Kemal Özer - Soykırıma uğratılıyoruz ey halkım!

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bu yazı kaleme alınırken Somali’de 30 kişi öldü bir de ben…
http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...mektup-gibi-e-posta-da-tarih-oluyor.html&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...mektup-gibi-e-posta-da-tarih-oluyor.html&tt=0





Somali’de son 90 günde 30 bin kişi açlıktan hayatını kaybetti…

Bu, kayıtlara geçen rakam…
sudan-236x380.jpg


Kamplara ulaşmak için çöl ve dağlarda ölüp kayıtlara geçmeyen en az bu kadar kişinin olduğundan da söz ediliyor…

Şayet kayıtlara geçmeyen bu kadar kişi daha varsa, 90 günde ölenlerin sayısı 60 bin demektir…

Resmi rakamlara göre, her 4 dakikada bir kişi açlıktan ölüyor…

Resmi olmayan rakamlara göre ise her 2 dakikada bir kişi açlıktan ölüyor

Hem rakam, hem de oran her dakika daha da artıyor…

Somali 8,5 milyon kişilik bir ülke…

Bugün dünyada kendini “Müslüman” sayan “insan” sayısı ise 1,7 milyar…

Yani her 200 Müslüman’a bir Somalili düşüyor…

Bir Somalili günlük 3 dolara, yani 5 liraya sultanlar gibi geçinir…

Tüm Somali’yi aç kabul etsek bile, 30 gün süreyle 1,2 milyar dolara -tüm- Somali’nin açlık sorunu çözülür…

Tüm Somalililere 1 yıl yardım ettiğimizi farz etsek, 15 milyar dolar tüm Somali’yi abad eder…

Fakat sofralarında bir kuş sütü eksik olan Müslümanlar, hâlâ vahametin fakında değiller…

Türkiye’nin İKÖ’yü toplantıya çağırması ve yardım seferberliği başlatması için, 60 bin kişinin ölmesi gerekiyormuş demek ki…

55 Müslüman ülke sadece 250’şer milyon dolarlık bir fon ayırsa veya Brunei Sultan’ının yaş günü kutlaması için ayırdığı para, bütün bir Somali’nin 1 yıllık tüm ihtiyacını karşılar…

Suudi Arabistan bir yıllık silah alımından yüzde 15 tasarruf sağlasa, bütün Somali’nin açlık sorunu tümüyle sona erer…

İstanbul Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin reklam, eğlence vs gibi hiçbir işe yaramayan açaçlarla israf ettikleri paralar öylesin büyük ki neredeyse tüm Somali'yi doyuracak kadar...

Bu Ramazan umresine, 4 milyon “Müslüman” gitmiş…

Bu kişilerin bu yıl ki Ramazan Umresinin maliyetleri 10 milyar doları aşıyor…

Bu para bağışlansa, açlıktan hiçbir insan ölmez…
obezite-350x251.jpg


Cuma namazı çıkışı sonrasında camilerde para toplandı. İnsanların davranışı görmek için kısa bir gözlem yaptım… Kelli felli insanlar, 1 lira 5 lira 10 lira veriyor. 20 lirayı koyup, 15 lirasını geri alıyor kutudan…

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir!” Bu bir Hadis-i Şerif ise, bunu söyleyen de Hz Muhammed s.a.v. ise, bu Hadis-i Şerif’i okuma süresinde bile 1 kişi ölüyorsa ve bu ölenler insansa…

Biz Müslüman olamayız/değiliz…

Ben demiyorum, itirazınızı Hz Peygamber’e yapınız…

“İnsan” olsaydık, “onur” bizi yaşatmazdı…

“Müslüman” olsaydık, “iman” bizi yerimizde tutamazdı…

Hâlâ ister Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onu yönetenler, ister kendini Müslüman olarak telakki eden 70 milyon veya 1,7 milyar kişi, para toplayıp yardım götürmekten söz ediyorsa, bırakın bütün Somali ölsün daha iyi…

Kimsenin sizin artığınıza ihtiyacı yok…

Hiçbir Somali’nin bizim/sizin keyfinizin yetmesine karnı tok, zaten vakti de yok…

Somali’de ölen Somaliler değil, kendini Müslüman sayan 1,7 milyarlık sürü…

Somali’de ölen 7 milyarlık insanlık…

Somali’de ölen benim…

Yaşamaksa yaptığımız, buyurun keyfini sürün…

* * *​

O kendini affedemedi intihar etti ya biz?

Güney Afrikalı foto muhabiri Kevin Carter, 1993 Mart’ında Güney Sudan’da açlıktan ölmekte olan bu kız çocuğuna yardım etmek yerine, onun resmini çekmeyi tercih etmişti. Tıpkı 1,7 milyar Müslüman’ın şu anda Somali’ye yaptığı gibi…

akbaba.jpg


Kevin Carter, bu bebeğin fotoğrafını çekmekle meşgulken sahneye bir akbaba çıkageldi…

Carter, dünyanın hayranlıkla izlediği dergilere kapak olan kartpostallık kareyi çekip, oradan ayrıldı. Sonra ne oldu? Akbaba o çocuğu yedi mi, yoksa çocuk kurtuldu mu kimse bilmiyor. Ama tüm aramalara rağmen çocuk bulunamadı. O ana ait bilinen tek şey, muhabirin o çocuğun yardım çığlığını umursamadığıydı.

Dünyanın bu dram karşısında yaptığı tek şey; çocuğa yardım etmek yerine, fotoğraf çekmeyi tercih eden muhabiri ödüllendirmek oldu. “Aferin çok iyi halt etmişsin. Karşılığında al sana”: Pulitzer fotoğraf prestij ödülü!

Bu aşağılık ödül, Kevin Carter’e çok ağır gelecektir.

Kevin; “Kendimi normal insanlara yabancılaşmış hissediyorum. Objektif kapakları kapanıyor ve korkunç kan görüntüleriyle karanlık yerlere doğru geriliyorum” notunu bırakarak, 1994’te bir bahçe sulama hortumuyla kendini boğarak hayatına son verir.
afrika-aclik.jpg


İnsanlık şimdi fütursuzca Kevin Carter’in yolunda ilerliyor. Özellikle de “Müslümanlar”

Utanıyorum!
Kendimden,
İnsanlığımdan...
ve ben
hepimizi
Müslüman
sanıyordum.
Yanılmışım,
özür dilerim!
 

meftune

Asistan
Katılım
21 Tem 2007
Mesajlar
479
Tepkime puanı
73
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Ankara
" Yaşamaksa yaptığımız, buyurun keyfini sürün…"

çok ağır bi yazıydı..kanım dondu,beynim durdu okurken..
yazık bize..
oturduğum muhitte Nijeryadan gelen bi grup Afrikalı çocukla kapı kapı dolaşıp yardım toplamış abiler..artığımıza ihtiyacları yok elbet,ama elden ne gelirse artk....
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
sözle başlayan s/öze bürünmüyor
yılda bir ay bile müslüman gibi düşünüp müslüman gibi yaşamayı beceremiyoruz kalan onbir ayı varın biz düşünelim vesselam
 

meftune

Asistan
Katılım
21 Tem 2007
Mesajlar
479
Tepkime puanı
73
Puanları
0
Yaş
32
Konum
Ankara
Allah Ramazanda yaptıklarını kula diğer aylarda da nasip edermiş diye duymustum..Elimizden ne geliyorsa değil de,yapabileceğimizin en üst sınırına kadar yaparak belki=)..Ümitvar olmak,unutmamak,sürekli hatrlatacak ortamlarda durmak ve bu konuda gaflete dalmamak gerek belki..siteye her girdiğimde kafamda bu konuyu canlı tutmaya vesile paylasımlarınızın olduğunu söylememe gerek yok sanırım..bi de..Allah öze eriştirsin,söylediklerimizi,dinledklermizi, kulaklarımızdan ve dilimizden kalbimize indirsn,indirecektir,inanıyorum ben..
 

leylinur

ARŞ.YAZAR,RADYO PROG
Katılım
26 Haz 2010
Mesajlar
2,329
Tepkime puanı
102
Puanları
0
Konum
ankara
Bunun sorumlusu sen ben yediğimiz yemek değil,böylesi bir zamanda ortaya çıkması bile malesefki siyasi bir hamle,bu durumu dahi siyasi hamle olarak kullanan yöneticilere yazıklar olsun,teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde oralara su ve elektirik götrerek fabrikalar inşa ederek yardım etmeyerek,elimizdeki 5 tt ile geçici çözüme bizi mahkum eden tüm ortadoğu zalim ve hain yöneticileri bir an önce devrilsin,rabbim müslümanlara basiret versin,sömürülmekten onları bir an önce kurtarsın,:thinking::agla:
 

yusufsaid

Profesör
Katılım
17 Şub 2011
Mesajlar
873
Tepkime puanı
407
Puanları
0
Konum
Ankara
Bunun sorumlusu sen ben yediğimiz yemek değil,böylesi bir zamanda ortaya çıkması bile malesefki siyasi bir hamle,bu durumu dahi siyasi hamle olarak kullanan yöneticilere yazıklar olsun,teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde oralara su ve elektirik götrerek fabrikalar inşa ederek yardım etmeyerek,elimizdeki 5 tt ile geçici çözüme bizi mahkum eden tüm ortadoğu zalim ve hain yöneticileri bir an önce devrilsin,rabbim müslümanlara basiret versin,sömürülmekten onları bir an önce kurtarsın,:thinking::agla:

Zannımca herşey sistem değildir, sistem dediğiniz bizlerden ibaret. Nasılsak öyle yönetiliyoruz. Suçluyu en başta kendi öz vicdanlarımızda -tabi varsa hala- aramalı, bulmalıyız. Elden geleni o an itibariyle yapmalı derim. Bahsettiğiniz şeyler inşaAllah birgün gerçekleşir ve amin. Ama müslümanlar seferber olmak ve vicdanlarını ellerine alıp sıkmak-sıkıştırmak için dediklerinizin gerçekleşmesini beklerse...Beklememeli kanaatimce...Bizler suç hücreleriyiz, suç organlarını oluşturan zerrecikleriz. Şu an benim yaptığım gibi ahkam kesmekle kalmamalı elini cebine atıp "en sevdiğinden infak" etmeli, yoksa ben de imanlarımızdan şüpheliyim, iman bir zan olamaz...
 

leylinur

ARŞ.YAZAR,RADYO PROG
Katılım
26 Haz 2010
Mesajlar
2,329
Tepkime puanı
102
Puanları
0
Konum
ankara
bende bekleyelim demedim zaten tabiki yardımlarımızı edeceğiz ama ümmetin kanaat önderleri,ve yöneticileride söylediğim minvalde hareket etmek zorunda,bizlerinde bu konuda yönetici ve ulemayı sorgulama zorunluluğumuz var yoksa hesabın bir kısmını verir bir kısmını veremeyiz:agla:sömürüden kurtulmak şart,yoksa çözüm değil yama yapmış oursunuz,yamada ne reye kadar tutarsa artık :agla:
 

leylinur

ARŞ.YAZAR,RADYO PROG
Katılım
26 Haz 2010
Mesajlar
2,329
Tepkime puanı
102
Puanları
0
Konum
ankara
bende bişi demedim fırsat bulmuşken
üzerimize düşenleri açmak istedim :)
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Dünya nereye sürükleniyor?

18. yüzyıl sonrasında özellikle petrol kaynaklarının ezici çoğunluğunun Alman asıllı Siyonist ailelerin eline geçmesiyle güç dengelerinde kaçınılmaz bir değişim meydana gelir.

Rusya İmparatorluğu, 1917’de Lenin liderliğindeki Bolşevik Devrimi ile yıkılarak, yerine Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kurulur.

Tarih sahnesinden tümüyle çekilmesi öngörüldüğü halde, -Osmanlı bakiyesi toplumun kökleriyle bağının koparılıp, batılı bir toplum modeline dönüştürülmesi karşılığında,- Ankara hükümeti ile anlaşmaya varılıp ve Osmanlı dönemi sona erdirilir. Bu sayede bölgeye yönelik dizaynda önemli ölçüde neticelenir.

Dünyanın merkezi hem siyasi, hem de ekonomik olarak Amerika’ya kaymıştır.

Ancak çağın şatlarına göre tek kutuplu bir dünya sürdürülebilir değildir. Avrupa yorgun ve alternatif bir merkez olmaktan oldukça uzaktır. Rusya’da yapılabilecek bir rejim değişikliği, projenin dengesi açısından son derece önemlidir. Bunun için Ukraynalı bir Yahudi olan Vladimir İlyiç Lenin desteklenir.

‘Lenin’in Yahudiliği de nereden çıktı’ denilebilir. Lenin’in ablası Anna Ulyanova, Lenin'in halefi Josef Stalin'e 1932 yılında yazdığı -ki aslı halen Moskova'daki Devlet Tarih Müzesi'nde sergileniyor- mektupta, Yahudi oluşlarını şu şekilde itiraf ederek, yardım ister.

Büyük babamız -yani annemizin babası- Rusya’daki Yahudi karşıtı "yerleşim sınırlandırması" politikasından kurtulmak ve daha yüksek eğitim hakkını elde edebilmek için, -Sabetayistler gibi- gerçekte Yahudi olduğumuz halde Hıristiyanlığa geçerek, Ukraynalı bir Yahudi aile oluşumuz gizlenir.”

Hatırlanacak olursa Rusya Yüksek Mahkemesi 2008’de aldığı bir kararla, Lenin tarafından devrilerek idam edilen son Çar 2. Nikola ve ailesini, Bolşeviklerin siyasi baskılarının kurbanları olduklarını kabul ederek hem öldürülen Çar’a, hem de varislerine itibarlarını iade etmişti.

Lenin, -Marksizm’i günün koşullarına uydurduğu iddiasıyla- Leninizmi devreye sokar. Sonrası malum. Bu süreçte, St. Petersburg şehrinin adı Leningrad’a dönüştürülür. Ancak yeni Rusya tarafından Leningrad adı iptal edilerek, yeniden St. Petersburg olarak değiştirilir. Bu gelişme Lenin’den ziyade, Putin’in Bolşevik devrimini yaptıran küresel sistemle mücadelesi olarak da yorumlanır.

Putin’ın Rothschild Hanedanlığı’nın arşivini ele geçirdiği ve eski bir ajan olmanın verdiği derin tecrübe sayesinde küresel yapının tüm derinliklerine vakıf olduğu, ciddi pazarlıklar karşılığında arşivi Rothschild Henadanlığı’na iade ettiği biliniyor.

Putin, Rusya’yı dönüştürüp, yükselen bir ülke haline getirse de, Çin varken, ABD’ye karşı alternatif bir güç olmaktan oldukça uzak. Zaten herkes gibi Putin de, egemenlerin Çin’i yıllar önce alternatif güç olarak dönüştürdüklerinin farkında.

2012’de ABD ve Çin’in yanı sıra Rusya’da da başkanlık seçimi var ve çok büyük bir sürpriz olmaması durumunda, Putin’in devlet başkanlığına tekrar dönmesine kesin gözüyle bakılıyor. Oysa küresel güçlerin genetik kodlarını bilen Putin’in, malum güçler tarafından istendiğini söylemek zor.

Bush döneminde tüm dünyada itibarı dibe vuran ABD’de, “milli(!)” güçler ile derin Amerika arasındaki anlaşma sayesinde, senatör Obama başkanlığa getirilir.

Derin Amerika, başta İslam dünyası ve Afrika olmak üzere, yıpranan Amerika’nın itibarının Obama sayesinde düzeleceğini düşünür. Çok da haksız değildir. Afrika kökenli, kendi değilim dese de Müslüman olduğu düşünülen, Kur’an okumasını bilen ve adı Hüseyin olan birinin bunu başarması zor olamayacaktır ve kısmen de olsa başarmıştır.

Pentagon, Dışişleri ve Başkan yardımcılığını derin Amerika’ya kaptırsa da, oldukça uzun bir aradan sonra, “milli Amerika” Obama ile yeniden Beyaz Saray’a taşındı. İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesini ilk kez telaffuz edebilen Amerika, üzerindeki büyük kambur İsrail’e karşı gerektiğinde mesafe koyabilecektir.

Derin Amerika veya küresel egemen ekonomik gücün, milli Amerika ile mücadele etmemesi beklenemezdi. Bunun içinde en iyi ve en güçlü FED silahını kullanmaktan çekinmedi.

Yaklaşık 150 yıldır 950 milyar dolarlık para basan FED, son birkaç yılda 1,5 trilyon dolara ulaşan miktarda dolar basarak piyasaya sürer. Obama yönetimi, 2008’i sıyrıkla atlatsa da, 2011’ı atlatması kolay olmayacak. Dünyanın kaynaklarını sömüren bu egemen küresel yapı, aslında en çok Amerika’yı sömürmekte. Çünkü ABD, onun dev ağlarının en orta yerindeki ülke.

IMF verilerine göre; 2010 yılı tüm ülkelerin toplam gayri safi hâsılası, 61 trilyon dolar. Oysa sade, 35 batılı ülkenin dış borcu ise 61 trilyon dolar. Sadece ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, İrlanda, İtalya, Japonya, Belçika, İsviçre, Avustralya ve Kanada’nın dış borcu 50 trilyon dolar.

Ülkelerin toplam dış borcu, tüm ülkelerin yıllık hâsılatlarının toplamından fazla. Peki, bu ülkelerin borçları kime? Bu noktaya erişmiş bir küresel sistem, sürdürülebilir mi?

Bu iki soru, belki de bugünlerin en kritik sorusu. Dünya nüfusunun geliri, giderini karşılamıyorsa, bu yapı nasıl devam edecek? Farklı rakamlar telaffuz edilse de, dünyada Rothschild ve Rockefeller hanedanlıklarının varlıkları, 40 ila 50 trilyon doları buluyor. Demek ki, büyük alacaklılar belli.

Vietnam Savaşı’nı kaybettiği gün, Amerika’nın geleceğini de kaybettiğini görenler, kişisel çıkarları açısından Çin’e yönelik yatırımlara başlayarak, bugünlere gelmesini sağladılar. Milli Amerika’nın, 11 Eylül’e kadar ülkesi hakkında oynanan oyunun yeterince farkında olmadığı gayet açık. Derin Amerika’nın operasyonu olan 11 Eylül, milli Amerika’nın derin uykusundan uyanmasını sağlamış olmalı.

Bu veriler ışığında, milli Amerika’nın üzerindeki en büyük kambur olan İsrail’i daha fazla üstünde taşıyamayacağı, bu yüzden de Filistin devletini ilan ederek, hem İsrail’i frenlemeye, hem de üzerindeki ağır kamburdan kurtulmaya çalıştığını da görmek gerek.

Obama’nın, 1967 sınırlarından söz etmesinden sonra, Netanyahu derin Amerika tarafından çağrılıp, senatoda onlarca kez ayakta alkışlatılmıştı. Bu gelişmeler, iki Amerika arasındaki güç mücadelesi olarak yorumlandı.

Bu durumda ister dahli olsun, ister olmasın öteki Amerika’nın, Arap Bahar’ından memnun olmaması mümkün değil. Buna karşın Arap Baharı, hem Pentegon’u hem de İsrail’i tedirgin etti.

Gelişmeler, dünyada üç projenin aynı anda sahnelendiğini gösteriyor. Süreçten başarılı çıkan taraf, diğer tarafı önemli ölçüde tasfiye edecek.

Çin ekonomisi birkaç yıl içinde ABD ekonomisini geçip dünyanın en büyük ekonomisi olacak. Çin’e yatırım yapan küresel yapı yani derin Amerika’yı da kontrol eden küresel çeteler, Çin’in etki alanının daha da genişletmesini sağlamaya çalışıyor. Bu da Amerika’nın sonunu getirebilir.

Rothschild ve Rockefeller gibi birkaç tefeci gücün elinde rehin durumda olan Amerika ve İngiltere, dolayısıyla AB, ekonomik bağımsızlığı için, bu güçleri tasfiye etmek veya etkinliğini azaltma savaşı verecek. -Bu mücadele, sadece Amerika’yı değil tüm dünyayı ilgilendiren bir mücadele.-

Siyonizm’in büyük tetikçisi medya imparatoru Yahudi Murdoch operasyonunu ile Rothschildlere ait olan BP’nin geçtiğimiz yıl Meksika Körfezi’nde "Deepwater Horizon" platformda meydana gelen petrol sızıntısı ve sonrasındaki restleşmeler de taraflar arasındaki mücadelenin gün yüzüne çıkmış göstergelerinden sayılabilir.

Amerika’nın bundan sonra var olup olmaması, İsrail kamburu ile kendisini de sömüren derin çete ile ilişkilerine bağlı. ABD, Çin’e kaptırdığı siyasi ve ekonomik gücünün dolayısıyla nüfus alanını korumak daha da önemlisi var olup olmaması İslam dünyası, Afrika ve Rusya ile ilişkilerine bağlı. Bunun için daha stratejik adımlar atmaya mecbur.

Yakın gelecekte Amerika’nın İslam dünyasına ihtiyacı, İslam dünyasının Amerika’ya ihtiyacından daha fazla olacak. Bu durumda da Amerika’nın İslam dünyasını yanında tutup tutamaması, İsrail’le olan mesafesine artık çok bağlı.

Bu nedenle ABD’nin 2012 seçimleri büyük önem kazanıyor. Seçimlerden mevcut yönetim güçlenerek çıkarsa karşı taraf, ABD doları ve petrol kartıyla rejimi tehdit edebilir. Bu reste karşılık ABD, Amerikan Dolar’ından kurtulmak bile isteyebilir. Bu da Amerika’yı yeni bir para birimi veya FED’i millileştirmeye itebilir.

Bu süreçte İslam Dünya’nın Türkiye gibi hızla yükselen bir müttefike havale edilmesi, tabiri caizse bazı yüklerini hafifletme olarak da görülebilir.

Suriye ve İsrail rejimlerinin bir birini ayakta tuttuklarını bilen bilir. İsrail’in Gazze’ye yeniden saldırması, hem İsrail’in içindeki muhalefeti bastırmak, hem de düşme hattındaki Suriye rejimine verilen açık destektir. Suriye rejimine tavır alan Türkiye’nin İsrail ve Almanya’nın da desteği ile PKK’yla meşgul edilmesi bu planı bir parçası. Böylece Türkiye’nin hem Gazze ile, hem de Suriye ile ilgilenmesi önlenmek isteniyor. Ayrıca bu süreçte İran’ın Türkiye değil, İsrail safında yer almasına hiç şaşmamalı. Ama unutulmamalı bu süreçten en karşı çıkacakların başında Türkiye gelecek. Artık Türkiye,eski Türkiye değil.

Acaba bu süreçte Avrupa Birliği kalır mı? Son 5-6 yüzyılı sömürerek geçiren, İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz, İrlanda, İtalya, Belçika, İsviçre ve Almanya’nın ve dahi Yunanistan’ın işine düştükleri borç salmalından kurtulmaları hiç de kolay değil. Buda, hem onların yükseliş dönemlerinin sona erdiğini gösterir, hem de Amerika’nın başlattığı küresel tasfiye sürecine çaresiz destek vermelerini gerektirebilir. Destek veya iflasın dışında önlerinde üçüncü bir yol gözükmüyor. Ve Putin’in Amerika’ya yönelik eleştirileri aslında giriştiğin yolda seninleyim şeklinde de pekâlâ okunabilir.

2012, 2012’de Mehdi’yi bekleyen İran/Ahmedinejat için olduğu kadar, tüm dünya için oldukça kritik bir yıl olacağı kesin. Pek uzak değil, bekleyip göreceğiz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Somali'ye hangi gıdaları göndermeli?
http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...a-ya-cok-gormek-ve-bayram-ikramlari.html&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...a-ya-cok-gormek-ve-bayram-ikramlari.html&tt=0



Biraz gecikmiş bir yazı olduğunun farkındayım. Ama çok da geç sayılmaz.

Dün çok sevdiğim bir dostum, Somali için bir tır gıda temin edip sevk ettiklerini söyledi.

Bunun üzerine, ‘gıdaları satın mı aldınız bağışçılar gıda olarak mı verdi?’ diye sordum.

Satın almışlar.

Kendisine yönelttiğim eleştiri ve önerileri sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Dostumun önderlik ettiği ve Somali’ye gönderilen bu tırın içeriğinde beyaz un, makarna, yağ, şeker, mama, bebe bisküvisi, pirinç gibi ürünler varmış…

Peki, Afrikalıların bu ürünlere ihtiyacı var mı?

Bu ürünler Afrikalıları açlık ölümünden korur mu?

Asla, asla, asla…

Çünkü bunlar gıda değil.

Özellikle bu kısmını IHH, Deniz Feneri, Kimse Yok mu, Cansuyu, Yardım eli, Dost eli ve Kızılay başta olmak üzere tüm yardım örgütlerinin dikkatle okumasını diliyorum.

Bu insanlara yapılacak en büyük kötülük, kendimize yaptığımızın aynını onlara da yapmak.

Bu insanların ne mamaya, ne beyaz una, ne margarine, ne ayçiçeği-soya-kanola yağlarına, ne bisküviye, ne pirince, … ihtiyaçları yok.

Ne olur artık anlayalım bunlar gıda değil. Bunlar, tıpkı bizde olduğu gibi fiziki açlıklarını gideren ancak biyolojik açlıklarını gidermeyen ürünler.

Bu insanların tek sorunu açlık değil. Vitamin ve mineral sorunları var.

Bu insanların çocukları bile göbekli, ama kolları bacakları bir deri bir kemik.

Peki, neden böyleler?

Çünkü bu kimselere hiçbir besin değeri olmayan bilakis bunların daha fazla hastalanmalarına ve hatta ölmelerine neden olan “beyaz un” yani karbon hidrat göndermek bunlara yapılabilecek en büyük yanlışlardan biri. Hakeza beyaz unda, beyaz pirinçte böyle...

Toz şeker göndermek, onlara zehir sunmaktan daha beter.

Kaldı ki beyaz şeker, onları doyurmaz bilakis açlıklarını artırır.

Oysa bunları hem açlıktan, hem vitamin ve mineral ve dolayısıyla sağlık sorunlarından da koruyacak, muhteşem bir gıdayı göndermek akıllara geliyor mu bilmiyorum.

Dünyanın içinde vitamin, mineral, protein, yağ ve karbonhidrat olan nadide gıdası hurmadır.

Yüksek besin değerinin yanı sıra hurma, taşıması ve muhafazası üstelik pişirmek de gerektirmez.

Dünyada bu insanlara ikram edilecek ve bunların hem açlık, hem beslenme, hem de sağlık sorunların hem gıda hem de ilaç olabilecek tek bir gıda var oda hurma.

Bir insan, beyaz un, şeker ve makarna yiyerek sadece birkaç ay yaşayabilir. Oysa bir insan, sadece hurma yiyerek bile sağlıklı bir hayat sürebilir. Arap bedeviler dünyanın en hastalanan ve neredeyse hiç kanser olmayan toplumudur. Bunun tek sebebi sürekli ve düzenli hurma yemeleri.

Hurma anne sütünün artırdığı için bebeleri hem açlıktan, hem de hastalıktan korur. Hurma bir taşla çok kuş vuracak -olumlu anlamada- bir “silah!” Ya da “iksir…”

Endüstriyel ürünleri zararlarını sayarak konuyu uzatmak istemiyorum. Ama Afrika’ya iyilik yapmak isteyenlerin birinci önceliği, zehirli ürünler değil, sağlıklı gıdalar göndermek gibi bir zorunlulukları da var.

O coğrafyada yetişen ürünleri buradan götürüp, oradaki yetiştiricilere zarar vermek yerine, oradan temin edilebilecek ürünleri bölge insanından satın alarak hem üretimi teşvik etmekn hem de ürettiklerini yok pahasına satmaya mecbur etmemek öncelikli sorumluluğumuz.

Biz batılıların yaptığı bu tehlikeli yöntemden vazgeçmezsek Afrika’ya iyilik değil, kötülük yapmış oluruz.

Bu nedenle bu yardıma muhtaç bu insanların ihtiyacını doğru tespit etmek şart.

İşte Afrika’nın temel ihtiyaçları:
1) Para, para, para
2) Su kuyusu, su kuyusu, su kuyusu
3) Hurma, hurma, hurma,
4) Kabuklu ceviz
5) Kabuklu badem,
6) Kabuklu fındık
7) Kuru üzüm,
8) Katkı maddesi içermeyen tam buğday unu,
9) Pekmez türleri
10) Sulama için su motorları,
11) Sızma zeytinyağı,
12) Koyun, keçi, sığır temini,
13) …

Görüleceği üzere bu mazlum ve mağdurların, hem yardım kuruluşların hem de dostumun önderlik edip gönderdiği ürünlere –yani sözde gıdalara- ihtiyaçları yok.

Lütfen gerçekçi olalım.

Not: Sakın piyasada duygu sömürüsü yapılarak 'Kudüs Hurması' adıyla satılan ve Filistinliler tarafından değil İsrailliler tarafından üretilen hurmaları satın almayınız. Ayrıca bu ürünler genetik müdahale içerir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Bayram şekerini Afrika’ya çok görmek ve bayram ikramları



Mü’minler için bir bayram daha geliyor.

Libyalılar hem Kaddafi’den kurtuluş bayramını, hem de Ramazan bayramını kutlayacak.

Suriyeliler ise hem Esad rejiminin son günlerine gelmesinin bayramını, hem de hüzünle gelen Ramazan bayramını.

Somaliler, Etiyopyalılar, Cibutililer, Kenyalılar, Nijerliler ve sair Afrikalılar ise bayramda harcadıkları şeker, lokum ve çikolata bedeli kadar bile sadaka gönderemeyen Müslümanların bayramını açlık ve belki de ölümlerle karşılayacaklar.

Biz Türkiye’nin bayram harcama rakamlarını verelim, siz 1,7 milyar Müslüman’ın harcamalarını tasavvur ediniz.

Geçtiğimiz Ramazan bayramı öncesi son yedi günde Türkiye, kredi kartı ile 1 milyar 263 milyon 116 bin 778 TL harcama yapmış. Nakit harcamalar da eklendiğinde bu rakam 2 milyar TL’yi yani 1,3 milyar doları buluyor.

Yaklaşık 250 milyon dolarını geçtiğimiz Ramazan bayramında harcadığımız şeker, lokum ve çikolata için yıllık 1,5 milyar dolar ödüyormuşuz.

Günde 81 milyon ekmek tüketilen Türkiye’de yıllık ekmek harcaması 12,5 milyar dolar. Yıllık ilaç harcamamız ise 20 milyar doları zorluyor.

İlaç harcamamızın ezici çoğunluğu gereksiz. Sağlık Bakanlığının önceki gün yaptığı açıklamaya göre zaten ilaçların yüzde 45 açılmadan çöpe atılıyormuş.

Satın aldığımız ekmeğin üçte biri de çöpe atılıyor bu da yıllık 4 milyar doları buluyor. Kullanılmadan çöpe attığımız sadece ekmek ve ilaç miktarı 10 milyar dolardan fazla.

Somali devletinin yıllık gayri safi hâsılası 6 milyar doları civarında bir rakam.

Şu ana kadar Türkiye’nin Somali’nin için toplanan yardım miktarı 310 milyon TL yani 210 milyon dolar civarında.

Sanırım bu rakamlar her şeyi anlatmak için yeterli.

Bayramlar, özellikle büyükşehirlerde yaşayıp birbirini göremeyenler ve gurbette olanların birbirlerini ziyaret etme ve zaman ayırmaları için bulunmaz günler.

Malum ziyaretlerde genellikle şeker ve çikolata ikram edilir. Hürriyet’in haberine göre bir çikolata firmasının müdürü ekonomik durumu iyileştikçe şeker yerine çikolata ikram edildiğini ve tüketimin hızla arttığını belirterek geçen yılki 220 milyon liralık çikolata tüketiminin bu yıl artmasını beklediklerini belirtiyor.

Bu verilere meselenin diğer boyutlarını bir kenara bırakarak sadece sağlık açısından baksak bile ürkütücü.

Peki, bu bayram ne yapmalı?

Önce sevindirici bir gelişmeyi paylaşalım. “Somali'ye hangi gıdaları göndermeli?” başlıklı yazımızla ilgili IHH’dan sevindirici bir cevap geldi.

IHH artık bu bölgelere hurma da gönderecek. Hatta körfez ülkelerinde Somali gibi bölgelere hurma sevki için başlatılan girişimde karşılık bulmuş.

Kim bilir belki bayram için yapılacak öneri de karşılık bulur hem sağlıksızlığı, hem de dayatılışının farkına varamadığımız alışkanlıklarımızı, bir nebze olsun değiştirme imkânımız doğar.

Bir "prof(!)" çıkmış “günden 3 hurmadan fazla yemeyin şişmanlatır” diyor. Bu tür “doktor efsanelerini” umursamaya gerek yok.

Bendeniz günde yaklaşık 15-20 hurma yiyorum. Hiç de şişmanlamıyorum. Bilakis hamd olsun hem formunda hem de sağlıklıyım. (Bu demek değildir ki aşırı hurma tüketin elbette bunu demiyoruz. İslam bize mutedil olmayı emreder)

O halde bu bayram kendinize ve sevdiklerini bir iyilik yapıp lokum, şeker ikram etmeyin ve ikramları da kabul etmeyin.

İkramları kabul etmememizin nedenini; “Şekerden mâmul ürünler ve menşeini bilmediğimiz sağlıksız katkılar içeren ürünleri tüketmeme kararı aldım. Size de tavsiye ederim” şeklinde açıklayabiliriz.

Herkes bilir ki bir sözün etkin olabilmesi, söyleyenin söylediği şeyi kendi nefsinde uygulayıp uygulayamamasına bağlı.

Yapmadığımız şeyleri söylememiz, samimiyetsizliğin belirtisi ve başarısızlığın ana nedenlerinden biri. Bu konuda Allah’ı Teâlâ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Saff Suresi 2) buyurarak bizi uyarıyor.

Bu nedenle önce biz misafirlerimize “helal ve temiz” olan gıdaları ikram etmeliyiz ki; söz söyleme hakkımız doğsun.

Bir çok hastalığın nedeni olmanın yanı sıra, sağlıksız hücrelerin beslenmesini sağlayan bu nedenle oldukça tehlikeli bir ürün olan şekerin zararlarını tekrarlamaya gerek yok. Lokum, şeker ve çikolataların hangi şartlarda üretildiğini ve içeriğine eklenen katkıların sağlık ve dini açısından taşıdığı sıkıntıları bilen birinin, bu ürünlere tenezzül etmesi zaten mümkün değil.

Bu yüzden, bu bayram her türlü şeker, lokum ve çikolatadan uzak durulmalı.

Yerine ise başta hurma, ceviz, badem, fındık gibi kuruyemişler ve meyve ikram etmeliyiz.

Bu yıl zaman zaman çok güzel üzüm türleri görüyorum. Hâkeza taze incir, erik, şeftali, kavun, karpuzun bol ve ekonomik olduğu günlerdeyiz.

Ancak ceviz, fındık ve badem içi almak hem pahalı hem de böceklenmesini engellemek için kimyasallar kullanıldığı gibi, ışınlama yapılarak radyasyon verilmekte.

Gıda ışınlaması konusunu İnşaAllah bayram sonrası ele alacağız. Ancak bakliyat ve kuruyemişte gıda ışınlaması yapıldığını sakın göz ardı etmeyin.

Badem, ceviz ve fındığı kabuklu alıp kendiniz kırın. Sakın ‘vaktim yok’ veya ‘zor’ gibi gereksiz mazeretler üretmeyin. Günlük ortalama 5 saat 35 dakika televizyon seyreden bir toplumda vakitten bol ne var ki?

Farz ediniz ki, Hz Peygamber sağ ve size komşu. Bayram ziyaretinize geldi. Sizde ikram izzette bulundunuz. Acaba ikram ettiklerinizi Hz Peygamber s.a.v. yer miydi?

Size “Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyin. Pis ve haram olan şeyleri yiyip içmede şeytan ve benzerlerinin adımlarını izlemeyin. Çünkü onlar sizin için apaçık bir düşmandır.” (Bakara 168) ayetini okuyup;
“Bu ikram ettikleriniz neler içeriyor?
Helal ve temiz olduklarından emin misiniz?
Bu soya letisini de neyin nesi?
Ya bitkisel yağ (margarin)?
Peki, jelâtin neden imal edildi?
Özdeş aroma da ne demek?
‘Dikkat fenilalanin içerir’ ve ‘Laksatif etkiye neden olabilir’ uyarısı da nedir?
Bu vanilin ve gıda boyaları neden yapılıyor?
Peki, evinizde hurma yok muydu?” gibi uzayıp giden sorular yöneltse, cevabınız hazırsa ve verdiğiniz cevaplar Efendimiz s.a.v.’i tatmin edebilecekse elbette hiçbir sorun yok.

Yok, nefsinizi ve başkalarına; ‘Bir defadan ne çıkar!’, ’Ya Rasülallah, onu yeme bunu yeme peki ne yiyelim?’ gibi uzayıp giden türlü mazeretlerinizi Peygamberinize de sıralayacaksak o başka.

Bir düşünün! Resulü Ekrem s.a.v.’e ikramda bulundunuz ve O s.a.v., sizin ikramınızı reddetti. Geriye ne kalır?

Elbette isteyen şeker, lokum, çikolata vs vs uzayıp giden ürünleri ikram eder ve yer. Ama biz ne bunları alıp yiyeceğiz, ne de ikram edeceğiz. Ne ikram edeceğimizse ise besbelli!.

Bazı kalitesiz hurmalar yıkanıp, su ve glikoz eklenip, ambalajlanarak, çok ucuza satılıyor. Etiketinde de bunlar yazıyor. Lütfen bunları da almayın.

Ayrıca artık her yerde "Kudüs Hurması" maskesiyle İsrail’in genetik hurmaları satılıyor. Bu hurma, Filistinlilere değil, İsrail’le ait ve Kudüs üzerinden şeytanî bir pazarlama söz konusu. Akleden Müslümanlar bu oyuna zaten gelmez.

‘Acve’ hariç pahalı satılan hurmaları da almamıza gerek yok. Küçük taneli ve kabuklu türleri tercih edin. Besin daha çok kabukta. İkramdan önce -ve yemeden- yıkayınız. Yıkadığınız hurmaları en fazla 12 saatte tüketiniz.

Ramazan Bayramı’nın tüm insanlığa bahar getirmesini, zalim ve diktatörlerin tümünün kahrolmasına vesile olmasını gönülden niyaz ediyoruz. Allah c.c. bayramımızı bayram gibi kılsın. (Âmin)

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kemal Özer - ABD, Filistin’i tanıyacak hatta İsrail de!

ABD, Filistin’i tanıyacak hatta İsrail de!





Herkes, ABD’nin Filistin devletini tanımayacağını düşünüyor. İsrail’in tanımasını ise kimse aklından bile geçirmez.

Obama’nın 11 Mayıs 2011 günkü, “İsrail ve Filistin, 1967’deki sınırlara geri dönmeli. Yapılacak toprak değişimlerinde, sınırların güvenliğinin sağlanabilmesi için, iki taraf arasında bir anlaşmaya varılmalı” açıklamasını hatırlayınız.

Bu açıklama başta İsrail olmak üzere tüm Siyonist çevreleri “haklı” olarak rahatsız etti. Doğaldır ki bu kadarcık geri adım bile, Siyonizm’in gelecek hedefleri için tehlikeydi ve bu nedenle Obama’yı tehdit ettiler.

Bu açıklamanın mürekkebi bile kurumadan, Netanyahu Beyaz Saray’a gelerek, Obama ile görüşmüş, hatta ABD Senatosu’nda konuşarak onlarca kez alkışlatılmıştı.

Obama yönetimi görünürde geri adım atar gibi yapıp, Siyonist PR örgütü AIPAC toplantısında ‘67 sınırları’ ile ilgili sözlerini yumuşattı.

İki hafta önceki “Dünya ve Türkiye nereye sürükleniyor?” başlıklı yazıda, ‘derin’ ve ‘milli’ olmak üzere iki Amerika’dan söz etmiştik.

Milli Amerika’yı temsil eden Obama grubunun temel hedeflerinden birinin, Amerika’yı İsrail kamburundan kurtarmak olduğunu hatırlatalım. Ancak, Amerika’nın genine işlemiş bu beladan kurtulmak o kadar kolay değil.

Sanırım kimse, Filistin’in bağımsızlığının, BM Genel Kurulu’nca tanınması yönünde başlattığı girişimin, Abbas yönetiminin medeni cesaretinden kaynaklandığını düşünmüyordur. Ardında güçlü bir siyasi irade olmadan böyle bir girişim başlatılamaz. Üstelik Abbas böyle bir riske zaten girmez.

Bu girişim, Türkiye’nin desteği olmaksızın da yürüyemez. Türkiye’nin, Mavi Marmara raporu sonrasında açıkladığı yerinde ve haklı 5 maddelik müeyyide ile Başbakan Erdoğan’ın bu ay içinde Gazze’ye yapacağı ziyaret, bu planın parçalarından biri olmalı.

ABD’de 2012’de başkanlık seçimi var. Küresel sermaye, ‘derin Amerika’yı temsil eder ve ABD seçimlerinde belirleyici güçlerin başında yer alır. Bu sermayenin tümü olmasa bile ezici kısmının Siyonist ailelerden olduğu, geri kalanlarının da bu yapı tarafından kontrol edildiği herkesin malumu.

Yükselen Türkiye -ki onun önünde artık hiçbir güç duramaz- işbirliğiyle, ABD kendi kamburlarından kurtularak, 2012 seçimini de kazanmak istiyor. Obama yani milli Amerika’nın bu seçimleri kaybetmesi demek, yüksek sesle “dünya çok dingin, yeni ve kanlı bir savaş şart” diyen derin Amerika çetelerinin kazanması demektir ki, buna kimsenin tahammülü yok.

Geliyorum dese de, kimsenin bu hızla beklemediği ‘Arap Baharı’, İsrail’i de önüne almış sürüklüyor. Yeni nesil İsrail gençlerinin kan istemediği ve Siyonist planları umursamadıklarını da görmek gerek. İsrail’i diri tutacak duvarları, direnmeden iktidarını teslim eden Zeynel Abidin bin Ali yıktı.

Aslında ‘Arap Baharı’nın gerçek kahramanı: Bin Ali’dir ve bu hakkı teslim etmek gerek. Bin Ali geleceği çabuk görüp, direnmedi ve onun bu davranışı Mısırlıları, Libyalıları, Suriyelileri, Yemenlileri, Bahreynlileri, İranlıları hatta İsraillileri umutlandırdı ve ‘Bahar’ı hızlandırdı.

Bu Bahar, İsrail’i de kuşatmış durumda. Bu baharın ardından uzun bir yaz gelecek. Çünkü 20. yy’ın konjonktürel yapısı çöktü. Bu çöküş, Arap rejimleri kadar, İsrail ve derin ABD’nin hatta BM gibi küresel yapıların çöküşünü de getirecek.

Bu gelişmelerden, milli Amerikancılar mutlu olmalı. Obama’nın, 67 sınırlarına dönülmesi istediği de bunun göstergesi olabilir. Kimse, ABD’nin açık açık Filistin devletini istemesini beklememeli. Ak Parti hükümeti İsrail’e bugün yaptığını, 2007 öncesinde yapabilir miydi? Elbette yapamazdı. Aynı durum, Obama yönetimi içinde geçerli.

Tüm dünyanın desteklediği bir Filistin’i, ABD tek başına engelleyemez. Zaten, Obama’nın engellemek istemediği de açık. Derin Amerika’nın, Obama yönetimi içindeki sözcülerinin açıklamaları bizi yanıltmamalı.

BM heyetinin İsrail’in devlet terörünü savunan raporu, aslında BM’nin, sürece yapabileceği çok hayırlı bir hizmet oldu. Bilinen ama görünmez bir el, süreci mazlumların lehine yönlendiriyor.

Tarihte ilk kez İsrail’in burnu sürtüldü. İlk kez bir güç, bu mahalle kabadayısının burnunu ve onurunu yerlerde sürtüyor. Açık edemeseler bile, ABD’de dâhil tüm dünya bundan çok mutlu. Herkes, Türkiye’ye minnettar.

Netice de BM, insanlık için hayırlı sonuçlar doğuracak bir rapora imza attı. Türkiye altında kalmadı ve gereğini yaptı.

İsrail, çevresinde Suriye dışındaki tüm hamilerini kaybetti. Şimdi hem İsrail hem de Suriye dört bir yandan yumruk yemiş boksör gibi. Artık Suriye rejimini, İsrail bile ayakta tutamaz. Son günlerini yaşayan II. Esad rejimi, İnşaAllah, kendi kibir ateşinde yakında yok olacak.

Hüsnü Mahalli bile -TVnet’teki son programında- Baas rejiminin kadim dostu Hizbullah Lideri Nasrallah’ın da, Esad rejimini eleştirdiğini ve uyardığını hatta İran’ın da artık Esad’ın ardında olamayacağının sinyallerini verdiğini belirtti. Öyle ki, Mahalli gibi biri dahi, Esad’ın sonunun geldiğini söyleyecek duruma gelmişse, Baas rejimi gerçekten bitmiştir.

Bu durumda, ABD’nin önünde Filistin’i tanımaktan başka seçenek yok. Dahası, çok zor olacak olsa da, İsrail’in de başka seçeneği yok. Yoksa bu baharın polenleri, İsrail’i kendi halkına boğdurur. Çok yakında, İsrail’de de rejim değişikliği olacağını görmek gerekiyor. Hele Obama tekrar kazanırsa, bu horozun ibiğini tümden keserler.

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Böylece gıda katkı maddeleri defterini kapatıyoruz
http://www.addthis.com/bookmark.php?v=250&username=xa-4caf2d9a752ef9b9 http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0

‘Hangi katkı maddeleri sağlıklı, hangileri sağlıksız?’ ‘Hangileri tüketilebilir, hangileri tüketilemez?’ diye devam eden sorularla karşılaşıyoruz.

Bir zamanlar bizde bu katkı maddesi işiyle epey uğraşarak tanzim etmeye çalışmıştık. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurduğumuzda bu mesele bir projeye dönüşmüştü.

Projeye göre katkı maddelerini bitkisel, hayvansal ve kimyasal olarak tasnif ettik. Gıda Mühendisi olmasına karşın ilahiyat okuyan Nuray Özçelik kardeşimiz, katkı maddelerinin türü, menşei, zararları ile ilgili araştırma görevini üstlendi.

Projeye göre, mobil aletler için geliştirdiğimiz bir yazılımla her şeyi kolayca inceleyebilecektik. Bunun için yazılım geliştirildi. Nuray Hanım ise iki yıl araştırıp, katkı maddelerini inceledi. Her şey bitti ama biz projeden vazgeçtik.

Çünkü hata ettiğimizi anlamak için 3 yıl zaman geçmesi ve çok sayıda kaynağı taramamız gerekiyormuş.

Bu vesileyle kaynakları taradık, iyi de oldu. Eriştiğimiz sonuç; doğrusu hem memnuniyet verici, hem de kahredici oldu.

Memnuniyet verici, çünkü toplumu hataya sevk etmemiş olduk. Kahredici, çünkü bu kadar kötü bir manzara ile karşılaşacağımızı tahmin bile etmemiştik.

Önce zannediyorduk ki, bir katkı maddesi bitkisel ise “tüketilebilirdi” Oysa hiç de öyle değilmiş ve endüstri bize, zehri bal diye yutturuyormuş.

Hayvansal denildiğinde, Müslüman bir kimsenin aklına hemen ‘sakın domuz olmasın’ veya ‘sığır mı, domuz mu’ gibi sorular gelir. Hassas Müslüman ilave olarak ‘bu hayvan helal kesim mi’ diye sorar.

Eğitilmiş Müslüman zihin ise bütün bunlara ilaveten ‘bu hayvan Kur’an-ı Kerim’in ‘helal ve temiz’ kuralına uygun mu?’ sorusunun cevabını da arar.

Kimyasal yani suni olanlara ise ‘doğala özdeş’ şeklinde bir palavra ekledikleri için, ehli ve hassas olanları hariç, pek çok kimse tedirgin olmuyor. ‘Sağlıksız olsa, devlet izin vermez’ der çoğu kimse ve umursamadan körpe bedenlere bile olanca zehri yükler. Sonra da ‘neden hastalandı yavrum? Oysa ona çok da iyi bakmıştım’ diye dövünür.

Bitkisel olanlara gelince, hemen hepimizin zihninde tabiat canlanıyor. Hep birden gözümüzün önüne, bitkilerin o güzelim tabii halleri geliyor.

Oysa durum hiç de öyle değil. Siz hiçbir ürünün etiketinde ‘margarin’ yazdığını gördünüz mü? Ben görmedim. Oysa margarin olduğu halde ‘bitkisel yağ’ yazdığını görürüz. Ne güzel değil mi? Bitkisel yağ…

Artık margarin konusunda bir tek kelime bile yazarak, zaman ve kelime israfına gerek yok.

Bugün gıda katkı maddeleri; üretim maliyetlerini azaltmak, bozulmayı geciktirerek raf ömrünü uzatmak, tadı artırmak ve değiştirmek, cezp edici kılmak, berraklaştırmak ve rengini güzelleştirmek, hacmini artırmak, karışımı sağlamak vs. vs. gibi amaçlarla ölçüsüzce kullanılır.

Raftan beslenen herkes, üstelik yeni doğmuş veya daha anne karnındaki bir bebek bile, her gün bu katkı maddelerinin envai türüne maruz kalır.

Prof Dr Earl Mindell’e göre, bunların “pek çoğu zararlı, hiçbiri tehlikesiz değil!

Bizim ‘ortodoks/modern eğitim’ almış taifeye göre ‘referans kurum’, bağımsız ve objektif kitlelere göre ‘güvenilmez’, bize göre ise ‘beş para etmez’ şeytani bir kuruluş olan, Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA’nın, katkı maddelerine yönelik GRAS yani ‘güven’ sıralaması var.

Ne üzücüdür ki, FDA’nın GRAS sıralamasına giren bir katkı maddesinin onay almasına gerek yoktur ve hiçbir sınırlama olmaksızın piyasada ölçüsüzce kullanılır. Batı Pasifik Üniversitesi’nden Dr Mindell, ‘güvenli’ diye piyasada dolaşan 20 katkı maddesini inceleyip, “Earl’ün en korkunç 20’si” diyerek listeliyor.

Birinci sırada yer alan ‘akasya zamkı’ hafif kullanıldığında, askım krizine, döküntülere yol açar, hamile hayvan deneylerinde ölümlere neden olur.

Alginik asit, hamilelerde anormal fetüs gelişimine yol açar.

Beyaz unda katılaşmayı, diş macununda parlatmayı, peynirde erimeyi sağlayıcı gibi çok amaçlı kullanılan alüminyum, hafıza problemlerine, yaşlılık bunamasına, alzheimere, ağız ülserine, böbrek sorunlarına neden olur.

Yiyecek ve içeceklerde çok yaygın ve aşırı derece kullanılan gıda boyaları, çocuklarda hiperaktiviteye, öğrenme zorluğuna, alerjiye neden olur.

Pek çok üründe kullanılan benzaldehit, bazı kimselerde depresyona neden olur. Bir not: Sağlık Bakanlığı’nın bayram sırasında açıkladığı Türkiye'nin psikoloji haritasına göre; 5 kişiden birinin ruhsal sorunu var ve her 10 çocuktan biri klinik düzeyde psikolojik soruna dahip.

Jölelerden reçellere, margarinlerden içeceklere kadar pek çok üründe yaygın kullanılan benzoik asit; deri dökülmelerine, mide ve barsak sorunlarına, hiperaktiviteye neden olur.

BHA veya BHT; karaciğer ve böbrek hasarlarına, çocuklarda davranış bozukluklarına ve bağışıklık sistemi zafiyetine neden olur.

Genellikle BTH ve BHA ile birlikte kullanılan bir diğer katkı ise propil gallattır. Mide bağırsak rahatsızlıklarıyla, böbrek ve karaciğer sorunlarına neden olur.

Sukroz asetat izobütirat (E444)’ın bitkisel kökenli yağların üretiminde bromine edici olarak kullanımına Türk Gıda Kodeksi izin veriyor. Bromine edilmiş bitkisel yağlar, doğum kusurları ve çocuklarda büyüme problemlerine yol açabiliyor.

Ürünlerde yoğunlaştırıcı olarak kullanılan carregeenan; kolite, ülseratif kolite ve kansere yol açar.

Asit tuzları; deride kızarıklıklara, böbrek hasarlarına, mide ve bağırsak bozukluklarına, mineral dengesizliklerine neden olur.

Hidrolize bitkisel proteinler çok miktarda zararlı MSG tuzu içerirler ve bebeklerin beyin ve sinir sistemi hasarlarına yol açarlar.

Artık hemen her şeyde görmeye başladığımız, ‘Çin tuzu’ diye de bilinen ‘monosodyum glutamat’ yani MSG, kalp ritmi düzensizliği, baş ağrıları, kas güçsüzlüğü, bulantı, yüksek kan basıncı, kaşıntı, alerji gibi çok sayıda soruna neden olabilir.

Katkılı ekmeklere, kahvaltılık gevreklere eklenen ‘ferik pirofosphat, ferik soydum pirofosphat, ferröz laktat’ gibi demir tuzları; kalp krizine, hamile ve ülserli kişilerde başkaca toksik etkiye neden olabilir.

Hemen her üründe gördüğümüz soya, mısır, yer fıstığı gibi ürünler ile hınzır gibi hayvanlardan elde edilen monogliseritler ve digliseritler, asetile monogliseritler ve digliseritler çok kimse de alerjiye neden olurlar.

Gıda zehirlenmelerini önlediği gerekçesiyle pek çok ürüne eklenen nitratlar, mide kanserine neden olur.

Meyve, sebzelerin daha uzun süre dayanmalarını sağlamak ve parlak göstermek için eklenen koruyucu parafin, aynı zamanda şekerleri parlak göstermek, nem kaybını önlemek ve bozulmayı geciktirmek için gıda görünümlü ürünlerde yaygın olarak kullanılan bir nevi mumdur. Meyve veya sebzenin dışına sürüldüğünde, bundan yıkayarak bile kurtulmak imkânsız. Kabuğunu soymakta çare değildir. Bunların ne zararı mı var? Sıralamaya ne gerek var. Neye yok ki?

Çoğunlukla fırında pişirilen tatlı, pasta, börek türü ürünlerde hatta unlarda kullanılan potasyum bromat; mide, böbrek, sinir sistemi bozukluklarına yol açar hatta kansere…

Sebzelerin rengini koruması başta olmak üzere, gıdaların korunması için kullanılan sülfitler, astım, ağır alerjik reaksiyon ve ölüme yol açabilir.

Katkı maddelerindeki sorunlar böyle devam edip gider ve sonu da gelmez. Bir hayvan veya bitki katkı maddesine dönüşmüşse, o tahminlerimizi zorlayacak kadar işlemden geçerek, bambaşka bir şekil kazanıyor demektir. Bu sırada bünyesinde barınan ne kadar besin varsa yok oluyor, hatta zararlı bir maddeye dönüşüyor.

Yani ‘bitkisellik’ bu işe kaynaklık etmekten başka bir anlam taşımaz hâle geliyor. Tıpkı şarapta olduğu gibi…

Dahası bunlar bir ürüne dönüşürken, üç-beşi, sekiz-onu, on beş-yirmisi aynı anda kullanılarak minik bir kimyasal bombaya dönüşüyor. Ne uğruna? Üreticimizin ürünü bozulmasın, güzel ve hacimli gözüksün… Bizde bu yalanı kolayca yutarak tüketelim ki onlar çok para kazansınlar...

Bu bombaların diğer bombalardan farkı, bizim kendimize gönüllü olarak uygulamamız.

Şimdi kimileri ‘bir Müslüman bu ürünleri nasıl üretir, nasıl satar?’ diye soruyor. Ama iyi de nasıl tüketiri sormuyor. Yine kimileri, ‘bu katkıları içeren ürünlerin üzerlerinde ‘helal’ yazıyor, hatta sertifikalanmış bile’ diye soruyor. Bu sorular çok doğru. Bir Müslüman bunu yapamaz. Ama bugünün “Müslümanları” bunu hem üretiyor, hem de tüketiyor.

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İlaç katliamında: Devlet, şirket, üniversiteler el ele
http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0

- Neler yapıyorsunuz?
- Türkiye’de bir “Roche Akademi” oluşturduk. Klinik araştırmalar için üniversitelerde eğitim çalışmaları yapıyoruz.

- Sizin gibi uluslararası şirketler yavaş yavaş klinik araştırmalarda Türkiye’ye de yöneliyorlar…
- Türkiye’de yapılan, “Biyo-eşdeğerlik” araştırmaları. Yani, bir ilacın jeneriği (benzeri-eşdeğeri) geliştirilirken yapılan çalışmalardır bunlar.

- Sizin başka uygulamalarınız mı var?
- Olacak... “Faz-1” çalışmasını Türkiye’de de başlatacağız.

- Nedir “Faz-1”...
- İlacın, hayvanlardan sonra insanlar üzerinde ilk testini içerir.

- Nasıl ve nerede yapacaksınız? Sağlık Bakanlığı’ndan izin aldınız mı?
- İzinlerimiz tamam. Ocak 2012’de başlamayı düşünüyoruz. Hacettepe, Ege ve Cerrahpaşa ile çalışma hazırlığı yapıyoruz.

- Testlere katılacak “denek”leri nasıl belirleyeceksiniz?
- Biz “denek” deyimini kullanmıyoruz. Onun yerine “gönüllü” demeyi tercih ediyoruz. Gönüllüleri hastalar arasından belirleyeceğiz.

- İlk aşamada hangi tür ilaçların klinik araştırması yapılacak?
- Onkoloji yani kansere dönük ilaçlar üzerinde çalışacağız.

- Ne kadarlık bir bütçeyle bu işe girişiyorsunuz?
- Henüz netleşmiş değil. Zaten, bütçeyi doğrudan Nutley Ar-Ge Merkezi belirliyor. Ben ve ekip arkadaşlarım maaşlarımızı Nutley’den alıyoruz.

- Yaptığınız işte insanların “kobay” olarak kullanıldığına dönük tepkilerden çekinmiyor musunuz?
- Biz sonuçta insanlık yararına bir araştırma yapıyoruz. Üstelik sağlıklı insanlar değil, hastalar o ilaçları denemiş olacak. Bu iş onlara da iyi gelecek...

- Biyo-eşdeğer de olsa klinik çalışmalarında rol alan yani geliştirilen ilaçları ilk deneyen kaç kişi var Türkiye’de?
- 20 bin kişiyi geçmez...

- Bu insanlarla nasıl irtibat kuruluyor?
- Kulaktan kulağa sistemiyle gelişiyor...

- İlaçları ilk kullandırdığınız kişilere ücret ödüyor musunuz?
- Duruma göre ödeniyor.

- Ne kadar?
- Eskiden şirketler kendileri rakamı belirlerdi. Sağlık Bakanlığı artık kuralları belirledi. İlaçları deneyen “gönüllüler”e en fazla günlük asgari ücret üzerinden bir para ödeniyor.

- Türkiye’de 4 yıllık klinik araştırmalarda 893 kobay insan yaşamını yitirdi. Haberi okudunuz mu?
- Evet, biliyorum. Hepsi eski iddialar... Neden yeniden gündeme geldi anlamıyorum.

- İlaç geliştirme çalışmalarına katılıp test edilenler arasında hiç ölen yok mu?
- Olmadı... Biz zaten genelde hastalar üzerinde çalışıyoruz.

- Belki onlarda da ölümü hızlandırmıştır...
- Aksine, genelde ömürleri 3 ay kalmışsa 1 yıla çıkıyor...

Bu çarpıcı söyleşi, dün Hürriyet yazarı Vahap Munyar’ın köşesinde yer aldı. Soruları soran Munyar, cevapları verense ünlü ilaç devi Roche Türkiye Kurumsal İletişim yöneticisi Güler Akdağ.

Belli ki, İngiliz The Independent gazetesinin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 18 ülkede ilaç firmalarının 23,607 kişiyi kurban etmeleri haberi, Türkiye kamuoyunda yeterli ilgiyi görmese de, birilerini tedirgin etmiş olmalı ki, cinayetler masumlaştırılmaya çalışılıyor.

Bu nedenle, medyadaki ayakları aracılığıyla bilinçaltımızı/eşikaltımızı yönetmeye çalışıyorlar. Arkalarında Sağlık Bakanlığı gibi büyük bir destekçi ve himayeci varken bile tedirgin olmaları ve hinoğlu hinliğe ihtiyaç duymaları suçüstü olmalarından kaynaklanıyor. Bu yüzden de ‘maymuna bak’ oyunu oynuyorlar.

Belki herkes, The Independent haberinden sonra, ‘bu ülkenin bir Sağlık Bakanlığı var ve gereğini yapacaktır’ diye düşünmüştür. Ama ne yazık ki herkes yanıldı.

Roche yetkilisi, insanların fare gibi kobay olarak kullanılma çalışmalarını, Sağlık Bakanlığı’nın ve üniversitelerin desteği ile yaptıklarını itiraf ediyor. Yani her şey kılıfına uygunmuş/uydurulmuş.

Türkiye halkının kobaylaştırılmasının bu yıl içerisinde çıkan kanunla yasal hale getirildiğini defaatle yazdık.

Benimde üyesi olduğum Mazlumder dâhil hiçbir insan hakları örgütü, bu gayriinsanî yasa ve uygulama alanı hakkında ne yazık ki tepki vermedi. Çünkü bütün insan hakları örgütlerinin insan hakları algısı hâlihazırda batının çizdiği sınırların ötesine geçebilmiş değil.

Sağlık Bakanlığı, sözü bitiren ve utandıran açıklamasında; “deney faresi olmanın bir hasta hakkı”olduğunu iddia ediyor. Bakanlık açıklamasında; ''Ülkemizde yapılan klinik çalışmalar, uluslararası mevzuat çerçevesinde hazırlanan ulusal mevzuatımıza göre yürütülmekte ve çok sıkı bir şekilde denetlenmektedir'' ifadelerine yer veriyor.
İnsanların küresel ilaç şirketlerince denek olarak kullanılmasının ‘suç ortağı’ olan siyasi irade ve onun bir merci olan Sağlık Bakanlığı, söyleyecek sözü olmayanların klasik numarasından birini tekrarlayarak, habere kaynaklık eden 'Vanity Fair' isimli dergiyi bilimsel bir dergi olmak yerine, popüler bir dergi olmakla suçluyor.

Görülüyor ki; bu işlemler gizli kapaklı yapılmıyor ve devlet, siyasiler, üniversiteler, akademisyenler, küresel ilaç şirketleri el eleler. Kimimiz ilaçların denenmesi sırasında, kimimiz ise hayatımızın herhangi bir alanında; birilerinin ticari çıkarı, birilerinin insanlık düşmanı küresel planları, birilerinin siyasi gelecekleri, birilerinin akademik kariyer kaygıları uğruna sağlığımızı ve geleceğimiz gasp ediyor. Bunun içinde bizleri çıkarcı ve ahlaksız modern tıp endüstrisinin dişlilerine yem ederek, sağlık endüstrisinin itibar iflasını geciktirmeye çalışıyorlar.

Bütün bu cinayetler; hiçbir güven duyulmayan, hiçbir ahlaki değeri olmayan, hiçbir insanî değer taşımayan, hiçbir sınırı olmayan modern batı tıbbını ayakta tutma çabası. Modern salgınları yaygınlaştırmanın yolu ise, zehir içeren ve besin değeri düşük ürünler tükettirerek insanları hastalandırmak. Sonra da ırkı, dili, dini, memleketi hiçbir önem taşımayan fakir, çaresiz, bilgisiz insanları kobay, zenginlerini de zehirleyerek daha çok para harcayan ‘sağlık tüketicileri’ kılmak.

Ürettiği bu yeni, modern hastalıkları pazarlayan dünya sağlık endüstrisi, gözlerimizi sınır tanımayan yalanlarıyla boyayarak ayakta kalmaya çalışıyor. Çalışmalarında bugüne kadar kanser gibi ölümcül hastalıklara çözüm üretmek şöyle dursun, bilakis onlarca yeni modern hastalığı da icat ederek, kendine yeni ticari alanlar buluyor.

Bugün insanların deney faresi mesabesine indirgenmesinin ortaya çıkaracağı sorunlar bir yana, standart sağlık hizmeti almak için giden kişilerin yüzde 40’ı zarar görmüş olarak ayrılıyor hastanelerden. ABD Sağlık Bakanlığı, ABD’de hastaneye yatırılmış kişilerin en az yüzde 7’sinin ağır tazminata konu olacak zararlara uğramış olarak hastaneden ayrıldığını kabul ediyor.

Gereksiz cerrahi işlemlerin tavan yaptığı günümüzde, ihtiyaç olmadığı durumlarda da bin bir türlü yan etkiye sahip ilaç adlı zehirlerin torba torba tüketilmesine yönelik engelleyici hiçbir çaba göstermeyen Türkiye Sağlık Bakanlığı, Maliye’nin, harcamaların büyüklüğünden yakınmaya başladığında, frene basar gibi etkisiz tedbirlere başvurması da, toplum sağlığının ve özellikle de koruyucu hekimliğin, Sağlık ve Tarım Bakanlıklarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğunu açıkta göstermekte.

Günümüzdeki bu modern yasal soyguncuların ağına düşmekten korunmanın en kolay, en etkin ve en pratik yolu: Gıdamızı ilaç, ilacımızı da gıda yapmaktır.
 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
Cimri bir milletten hayır gelmez arkadaşlar!.Tuzukuruların eli cebine varmaz.Orta hali insanlar hayır yapabiliyorlar.Yarın hesap gününde o aç kalıp ölen müslümanların bizden davacı olacağından hiçbir şüphem yoktur.
...................................

Türkiye'de ilaçların % 60'tan fazlası kimyasal olarak üretilmektedir.Almanya'da ise bunun tam tersine olup % 65'i doğal olarak yapılmaktadır.Türkiye'de doğal ilaçlar %2,5'tur.Son yıllarda milletimiz bitkisel ürünlere rağbet etmiştir.Çünkü kimyasal ilaçların bir çoğu yan tesirli olup kanser yapmakta, vücutta başka hastalıklar çıkarmaktadır.İlaç ve gıda sektörleri milletin sağlığı ile oynamaktadır.Son zamanlarda helal ürün sertifikası almak isteyen veya alan firmalar artışa geçmiştir.Bu da iyi bir gelişmedir.

Kış geliyor, göreceksiniz ki yalandan uydurma bir hastalık piyasaya çıkaracaklar ve "ilacı bizdedir" diyerek yeniden ilaç vurgunu vuracaklardır.Meselelerin gerçek olup olmadığını araştırmadan sakın bu fitnebazlara aldanmayın.Onlar bu milletin ceplerine göz dikmişlerdir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Tıp meslek olduktan sonra ilim olmaktan çıkmıştır
http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...ura-orucu-ve-zulumden-kurtulus-gunu.html&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...ura-orucu-ve-zulumden-kurtulus-gunu.html&tt=0

Son günlerde hekimlerle doktorlar arasında ‘kolesterol’ tartışması yaşanıyor. Hekimler, ‘kolesterol diye bir hastalık yok’ derken, doktorlar ‘hayır, var’ diyorlar. Şimdi herkes merak ediyor: Var mı, yok mu?

Bu tartışmayı bir yüzyıl önce hiç kimse aklından bile geçirmezdi. Fakat ‘satılık hastalıklar’ icat edildikten sonra, artık bunlar sıradan tartışmalar haline geldi.

Bazı odaklara bağımlı medya, ‘horoz dövüşü olsun ve tuttuğumuz taraf kazansın’ diye, yangına tanker gemisiyle benzin taşıyor.

İlaç firmaları adına konuşanlarsa bel altı dalıyorlar. Bu tartışmanın nereye gideceğini merakla takip ederken, doktorlar kümesinin oluşturduğu bir dernek yönetiminin, tartışmanın taraflarından biri olan ve ‘Karatay Diyeti’ adlı kitabıyla tartışmanın odağına oturan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay hoca hakkında kaleme alıp ortalığa saldıkları -bir meslek mensubundan çok, sahibi adına bağıran birinin narası muvacehesindeki- ‘galiz’ metnin, bizi de kapsaması söz hakkı doğurdu.

Basının kendilerine çanak tutan bölümü hakkında tek söz etmeyen, sağlığımızı gasp eden post modern endüstriyel batı tıbbının kurmacalı sözcülerini ciddiye aldığımızdan dolayı değil; bu tür naraların kim adına yapıldığını bildiğimizin bilinmesi ve Ivan Illich’in tabiriyle ‘sağlıkları gasp edilen geniş kitleleri’nde bundan bir nebze haberdâr olmalarının yanı sıra, malum çevrelere de ‘biz, sizin ciğerinizi biliyoruz’ demek…

Söz buraya gelmişken, ilaç tröstleri ve onların sözcülerinin bir kaşık suda boğmaktan büyük zevk alacakları Ivan Illich’in ‘Sağlığın Gaspı’ kitabı, Joanna Moncrieff’in ‘İlaçla Tedavi Efsanesi’, Roy Moynihan & Alan Cassels’in ‘Satılık Hastalıklar’ ile İsmail Tokalak’ın ‘Dünyada Gıda ve İlaç Terörü’ gibi eserlerini herkese, özelde de taşeronlara tavsiye etmek isterim.

Hekim olduğunu düşündüğüm bir profesör arkadaşım sık sık şunları söylerdi: “Ne zaman ilaç firmalarının etkinliklerine katılsam, orada anlatılanlardan sonra bütün servetimi bu ilaçlara verip önüne gelene dağıtmak gelir içimden... Oysa bu hipnozdan ve eşik altı saldırıdan kendimi azade hissedip, gerçekle yüzleşmeye başladığımda ise ‘Allah’ım! Bizi şeytanların şerrinden koru’ diye dua ederim. Bunlar herkesi kontrol altına almışlar ve ne yazık ki sağlımızı tehdit ediyorlar. O ilaçların yan etkilerini bilen doktor, bu büyücülüğü asla yutmaz, ama kimimiz çaresizlikten, kimimiz de o kalıcı hâle getirilen hipnozun etkisiyle, bunları herkese çuval çuval yazıyor…

Sağlık Bakanlığı, çok geçte olsa çok doğru bir kararla ‘alternatif tıp’ı yasal hâle getirdi. ‘Tıbbın alternatifi olur mu?’ denildi. Eee, söz konusu olan batı tıp endüstrisiyse elbette… Hatta bal gibi olur.

Birçok ülkede eğitimi yapılan ve batı tıbbının korkulu rüyası haline gelen eski tıbba ilk tepkiyi, ilaç firmalarının vermesi beklenirken, tepki yine malum çevrelerin sözcüsü, yılmaz ve iflah olmaz Ak Parti muhalifi ‘Türkiye Doktor Odaları Birliği’nden geldi.

Kolesterol tartışmalarına katılan, geniş bilim çevrelerinin ‘uydurma hastalıklar için geliştirilen uydurma ilaçlar’ dedikleri ilaçları savunan dernek hakkında, yeterli kanaate sahip olmak için sitelerine girip, bir margarin markasını desteklendiklerini, neredeyse tüm faaliyetlerinin altında ilaç firmalarının sponsorluğunu müşahede etmek, haklarındaki gerçeği hiçbir söze yer bırakmayacak kadar açık etmekte.

Yetmiş yaşına gelmiş bir hekimin, elli yılı aşkın deneyiminin birikimi olan bir çalışmada, ilaç firmalarından kendini azade etmeyi başarmış, bağımsız bilim otoritelerinin çalışmalarını da kaynak edinerek, iddia edilen hastalığın olmadığını, bu nedenle de bu ilaçları kullanmak yerine, sağlıklı beslenmeyi önermesi kimilerini çok kızdırmış…

Öfkelenenlerin, ilaç firmaları yerine, bir avuç doktorun olmasını, bu ferasetli toplum çok iyi anlamış olmalı ki, kendinden bekleneni yapıp, bir eli yağda öbür eli baldaki azınlığın eleştirilerine rağmen kitaba rağbetini artırmış…

Eskilerin tabiriyle göbekten bağlı oldukları, yeni tabirle de DNA’larının nereden beslendiğini çok iyi tanıdığımız, dahası genetik olarak nereye bağlı olduklarını bildiğimiz bu malum çevrelerin basın açıklamalarında; “…destekçisi-yan kuruluşu olan web portalleri” gibi, ima yoluyla da olsa tartışmaları haberleştiren yayın organlarını, yani adımızı da ağızlarına almalarını hoş karşılayacak değiliz.

Ayrıca bu güruh; topluma ‘gıdanızı ilaç, ilacınızı gıda yapın, size dayatılan masallara aldırmayın, sizi ilaç bağımlısı yapmaya çalışanlara kulak asmayın’ çağrılarını yapan alternatif düşünce sahiplerini Sağlık Bakanlığı’na şöyle şikâyet ediyor: ‘Ruhsatlandırdığın ilaçların kullanımını engelleyenler hakkında gereğini yap!’ Yani bu talep, bu gerçek profesörler hakkında ‘işlem yap’ baskısıdır. Unutulmamalı ki, bu çağrı, çıkarcı tıbbın kara mizah listesine giren talihsiz örneklerden sadece biri olmaya mahkûm…

Sağlık Bakanı’nı her fırsatta yerden yere vuran bu çevrelerin, şimdi oradan yardım istemesi de ayrı bir komiklik. Olumlu olumsuz demeden, çalışmaları Ak Parti icraatı olduğu için, Sağlık Bakanlığı’nı tukaka ilan edenler, ola ki geçmiş yergilerimizi hatırlarda bize destek çıkmaz mı kaygısıyla olsa gerek; işi, Sağlık Bakanı’nın yanı sıra, SGK’dan da yardım istemeye kadar götürdüler. Hayırdır beyler bu ne telaş?

Tıp, ilk insanlardan bu yana gerçek hekimler sayesinde tedricen kemale erişmiş. Lakin özellikle 19. yy sonrasında, büyük çoğunluğu maddeperestlerin eline geçen sağlık endüstrisi ne yazık ki, günümüzde toplumları istatistik masalıyla hiç de hak etmedikleri bir mecraya sürüklüyorlar.

Ebu Ubeyd Cüzcânî diyor ki: ‘Tıp yoktu, Hippokrates buldu. Ölmüştü, Galenus diriltti. Kördü, Huneyn bin İshak gözlerini açtı. Dağınıklığını, Râzi toparladı. Eksikliklerini de İbn-i Sina olgunlaştırdı!

*Başlıktaki cümle: Buradaki övgüden fazlasını hak eden büyük düşünür ve gerçek bir hekim olan İbn-i Sina’ya ait. Peki, bunlar Sina’nın olgunlaştırdığı tıbbı, ticarileştirmekten öte ne yaptılar?

Şayet, ‘tıp denilen şey nedir, gerçek hekimlik nasıldı, merak ediyorum’ diyenler varsa, Prof Fazlurrahman’ın ‘değişim ve kimlik’ alt başlıklı, ‘İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp’ kitabı ile Prof Ali Haydar Bayat’ın, ‘Tıp Tarihi’ eserlerini mutlaka okumalı.

Ayrıca bu alanda verilen savaşları merak edenler, Rachel Carson’un ‘Sessiz Bahar’ adlı muhteşem eserini, Robert N. Proctor’un ‘Kanser Savaşlarını’ hazmederek okumalılar ki, gerçeğin üstündeki tüm kir kaldırılabilsin.

Herkes biliyor ki, gerçek; ne çamur, ne yama, ne kir, ne de başka bir yafta kabul eder. Gerçeğin peşinde koşmak için, temiz bir yürek gerek. Günümüzün değerli hekimlerinin tümünü selamlarken, cesaretleri nedeniyle de Prof Dr Ahmet Aydın, Prof Dr Canan Karatay, Prof Dr Ahmet Rasim Küçükusta hocaları kutlarım.

Gerçeğe saldıranlara son nasihati, El Kindi’ye bırakalım: “Gerçeği, kaynağı ne olursa olsun, öğrenmekten çekinmemeliyiz. Gerçeğin ağırlığını bilenler için hiçbir şey, ondan daha değerli olamaz. Gerçek, kendisinin peşinden koşanların değerini düşürmez.”

Gerçeğin peşinden koşanlara selam olsun!
 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
Kolestrol diye bir şey yok diyen doktorlar şimdi acaba yıllardır neyi kanda veya vücud da bulmuşlardır?Demek ki kolestrol için nice ilaçlardan vurgunlar yapılmış. .

Tıp yeniden silbaştan analize edilmeli.Yıllar evvel söylenen tıpla ilgili bilimsel çalışmalar şimdiye kadar hep boşa mı gitti?.Yoksa tıp dediğimiz bilim dalı bir teoriden başka bir şey midir?


www.urolab.com.tr/12-tip-kolestrol-analizi.php
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kanser olmak zorunlu olacak

Geçtiğimiz ay Star Gazetesi’nde, “Kanserle savaşta zorunlu tarama dönemi” başlıklı ilginç bir haber yer almıştı.

Bu ilginç haberde, “İngiltere’de uygulanan zorunlu kanser taraması, Türkiye’de gelecek yıl hayata geçiyor. Erken teşhisin önünü açacak uygulamada herkes olası risklere karşı kontrole çağrılacak…” deniliyor.

Açıklama’nın sahibi, geçen hafta Cumhurbaşkanı tarafından Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan eski Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer.

Sağlık Bakanlığı, ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ kapsamında herkese “zorla” kanser taraması yap(tıra)cakmış…

2012 itibariyle, 30 yaş sonrası kadınlara rahim ağzı kanseri, 50 yaş üstüne ise meme kanseri taraması yaptırmak ‘zorunlu’ olacakmış…

Dahası, ailesinde kanser vakası görülmüş veya görülmekte olanlarda ise, yaşa bakılmaksızın ailenin tüm fertlerinde tarama yaptırma kaçınılmaz bir zorunlulukmuş…

Tuncer, kanser teşhisi konulan kişilere yaşadıkları şehirlerde kemoterapi yapılacağını da belirtiyor.

Ne güzel değil mi? Sağlık Bakanlığı kanser olmamamız veya ölmememiz için harıl harıl çalışıyormuş da haberimiz yokmuş…

Sizleri bilmem, ama itiraf ediyorum ben bu habere hiç sevinmedim, bilakis kan beynime sıçradı. Neden mi? Çünkü:

Bütün bir toplum hızla kanser yapılırken ve yapılmaya devam edilirken hiç de yanımızda gör(e)mediğimiz Sağlık Bakanlığı, (bu nedenle Sayın Başbakan’dan bir ricamız: Şu bakanlıklar meselesine el atmışken, Sağlık Bakanlığı’nın adını, İlaç ve Hastane Bakanlığı olarak değiştirmesi. Sağlık Bakanlığı’na gerek yok nasılsa) hangi dağda kurt öldü de, bu sürecin içine girdi, insan merak etmeden edemiyor!

Meclise, Ak Partili ve CHP’li üç vekilin ayrı ayrı verdiği kanun teklifine göre; insan bedenini “kamu malı” olarak gören zihniyet, ölçüp biçmiş ve bir yargıya vararak: Taranmamıza, ardından da kemoterapi görmemize karar vermiş…

Bunun içinde, kadınların cinsel organları ile göğüsleri görüntülenecekmiş…

Bu taramayı neyle ve kimle yapacaklar?

Aile hekimi veya başka doktorlarla…

Herkesi kolonoskopi, ultrasonografi, mamografi, MR, Tomografi, CT, smear testi gibi tarama, görüntüleme veya test yöntemlerine tabi tutacaklar…

Mesela, smear testini yaparken ‘kadınlar jinekolojik pozisyona alınıp, spekulum denilen aleti cinsel organına takarak’ vs. diye devam eden yöntemlerin yanı sıra, vücuda radyasyon veren ve kanser salgısını artıran uygulamalarla, sağlamlarımızı da potansiyel kanser hastası haline getireceklerinin farkındalar mı acaba?

Peki, Sağlık Bakanlığı’na bu aklı kim vermiş?

Bakanlığın sitesindeki “2007 yılı Bulaşıcı Olmayan Hastalıkların Azaltılması Stratejisi” başlıklı dokümana göre: Dünya Sağlık Örgütü.

Dünya Sağlık Örgütü ne/kim?

Küresel sağlık çetesinin (sağlık mafyası demekte caizdir) pinosu…

Şimdi muhtemelen yine diyecekler ki: ‘Halk sağlığını tehdit ediyorsun!’ Bu tür ithamlara ‘domuz gribi’ palavrasındaki aşılama kampanyalarından da alışık olduğumuzdan pek umursayacak değiliz elbet… Bu ferasetli toplum, sağlığını kimin tehdit ettiğini gayet iyi bilir.

Buna karşın diyoruz ki: Ey Sağlık Bakanlığı ve herkesi batı tıbbının bağımlı abonesi haline getirmek için elinden geleni ardına koymayan işbirlikçiler!

Şayet samimiyseniz, herkesi kanser yapan petrokimya ürünü; çocuk bezleri, kadın petleri, mutfak ve diğer ‘temizlik’(!) kimyasalları, şampuanlar veya duş jelleri, kozmetik ürünleri, prezervatifler, doğum kontrol ilaçları, sutyen ve diğer iç çamaşırlarla kısırlaştırılıp sağlığımız bozulurken, market, alışveriş merkezleri, kamu veya özel bina girişlerine konulan -güya güvenlik sağladığı iddia edilen- tarama cihazlarındaki X ışınlarından geçirilmeye devam edilirken, bakliyat, kuruyemiş, baharat gibi ürünler -ışınlama tabir edilen- radyasyona tabi tutulurken, tarım ürünleri böcek öldürücüler veya kimyasal besleyicilerle zehirlenirken, gıdaların raf ömrünü uzatmak, lezzetlerini artırmak vs gibi gerekçelerle kimyasal -katkı maddesi- deposuna çevrilirken, hayvanlar ve bitkiler hormon ve antibiyotik saldırısına tutulurken, okullarda, işyerlerinde, kamu binalarında herkes fast food bataklığına sürüklenirken, çocuklar patates kızartması ve cipsler gibi sağlıksız ve niteliksiz ürünlerle obez yapılırken, şekerlemeler, sakızlar, bisküviler, çikolatalarla sağlıksızlaştırılırken, toplum ve özellikle gençler ‘meyve suyu’ diye kimyasal boyalarla zehirlenirken, zehirli kırtasiye ürünleri, PVC ayakkabı, önlük, çanta ve kıyafetlerle küçücük bedenler sağlıksızlaştırılırken, mikro dalga fırınlar, baz istasyonları, tasarruf ampulleri, kablosuz modem, SAR değeri yüksek cep telefonları, kordonsuz telefonlarla ruh ve beden sağlığımız bozulurken neredeydiniz?

Kocaman bir toplum, beyaz tutkalı benzinle kabartıp fırınlamaktan öte bir anlamı olmayan beyaz ekmek gibi tehlikeli bir silahla sağlıksızlaştırılırken ne yapıyorsunuz?

Raftaki her ürüne eklendiği yetmezmiş gibi, bugünlerde Gıda Bakanlığı’nın “maharetli(!)” ellerinde kuşa çevrilen yeni ekmek tebliğiyle, ekmeğe bile şeker eklenirken ve ekmekteki ambalaj zorunluluğu yok edilirken, eliniz niye armut topluyordu?

Biyogüvenlik Kanunu adlı masaldaki GDO; “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık Bakanlığınca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilip, ardından da ‘GDO yasak’ sözleriyle yasallaştırılırken, ne işle meşguldünüz? Siz neden bu küresel sağlık tehdidiyle hiç ilgilenmiyorsunuz?

RTÜK Kanunu ile ilaç reklâmı serbest bırakılırken ve bu serbestîden sonra 6 ayda ilaç tüketimi 1 milyar dolar artarken neredeydiniz?

İlaç harcaması 20 milyar sınırına dayanan Türkiye’nin ilaca ayırdığı payın, OECD ülkelerinin üç katı olması sizin ilgi alanınıza neden girmiyor?

SGK’nın sağlık harcamasının 36 milyar liraya, yıllık açığın ise 25 milyar liraya çıkması hiç ilginizi çekiyor mu?

Sefih tıbbın, 20. yüzyılın başında hayata geçirdiği ve o gün bugün bütün bir insanlığın üstünde sallandırdığı ‘sağlıklı insanlardan hasta yaratma’ giyotiniyle, sizin herkesi tezgâha çekme fikrinizin benzeştiğinin farkında mısınız?

Lütfen, sefih batı tıp endüstrisinin, Dünya Sağlık/Ticaret/Tarım Örgütleri üzerinde pazarlamaya çalıştığı bayatlamış numaralarına alet olmayınız ve bu toplumu da alet etmeyiniz…

Siz gayet iyi bilirsiniz, ama biz yinede okurlarımıza hatırlatma babından, o iğrenç hikâyeden biraz söz edelim: Fransa'nın küçük bir köyü olan Saint Maurice’ne, Knock adlı art niyetli genç bir doktor atanır. Ancak son derece sağlıklı olan köyden hiç kimsenin yolu doktora düşmez. Bu şekilde mesleğini sürdüremeyeceğini düşünen Knock, sağlıklı insanları muayenehanesine çekmenin yolunu arar. Uyanık doktor, köy öğretmeninin de yardımıyla köylüleri toplar.

Köylülere: “haberiniz olsun, diğer köylerde hızla yayılmakta olan salgın bir hastalık var” şeklindeki yalanını söyler. Çok geçmeden köylüler, kurnaz doktorun odasının önünde kuyruk oluştururlar. Herkes ikna olmuş ve köy bir hastaneye dönüşmüştür artık. Sonra anlaştıkları eczacıyla birlikte köşeyi dönerler…

* * *​

Şimdi diyorlar ki: Bu tarama ücretsiz…
Bedelini kim ödeyecek? Devlet…
Devlet bu bedeli nereden karşılayacak? Bütçeden…
Devlet bütçenin parasını kimden topluyor? Halktan...
Halk kim? ‘Sizi bedava kanser taramasından geçireceğiz’ diye uyutulanlar.

Sağlığımızı tehdit eden sorunlarla mücadele etmek yerine, toplumun tümünün psikolojisini bozacak yöntemlerle, evli-bekâr bütün kadınların cinsel organına müdahale edilmesini bu toplum kaldıramaz ve kaldırmamalı.

Şimdi moda: Kanser olmak! Hem de zorla!

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com
 
Üst