Kemul’un kuyusu

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
KEMUL’UN KUYUSU
21954.jpg

Kemul seni kim delirtti?
'Dünyayı terk ettikçe deliler, çok mu akıllandık biz geride kalanlar?' diye soruyor Zeki Bulduk..

01 Aralık 2010 Çarşamba 18:12
Yollarda deli gibi aramak masumiyeti
21955.jpg

Kurban Bayramı’nın ikinci günü varabildim anamın memleketine. Ülkemde, belki de dünyada kurbanların çoğu kesilmişti. Bense, Anam Kadın’ın sesine kulak verdim, koçu kurban etmek için düştüm yollara el âlem bayram eylerken.
Sabahın erken saatleri otobüs işletmesinin bayisinde iki yorgun şoför, bir biletçi bir de ben vardım. Sağ olsun, muhabbetlerine diyecek yoktu. Bir ara, şoförlerden biri dışarı çıktı, geri döndüğünde ise bir çiti kabı vardı elinde. Hemen tanıdım; kavurma vardı içerisinde. Diğer şoför bir koşu fırına gidip sıcak ekmekler getirdi. Kurban etinden yemek bir yorgun yolculuk sonunda, hiç tanımadığım ama selama gönüllerini döken adamların sofrasında oldu. Gün ışımıştı. İnsanlar sokaklara dökülüyorlar, yorgunluklarını bir esnemeyle savuşturmaya çalışıyorlardı. Müsaade istedim çıktım çocukluğumun ve ilk gençliğimin sokaklarına.
21956.jpg
Sohbet Kitapevi’ne doğru giderken gördüm onu. İçime hüzünle kapaklanan çocuklar birden yemyeşil çimenlere, gelincikler dolu bahçelere, çiğdem tarlalarına doğru koşmaya başladılar. Yanında iki taksici vardı. Gülümsüyordu. Üzerinde bin yıllık ceketi, yüzünde bin yıllık gülümsemesiyle Çita tam karşımdaydı.
Taksicilere selam verip destursuz sarıldım Çita’ya. Taksiciler gülüştüler. Çita, hem gülüyor hem de merakla yüzüme bakıyordu. Cebimden telefonumu çıkarıp gülen adamlardan birine uzattım: “Abi Çita’yla resmimi çeksene. Üzerimde emeği vardır.” dedim. Ne adam ne de Çita garipsedi. Omzuna elimi attım. O biraz şaşkınca ellerini aşağı saldı. “Çekmiyor bu hocam!” dediğinde, yüreğime bir bıçak atıldı sanki. Telefonun şarjı bitmişti. Yüzüm gülüyor ama içim kan ağlıyordu. Çitayla yan yana resmim olmayacaktı! Nasip, deyip yürümek işime gelmedi o an. Denedim ama aynı karede olamadım. Çita’ya sarılmaktan başka kârım olmadı o an. Lakin içimden havalanan kuşların çığlık çığlığa uçuşlarıyla karşılayan şehre teşekkür ettim.
Gidenlerden geriye ne kaldı?
Ahi Evran, Âşık Paşa, Cacabey çoktan gitmişlerdi bu şehirden. Bölükbaşı, Erol Güngör, Muharrem Ertaş çoktan sırra kadem basmışlardı. Kemul’un bile imi timi belli olmadan bâki âleme bir kuyudan giriş yapmıştı. Yine de Çita vardı. Bir Cacabey Medresesi, bir de Çita vardı. Bir şehri sevmek için yeter de artardı; o şehir almancılara, öğrencilere, tüccarlara kalmış ve mezbahaya dönmüş olsa bile! Çita, Cacabey Medresesi gibi duruyordu bozkır denizinde ve insanlığımızı bir daha hatırlatıyordu işte!
21957.jpg
Kemul, yenilmez bir komutan
Kemul… Kemul, hiçbir zaman 33 yaşına basmadı. Hiç evlenmedi. Hiç araba sürmedi. Hatta köyünün dışına bile çıkmadı. Belki komşu köyleri görmüştür; o kadar!
Kemul’da “deli kuvveti” vardı. Aşiret köylerinde Kemul’a kimsenin gücü yetmez, dellendi mi onu kimseler zapt edemezdi. Babası, Hacı Mahammet. Öfkeli bir adamdı. Güldüğünü hiç görmedim. Dimdik yürürdü. Koşar gibi giderdi gideceği yere. Bir tek onun gücü yetermiş Kemul’a. İşte o Hacı Mahammed’in bir atı vardı ki Köroğlu’nda öyle süt beyaz at yoktur! İşte o kadar! Ha, çevre köylerdeki söylenti ise o at çorağın suyundan çıkmış, cinliymiş. O yüzden ata sadece Kemul binebiliyormuş. Hacı Mahammed’i o ata binerken gören olmamış hiç. Bazen biz çocuklar Kemul’u atın üzerinde divan-ı harp komutanları gibi görüp peşine takılırdık. Kemul’un köyünden çocuklar maça gelirlerken yanlarına Kemul’u almadan bizim köye giremezlerdi. Öyle ya, her maçta bize sıkı bir fark atarlar, 80 öncesi İngiltere- Türkiye maçı oynanıyor zannederdi skoru öğrenenler. Kemul, o çocukların hayat sigortasıydı.
Kemul atıyla sahanın etrafında dolanırken, adeta cepheyi denetler, Hashöyüklü çocuklar ise bizim kaleyi bombardımana tutarlardı. Maçtan sonra da Kemul’un çevresine toplanırlar, galibiyetlerini kutlamak için de olsa bir “yendik!” diye bağırmazlar, bizim köyün sınırını geçtiklerindeyse aşiret köylere duyururlardı galibiyet sevinçlerini. Kemul’a dua etsinler, çok ucuz kurtardılar yakalarını bizden…
21958.jpg
Korkudan deliye sığınan çocuk
Bir de büyük köy vardı; Dulkadirli. Dulkadirli’ye giderken Hashöyüklülerle ittifak eder, eski hıncımızı unutur, hep birlikte Kemul’un etrafına toplanır Dulkadirli’de Hashöyük’ün sıkı oyuncularıyla bizim köyün Pele, Maradona, Şıltın Mayer namzedi oyuncularını birleştirir yılda bir de olsa galibiyet nedir bilir, yüzde elli sevinirdik; Kemul’un gölgesinde. On bir yaşlarındaydım Kemul yirmi yaşın başlarındayken. Hüviyetine mi baktım, nerden mi biliyorum? Malum, o yaşta asker celbi gelir. Celp geldiğinde şehre götürmüşler, askerlik şubesinde baştan ayağa bir bakmışlar, komutanların canı gitmiş: “Pehlivan gibi çocuk. Doğuştan komando, ah keşke aklı yerinde olaydı dağları inletir, Yunanı bir daha denize dökerdi” demişler. Ben diyenlerin yalancısıyım. Ama Kemul’a bir kere bakan söylenenin az bile olduğunu bilirdi.
Osmanlı zamanında bir fetvadan bahsederler: Bir meczuba üç mızraktan daha yakın duran bir adamın başına bir hal gelirse ne deli ne de devlet suçludur. Bu fetvayı ihlal ettiğim gün dünyanın tüm delilerine karşı müthiş bir yakınlık ve minnet duydum. Dulkadirli’den gelirken Cinderesi vardır. O yer hakkında o kadar hikâye dinlemiştim ki H. P. Lovecraft ya da E. A. Poe hikâyeleri halt etmiş, o hikâyeler yanında komedi gibi duruyordu. Cinderesi’nden geçerken, “Kemul abi elini tutuyum mu?” demiştim. Elini tuttum. Bir delinin elini tutup cinli perili hikâyelerden korundum aklımca. Yıllar sonra aklıma her gelişinde kendime kızdım, bir masumu sırf korktuğum için kullanmışım hissine kapıldım. Ödüm kopaydı da Kemul’u bir paravan gibi kullanmasaydım o gün diye çok hayıflandım.
Bir beyaz ata benzer deliler
21959.jpg
Hani o beyaz attan bahsetmiştim ya… İşte o beyaz at Kemul’u alır Buzluk Dağı’nın tepesine götürürmüş sabah ezanına doğru. Fecr-i kazipte Buzluk Dağı’nda ne işi vardır bir meczubun? O dağ ki adından da belli buz gibidir; hele de sabaha karşı… Zirvesinde bir ağaç, bir mağara, bir de minicik pınarı vardır Buzluk dağının. Tam da orada perisine gidermiş Kemul. Kimileri de köyde karabasanlar yakasına yapışınca atına atlar, yıldırım gibi, ardında bembeyaz bir ışık izi bırakır dağa çıkar, pınarın o buz gibi suyundan içince ancak teskin olurmuş, derlerdi.
O hep yirmi yaşındaydı. Hatta ben yirmi yaşında bir fakülte talebesiyken bile o yirmi yaşındaydı. Kunt bir duruşu vardı. Omzunu hiç düşürmedi. Koyun güttü, sığır otlattı, ata bindi, komşuları için rençperlik yaptı, Birinci marka sigara içti.
Sözü uzatmayacağım. Kanserden, trafik kazasından, beyin kanamasından, akıllılar elinde deli olan bir dünyanın kahrından, başkaları gibi olamadığına hayıflandığından ölmedi; her zaman yirmi yaşında ve masum kalan bir çocuğun güzelliğinde, pehlivanlığını her dem başkaları için kullanan bir yiğidin güzelliğinde, daha çok suskun, yakışıklı ve bozkır kadar kavruk bir yürekle öldü.
21960.jpg
Deliler de ölürler
Evet, deliler de ölürler. Hem de “Akıllı yapıyor da ben niye yapamayayım.” diye “akıl yürüterek” ölebilirler. Bir kuyu vardı köylerinin yakınlarında, pancar kuyusu. Pancar kuyuları her nedense üzeri açık, üçe üç, dörde dört bir havuz gibi durur insanın karşısında. Ancak üç dört metre derinlikten sonra çamur olur tabanı ki tabana düşen birinin kurtulması Allahın bileceği bir haldir. Bataklık gibi çeker insanı. Bu yüzden “aklı başında olanlar” kuyunun kenarına bir sopa çakar, sopaya ya bir ip ya da kayış bağlayıp öyle girerlerdi kuyulara… Atları, koyunları, sığırları, çocukları ve delileri yutan kuyulara!
“Yusuf giriyor da ben mi giremeyeceğim?!” deyip dalmış kuyuya.
Ramazan ayıymış. Sahur vakti ancak çıkarabilmişler Kemul’u o katil kuyudan. Sanki secdedeydi, diye anlattı anlatırken ağlayanlar.
Adı Kemal miydi yoksa Kamil miydi babası bile bilmezmiş. Biz hep yirmi yaşında ve Kemul diye bildik onu. Yusuf’u geri veren kuyu; dünyanın kederine bulaşmaması için Kemul’u bozkırdan şimşek gibi geçen bir beyaz at gibi aldı gözümüzün önünden.
Yol yanığı, bozkır tesellisi
Kurbanı kestim. İstanbul’a döneceğim vakit şehri bir daha dolaştım belki dönemem, bir daha göremem diye çocukluğumun sokaklarına bir daha baktım. Çita, bir dükkânın önünü süpürüyordu. Bana gülümsedi… Sanırım o sarılışımı unutmamıştı. Sevindim. “Bizi unutmayan deliler de var, şükür!” dedim içimden.
Deliler terk ettikçe dönmekten başka mahareti olmayan dünyayı; bizler daha fazla delireceğiz belki de…


Zeki Bulduk, delilerinin izini takip ederken yazdı
 
Üst