Kenan Yaşar - Vazgeçmek

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
HAYATIN RENGİ

Hayatın siyah-beyaz olmadığını öğrendiğimde on yedi yaşındaydım. Lise bitmiş yüksekokul başlamıştı. Bana iki büyük insan olarak tanıtılan kişilerin birbirini neredeyse tekfir eden sözlerini gördüğümde ne oluyoruz arkadaş diye afallamıştım. Epeyce hayıflandım, neden daha önce fark edemedim diye…


İmam Rabbani “insanlara düşman olmayın hatalarına düşman olun” diyordu. Ama nafile…


Zalimin de mazlumun da kimliğine bakanlar… Söze değil, sözü söyleyene bakanlar… Ayı gösteren parmağa bakanlar… Bakanlar, bakıp da göremeyenler…


İnsan, tarih okudukça olayların ve kahramanların yaşadığı durum ile sonraki zamanlarda algılanan değerlerin çok farklı olduğunu anlıyor.


Darbecilerin alkışlandığı dönemde meydanlar insanla dolar, darbecilerin tepelendiği dönemde de… Kürsüdekiler alkışlanır, “Yaşa, var ol” sesleriyle taltif edilir.
Yazarın biri kitabına “Önce alkışlandılar, sonra öldürüldüler” ismini koymuş.


Bizler de kendi yakamızda yaşarken karşı yakadaki insanların günah galerileri yazıldı. Birilerine göre onlar efendi rolünü kapmış uşaklardı. Eziyorlardı. Başkalarına hayat hakkı tanımıyorlardı.


Sonra karşı yakadakiler bizim yakaya geçtiler ve biz de karşı yakaya geçtik. Karşı yakalar değişti. Mühür bizde; Süleyman bizdik. Horlandığımız kadar horlamalıydık, ezildiğimiz kadar ezmeliydik.


İnsan topluluklarının başkalarını kendileştirme, kendileşmeyenleri ötekileştirme çabalarını anlamlandırmak zor. Kaldı ki insan başkasını kendileştirse bile çok geçmeden önce gelen sonra gelen; babadan bu yakada olan, dededen bu yakada olan ayrımları yapmaya başlar. Açıkçası kategorize etmeden hep bana rabbena'ya kılıf bulunmuyor.


“Onlar fosil, onların dönemi kapandı.” (Gençler Heyeti)


“Onlar daha dünkü çocuk…” (İhtiyar Heyeti)


Abdulmelik'in babası halifedir. Babasının yaptıklarının dine aykırı olduğunu belirterek babasına ateş püskürür. Abdülmelik bir gün Kur'an okurken babasının öldüğü ve saltanatın kendisine kaldığı iletililince okuduğu Kur'anı kapatır ve “Bu seninle son görüşmemiz” der. O da babasını aratmayacak şekilde hareket eder. Onun döneminde Kabe, Haccac bin Yusuf tarafından mancınıklarla taşlanıp yakılır.


Konuşan Türkiye istiyorum. (Muhalefet Demirel'i)


Mikrofon bende iken susan bir Türkiye istiyorum. (İktidar Demirel'i)


Başarının kutsandığı, sonuca odaklanmanın pohpohlandığı ortamlarda tüm araçlar meşru hale gelir. Ahlak, adalet, özgürlük yeniden tanımlanır. Güç sahibinin elindekine paha biçilmez. Karşısındaki gavur parası etmez.


-Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma.


-Ama sen yapıyorsun.


-Sen yapma dedim, ben yapmayım demedim.


Sen gelirsen, iti an çomağı hazırla; ben gelirsem iyi insan sözünün üstüne gelir.


Herkes saatlerini sözü söyleyene göre ayarlamalıdır. Ayağımızdaki top hangi kaleye girerse girsin goldür.


İnsanlar hata yapabilir, bizden olması, bizim yakada yer alması şartıyla. Adalet dediğimiz şey de bizim yakanın hizmetinde iken ancak var olabilir. Düşmanımıza adaletten başka bir borcumuz yok, diyen Aliya İzzetbegoviç'e inat.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BABALAR GİBİ

Her şeyin ışık hızıyla değiştiği, değerlinin değersiz, anlamın anlamsız, hainin vatanperverle bir anda yer değiştirdiği bu çağda edebiyat da şüphesiz nasibini alıyor. Şiir kitaplarının basımının yapılmadığı, raflarda yerini bulamadığı, ansiklopedilerin sessiz sedasız hayatımızdan çekildiği sulandırılmış, kakafonik bir yazı hayatı kapımızda...


Sosyal medya sayesinde herkes şair, herkes yazar ama kalite hak getire.


Toplumun sürekliliğini sağlayan kurallara harfiyen uyan, neslini çoğaltan geniş insan kitleleridir. Oysa toplumsal hayat son derece değişkendir. Zaman zaman toplumun doğrultu değiştirmesi gerekir. Bunu sağlayacak olanlar ise mevcut kuralları takmayan yeninin peşinden koşan, bambaşka bir hayat için kafa yoran istisna insanlardır. Bu gruba girmeyi edebiyatçılar kadar hiç kimse hak etmez.


Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde yatmakta iken bir genel müdür ile arasında geçen diyaloğu anmanın tam sırası: Genel müdür cezaevinde Nazım'ı görmek ister. Yanına çağırtır. Nazım'ı gören müdür alaycı bir edayla:


- O kadar abarttıkları Nazım sen misin?


- Sen Ömer Hayyam'ı bilir misin?


- Tabii ki, elbette bilirim.


- Peki, sen Hayyam döneminde yaşamış İran Hükümdarı'nı bilir misin?”


- Hayır, bilmiyorum.


- İşte fark burada. Seneler geçecek, herkes Nazım Hikmet'i hatırlayacak ama seni kimse bilmeyecek ve hatırlamayacak.


Bugün Necip Fazılları, Nazım Hikmetleri yargılayanlar hatırlanmaz ama onlar hatırlanır. Bugün onların büyüklüğünün gölgesinde topaç çeviren bugünkü yöneticiler dün yapılan zulme lanet ederken kendileri de başka bir şekliyle bugünkü edebiyatçıları yok saymaktalar. Kısacası bugünkü edebiyat filizlerin yetişeceği ortamlar sağlamak yerine dünkü ağaçların meyvesini ağacı kurutacak kadar dererek tüketmekteler.


Şüphesiz umutsuzluğa kapılıp kenara çekilmek, mücadeleden kaçmak doğru değil. Ama ne var ki edebiyatçıların kendine çeki düzen verip edebi olmayanla arasındaki mesafeyi epey açması gerekiyor.


Sığ zihinlerin bir çırpıda alıp kullanamayacakları bir dil geliştirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Edebi değere sahip olanla olmayanın siyah ve beyaz kadar kolay ayrılabileceği bir dil. Kısacası ey edebiyatçılar, kapınızı kötü kullanımlara karşı kilitleyiniz.

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
YALNIZLIĞIMIZ

Modern dünya her şeyi verirken yalnızlığı aldı bizden ve huzursuzluk bırakan bir yalnızlık kaldı elimizde. Bir ölüm yalnızlığı… Terk edilmişlik duygusu… Bir köşeye atılmış işe yaramazlık hissi…


Her şeyimiz varken hiçbir şeyimiz yok.

Yalnızlığımız sığınağımız. Yalnızlığımız en derin yaramız. Geleneksel ailenin çekirdek aileye dönüşmesi de yetmedi bize. Modern çağ bireyi çok kimlikli bir yapıya büründürdü. Kendi
olmayı başarmaya çalışan insan kim olduğunu fark edemiyor artık.


Kimiz biz? Evdeki biz miyiz? İşteki biz miyiz? İnternet karşısındaki biz miyiz? Sosyal statüdeki biz miyiz?

Ufukta kalabalıklar arasındaki yalnızlığımızı ortadan kaldıracak bir yol da gözükmüyor. Ya da sanat yalnızlık temasını işleyerek bu duygumuzu ortadan kaldırmak yerine besliyor,
büyütüyor. Bakın Kemalettin Kamu ne demiş bu konuda:

“Varsın gene bir yudum su veren olmasın Başucumda biri bana su yok desin de”

Peki bu duygular sadece o şairin yalnızlığı mı? Susuzluğumuzu giderecek bir insandan da öte “su yok” diyecek bir ses duyma ihtiyacı çoğu zaman hepimizin duyduğu bir yalnızlık değil midir? Oysa hayatta insanın tek kazançlı çıkacağı savaş kendisiyle yaptığı savaştır ama böyle bir savaş ancak yalnızlıkta yapılabilir. İşte bu yüzden olsa gerek her din, dingin bir hayatın anahtarı olarak arada bir kendinde kalmayı önerir.

Egzistansiyalistlere göre insan kendisini anlamayan, sorularını cevaplamayan, kör ve sağır bir tabiat karşısında yalnızdır. Ne var ki bu tespit bile bir çözüm önermemektedir. Halbuki insanın herhangi bir sorununun tespiti, ardından bir çareyi önermeyi de gerekli kılar.

Bazen yalnızlık bir bekleyiştir. Bazense özgürlüğümüzdür. Sürüden ayrılarak farklılığımızı ortaya koyma şansını bize lütfeden özgürlüğümüzdür ya da yalnızlığımız terk edilmişliğimizin resmidir. Veya yalnızlığımız başka bir söyleyişle tutunacak dal bulamadığımız, teselli olamadığımız, varlığımızdan utandığımız duyguların bataklığıdır. Bazıları da “Yalnızlık, Tanrıya mahsustur” derler lakin bilinçli bir yalnızlık üretkenliğimizin kaynağıdır aynı zamanda. Herkes gibi yaşamakla herkesten farkımız ne olabilir diye de sorulabilir. Tarihe iz bırakanlar bizden daha mı az yalnızdılar? Sanırım onlar da yalnızlıklarını ortadan kaldırmak için çare üretecek bir yalnızlık dönemi yaşamışlardır. Örneğin peygamberler bilinçli bir yalnızlık yaşamadılar mı?

Yalnız taştan duvar olmaz. Yaşadığımız yalnızlık yarınlardaki yalnızlığımızı ortadan kaldıracak nitelikte değilse ne işimize yarayacaktır? Her birimiz gittiğimiz yolun yalnızlığını yaşıyoruz bir yönüyle. Bu yolda erdemli bir yürüyüş, doğal olarak yalnızlığı beraberinde getirecektir. Ne var ki yalnız kalmamak adına erdemsizliğe yönelmemiz bizi kalabalıklar arasına katarken, yüreğimizdeki yalnızlığı arttıracaktır.

Usta bir öykücü olarak tarihe adını yazan Çehov, “Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.” der. Bazen anlamadığımızı düşünüp basit bir sözü on defa tekrar eden insanların yanından kaçmak isteriz. İncir çekirdeğini doldurmaz konuların konuşulduğu ortamlarda tutsak kalışımızdaki yalnızlığımızın yükünü taşımak da zordur bir bakıma.

Alex Browning de “Dehanın okulu yalnızlıktır.” diye söyler ancak yalnızlık okulu kimi öğrencesini dahilikten mezun ederken, kimine ahmaklık diploması verir.
Şimdilerde yalnızlığımız bile yalnız.

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
YAZMAK

“Kalem aklın dilidir” der Cervantes. Bu söze ‘gönlü’de eklemek doğru olur sanırım.


Yazar ve şairlerin kalem oynattığı alanlara ilişkin duygu ve düşüncelerimizi ifade etmekte zorlanmayız. Sevgi, özlem, nefret gibi duygularımız içimizde belirdiğinde edebiyat alanından şiirler, hikayeler, benzetmeler kullanıma hazır beklemektedir. Oysa doktora gittiğimizde rahatsızlığımıza yönelik tarifi yapmakta zorlanırız. Zira edebiyatçılar bu tür konulardaki hisleri tarife dönük bir çalışma yapmamışlardır.

Bundan on yıl kadar önce bir siyasetçi kürsüde “Biz siyaseti temize çekeceğiz” dediğinde sözü çok beğenmiştim. Sonra Murathan Mungan’ın “Ben sende bütün aşkları temize çektim.” mısrasını okuyunca siyasetçinin söz konusu sözü bir şairden ödünç aldığını anladım.

Yazmak tarihe not düşmektir bir bakıma. Yazılan an’ı dondurup adeta fanusa koymaktır. İnsan kendi içine dönüp neden yazması gerektiğine dair “neden”i bulması, ”neyi” ya da “neleri” yazmalıyım sorusunun cevabını da ortaya çıkarmaktadır.

Yazana zorluk vermeyen yazı, okuyana da zevk vermez, kolayın kıymeti yok, zora paha biçilmez derler. Her zorluğun bir güzellik doğurmadığı da hatırda tutulmalıdır.

Yazmak “eşittir”in öteki tarafıdır. Yazar, denklemin bu tarafına konulması gereken değerleri öncelikle yerleştirir. Hangi alan olursa olsun tarihsel birikime, kültürel birikime dahil olacak adeta ölümsüzleşecek olan “farklılık” ve “ayrıntı”yı katar içine.

Yazarın çeşitli konularda denklemin solundaki değerleri doğru seçme adına yazmaya yönelik hazırlığı sporcunun ısınma hareketlerine benzer. Ama özel anlamda “Yazmak”, bir şeyi güncel hayatın o anına yansıdığı çok zengin bir bakış açısıyla yansıtmasıdır.

Aliye İzzetbegoviç, “Hiç kimse ortalama insan olmak istemez” der. Toplumsal hayatı düzenleyen kurallar ise insanı kurallara harfiyen uyan ortalama insan olmaya iter. İnsanların az yazmasının temelinde de farklılıkları yaşatmaya dair bir bakış açısı yerine bireyleri aynileştirmeyi seçen modern hayat değil midir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
VAZGEÇMEK

Geçtiklerimiz bizden geçmezse takıntı yapar. Bazen takılıp kalırız belli bir amaca. Sonuna kadar gideriz ve sonra bir daha, bir daha, bir daha diyerek bir ömrü tüketiriz. Yanıldığımızı anladığımızda vazgeçmemiz anlamsız kalır. Bazense en başta görünür yanlışımız. Başka seçeneklere yöneliriz.


Platon siyasete çok meraklıymış. Uzun süre siyasetle uğraşmış ama bu ilgi onun köle olmasına neden olmuş. Kölelikten bir arkadaşının yardımıyla kurtulmuş ve aktif siyaseti bırakıp düşünce okulu kurmuş. Bu okul beş yüz yıl devam etmiş. Platon’un “Devlet” isimli eseri için aydınlar tüm eserler yok olsa bu eser batı dünyası için yeter derler.

Makineli tarıma geçilmesi ile köylülerin atlarını doğaya bırakması sonucu, vahşi doğada yaşam mücadelesi veren ihtiyar atlar beklenenin aksine her geçen gün biraz daha artıyormuş. Bu artış şehre gelen turist sayısını çoğaltmış.

Tanıdığım bir delikanlı “O benim vazgeçilmezim” dediği nişanlısını bıraktı. Bohça attı ama kız hala delikanlıyı sevdiğini söylüyor.

İnsanın tercihleri başarısını etkilermiş. Bir şeye başlangıçta hayır demek, ortasında demekten daha kolaydır. Kimi zaman müvekkilinin azilname göndermesi bir avukat için en kötü duygudur çünkü vazgeçilmez olmak isterken vazgeçilmiştir. Kimi zaman ise rahatlatıcı bir unsurdur vazgeçmek. Ya da çok isteyip yapamadığına kolayca ulaşmak…

Vazgeçmek vitesi geri almak gibidir. Evliyken geçilenlerden boşanarak geçilenler çoğu zaman daha az yaralar. Bu yaranın acısı dişten çıkarılamazsa da işten çıkarılır. Zaten aşıkların ilk sözü sevmek ve son sözü vazgeçmektir.

İntihar. Ötenazi. Harakiri. Canlı bomba. Perde kapatma. Savaş ve barış.

Ölüme koşan biri ölümden dönmüş. Bir diğeri gitmiş Göreme’den dönmüş.

Sarhoşluk bilerek ve isteyerek kendinden geçme halidir. Para veya makam sarhoşluğu ise gerçek sarhoşluktan daha az mahzurlu olmasa gerek. Biz insanlar vazgeçmenin o kadar çok yolunu bulmuşuz ki bunlar saymakla bitmez: Suskunluğu bozmakla, kendini tutmakla, emeklilikle, anlaşmayla, taşınmakla, göçmekle, satmakla, bağışlamakla…

Tetik. Estetik. Şeytana küsmek. Savunmak. Teslim olmak. Tövbe. Sazı duvara asmak. Marangoz doğuran merhameti bırakmak... Ümidi kesmek.
Lale Müldür de vazgeçerken “Kestim uzun saçlarımı.” demişti.

Vazgeç demektir bazen söylediklerimiz: Sevme, vazgeç. Aşık olma, vazgeç. Özet çıkar, vazgeç. Aynayı kır. Kapıları kapat. Reddi miras eyle. İsyan et. Burun kaldır. Çocuk aldır. Köpek yavrularını şehir girişine bırak.

Kimi zaman, “Benden bu kadar,” kimi zaman “Sonuna kadar…” deriz. Vazgeçmenin erdem olduğu durumlar kadar, pes etmemenin de takdir edildiği anlar olur. Bazen “Başarısızlık yoktur sadece yarıda bırakmak vardır.” sözünü doğrulayan hallere de şahit oluruz.

Doğruluktan vazgeçmezsek eğrilik bizden geçmez. Vazgeçemediklerimizi kovaladıkça vazgeçtiklerimiz peşimizi bırakmaz.

Önyargıdan geçeriz ama yargıdan geçemeyiz. Geç olduysa vakit daha çok erken. Kapıları kötü niyete kapatmak gerekir. Sorun çözmenin yolu bazen tanımak, bazense yoğurmaktır. Doğrunun taraftarı artarsa yanlış da düzelir. Israr kimi zaman kahraman yapar, kimi zaman yakar insanı.

“Öyle bir vakitte gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.” (Orhan Veli)
 
Üst