zayıf halkadan bir canlıya muhtaç olabiliyor. İnsan ise ya avlayarak, ya ekip biçerek, ya da tabiatı işleyerek ihtiyaçların giderebilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki canlılar âleminde ileriye doğru hamle sadece insanda var. Üstelik İnsan hem kendini yenileyebildiği gibi hem de tabiatı işleyip üretime dönüştürebiliyor da. İcabında maddeye şekil verip kültürel varlık hale dönüştürebiliyor. Örnek mi? İşte Mimar Sinan’ın elinde taşın kültürel varlık hale gelmesi bunun tipik göstergesi zaten. Gün gelir kültürde insana yetmez, bu kez bir üst aşamaya sıçrama arzusu saracaktır, böylece bu iştiyakla medeniyet mertebesine sıçrarda. Derken gün gelir medeniyette insan ruhun doyurmaz, bu kez insanda sonsuzluğa kanatlanmak arzusu bürür. Tabii insanın sürekli olarak yerinde duramayışı gayet tabii bir durum, çünkü tüm yaratılanlar içerisinde sonsuzluğa vurgun olan tek varlık insandır. Aksi takdirde geriye doğru yaşamak insan için büyük bir işkence ve çile olacaktır. Şimdi gel de insan bu durumda sonsuzluğu vurgun olmasın. Zira hayatın gerisinde eşya, ilerisinde ruh vardır. Dolayısıyla insanın sonsuzluğu vurgun olmasında, ya kim olsun.
SELİM GÜRBÜZER
Aslında akıl; mat ve donuk bir melekedir. Belki de akıl donuk olmaktan çıkıp kendini akl edebilseydi insanın kendisini bilmesine ve aramasına gerek kalmayacaktı. Bu yüzden Sokrates “insan bilgilerini doğuştan getirir” der. Hatta Sokrates “Şayet insan kendi haline bırakılırsa kötülüğe meyledeceğini, dolayısıyla birinci önceliğimiz insana kendini tanıtmak olmalıdır” demekten kendini alamaz da. Keza Alexi Carrel’de buna benzer ifadelerle kendini arama noktasında akıl yoluyla bilmeyi öngörmüştür. Peki, bu arada bizim Yunus ne diyor, birde ona bakalım:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
İşte bizim Yunus’un gönül penceresinden meseleye baktığımızda ‘kendini bil’ hakikatiyle bir kez daha yüzleşmiş oluruz. Ama nasıl yüzleşilir denildiğinde ise bu kez Mevlana Hz.leri imdadımıza yetişir. Ve bu hususta son noktayı şöyle koyar: “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur.”
Evet, şimdi gel de bu müthiş sözler karşısında şapka çıkarma, son derece deruni ve bu mana yüklü sözler aklımızı başımızdan aldı dersek yeridir. Hem akıl bu durumda firar etmekten başka ne yapabilir ki, Mevlana tam akıldan söz ediyor çünkü. Yani kendini bilmeyi idrak edecek marifetullah aklıdır bu. Dolayısıyla aklın başımızdan firar etmesi gayet tabiidir. En iyisi mi biz aklımız hazır firar etmişken, başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bari şöyle güneşe bakıp oradan bir anlam çıkarmaya çalışalım. Gerçektende Güneşe baktığımızda tıpkı o da akıl gibi kendinden bihaber dışı aydınlık içi karanlık bir hal vaziyette gözüküyor. Besbelli ki iç aydınlık sadece insan ruhunda var. O halde kendimizi ruhun derinliklerinde aramamız icab eder. Ancak dedik ya, aramak içinde marifet ilmine ihtiyaç vardır. İlim olmadan sırf kuru aklımızla yola koyulursak yolda haramilere yem olacağımız besbelli. Muhakkak ki hak ve hakikat yolunda bir bilenin rahle-i tedrisatından geçmeli ki ‘kendini bil’ ilminden maksat ve gaye hâsıl olmuş olsun. Öyle ki kendini bilen insan eşyanın tabiatına vakıf olurda.
Evet, insan olarak büyük bir arayış içerisinde yola koyulduğumuzda, bu arada bizimle birlikte bu dünyada soluklayan cemadat, nebatat ve hayvanatın bizden farkını da, yani kendilerine biçilen hududun dışına taşmadıklarını da fark etmiş oluruz. Belli ki bizim farkımız kendi kabımızın dışına taşabiliyor olmamızdır. Neyle, marifetullah ilminde ifade edilen ‘kendini bilme ve tanıma’ ilmiyle elbet. Yeter ki bu ilme talip olunsun insan kendi ten kafesini aşabileceği gibi fizik ötesi âleme kanat çırparda. Bu demektir ki kendini bilme ilmi insana eşrefi mahlûkat bir varlık olduğunu hatırlatıp kendini aşmaya teşvik ediyor. Hani tasavvufta dört kapı üç makamdan bahsedilir ya, insanın kendini aşması da aynen bu kabilden dört kapıdan geçip üç makamlık aşmayla kemale erer. Malum bu dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından başkası değildir. İşte kendini aşmak budur. Ki, kendini aşma insanın dışında hiçbir mahlûkta yoktur, yüklendiği misyon neyse o çerçevede hareket edecektir. Hakeza madde içinde öyledir, asla kendi kabını aşamaz. Hem maddenin iç gözü mü var ki kendi kabını aşsın, kaldı ki tabiatın işlenmesi insan eliyle işlenmek suretiyle ekonomik değer kazanmakta. Bakmayın siz öyle maddenin mineral bakımdan zengin bir rezerve sahip olmasına, bu kadar zenginliğine rağmen diğer varlıkların gerisinde makamı temel seviyededir (alt katmandadır). Yani bu temel seviyesinin üstüne çıkıp da bina olamamaktadır. Çünkü kendi üstünde bitki hayvan ve insan var olup değim yerindeyse onlara mineral seviyede vitamin olmaktadır. Dahası kendisinde açlık ihtiyacı var mıdır yok mudur bilinmez ama şu bir gerçek fayda bakımdan tüm üst katmanlara can suyu oluyor ya, bu yetmez mi? Hazır açlıktan söz etmişken, mesela bitkilerde açlık fizyolojik bir ihtiyaç olarak baş gösterirken hayvanlarda adeta içgüdüsel bir izdırap şeklinde kendini gösterebiliyor. Malum insanda ise ya kıtlık hallerinde ya da farz mahiyetinde gönüllü oruç tutmakla kendini hissettirebiliyor. Neyse ki fizyolojik ihtiyaçlar aynı besin zinciri halkası üzerinde alt birimden üst birime doğru canlı cansız varlıklar birbirinden istifade ederek ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
Anlaşılan o ki kâinat sır yüklü bir âlem. Şu da var ki gün gelip bu sır yüklü elemde tükenişe geçecektir, çünkü baki olan sadece Allah’tır. Nasıl tükenişe geçmesin ki, bikere gıda ihtiyacı canlı ya da cansız hiç fark etmez geriye doğru işlemektedir. Çünkü her çırpınış ve kıpırdayış sarfiyat demektir. Her canlı ayakta kalabilmek için kendi altında ki zayıf halkadan bir canlıya muhtaç olabiliyor. İnsan ise ya avlayarak, ya ekip biçerek, ya da tabiatı işleyerek ihtiyaçların giderebilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki canlılar âleminde ileriye doğru hamle sadece insanda var. Üstelik İnsan hem kendini yenileyebildiği gibi hem de tabiatı işleyip üretime dönüştürebiliyor da. İcabında maddeye şekil verip kültürel varlık hale dönüştürebiliyor. Örnek mi? İşte Mimar Sinan’ın elinde taşın kültürel varlık hale gelmesi bunun tipik göstergesi zaten. Gün gelir kültürde insana yetmez, bu kez bir üst aşamaya sıçrama arzusu saracaktır, böylece bu iştiyakla medeniyet mertebesine sıçrarda. Derken gün gelir medeniyette insan ruhun doyurmaz, bu kez insanda sonsuzluğa kanatlanmak arzusu bürür. Tabii insanın sürekli olarak yerinde duramayışı gayet tabii bir durum, çünkü tüm yaratılanlar içerisinde sonsuzluğa vurgun olan tek varlık insandır. Aksi takdirde geriye doğru yaşamak insan için büyük bir işkence ve çile olacaktır. Şimdi gel de insan bu durumda sonsuzluğu vurgun olmasın. Zira hayatın gerisinde eşya, ilerisinde ruh vardır. Dolayısıyla insanın sonsuzluğu vurgun olmasında, ya kim olsun.