dedekorkut1
Doçent
KENDİMİZİ KEŞFETMEK
SELİM GÜRBÜZER
Robert Bresson; hemen her şey gösterilseydi ardından görecek bir şey kalmazdı diyor. Aslında dile getirdiği bu sözlerle belki de farkında olmadan insanın sübjektif dünyasının deryayı umman bir okyanus olduğunun ipucunu sunmuş oluyordu.
Sanki bir engin okyanusa açılmışçasına, hatta dalgalara meydan okurcasına bir meçhule doğru habire ilerleyip duruyoruz da zaten. Ancak okyanusun sonunda gemimiz bir limana demir attığında gideceğimiz yer meçhul olmanın ötesinde hakikatin ta kendisi limanmış meğer. Aslında şöyle bir düşündüğümüzde konuk olduğumuz dünyada bir gemi sayılır, üstelik konuklarını da beraberinde taşıyan bir gemidir. Ne zaman ki dünyada ahiret limanına demir atar asıl o zaman dünya ve dünya içindeki tüm konuklar kendi gerçeği ile yüzleşecek demektir. Böylece dünyanın fani ahretin baki olduğunu idrak edip sanki o dalgalara meydan okuyan biz değilmişiz gibi bir bakmışsın hepimiz dut yemiş bülbüle dönmüşüz. Öyle ki masumlaşıp duruluruz da. Nasıl masumlaşmayalım ki, burası çok farklı bir liman, yani dünyada ki limanların hiçbirine benzemiyor. Farkı fark ettirende etkisinde gizli. Düşünsenize daha limana yanaşır yanaşmaz etkisini “aklımız daha yeni başımıza geldi” dedirtecek derecede hissettirir de. Hani atalarımız bin nasihatten bir musibet yeğdir der ya, aynen dünyada iken sıkıştığında firar eden aklımız ahret gerçeği ile yüzleştiğinde burada böyle kaçacak bir delik bulamayacaktır. İşte mizan böyle bir şey, insanın aklını başına getirir de. Gönül isterdi ki mizana çıkmadan önce aklımız başımıza gelseydi de hesabımızı kolay verir olsaydık. Mizan bir anlamda dünyada ne ekersek ahrette de onu biçeceğimizin bir göstergesidir. O halde dünyada iken kendi hakikatimizi keşfetmeli ki, ruz-i mahşerde mizanımız yükte hafif pahada ağır değerde bir gösterge olsun.
Şu bir gerçek ister dünya limanı olsun ister ahret limanı olsun hiç fark etmez, asıl önemli olan her hal ve şartta kendi hakikat çizgimizden şaşmamak çok mühimdir. Nasıl mı? Şayet hakikate giden yolda arayışımız dış dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulan, gözle görülen, yani objeye yönelik bir arayış ve maddi keşif olacaktır. Yok, şayet arayışımız iç dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulmayan çıplak gözle görülmeyen, yani subjeye yönelik bir arayış ve manevi keşif olacaktır. Malum, birde bunlardan ayrı rüya âlemimiz var ki, uykuya geçtiğimizde bir bakmışsın hem objelere dokunuyor, hem kokluyor hem de gözlemleyebiliyoruz da. Ancak bu olgular uykuda vuku bulduğu içindir bu noktada rüyalarımızda sübjektif kapsamında bir keşif olarak karşılık bulur. Oysa ister uyanık halde ister uyku halinde olsun sonuçta her iki halde de yaşanan hadiseler aynıdır. Yani ortada fark eden hiç bir şey yoktur. İlla da bir farktan söz etmek gerekiyorsa, birincisinde başımızdan geçen olaylar uyanık halde dış gözle vuku bulurken, ikincisinde ise uyurken iç gözle gerçekleşmektedir. Besbelli ki ayık ya da uyanık her ikisinde de yaşananlar beynin dışa ve içe açılan pencerelerinden bize yansıyan olgular gerçeğini değiştirmeyecek türden farklılıktır bu. Ancak şunu da unutmayalım ki, her şey beyin marifetiyle gerçekleşmiyor, beyne gelene kadar daha pek çok evrelerde söz konusu. O evrelerin neler olduğunun detayına girmeden ancak şunu diyebiliriz ki; bikere iç ve dış dünyamızda gördüğümüz her ne varsa biliniz ki bunlar bir takım bilinçaltı melekelerimizin maharetiyle üretilen ve harmanlanan marifetlerdir. Beyne bir misyon yükleyeceksek de beyin için sadece ruhi faaliyet ve kabiliyetlerimizin maddi veçhesini gösteren merkez üssü bir organ rolü üstlendiğini demek daha doğru olur. O halde kendisini bilmekten aciz bir et parçasına çokta abartılı paye yüklemenin bir anlamı yoktur, asıl arka planda bu maharet kalbin kumandasında faaliyet gösteren şuurumuza ait bir kabiliyettir bu. Öyle ya, asıl marifet beyinde olsaydı, her hangi bir cerrahi operasyona maruz kaldığında kendisine ne için neşter vurulduğunu biliyor olması gerekirdi. Bilemez, çünkü beynin maddi cephesini oluşturan çekirdek atomlar ve hücreler, asla olan biteni biçimlendirecek bilinçte öğeler değildir. Bu öğeler sadece bilinçaltı şuur melekemizden gelen komutlara aracılık edip nesnellik kazandırmak için misyon yüklenmişlerdir. Çünkü üretmek başka bir şey ürünü pazarda sergilemek başka bir şeydir, hakeza görüntü oluşturmak başka bir iş, görüntü almak başka bir iştir. Madem durum vaziyet bu, o halde gördüğünüz, duyduğunuz, dokunduğunuz her şeyi beyne bağlamak iç kaynak melekelerimize haksızlık değilse, peki ya nedir bu? Bu olsa düpedüz kendimizi inkâr etmekten başka bir şey değildir. Hem kalbe ait bir şeref ve önsezisi gerçeği ortada dururken dış kabukla oyalanmanın ne anlamı var doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki, her şey kalbin derinliklerinde kodlu şuur altı melekenin feraseti (önsezi) marifetiyle gerçekleşmek de. Marifet ise iltifata tabii elbet. Nitekim kalp bu iltifatı hak ettiği şundan belli, Yüce Allah (c.c); “Hiç bir şeye sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” diyor, dolayısıyla biz iltifat etmişiz çok mu?
SELİM GÜRBÜZER
Robert Bresson; hemen her şey gösterilseydi ardından görecek bir şey kalmazdı diyor. Aslında dile getirdiği bu sözlerle belki de farkında olmadan insanın sübjektif dünyasının deryayı umman bir okyanus olduğunun ipucunu sunmuş oluyordu.
Sanki bir engin okyanusa açılmışçasına, hatta dalgalara meydan okurcasına bir meçhule doğru habire ilerleyip duruyoruz da zaten. Ancak okyanusun sonunda gemimiz bir limana demir attığında gideceğimiz yer meçhul olmanın ötesinde hakikatin ta kendisi limanmış meğer. Aslında şöyle bir düşündüğümüzde konuk olduğumuz dünyada bir gemi sayılır, üstelik konuklarını da beraberinde taşıyan bir gemidir. Ne zaman ki dünyada ahiret limanına demir atar asıl o zaman dünya ve dünya içindeki tüm konuklar kendi gerçeği ile yüzleşecek demektir. Böylece dünyanın fani ahretin baki olduğunu idrak edip sanki o dalgalara meydan okuyan biz değilmişiz gibi bir bakmışsın hepimiz dut yemiş bülbüle dönmüşüz. Öyle ki masumlaşıp duruluruz da. Nasıl masumlaşmayalım ki, burası çok farklı bir liman, yani dünyada ki limanların hiçbirine benzemiyor. Farkı fark ettirende etkisinde gizli. Düşünsenize daha limana yanaşır yanaşmaz etkisini “aklımız daha yeni başımıza geldi” dedirtecek derecede hissettirir de. Hani atalarımız bin nasihatten bir musibet yeğdir der ya, aynen dünyada iken sıkıştığında firar eden aklımız ahret gerçeği ile yüzleştiğinde burada böyle kaçacak bir delik bulamayacaktır. İşte mizan böyle bir şey, insanın aklını başına getirir de. Gönül isterdi ki mizana çıkmadan önce aklımız başımıza gelseydi de hesabımızı kolay verir olsaydık. Mizan bir anlamda dünyada ne ekersek ahrette de onu biçeceğimizin bir göstergesidir. O halde dünyada iken kendi hakikatimizi keşfetmeli ki, ruz-i mahşerde mizanımız yükte hafif pahada ağır değerde bir gösterge olsun.
Şu bir gerçek ister dünya limanı olsun ister ahret limanı olsun hiç fark etmez, asıl önemli olan her hal ve şartta kendi hakikat çizgimizden şaşmamak çok mühimdir. Nasıl mı? Şayet hakikate giden yolda arayışımız dış dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulan, gözle görülen, yani objeye yönelik bir arayış ve maddi keşif olacaktır. Yok, şayet arayışımız iç dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulmayan çıplak gözle görülmeyen, yani subjeye yönelik bir arayış ve manevi keşif olacaktır. Malum, birde bunlardan ayrı rüya âlemimiz var ki, uykuya geçtiğimizde bir bakmışsın hem objelere dokunuyor, hem kokluyor hem de gözlemleyebiliyoruz da. Ancak bu olgular uykuda vuku bulduğu içindir bu noktada rüyalarımızda sübjektif kapsamında bir keşif olarak karşılık bulur. Oysa ister uyanık halde ister uyku halinde olsun sonuçta her iki halde de yaşanan hadiseler aynıdır. Yani ortada fark eden hiç bir şey yoktur. İlla da bir farktan söz etmek gerekiyorsa, birincisinde başımızdan geçen olaylar uyanık halde dış gözle vuku bulurken, ikincisinde ise uyurken iç gözle gerçekleşmektedir. Besbelli ki ayık ya da uyanık her ikisinde de yaşananlar beynin dışa ve içe açılan pencerelerinden bize yansıyan olgular gerçeğini değiştirmeyecek türden farklılıktır bu. Ancak şunu da unutmayalım ki, her şey beyin marifetiyle gerçekleşmiyor, beyne gelene kadar daha pek çok evrelerde söz konusu. O evrelerin neler olduğunun detayına girmeden ancak şunu diyebiliriz ki; bikere iç ve dış dünyamızda gördüğümüz her ne varsa biliniz ki bunlar bir takım bilinçaltı melekelerimizin maharetiyle üretilen ve harmanlanan marifetlerdir. Beyne bir misyon yükleyeceksek de beyin için sadece ruhi faaliyet ve kabiliyetlerimizin maddi veçhesini gösteren merkez üssü bir organ rolü üstlendiğini demek daha doğru olur. O halde kendisini bilmekten aciz bir et parçasına çokta abartılı paye yüklemenin bir anlamı yoktur, asıl arka planda bu maharet kalbin kumandasında faaliyet gösteren şuurumuza ait bir kabiliyettir bu. Öyle ya, asıl marifet beyinde olsaydı, her hangi bir cerrahi operasyona maruz kaldığında kendisine ne için neşter vurulduğunu biliyor olması gerekirdi. Bilemez, çünkü beynin maddi cephesini oluşturan çekirdek atomlar ve hücreler, asla olan biteni biçimlendirecek bilinçte öğeler değildir. Bu öğeler sadece bilinçaltı şuur melekemizden gelen komutlara aracılık edip nesnellik kazandırmak için misyon yüklenmişlerdir. Çünkü üretmek başka bir şey ürünü pazarda sergilemek başka bir şeydir, hakeza görüntü oluşturmak başka bir iş, görüntü almak başka bir iştir. Madem durum vaziyet bu, o halde gördüğünüz, duyduğunuz, dokunduğunuz her şeyi beyne bağlamak iç kaynak melekelerimize haksızlık değilse, peki ya nedir bu? Bu olsa düpedüz kendimizi inkâr etmekten başka bir şey değildir. Hem kalbe ait bir şeref ve önsezisi gerçeği ortada dururken dış kabukla oyalanmanın ne anlamı var doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki, her şey kalbin derinliklerinde kodlu şuur altı melekenin feraseti (önsezi) marifetiyle gerçekleşmek de. Marifet ise iltifata tabii elbet. Nitekim kalp bu iltifatı hak ettiği şundan belli, Yüce Allah (c.c); “Hiç bir şeye sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” diyor, dolayısıyla biz iltifat etmişiz çok mu?