Kemal Özer - Soykırıma uğratılıyoruz ey halkım!

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
McTıp: Hasta üretim sistemi

Son günlerdeki kolesterol tartışması bir açıdan mecrasında ilerliyor, bir açıdan da farklı tartışmaları tetikliyor. Bu süreçte üç temel sorunun yoğun bir tartışma yaratması ise sevindirici bir gelişme. Başlıklardan ilki, istatistik kullanılarak 'maniple' edilmemiz, ikincisi 'sağlıklı insanlardan hasta yaratma fikri'nin geldiği boyut, üçüncüsü ise ilaç sektörü ile doktorlar arasındaki ilişki.
Bu tartışmayı zihnimizde doğru konumlandırmak için öncelikle tıbbın varlık nedenini netleştirmek gerekecek. Tıp; sağlığı korumak ve hastalıkları tedavi etmek amacıyla uygulanan geleneksel ve modern metotların tümüdür. Görüleceği üzere; tıbbın görevi sadece tedavi etmek değil, sağlığı da korumak. Batı tıbbı, endüstriyel tıp, post modern tıp ya da McTıp da denilen günümüz tıbbının sağlığı korumaktan öte, hastalıkları ötelemeyi öncelikli amaç edindiğini söylemek haksızlık olmaz.

KORUYUCU HEKİMLİĞİN ÖNEMİ

Eskiden Müslümanlar sağlığı imandan sonraki en değerli şey olarak gördüklerinden, 'koruyucu hekimlik' denilen müessesesinin gelişimi için önemli katkılar sunmuşlar. -Bugün tartışma yaratan ana neden, koruyucu hekimliğe yönelik öneriler- Oysa günümüz tıp endüstrisi ne yazık ki, bu hasletten önemli ölçüde uzak. Özellikle de 20. Yüzyıl'ın başında Fransa'nın küçük bir köyü olan Saint Maurice'ne atanan Knock adlı art niyetli genç bir doktorun başlattığı süreç ve sonrasındaki gelişmeler, tıbba olan güveni yok etme noktasına getirdi. Son derece sağlıklı insanların yaşadığı köyde, hiç kimsenin yolunun doktora düşmemesi, doktoru hem mesleği icradan uzaklaştırmış, hem de kazanç elde etmesini engellemiştir. Bu şekilde mesleğini sürdüremeyeceğini düşünen Dr Knock, sağlıklı insanları muayenehanesine çekmenin yolunu arar. Uyanık doktor, köy öğretmeninin de yardımıyla köylüleri toplar ve köylülere: "Haberiniz olsun, diğer köylerde hızla yayılmakta olan salgın bir hastalık var!" şeklindeki yalanını söyler. Çok geçmeden köylüler, kurnaz doktorun odasının önünde kuyruk oluştururlar. Herkes ikna olmuş ve köy bir hastaneye dönüşmüştür artık. Sonrası hem doktor için, hem de eczacı için güzel ve kazançlı günler demektir.

Bu ihtiraslı ve hilebaz doktorun hayata geçirdiği 'sağlıklı insanlardan hasta yaratma' denemesi, sonrasında batılı ilaç endüstrinin en önemli aracına dönüşür. Artık her gencin yaşadığı ergenlik, her kadının fıtrî özelliği olan adet dönemi ve menopoz bile, ilaç şirketlerince hastalık olarak gösterilip, doktorlarca reçetelendirilmeye, açılan bu yoldan ilerleyen şirketler ise hastalık için ilaç değil, ilaç için hastalık üretmede birbiri ile yarışmaya başlar.

İLAÇ SEKTÖRÜNÜNÜN AÇ GÖZLÜLÜĞÜ

Bugünkü anlamda ilaç sektörü, 1952'lerde doğarak hızla sanayileşmiş ve dünyanın yıllık ilaç tüketimi ise 1 trilyon dolar seviyesine ulaşmıştır. Dünyanın ve Avrupa'daki en hızlı büyüyen pazarlarından biri, Türkiye ilaç pazarı... Deloitte'nin '2010 Türkiye Sağlık Sektörü Raporu'na göre Türkiye; Avrupa'daki 6. en büyük ilaç pazarı iken, 2015'lerde dünyanın ilk 10 dev ilaç pazarından biri olacak. 2004'da 5,6 milyar dolar olan ilaç tüketimi, 2011'de 15 milyar doları aşmış durumda. Mezkûr rapora göre, 2013'de ise 22 milyar dolara ulaşması öngörülüyor.

Türkiye Psikiyatri Derneği D. İ. Sekreteri Dr. Halis Ulaş diyor ki: "Ülkemizde toplam sağlık harcamalarının neredeyse yarısını ilaç harcamaları oluşturmakta. İlaç tüketiminin ulusal gelire oranı hesaplandığında, Türkiye tüm gelişmiş ülkeleri geride bırakıyor. Koruyucu ve önleyici sağlık hizmeti anlayışı yerine, büyük ölçüde dışa bağımlı olduğumuz ilaç ve tıbbi teknoloji tüketimine odaklı tedavi edici sağlık hizmeti anlayışını önceleyen Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın kaçınılmaz sonucu olarak, ilaç pazarımız dünyanın en hızlı büyüyen pazarı haline getirildi."

Tüm veriler ortada olmasına karşın ne yazık ki, batılı tıp endüstrisi dolayısıyla da ilaç sektörü için altın yumurtlayan bir ülke olan Türkiye'de aykırı hiçbir görüşe tahammül yok. Bunu son olarak, 'kolesterol hastalık mı, değil mi' münakaşasında gördük. Tartışmayı yapanların hepsi akademisyen ve hepsi ilaç sektöründe yaşananları gayet iyi bilen kimseler.

Bu durumda bakmanız gereken şey, muhataplarınızın ilişkileri. Yani 'satılık hastalıklar' ya da 'ilaca uygun hastalıklar' gerçeği ile arasındaki mesafe, sizin kendisi ile olan mesafenizi belirleyecek yegane unsur olur ve olmalı.

Margarin reklamlarına katılmış, neredeyse tüm aktivitelerini ilaç firmalarının sponsorluğunda yapan gerçek veya tüzel kişilerin, bu tür tartışmalarda taraf olmaması beklenir. Lakin bu sorunu aşmakta kolay değil. Bu tür durumlarda ilaç firmalarının çıkıp bağımsızlığı herkesçe kabul gören otoritelerin çalışmalarını yayınlaması beklenirdi. Oysa onlar kendilerinden çok sözcülerinin konuşmasını tercih ediyorlar ve bu da süreci yönetmenin bir biçimi olabilir. Tartışmaya TBMM'den katılan GATA kökenlilerin, kolesterolle insülini birbirine benzetmesi de tartışmanın hangi duygusallıkla yapıldığının açık bir göstergesi.

KOLESTOROLÜN SUÇU NE?

Şayet ülkemizde koruyucu hekimlik yapılıyor olsaydı, kolesterol yüksekliği tespit edilen kişilere; -Prof. Osman Müftüoğlu'nun ifadesiyle- "Karaciğeriniz kolesterolü, besinlerle aldığınız doymuş yağlardan üretir. Bu nedenle de yağdan, özellikle doymuş yağlardan (hayvansal yağlar, margarinler, bazı bitkisel yağlar) zengin beslenenlerde kolesterol üretimi artar, bu tür yağların kısıtlandığı kişilerdeyse üretim azalır, kan kolesterol seviyesi düşer," bu nedenle de, önce tüketim biçimini değiştir sonra bir daha bakalım denilmesi gerekirdi. Maalesef bunun yerine, hemen reçete yazılarak kolay, en kolay tercih ediliyor.

Son olarak iki can alıcı noktayı uzmanların kaleminden aktaralım: Yine Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, Hürriyet'teki yazısında: "Kolesterol olmadan hayatımızı sürdürebilmemiz mümkün değil. Bunun anlamı şu: Kolesterol sadece sağlık için değil, hayat için elzem olan bir madde. Seks hormonlarımız testosteron ve östrojen kolesterol olmadan üretilemez. Yani üreyip çoğalmamız bile bir ölçüde kolesterol sayesinde mümkün. Hücrelerimizin duvarları da bütünlüğünü kolesterol sayesinde koruyor..." Prof. Dr. Ahmet Aydın ise aynı konuyu şöyle ifadelendiriyor: "Kolesterol vücut için olmazsa olmazdır, hücrenin yapı taşlarını oluşturur. Kolesterolsüz yaşam mümkün değil. Eğer kolesterolünüz yoksa hücre yapı taşlarınız da oluşamaz, yaşayamazsınız. Birinci görevi bu... İkincisi ise, birçok hormonun ana maddesi kolesteroldür. Mesela kortizol gibi... Erkeklik hormonu da kortizolden yapılır, kadınlık hormonu da... Safra asitleri de, D vitamini de..."

O halde tarafımızı seçmeden önce, kim safını neye göre belirliyor onu bilmemiz gerek. Aksi halde başkalarının amacına araç oluruz.

Bu makale Yeni Şafak Gazetesi'nin 18 Aralık 2011 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Reyting canavarında patron kim?

Son günlerin en önemli sorunlarından biri olan reyting tartışmaları, bugüne kadar göz ardı edilen bazı gerçeklerin şimdilik gün yüzüne çıkarılmasına yetmiş gözükmüyor.


Tartışma kamuoyuna sadece sıradan bir reyting manipülasyonu gibi yansıdı. Oysa mesele bu kadar basit değil. İsmail Kizir meselenin bir boyutunu bir süre önce, tumgazeteler.com’da “Reytinglerde Mossad parmağı” başlıklı yazısında kaleme almıştı. Kizir şimdi de, “Reyting operasyonu: MOSSAD operasyonu!” başlıklı, önemli bilgilere yer veren benzer bir yazı daha kaleme aldı.

Bizde yazılmışları tekrarlamak yerine, meselenin başka bir boyutunu ele alalım. Türkiye enflasyon, trafik canavarı, reyting canavarı gibi aktif ‘terör’faaliyetlerinin en merkezinde yer alan bir ülke. Elbette sadece Türkiye değil, neredeyse tüm dünya…

Bu terörlerden enflasyonla ilgili iyimser rakamlar konuşuluyor. Yorumların ne kadar gerçek olduğunu, küresel para terörüne vakıf insanlara bırakmak gerekiyor. Ama son birkaç yıldır, oyun daha fazla derinleşmişe benziyor. Batının halen yaşamakta olduğu krizin en büyük faturasını, Çinlilerin ödeyeceğinden kuşku yok. Bu nedenle, Çin’e ‘bizi ayakta tut, yoksa altımızda ezilirsin’ diyorlar.

Para teröründe bazı ülkelerin dış borçlarını vermekle yetinerek, reyting terörüne dönelim. İngiltere 9 trilyon dolar, Fransa 5 trilyon, Almanya 4,9 trilyon, Hollanda 2,5 trilyon, İtalya 2,5 trilyon, İspanya 2,4 trilyon, İrlanda 2,3 trilyon, Belçika 1,3 trilyon, İsviçre 1,2 trilyon, İsveç 1 trilyon, Yunanistan 557 milyar, Danimarka 607 milyar, Norveç 558 milyar, Portekiz 537 milyar, Avusturya 809 milyar, Polonya 276 milyar, Finlandiya 383 milyar olmak üzere, Avrupa’nın 40 trilyon dolara yaklaşan bir dış borcu var.

IMF verilerine göre; dünyanın toplam GSH’sı 61 trilyon dolar. Avrupa’nın iç borçlarını da eklediğinizde toplam borcu, dünyanın yıllık gayri safi hâsılasına eşit. Amerika, Japonya, Kanada, Avustralya gibi yüksek borçlu ülkeler de eklenirse, ülkelerin dış borçları akıl almaz boyutlara ulaşıyor. Mesela, yeni doğan her İrlandalı çocuk 503 bin, her İsviçreli 153 bin, her Hollandalı 147 bin, her İngiliz bebek de 147 bin dolar borçla gözünü açıyor dünyaya.

Kısaca parasal terör böyle… Peki, birkaç istisna hariç her ülke borçlu ise alacaklılar kim? Asıl kritik soru bu olsa gerek. Hemen her ülkenin alacaklısı, farklı bir ülke veya banka gibi gösteriliyor. Oysa dünyadaki bütün insanların borcu, sadece beş kişiye... Çoğunluğu ise İngiltere’deki R ile Amerika’daki R’ye. Onlarca trilyon dolarlık servetlerine karşın, bu iki R ailelerinin soyadını taşıyan hiç kimse zenginler listesinde yer almaz. Çünkü bunlar varlıklarını, kurmuş oldukları onlarca vakfın üzerinde göstererek; hem isimlerini gizlerler, hem de vergi muafiyeti elde ederler.

Öyle bir sistem inşa etmişler ki, -sanki- asıl alacaklıyı ortaya çıkarmak sanıldığı kadar kolay değil. Fakat küresel şeytanî düzeneği biliyorsanız şayet meseleyi çözmek sanıldığı kadar da zor olmuyor.

* * *​

Toplumun süt annesi, eğiticisi ve bakıcısı durumundaki medya ya da özelde televizyonlar ve buradaki reytingler, sadece 3-4 milyar dolarlık pastadan pay almak kadar basit bir amaca mı hizmet eder? Yoksa asıl amaç, programlarla enkaza dönüştürülen ve yerine yenisi inşa edilen toplum zihni olmasın sakın?

Her şey televizyon patronları veya yöneticilerinin sadece reklam pastası paylaşımı kadar basit olsaydı, mesele çoktan çözülmez miydi?

Türkiye’de reyting ölçümlerini 20 yıla yakın AGB adlı bir şirket yapmış. Bu isim yıpranınca, devreye TNS adlı firma girmiş. Bu iki firma, WPP Group adlı yapıda birleşiyor. Yani adları farklı, patronlar aynı.

ABG ve TNS’nin çatı firması AC Nielsen şirketi, 1923’de Arthur Charles Nielsen tarafından Chicago’da kurulur. Sonra ‘pazarlama enformasyonu’ alanında çalışan AC Nielsen ve Nielsen şirketlerine, ‘iç istihbarat’ alanında çalışan Net Ratings ve Buzz Metrics şirketleri eklenir. Grubun Billboard, The Hollywood Reporter ve Adweek gibi fuarları ve ticari yayınlar şirketlerine, son olarak Nielsen Media Research (NMR) eklenir. NMR medya enformasyonu faaliyetinde bulunur. Tüm dünyada faaliyet gösteren NMR, merkezini 1999’da Hollanda’ya taşır. Halka açık olmadığı için kamuoyunca pek bilinmezler.

İster eski reyting ölçümcüsü AGB, ister yeni reyting ölçümcüsü TNS, isterse de çatı yapı WPP’de, Bilderberg’den CFR’ye kadar yok yok.

Kanuni gibi Osmanlı’nın en önemli Sultanı, onun vezirleri ve paşalarını gayri meşru bir hayat yaşarmış gibi gösteren, saraydaki tüm kadınların göğüslerini olabildiğince açık sunulup, entrika ve cinayetlerin hat safhada olduğu şeklinde bir sunumla, toplumsal hafıza ve bilinçaltını kirleten ahlaksız bir diziyi veya onun bunun suçu ne, onun nesi bunun neresinde diye abuk subuk isimli, her anı birbirini aldatma, tecavüz şeklinde devam eden cinsel sapkınlık aşılayan dizileri, hem finanse etmek hem de çok izleniyor göstererek, herkesi izlemeye davet etmekten daha stratejik ne olabilir?

Acaba kendi değerlerini ve ecdadını aşağılayan dizilere izin veren kaç ülke çıkar dünyada? Mustafa Kemal’le ilgili iki yapımdaki içki meselesinde kopan fırtına; Fatih, Yavuz, Kanuni, Abdulhamid olunca neden kopmaz? Ben seyretmiyorum demek yeterli mi?

Ünlü yönetmen Osman Sınav, “Reytingleri kontrol eden ülkeyi kontrol eder” demiş. Sınav’ın gördüğünü; MİT, RTÜK veya bilumum Ankara 20 yılda görememişse diyecek söz kalmaz elbet.

Son günlerdeki tartışmaları bir yana, TRT’nin başarılı Genel Müdürü İbrahim Şahin, “Reyting'lerin kontrolü, sahibi bile tam belli olmayan şirketlerde” demiş. Bizde bu ortaklığın karmaşık haritasını ortaya koyarak, meselenin kavranmasına katkı sunalım.

İşte, ekranlarda ne yayınlanacağını, kimin kime sponsorluk yapacağını, kimin ne izleyeceğini belirleyen yapının ortaklık ve ilişki haritası:



 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Tarım Bakanlığı’ndan şok itiraf

Cuma akşamı yayınlanan programda, çoğunluğu tarafımızca malum olsa da, geniş kitleler açısından çok sarsıcı bilgiler vardı.

Öyle ki program, Gıda ve Kontrol Genel Müdür Yardımcısı’ndan, kamuoyunca bilinmeyen ilginç ve şok edici bilgilere de yer verdi.

Ama önce TSE Başkanı’nın açıklamalarına bakalım. Malum, TSE geçtiğimiz yıl “helâl sertifika” vermeye başlamıştı. Başkan diyor ki: Biz helâl belgesini firmaya değil ürüne veriyoruz. (Sanki başkası firmaya veriyormuş gibi) Örneğin A firmasının 20 ürünü vardır. Biz sadece müracaat ettiği ürüne veririz.”

Mesela çeşitli ürün üreten bir bisküvi firması, ürünün birine helâl sertifikası alacak, diğerlerine ise almayacak. İnsan sormaz mı ‘neden tek bu ürün diye?’ Bu durumda bir ürününe helâl sertifikası alan firma, zımnen diğer ürünlerinin helâl olmadığını kabul etmiş olmaz mı? Gerçek amaç ticaret değil ise, bundan bana ne diyebilir misiniz?

TSE Başkanı, TRT’ye verdiği mülakatta bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “Bazı firmalar birkaç ürününe helâl belgesi alıyor ve sanki tüm ürünleri helâlmiş gibi, etik olmayan yöntemlerle reklam ediyor. Kamuoyunu yanıltıcı reklam kampanyası yapıyor.”

Peki, etik olmayan yöntemlere müracaat eden bir firmaya, nasıl olur da kim hangi hakla helâl belgesi verir? Bu halde bir firmanın helâl sertifika aldığı ürünlerde etik davranacağını nasıl garanti edersiniz?

TSE’nin mantalitesi hakkında daha önce eleştiriler yaptığımız, hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 26 Kasım 2011’de Afyon’da tertip ettiği “Günümüzde Helâl” programında TSE’nin sistemini müzakere etmiş biri olarak, bu konudaki fikirlerimiz kamuoyunun malumudur.

Lakin TSE Başkanı’nın bir iddiası var ki, ona temas etmemek mümkün değil. TSE’nin yarı resmi bir kamu kurumu olduğunu belirten Başkan: “Türkiye’de bu işe yetkili tek kuruluş TSE’dir. Biz milli bir kuruluş olarak, bizim dışımızda bir başkasının yapması mümkün olmadığı için biz yapıyoruz.”

Ancak bir diktatörlükte söylenebilecek bu sözleri kabul etmek imkânsız. Bu gün bu ülkede, TSE dışında kendi adına helâl sertifika düzenleyen ve başkasının sertifikasını pazarlayan yüzlerce kuruluş ve firma var. Hatta Alman TÜV bile sertifika dağıtıyor. Bu yapılanlar hukuksuz ise, TSE Başkanı’nın acilen yargıya gitmesi gerekir.

Ama yargıya giderlerse asıl tartışmalı hâle gelecek taraf kendileri olacak. Öte yandan yaptıkları sertifikalandırma, ‘yanımıza Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan bir uzman alarak sertifika veriyoruz’ diyerek içinden çıkılacak kadar basit bir iş değil.

Kendilerinden resmi yazı ile aynı zamanda başkanı da oldukları SMICC tarafından yayınlanan ve İnternet’te yayınlamaya cesaret edemedikleri standartlarını istemiştim. Demagojik bir cevapla geçiştirip, vermediler. Diyanet’in programında da SMICC yetkililerinden istedim. Yine veremediler, vermek istemediler. Diyanet’in programında da ifade ettiğim üzere, o standartların, sunumları öncesinde en azından katılımcılara dağıtmaları beklenirdi ki, şeffaf oldukları görülebilsin. Ama onu da yapmadılar, yapamadılar. Buradan tekrar istiyorum. Ya gönderip iyi niyetli olduğunuzu gösterin, ya da saklayarak size olan güvensizliğimizin sürmesine katkı yapın.

Bu vesileyle 16 Haziran 2011’de AA’ya verdiğiniz: “Fransız, İtalyan, Belçika, Hollanda, Amerikan firmaları bu belgeyi çatır çatır 3 günde alırken, Türk firmaları 'Gözünün üzerinde kaşın var' denilerek aylarca, yıllarca bu belgeye sahip olamayarak, İslam ülkelerindeki gıda pazarını kaybedecekler. Yani olayın ticari boyutunu görerek, bu konuda tüm tarafların bize tam destek vermesi gerekiyor. Tamam, çok ciddi bir belge parası var, ama onun içinde aslında yıllık 930 milyar dolar olan helâl gıda pazarı var. Dünya genelinde 930 milyar dolardır geçen yılki helâl gıda pazarının cirosu. Bu ciroda iş dünyamızın geri planda kalması anlamına gelir. Bunu yapmaya da hiçbirimizin hakkı yok” şeklindeki devam eden ve amacınızı izhar ettiğini düşündüğümüz konuyu kamuoyuyla bir kez daha paylaşıp, takdiri helâl ve temiz ürün tüketmek isteyen insanlara bırakarak, başlıkta belirttiğimiz şok edici konuya geçelim.

TARIM BAKANLIĞI HELÂL SERTİFİKA DAĞITIYORMUŞ MUŞ MUŞ


Bu itirafı bende ilk kez ‘Büyük Takip’ programında duydum.

Eski İstanbul Tarım İl Müdürü ve yeni Gıda ve Kontrol Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Kavak: “Bizim ülkemiz insanının bu hassasiyetini Tarım Bakanlığımız dikkate aldığı için, ihracatta da ihracatçımıza çare olması ve önünü kapamama anlamında, bir de karşı ülkenin tercihlerine cevap verme anlamında, helâl belgesi isteyen ülkeler için helâl belgesi düzenleme yetkisi veriyoruz. İl müdürlüklerimizde 2002’den bu yana bu işlemleri yürütüyoruz” dedi.

Bakanlık yetkilisi özetle şunları söylüyor:

Bir: İhracatta, ihracatçımıza çare olması ve önünü açmak için,

İki: Alıcı ülkenin tercihlerine cevap verme amacıyla,

Üç: 2002’den -yani Sami Güçlü’nün Tarım Bakanı olduğu günden- bu yana, Tarım İl Müdürleri isteyen firmalara helâl sertifikası veriyor!

Ahmet Kavak’ın itiraflarını dinleyince, altı-yedi yıl önce bir başsavcı ile yaşadıklarım aklıma geldi. Bir gün savcılıkta işim vardı. Bir vakfa zorla bağış yapmamı istedikleri için, başsavcıya çıktım. Başsavcı da parayı almak zorunda olduklarını, yasa da böyle emredildiğini söyledi. Bende, ‘hangi yasaysa onu gösteriniz ben de vereyim’ dediğimde, ‘o gizli bir yasa’ dedi.

‘Bu ülkenin anayasasında hukuk devleti yazdığını ve gizli bir yasasının olamayacağını belirterek, bir ülkenin başsavcısı bunun aksini söylüyorsa; şimdi beni alır, içeri atar kimse izime rastlayamaz. Şayet böyle değilse, bana o yasayı göstermelisiniz’ dediğimde; karşımda nereden çıktı bu bilgiç dercesine bakan bir savcı duruyordu. Beni ikna edemeyince, çaresiz memuru arayarak işimin yapılmasını sağladı. Gizli yasa dediği de, Adalet Bakanlığı’na ait bir vakfa zorla bağış alma talimatıymış…

Bakanlık diyor ki: Ben 2002’den bu yana, hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın, sadece ihracatı kolaylaştırmak ve alıcı ülkeleri ikna etmek amacıyla ‘helâl belgesi’ dağıtıyorum.

Yazık çok yazık… Bu ülkeye zerre miktar inancım vardı, onu da kaybettim.

Şimdi Bakanlık şu sorulara cevap vermek zorunda:

Bir:
İsteyen firmalara hangi kriterlere göre helâl belgesi verdiniz?

İki: Bu belgeler için para alınıyor mu?

Üç: Para alınıyor ise bu paralar bütçeye mi aktarılıyor? Bütçeye aktarılmıyorsa, nasıl kullanılıyor?

Dört:
Bugüne kadar kaç firmaya helâl belgesi verildi?

Beş: Bu belgeler hâlen de verilmekte mi?

Altı:
Bu belgenin alınabilmesi için, talep sahibinin neler yapması gerekir?

Yedi: Helâl belgesi almak için, müracaat edipte belge alamayan firma veya ürün oldu mu?

Sekiz:
Belgeyi tanzim edenlerin dini yetkinlikleri var mı? Yoksa sizde yanınızda Diyanet’ten bir görevli bulunduruyor musunuz?

Dokuz: Bir Musevi veya Hıristiyan ya da başka bir inanç mensubu il müdürlüklerinize gelse, onların dini içinde helâl belgesi düzenler misiniz?

On:
Bu belgeler neden iç pazara yönelik değil de, sadece ihracata yönelik verildi?

On bir: Verdiğiniz belgelerle ilgili herhangi bir ülkeden belgenize yönelik bir eleştiri geldi mi?

On iki: Bu konu neden bu güne kadar kamuoyundan gizlendi?

On üç: TSE Başkanı, ‘Bakanlıklar bile bizden izinsiz yapamaz’ dediğine göre, Bakanlığınız bu iş için TSE’den izin almış mıdır?

On dört:
Programda iddia edildiği üzere iç pazarda; üzerinde ‘domuz mamulü yoktur’ ifadesi içeren her ürünün yüzde 100 domuz içermediğini, Bakanlık garanti eder mi? Mesela aksi yönde, üstelik Bakanlığınıza ait laboratuar da domuz içerdiğine dair sonuç belgesi yayınlansa ne yapacaksınız?

Soruları daha da artırabiliriz. Fakat arifler ne demek istediğimizi anladılar. Ayrıca Bakanlığın bu sorulara açık yüreklilikle yazılı cevap verip, beni utandırmalarını bekliyorum.

Bu çağrımız; Avrupa’dan tercüme edilerek yayınlanan yüzden fazla yönetmelik ve çok daha fazla tebliğle işi, iyice içinden çıkılmaz hâle getiren, ayrıca küçük, geleneksel ve sağlıklı gıda üreten üretici için, altından kalkılmaz bürokratik ve despotik düzenlemeler yapan ve bu şekilde değiştiğini iddia eden Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın değişiminin sözde mi, özde mi olduğunun ispatı içindir.

Bence cevap gelmeyecek, sizce gelir mi?

www.twitter.com/ozerkemal
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bizim televizyondan ‘bal’ akıyor! Ya sizinki…

Bizim televizyon eskiden ‘bal’ vermezdi. Ne olduysa anlayamadık, ‘bal’ vermeye başladı. Sorduk soruşturduk ‘bu ne hâldir’ diye…

Alilere sorduk, Velilere sorduk, sormadık kimse bırakmadık… Kimseden derde derman, yaraya merhem bir cevap çıkmadı. İşin garibi tek bizim ki değil, onların televizyonu da ‘bal’ üretiyormuş… Lakin onlar bunun hikmetini sual etmek şöyle dursun, ‘ne güzel oldu, reçel yiyeceğimize bal yeriz’ diye yumulmuşlar…

Sorup soruştururken bir ‘dost’ dedi ki: ‘Ayıp be kardeşim! Çok sorunlu birisin, televizyonun bal üretmeye başlamış, bunu bile sorguluyorsun. Zaten senin gibi adamlara iyilik haram, bal verirlerse ye, dayak atarlarsa kaç…’

Bir başka ‘dost’ ise; ‘Kardeşim, sen ‘Helal haram ver Allah’ım, bu ‘mazlum’ kulun yer Allah’ım!’ tekerlemesini hiç duymadın mı?’ diye sordu.

Ben de kendisine, ‘sen bu tekerlemenin sıfatını değiştirmişsin, onun aslı; ‘Helal haram ver Allah’ım, bu ‘hıyar’ kulun yer Allah’ım!’ olacaktı’ dedim.

Hazır cevap arkadaşım, ‘hıyar mıyar beni ilgilendirmez kardeşim’ demez mi? Anlayacağınız, ne yaptıysam anlatamadım derdimi.

Temiz dönemlerde arılar, insan onu bir kovana koysa da koymasa da, kendilerine bir sığınak bulur. Bahar gelip çiçekler açınca yola revan olur, en erken açandan başlayarak, hem bitkiler arası döllenmeye aracılık ederek tabiattaki yaşamın devamını sağlarlar, hem de yaptıkları bu muhteşem hizmetin karşılığında -çiçeklerden- ödül olarak haklarını alırlardı. Sonra o ödülü, kendi yaptığı mimarı bir şaheser olan peteğe taşır ve bala dönüştürürlerdi.

Kış yaklaşana dek devam eden bu mücadele sonrasında, ürettiği ilacın/balın bir bölümünü kışlık erzak olarak ayırır, bir bölümünden oğul çıkarır, bir bölümünü de insan dâhil kurda kuşa armağan ederdi.

Çiçekler arılardan, arılar çiçeklerden memnun, dost hatta kardeşçe yaşayıp giderlerken, gel zaman git zaman binlerce yıl birbirini kovalar.

Ardından milattan sonra 20. asır denilen bir çağa gelinir. ‘Emperyalist endüstri’de denilen bu yeniçağda, iri yapılı, tuttuğunu koparan, el attığı her şeyi mundar eden ‘arı eşeği’ veya ‘eşek arısı’ lakaplı bir el uzanır kovana…

Derken bir haris karanlık el aç gözlülüğü nedeniyle, arının önüne petrolden ürettiği bir petek koyarak, onu sınar. Oyuna gelen arı önünde hazır bulduğu yapay peteği tamamlayıp doldurunca, sıra yeni sınamalardadır. Bu kez de şeker ve glikoz denilen kimyasallar koyarlar önüne. Ve oda, yenik düşer nefsine…

Hâsılı kelam; çiçekler arısız, rençper meyvesiz, toprak bitkisiz kalır...

Fıtratı bozarlar, -bazı- bitkiler ve tabiî ki hayvanlarda yok olur. Sonra para babaları uçsuz bucaksız tarlalarda tek tip bitkiler yetiştirmeye başlarlar Bu “mono ve nano dünya”ya uyum sağlayamayan arılar, temiz yerler ararlar kendilerine… Kaçabilenler kurtulup, hızla azalan kırlara, dağlara çekilirler…

Bu karanlık kapitalist el, ne yapıp ne edip orada da bulur onları. Kimini avlar, kimini kandırır, kimini zorlar, kimini de tehdit edip yine hapse mahkûm eder. Arı denilen ilaç üreticisinin, 60 güncük ömründe başına gelmedik kalmaz…

Onun ürettiği ilaçtır ilaç olmasına, fakat insanlar onu ilaç niyetine değil, haz için tüketmeye başlar... Hem artık o muhteşem ilacın yerini, emperyalist endüstrinin kimyasalları almıştır. Gerçek olan balsa bozulmuş, bozulmuş, bozulmuş, glikoza dönüştürülmüştür...

Arıların sarayı kovanların önüne, iri yapılı tankerler, mısırdan, pancardan elde edilen glikozlar taşır olmuş... Ve artık ‘bal’ tarihte kalmış olmuş…

* * *

Aslında bizim televizyondan akan da bal değil, glikozmuş... ‘Konvansiyonel bal’ denilen ve kilosunu 25 liraya sattıkları sündürmeli süzmeler, toptancılarda 26 kiloluk tenekelerde 180 liraya yani kilosu 7 liraya satılıyormuş… Bunların kimileri Çin’den, kimileri Rusya’dan gelir olmuş…

Kavanoza bir etiket, kerameti kendinden menkul birkaç ekran yüzü, 7 liralık glikozlu konvansiyonelin kilosunu 25 liradan akıtır olmuş…

Yanında verilen yıkama topları, pekmezler, polenler yani sair zerzevat ise büyük kârdan yapılan indirimmiş…

O günlerde ‘devrim’ diye sunulan tersine evrim mevzuat ise, öyle değerlerle hazırlanmış ki; ‘bal’ adıyla satılan aromalı kıvamlı şerbetleri de, glikozdan mündemiç olanını da bal sayıyormuş. İşin ehli gerçek bal üreticileri ise bu aymazlığı durdurmak için yırtınıyormuş...

Rivayet odur ki; onları duyacak, görecek, hissedecek ne kulak, ne göz, ne de vicdan kalmış…

Kimi uyanıklar ise organik sertifikaları olmadığı ve organik üretim yapmadıkları halde, markalarına “organik” kelimesini ekleyip tescil alarak, organik-morganik ayağıyla pazarlıyorlarmış…

Yine rivayet odur ki; bu işten iyi para kaldıran medya da bu işi görmemek, duymamak için körleşmiş, sağırlaşmış…

Bu masal ülkesinde bir de, Tarımsal Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü varmış… Yayınladıkları 2010 verilerine göre; yılda sadececik 209 toncuk ‘organik bal’ üretiliyormuş ve bunun çoğunluğu da ihraç ediliyormuş…

Anlayacağınız şimdilerde gezegende emperyalist kimyasal endüstri çağı yaşandığından, masal ülkesi bakiyeyi Osmanlı da; bal, bal çağında kalmış…

Onlar yermiş glikozu, biz çıkacakmışız kerevetine!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Tohum mezarlığı

Geçenlerde bir dostum aradı. Eminönü’nden bahçesine ekmek için tohum satın alarak ektiğini ancak bu tohumların çıkmadığını, çıkanlardan da verim alamadığını söyledi. Tohum satıcısı, tohumlarının ‘geleneksel tohum’ olduğunu söylemiş…

‘Tohumlar paketli ve markalı mıydı’ dedim. ‘Paketli ve markalı’ dedi. ‘O halde hibrit tohum almışsınız’ dediğimde, ‘ne fark eder’ dedi. ‘Ne fark eder olur mu, atla katır aynı şey mi?’ dediğim de, ‘elbette değil’ dedi. Bende ‘işte geleneksel tohum at ise, hibrit tohum katırdır’ dedim. Çok şaşırdı…

Aradaki farkı anlattığımda, bu kez öfkelendi, ‘bunları kimse bilmiyor’ dedi ve ekledi: “Şimdi bize hep yalan mı söylüyorlar?”

O halde dostumu hiddetlendiren bilgileri sizlerle de paylaşalım…

Hz Peygamber s.a.v. yaratılışı anlattığı bir Hadis-i Şeriflerinde tohumun, insanoğlundan ve hayvanlardan önce yaratıldığını bildiriyor. İşte o gün bugündür fıtratı gereği tohum; bitkiyi ve ağacı, bitki ve ağaçta tohumu doğurarak 1920’lere kadar geldi.

Rockefeller tarafından 1920’lerde Amerika’da başlatılan ‘Yeşil Devrim’ adlı vahşi serüvene kadar hiç kimse onu zimmetine geçirmeyi aklının ucundan geçirmemiş ve de üzerinde mülkiyet iddiasında bulunmamıştı.

Artık dünyadaki bazı karanlık eller, tohuma yani yaşama sahip olmak istiyorlardı. Bunun içinde, iblîsi yöntemler geliştirmeye başladılar.

Adı ister hibrit, ister de GDO olsun; süreç, canlıların patentlenmesi olmadan yürüyemezdi. Patentlemek; hiçbir dış müdahale olmaksızın kendini sonsuza kadar yeniden üretebilen fıtrî sistemin mülkiyetinin ele geçirilmesi, bir başka deyişle ‘yaşamın patent altına alınması’ demekti.

Gücü elinde bulunduran egemen yapı, dayattığı yeni durumun; ahlâkî, felsefî, hukukî, dinî, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla tartışılmasına fırsat vermeden, farklı araçlarla zihinlerde normalleştirdi. Şimdi de yapılan tartışmalardan oldukça rahatsız.

Aslında yapılan en basit haliyle; tarımın, köylünün elinden alınarak, zenginler tarafından yapılan bir ‘endüstri’ haline dönüştürülmesiydi. Daha geniş anlamda ise bitki, hayvan ve insan yaşamının ‘patentleme’ yoluyla insanlığın elinden alınışıydı.

Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” hüküm gereği, -altını kalınca çizmeliyiz ki- on binlerce yıldır kullanılagelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur.

Binâenaleyh, nesepsiz tohumlarla yapılan tarıma destek veren Türkiye, diğer taraftan da fıtrî tohumlarla yapılan tarımsal faaliyete destek vermez.

Geçenlerde bir televizyon kanalında Tohumcular Birliği Başkanı bu ifadeye itiraz etti ve: “Elinde geleneksel tohumu olanlar tescil sürecini takip ederek, tohumlarını tescil ettirip satabilirler” dedi.

Ne kadar tuhaf değil mi? Aslında değil! Onlar bu işin ticaretini yapıyor. Yaptıkları işin devamı için, en basit anlamda kendilerini bu durumu savunmaya mecbur hissediyorlar. Çünkü hem kanunun çıkması için mücadele etmişler, hem de bu sektöre yatırım yapmışlar.

* * *​

Mesela elinizde bir ton geleneksel buğdayınız var. Buğdayınızı tohum amacıyla satmak istediğiniz de, devlet denilen el gelip müdahale ediyor: ‘Bunu satamazsın?’
‘Neden?’
‘Çünkü gelip bana ‘tescil’ ettirmedin…’
Tescil ettirmek için ne yapmalı?
‘Tohumun size ait olduğunu ispat etmelisin, sonra analizler, evraklar, bürolar, paralar, gelgitler…’
‘Bir ton buğday kaç lira eder?’
‘Bin lira kadar!’
‘Farz edelim, tescil ettirmeyi başardım, kaç lira harcamam lazım?’
‘Bir kasa dolusu…’
‘İyi ama eskiden böyle değildi?’
‘Bey amca, anlaşılan sen eski kafalı bir adamsın. Köprünün altından çok sular, TBMM’den yasalar geçti, sense hâlâ pullukta saptasın…’
‘Korkarım, sen hâlâ 50 yıl önce diktiğin, 10 yıl sonra meyve vermeye başlayan o canım elma ağaçlarını kesip, tescilli bodurlarla değiştirmemişsindir de…’
‘He evlat, biz hâlâ dedemin diktiği ağaçlardan besleniyoruz, sizin gibi petrol ve zehir yemiyoruz ki…’
‘Çok geri kalmışsın amca çok…’
‘Evlat bizimkisi medeniyet, sizinki ise kompleks, taklitçilik, tamahkârlık, yaratılışı beğenmeme, tabiat düşmanlığı. Var git yoluna… Ahir ömrümde beni günaha sokma…’
Tescil mescil kalsın, en iyisi ben buğdayımı un yapıp yerim…’

* * *​

Dostum hâlâ; ‘Niye yahu, baştakiler bizden değil mi? Bunları görmüyorlar mı?’ dedi.

Dostuma dedim ki: Çünkü derin görünmez el böyle istiyor. Bu nedenle, size geleneksel tohum diye satılan tohumların geleneksel olmadığını bilmek gerek. Biri aksini iddia ediyorsa, bunu ispata mecburdur.

Tohum denilince genellikle bitki tohumu akla geliyor. Peki, tohum diyince gerçekte ne anlamalı? Öyleyse hayvan ve insan spermleri de tohum mudur? Hiç kuşku yok ki, sperm ve yumurta da tohumdur.

Bugün Amerika’da birçok hayvan sperminin yanı sıra insan spermi de, şirketlerce tescil edilmiş durumda. Bu vahşi sürece karşı gösterilen tepki, dünyadan yeterince karşılık bulmuyor. Özetle; beslenmesi için gereken tohum ve hayvana sahip çıkamayan, öte yandan kendi geleceği için gereken spermin mülkiyetinin tesciline bile razı bir insan tipolojisiyle karşı karşıyayız. Ezcümle, kendi neslinin devamını bile korumaktan aciz bir insanlık, emanete duyarsız Müslümanlar!

Tohumlar, Allah’ın kullarına birer emaneti... Geçmiş nesillerden sapa sağlam aldığımız emaneti, acaba gelecek nesillere sapa sağlam devredebilecek miyiz? Bu soruya ‘evet’ diyebilecek bir babayiğit var mı?

Norveç buzullarının altındaki, Ankara ve İzmir’deki tohum bankaları, ‘evet’ demeye yeter mi? Hayır, hayır! Onlar olsa olsa tohum hapishanesi olabilirler. Tohumun yeri tohum hapishanesi değil, topraktır. Aksi, sadece toplumların gözlerini boyamaya matuf masallar…

Yakın zamanda yok olmak üzere olan insan spermlerinin yerine -şu an özellikle sığırlarda olduğu üzere- bankalarda saklanan nesepsiz spermleri mi alacağız?

Dindar ve ahlakî sorumluluğu olan çevreler bu konuyu ne zaman dert edinecekler?

Derin yapılar ve mafyaları hallettik diyelim, bu sürede bitmek üzere olan sperm ve yumurtanın yanı sıra, tümüyle mülkiyetini devrettiğiniz ağaç ve bitki tohumlarını nasıl geri alacaksınız?

Hz Peygamber s.a.v.’e, bir ‘katır’ hediye edilir. Hz Ali, Efendimize; “Eşekleri atlara aşırsak da, katırlar elde etsek” dediğinde, Hz Peygamber s.a.v.; “Bunu şeriatın hükmünü bilmeyenler yapar!” buyurur (Ebu Davud, Cihad 59, 2565 – Nesâî Hayl 10, 224)

Atlar; hızlı koşan, güçlü, eti yenen ve üreyebilen bir binittir. Katırlar ise yük taşıyan, eti haram olan, cinselliği olmayan dolayısıyla üreyemeyen sun’i türdür.

Âlimler bu durumu; ‘hayırlı olanı hayırsızla, iyiyi kötüyle değiştirmek, evlâ ve hikmete uygun olanı bilmemek’ olarak tevil ediyorlar.

Hem devletin, hem de birçok aklı sâninin meşrulaştırmaya çalıştığı ebter, katır -yani yeniden üreme genleri yok edilmiş veya zayıflatılmış -hibrit- tohumlar, -hibrit- bodur ağaçlar ve -hibrit- hayvanlar;

1) Tabiatta Sünnetullah gereği meydana gelen etkileşime benzemezler,
2) Tescil gerektirirler,
3) Ticari bir metadırlar,
4) Kısırdırlar -her yıl yeniden satın alınması gerekir-,
5) İlaç koliktirler -tarım kimyasalları olmadan verim vermezler-,
6) Besin değerleri düşüktür,
7) Fiziki açlığı giderip, biyolojik açlığı yeterince gideremedikleri, pestisit ve antibiyotik içerdiklerinden sağlıksızdırlar!

Bu yasa çıktığında iktidar/muktedir tartışmaları vardı ama artık yok. Muktedir olamadıkları gün yapamadılar diyelim. Peki, muktedir olunca hata hâlâ devam ediyorsa…

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com
 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
Kanser olmak zorunlu olacak

Geçtiğimiz ay Star Gazetesi’nde, “Kanserle savaşta zorunlu tarama dönemi” başlıklı ilginç bir haber yer almıştı.

Bu ilginç haberde, “İngiltere’de uygulanan zorunlu kanser taraması, Türkiye’de gelecek yıl hayata geçiyor. Erken teşhisin önünü açacak uygulamada herkes olası risklere karşı kontrole çağrılacak…” deniliyor.

Açıklama’nın sahibi, geçen hafta Cumhurbaşkanı tarafından Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan eski Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer.

Sağlık Bakanlığı, ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ kapsamında herkese “zorla” kanser taraması yap(tıra)cakmış…

2012 itibariyle, 30 yaş sonrası kadınlara rahim ağzı kanseri, 50 yaş üstüne ise meme kanseri taraması yaptırmak ‘zorunlu’ olacakmış…

Dahası, ailesinde kanser vakası görülmüş veya görülmekte olanlarda ise, yaşa bakılmaksızın ailenin tüm fertlerinde tarama yaptırma kaçınılmaz bir zorunlulukmuş…

Tuncer, kanser teşhisi konulan kişilere yaşadıkları şehirlerde kemoterapi yapılacağını da belirtiyor.

Ne güzel değil mi? Sağlık Bakanlığı kanser olmamamız veya ölmememiz için harıl harıl çalışıyormuş da haberimiz yokmuş…

Sizleri bilmem, ama itiraf ediyorum ben bu habere hiç sevinmedim, bilakis kan beynime sıçradı. Neden mi? Çünkü:

Bütün bir toplum hızla kanser yapılırken ve yapılmaya devam edilirken hiç de yanımızda gör(e)mediğimiz Sağlık Bakanlığı, (bu nedenle Sayın Başbakan’dan bir ricamız: Şu bakanlıklar meselesine el atmışken, Sağlık Bakanlığı’nın adını, İlaç ve Hastane Bakanlığı olarak değiştirmesi. Sağlık Bakanlığı’na gerek yok nasılsa) hangi dağda kurt öldü de, bu sürecin içine girdi, insan merak etmeden edemiyor!

Meclise, Ak Partili ve CHP’li üç vekilin ayrı ayrı verdiği kanun teklifine göre; insan bedenini “kamu malı” olarak gören zihniyet, ölçüp biçmiş ve bir yargıya vararak: Taranmamıza, ardından da kemoterapi görmemize karar vermiş…

Bunun içinde, kadınların cinsel organları ile göğüsleri görüntülenecekmiş…

Bu taramayı neyle ve kimle yapacaklar?

Aile hekimi veya başka doktorlarla…

Herkesi kolonoskopi, ultrasonografi, mamografi, MR, Tomografi, CT, smear testi gibi tarama, görüntüleme veya test yöntemlerine tabi tutacaklar…

Mesela, smear testini yaparken ‘kadınlar jinekolojik pozisyona alınıp, spekulum denilen aleti cinsel organına takarak’ vs. diye devam eden yöntemlerin yanı sıra, vücuda radyasyon veren ve kanser salgısını artıran uygulamalarla, sağlamlarımızı da potansiyel kanser hastası haline getireceklerinin farkındalar mı acaba?

Peki, Sağlık Bakanlığı’na bu aklı kim vermiş?

Bakanlığın sitesindeki “2007 yılı Bulaşıcı Olmayan Hastalıkların Azaltılması Stratejisi” başlıklı dokümana göre: Dünya Sağlık Örgütü.

Dünya Sağlık Örgütü ne/kim?

Küresel sağlık çetesinin (sağlık mafyası demekte caizdir) pinosu…

Şimdi muhtemelen yine diyecekler ki: ‘Halk sağlığını tehdit ediyorsun!’ Bu tür ithamlara ‘domuz gribi’ palavrasındaki aşılama kampanyalarından da alışık olduğumuzdan pek umursayacak değiliz elbet… Bu ferasetli toplum, sağlığını kimin tehdit ettiğini gayet iyi bilir.

Buna karşın diyoruz ki: Ey Sağlık Bakanlığı ve herkesi batı tıbbının bağımlı abonesi haline getirmek için elinden geleni ardına koymayan işbirlikçiler!

Şayet samimiyseniz, herkesi kanser yapan petrokimya ürünü; çocuk bezleri, kadın petleri, mutfak ve diğer ‘temizlik’(!) kimyasalları, şampuanlar veya duş jelleri, kozmetik ürünleri, prezervatifler, doğum kontrol ilaçları, sutyen ve diğer iç çamaşırlarla kısırlaştırılıp sağlığımız bozulurken, market, alışveriş merkezleri, kamu veya özel bina girişlerine konulan -güya güvenlik sağladığı iddia edilen- tarama cihazlarındaki X ışınlarından geçirilmeye devam edilirken, bakliyat, kuruyemiş, baharat gibi ürünler -ışınlama tabir edilen- radyasyona tabi tutulurken, tarım ürünleri böcek öldürücüler veya kimyasal besleyicilerle zehirlenirken, gıdaların raf ömrünü uzatmak, lezzetlerini artırmak vs gibi gerekçelerle kimyasal -katkı maddesi- deposuna çevrilirken, hayvanlar ve bitkiler hormon ve antibiyotik saldırısına tutulurken, okullarda, işyerlerinde, kamu binalarında herkes fast food bataklığına sürüklenirken, çocuklar patates kızartması ve cipsler gibi sağlıksız ve niteliksiz ürünlerle obez yapılırken, şekerlemeler, sakızlar, bisküviler, çikolatalarla sağlıksızlaştırılırken, toplum ve özellikle gençler ‘meyve suyu’ diye kimyasal boyalarla zehirlenirken, zehirli kırtasiye ürünleri, PVC ayakkabı, önlük, çanta ve kıyafetlerle küçücük bedenler sağlıksızlaştırılırken, mikro dalga fırınlar, baz istasyonları, tasarruf ampulleri, kablosuz modem, SAR değeri yüksek cep telefonları, kordonsuz telefonlarla ruh ve beden sağlığımız bozulurken neredeydiniz?

Kocaman bir toplum, beyaz tutkalı benzinle kabartıp fırınlamaktan öte bir anlamı olmayan beyaz ekmek gibi tehlikeli bir silahla sağlıksızlaştırılırken ne yapıyorsunuz?

Raftaki her ürüne eklendiği yetmezmiş gibi, bugünlerde Gıda Bakanlığı’nın “maharetli(!)” ellerinde kuşa çevrilen yeni ekmek tebliğiyle, ekmeğe bile şeker eklenirken ve ekmekteki ambalaj zorunluluğu yok edilirken, eliniz niye armut topluyordu?

Biyogüvenlik Kanunu adlı masaldaki GDO; “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık Bakanlığınca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilip, ardından da ‘GDO yasak’ sözleriyle yasallaştırılırken, ne işle meşguldünüz? Siz neden bu küresel sağlık tehdidiyle hiç ilgilenmiyorsunuz?

RTÜK Kanunu ile ilaç reklâmı serbest bırakılırken ve bu serbestîden sonra 6 ayda ilaç tüketimi 1 milyar dolar artarken neredeydiniz?

İlaç harcaması 20 milyar sınırına dayanan Türkiye’nin ilaca ayırdığı payın, OECD ülkelerinin üç katı olması sizin ilgi alanınıza neden girmiyor?

SGK’nın sağlık harcamasının 36 milyar liraya, yıllık açığın ise 25 milyar liraya çıkması hiç ilginizi çekiyor mu?

Sefih tıbbın, 20. yüzyılın başında hayata geçirdiği ve o gün bugün bütün bir insanlığın üstünde sallandırdığı ‘sağlıklı insanlardan hasta yaratma’ giyotiniyle, sizin herkesi tezgâha çekme fikrinizin benzeştiğinin farkında mısınız?

Lütfen, sefih batı tıp endüstrisinin, Dünya Sağlık/Ticaret/Tarım Örgütleri üzerinde pazarlamaya çalıştığı bayatlamış numaralarına alet olmayınız ve bu toplumu da alet etmeyiniz…

Siz gayet iyi bilirsiniz, ama biz yinede okurlarımıza hatırlatma babından, o iğrenç hikâyeden biraz söz edelim: Fransa'nın küçük bir köyü olan Saint Maurice’ne, Knock adlı art niyetli genç bir doktor atanır. Ancak son derece sağlıklı olan köyden hiç kimsenin yolu doktora düşmez. Bu şekilde mesleğini sürdüremeyeceğini düşünen Knock, sağlıklı insanları muayenehanesine çekmenin yolunu arar. Uyanık doktor, köy öğretmeninin de yardımıyla köylüleri toplar.

Köylülere: “haberiniz olsun, diğer köylerde hızla yayılmakta olan salgın bir hastalık var” şeklindeki yalanını söyler. Çok geçmeden köylüler, kurnaz doktorun odasının önünde kuyruk oluştururlar. Herkes ikna olmuş ve köy bir hastaneye dönüşmüştür artık. Sonra anlaştıkları eczacıyla birlikte köşeyi dönerler…

* * *​

Şimdi diyorlar ki: Bu tarama ücretsiz…
Bedelini kim ödeyecek? Devlet…
Devlet bu bedeli nereden karşılayacak? Bütçeden…
Devlet bütçenin parasını kimden topluyor? Halktan...
Halk kim? ‘Sizi bedava kanser taramasından geçireceğiz’ diye uyutulanlar.

Sağlığımızı tehdit eden sorunlarla mücadele etmek yerine, toplumun tümünün psikolojisini bozacak yöntemlerle, evli-bekâr bütün kadınların cinsel organına müdahale edilmesini bu toplum kaldıramaz ve kaldırmamalı.

Şimdi moda: Kanser olmak! Hem de zorla!

www.twitter.com/ozerkemal
www.kemalozer.com

Böyle üçkağıtçı doktorların kanser vak'ası hususunda bilimsel ispatları olmadığı müddetçe asla onlara kanmamalıdır.Aksi takdirde hem devlet hemde millet zarar edebilir.Fırsatçılara hiçbir fırsat tanımayın yeter bu size...
 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
"Bir yerde hastalık çıktı ilacı bizdedir" diyenlere sakın aldanmayın.Kesin bir delil ve ispatı olmadığı müddetçe bunlara aldananlar enayidir."Kuş gribi ,puş gribi" deyip ilaç vurgunu vuranları unutmadık.

Şimdi kış mevsimindeyiz."FİLAN YERDE BİR HASTALIK BAŞLADI, ÖLDÜ YİTTİ, KAYBOLDU!" GİBİ LAFLARLA KENDİNİZİ ÜZMEYİN İŞİN ESAS VE MAKSAT TARAFINA BAKARSANIZ HİÇ YANILMAZSINIZ.PARAYLA TUTULMUŞ DOKTORLAR VARDIR Kİ BUNALRI DOĞRU SÖYLÜYOR SANIRSINIZ.OYSA BUNLAR PARAYLA YALAN I DOKTORLARDIR.AKILLI VE UYANIK OLMALIYIZ.ANCAK TEDBİRİMİZİ DE ELDEN BIRAKMAMALIYIZ.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kemal Özer - ‘Helâl sertifikası fıkıhtaki helâlle örtüşmüyor’muş

‘Helâl sertifika’ yarışına geçtiğimiz yıl TSE’de katılmıştı. Her ne kadar Diyanet İşleri Başkanlığı yüksek sesle dile getirmese de, bu yarışta TSE’nin partneri. TSE’nin girişimi kimilerince olumlu karşılansa da ciddi eleştiriler de almıyor değil. Peki, bu eleştiriler haklı mı, yoksa haksız mı? TSE’nin 2005’de ‘helal sertifika’ girişimini ilk eleştirenlerden biri olarak acaba haksızlık mı etmiştik, yoksa eleştirilerimiz isabetlimiydi? Bunun takdiri elbette kamuoyunun. Fakat gelinen noktanın kaygı verici olduğunu belirtmekte yarar var.


Diyanet Kasım ayının son haftasında, Afyon’da ‘Günümüzde Helâl’ başlıklı bir program düzenlemişti. Üç gün süren programda ‘GDO yandaşları’da vardı. Hatta dünya tohum devi bir şirketin danışmanı olarak tanınan bir kişi de tebliğciler arasındaydı. Bu gecikmiş, ancak iyi niyetli programda sunulan tebliğlerin kimisi basit, kimisi tutarsız, kimisi çarpık olsa da önemli bir bölümü benim açımdan yararlı ve ufuk açıcıydı.

Sempozyumda, TSE temsilcisi de ‘helâl sertifika’ sistemleri hakkında ‘basit’ ve ‘buyurgan’ bir tebliğ sundu. Benimde müzakerecisi olduğum TSE temsilcisinin okuduğu tebliğ şöyle bitiyordu: “Helâl standardizasyon ve belgelendirme çalışmaları dini hükümler, insan sağlığı ve denetim teknikleri kapsamında ele alınmalıdır. Konunun dini boyutu İlahiyatçıların, insan sağlığı konusu bu alandaki uzmanların ve denetim konusu da söz konusu alandaki uzmanların söz söyleyebileceği alanlardır. Herkes kendi uzmanlık alanında kalır ve diğer alanla ilgili hüküm vermeye kalkmaz ise, bu çalışmalar sağlıklı sonuç verebilir.”

O zaman, bu tebliğ ve TSE’nin genel yaklaşımı konusunda eleştirilerimizi sunmuştuk. RetailNews Dergisi, TSE Başkanıyla bu konuyla ilgili Şubat sayısında bir mülakat yayınladı. Dergi, başlık olarak TSE Başkanı’nın “Helâl sertifikası fıkıhtaki helâlle örtüşmüyor” cümlesini kullanmış.

İçeriğini okumadığınızda bu başlık cümlesine çok hak veriyorsunuz ve belki de benim gibi taaccüple “aaa nasıl oldu da bu itirafta bulunmuşlar” diyorsunuz. Mülakatın devamını okuduğunuzda ise maksadın bu olmadığını anlıyorsunuz.

TSE Başkanı; “Hayvanın yediği yem, insan sağlığına zarar verecek bir yemse, helâl belgesi düzenlemiyoruz”demiş. Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selim Çetiner ise GDO taraftarı grupta yer almasına rağmen TSE Başkanı’nın iddiasını; “Biyogüvenlik Kurulu’nun GDO onaylarına katılmam mümkün değil. Piyasadan aldığımız 51 yemden 50'si GDO'lu çıktı!" cümlesiyle çürütüyor.

Acaba piyasadaki helâl sertifikası alan veya almayan tavukların tümüne östrojen hormonu verilmiş ‘genetik tavuk’ türleri olduğunu, bu nedenle de tüketen erkeklerde cinsiyet sorununa neden olduklarını, kan dâhil hayvansal atıklar ile GDO’lu soya ve mısırla beslendiklerini TSE Başkanı bilmiyor mu? Bu durumda, ya bu sorundan haberdar değiller, ya da GDO’yu, östrojen hormonu verilmesini ve yemlere eklenen diğer sağlıksız ve sakıncalı ürünleri sorun olarak görmüyor olmalılar.

Her iki durumda da ‘güven’ yara alır, doğru ile yanlış karışır. Bu da, ‘zulme’ neden olur. Dahası, TSE’nin helâl sertifikadaki ‘iş ortağı’ olan Diyanet de büyük zarar görür.

TSE Başkanı’nın sakıncalı cümlelerine/düşüncelerine devam edeceğim. Ancak tam burada Diyanet’in programının koordinesini yapan Prof Dr Yavuz Ünal hocanın kapanışta yaptığı sonuç değerlendirmesinin çarpıcı üç maddesini aktararak devam edelim. Yavuz Hocanın tarihi tespitleri şöyleydi:

1) “‘Ehli kitap’ın kestiği, artık rahatımızı kaçırmalı.

2) Eşyada aslolan ibaha idi, ancak o eşya, artık o eşya değil.

3) Helâl ve haram kavramlarını modern dönemde yeniden değerlendirmeli”

Malum ibaha ‘mubah, helâl veya temiz’ gibi anlamlara geliyor. “Eşyada aslolan ibaha”ilkesi, eşyanın kirlenmediği ve fıtratının tahrif edilmediği dönem için isabetliydi kuşkusuz. Mamafih değişen dünyada canlı veya cansız tüm eşyanın fıtratının bozulması, -yıllardır söylediğimiz gibi- bu ilkeyi tartışmalı hâle getirmiştir. Üstelik bunları, Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof Yavuz Ünal hocadan da işitmek, -zat-ı âlilerine de ifade ettiğimiz gibi- mutluluk ve ümit verici bir durum.

Tüm üyelerini bağlamasa da, çoğunluğunun böyle düşündüğünü ümit ettiğim Din İşleri Yüksek Kurulu’nun meseleye bu şekilde yaklaşmasına karşın, TSE Başkanı’nın “Helâl sertifikası fıkıhtaki helâlle örtüşmüyor. Çünkü fıkıhta bir ürünün helâl olabilmesi için Kur’an-i şartlar var. Domuz, alkol gibi. Fıkıhta domuz eti değilse ve usulüne göre kesilmişse hayvan eti yenilebilir. TSE için bu yeterli değil. Helâl belgesi demek, hem fıkhen helâl hem de gıda güvenliğine uygun olduğu anlamına gelir” cümleleri, Taha suresi 81’deki “Size rızık olarak verdiğimiz şeylerden ‘helâl ve temiz’ olanlarından yiyin…” emri arasındaki çelişki sizce de apaçık ortada değil mi?

TSE Başkanı yasağı/haramı; domuz ve alkolle sınırlamış. Ayrıca fıkhın helâl gördüklerini, helâllik için yeterli görmeyerek, “gıda güvenliği” adlı küresel palavrayı helâlin üstünde görüyor. Anlaşılan fıkıhçıların ‘helâl’ demelerinin, TSE açısından bir değeri yokmuş. ‘Onlar sözünü söylesin, üstüne bizde sözümüzü söyleriz, helâl olacaksa o zaman olur’ demeye getiriyor veya cümlelerinin ne manaya geldiğinden haberdar değil. Niye? Çünkü onlar, satmaya ve ekonominin büyümesine odaklanmışlar…

“TSE için bu yeterli değil” ifadesinin ne anlama geldiğini, Diyanet’teki dostlarımız da değerlendirecektir elbette. Ama TSE Başkanı’nın ifadeleri bununla da sınırlı değil. Başkan Hulusi Şentürk’ün, “TSE, ürünün helâl olup olmadığıyla ilgili fetva vermiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ile imzaladığımız protokol gereği ürünün İslam fıkhına uygun olup olmadığına onlar bakıyor. TSE ise gıda güvenliğinin noktasında devreye giriyor” dediğine göre; TSE tarafından “helâl sertifikası” verilen ürünlerde de gördüğümüz antibiyotik deposuna çevrilmiş genetik tavuklar, daha fazla et ve süt elde etmek için yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan zulmün her türlüsünün reva görüldüğü tavuk ve büyükbaşlar, yapay dölleme ile hamile bırakılan hayvanlar, kanserojen renklendirici ve tatlandırıcılar içeren sözde ‘gıdalar’, jelâtinler, kanlı ve mezbaha atıklı yemler ve sair ürün ve uygulamaların tüm vebali de Diyanet’in mi oluyor acaba?

Diyanet’in, TSE’nin bu yaklaşımına nasıl bir tepki vereceğini doğrusu merakla bekliyorum. Ancak müzikal çalışmalarıyla tanınan Bursa Müftüsü Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, “İnsanlar helal gıdanın arkasında Diyanet'in olduğunu ve TSE onaylı logosunu gördükleri zaman rahatlıkla o ürünü tüketebileceklerini bilmeli"ler buyurmuş. Hoca keşke notalarla ilgilenmekle yetinseymiş daha iyi edermiş.

Bize sık sık ‘siz helâl sertifikalı ürünleri de mi tüketmiyorsunuz’ diye soruyorlar. Evet, ister Türkiye’den, isterse de başka ülkelerden verilmiş olsun, ‘helâl sertifikalı’ ürünleri de tüketmiyorum. Nedeni açık seçik ortada değil mi?

Yusuf Kaplan’ın “Müslüman grupların, hareketlerin, cemaatlerin, sömürgecilik sonrası döneme ilişkin ciddî bir hazırlıkları yok. Üstüne üstlük, hâlâ küresel sistemin projelerini uygulamakla meşguller ve bunun kavgasını veriyorlar. Adımlarımızı birkaç adım sonrasını düşünerek atmak ve asıl hedefe, -Hakikat'e- kilitlenmek zorundayız” şeklindeki çağrısını; neye, ne kadar muhtaç olduğumuzu göstermesi bakımından herkesin yüzüne inen bir şamar.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bugün kaç böcek yediniz?

Son yıllarda gıda katkı maddeleri; bazen sağlık, bazen de inanç açısından eleştirilerek tüm dünyada yoğun bir şekilde tartışılıyor.

Üreticiler, ürünlerine ekledikleri katkı maddelerini toplum sağlığı veya inanç boyutuyla değil; ‘en hızlı, en kolay, en ekonomik nasıl üretirim ve rafta bozulmadan en uzun süre nasıl tutabilirim’ diye düşünüyor.
Daha da önemli olan, ürünün daha fazla beğenilip tüketilmesi için, tat ve görüntüsünün cezp edici kılınmaya çalışılması…
Ne acıdır ki bu konuda ne Müslüman, ne de Gayrimüslim üreticiler arasında hemen hiçbir ayırımda söz konusu değil. Bu yüzden artık bir kişinin inancına bakarak; hem sağlık, hem de dinî anlamda ürününden ‘emin’ olmak neredeyse imkânsız.
Şimdilerde toplum -özellikle de Müslüman toplum- bugüne kadar kendinden bile çok güvendiği, büyük ya da küçük gıda üreticilerinin kendisini aldattığını görmenin sükûtu hayalini yaşıyor.
Geçtiğimiz hafta bir dizi konferans için Fransa’daydım. Neredeyse tüm Müslümanlar, çok güvendikleri birkaç şirketin bugüne kadar kendilerini aldattığından dert yandılar ve haklarını helâl etmediklerini söylediler.
‘Helâl ve temiz gıda’ tüketme konusunda Türkiye’ye oranla daha duyarlı olmalarına karşın, yeterli bilgiye sahip olduklarını söyleyemem. Kendilerine vaaz eden kimselerinde, kendileri kadar bile hassasiyet göstermemeleri de dikkatlerinden hiç kaçmamış. Bu haldir ki, özellikle gençler de dışarıdan gelen konuşmacılara karşı güven sorunu meydana getirmiş.
Buradaki insanların en hassas oldukları konulardan biri jelâtin, diğeri ise E120 kodlu karmin adlı katkı maddesi…
Hem bu vesileyle, hem de iki ilahiyatçının geçtiğimiz günlerde iki gazetede yer alan demeçlerinden hareketle ‘karmin’ meselesini; hem sağlık, hem de dinî açıdan ele alalım.​
Karmin’in kaynağı ne?
Bu katkı maddesi, kırmızı boya (koşineal) karminik asit olup; ‘Dactylopius coccus’ isimli kaktüsleri mesken edinmiş bir bit/böcek türünden elde edilir.
Cochineal/Dactylopius coccus böceği, kaktüs bitkisine kene gibi yapışarak hayatını sürdürür. Özellikle Meksika’da yetiştirmek için özel tarlalar kurulmakta, böcek ve larvaları üreticilerce toplanmakta.
Bir kırmızı renk pigmenti (boyar madde) olan ve Dactylopius coccus böceğinin vücut ve yumurtalarından elde edilen ‘karmin veya kokhineal’in, Avrupa Birliği EC kod sistemindeki karşılığı E120’dir.
Gıda endüstrisinin kırmızı renklendirici olarak kullandığı bu bitin kanı, bedeni ve larvaları saf renklendirici (E120i) ve ham ekstrakt (E120ii) şeklinde pazarlanıyor.​
Nasıl üretilir?
Böcekler kurutulduktan sonra sıcak suyun içerisine daldırılarak yahut güneşte ya da buhara maruz bırakılarak öldürülürler. Üretimdeki metot farklılıkları veya böceğin farklı türleri, kırmızı, mor ve pembe renk tonlarının oluşmasına neden olur. Bir kilo boya elde etmek için, 150-160 bin böcek gerekiyor. İddia edilenin aksine, böceklerde hem vücut sıvısı, hem de kan mevcuttur. Toz haline getirilirken sıvı kısmı uzaklaştırılır.​
Nerelerde kullanılır?
Bu katkı maddesi gıda, ilaç, tekstil ve boya sanayi gibi birçok endüstri dalında kullanılır. Çoğu kimse tarafından tüketilen dondurma, sakız, süt ürünleri, pasta ve kekler, şekerler, jelâtinli tatlılar, çikolatalar, soslar, salam ve sosisler, reçel ve marmelatlar, kola ve gazozlar, vişne suyu, şaraplar gibi çok sayıda yiyecek ve içeceğin yanı sıra; evinizin duvar boyasında ve halısında, üzerinizdeki bir kıyafette ya da bir cilt bakım ürününde ve de ruj, pudra ve allıklar, merhemler ve kozmetik ürünleri ile deterjanlarda da karşımıza çıkabilir.​
Sağlığa etkisi var mı?
Alanında oldukça sabıkalı olan Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi FDA, hemen her türlü katkı maddesini güvenli bulduğu gibi, karmini de güvenli bulmakta. AB örgütü olan EFSA ise, karmine karşı alerjik reaksiyonlarda artış olduğunu duyurmuş.
İngiliz Gıda Standartları Ajansı FSA (Foods Standard Agency); astım ve alerjik reaksiyonlara neden olduğunu, bazı insanlarda da alerjik reaksiyonların en şiddetlisi olan ‘anafilaktik şok’a yol açtığını rapor ediyor.

Michigan Üniversitesi’nden Dr Baldwin başkanlığındaki bir heyet karmin anafilaksi olarak bilinen ciddi bir alerjik reaksiyona neden olabileceğini ispatladı. CSPI bu reaksiyon tedavisinin hastanede yatarak yapılması gerektiğini söylüyor.
Corinne Geuget, Additifs Alimentaires adlı eserinde, karminin neden olduğu riskleri şu şekilde sıralıyor: “Hiperaktivite, astım, egzama ve uykusuzluğa neden olduğu kanıtlanmıştır. Karsinojenik (yani kanser gelişmesine yol açma) ve mutajenik (mutasyona neden olma veyahut da insan bedeninde biyolojik değişim)e neden olabilir. Üreme sistemi ve metabolizma üzerindeki uzun vadeli yan etkileri konusunda henüz bir araştırma yapılmamıştır.”
Yaygın sonuç ise; özellikle çocuklar başta olmak üzere bazı kişilerde hiperaktivite artışına neden oluyor. Birçok batılı kaynak; Müslümanlar, Museviler ve vejetaryenlerin sakınmalarını önerirken, bizdeki bazı ilahiyatçılarda birbirlerinden farklı düşünüyor.
Karmin alternatifi var mı?
Böcekten elde edilen renk pingmentinin en iyi ve en sağlıklı alternatifi üzüm kabuğudur.​
Karmin tüketmek caiz mi?
Star gazetesine konuşan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, E120 katkı maddesinin dinen mekruh ya da haram sayılmadığını söyleyip, eklemiş: “Cochineal adlı böceğin haram kılındığına dair bir ayet ya da hadis yok. Dinen temiz sayılan kaktüste yaşaması, böceğin de temiz olduğunu gösterir. Haşeratın yenilmesinin mubah sayılması, Hz. Muhammed’in devrinin adetlerindendi. O da insanları haşerat yemekten men etmedi.”
Radikal gazetesine konuşan Prof. Dr. Faruk Beşer ise, birçok üründe renklendirici ve tatlandırıcı olarak kullanılan maddenin, İslam'a göre doğrudan doğruya haram denilemeyeceğini belirtip; “Hanefi kurallarına göre 'mekruh' yani hoş olmayan, olmaması gereken. Yani kullanmak sakıncalıdır” diyor.
Mâide Suresi 3’de ‘kan’ tüketmek Müslümanlara haram kılınmıştır. Görüştüğü uzmanların, kendisine, bu böceğin kanının olmadığını belirttiğini ifade eden Prof Dr Saffet Köse ise, kanı olmadığı için haram denilemeyeceği görüşünde.
Abdülaziz Bayındır, karmini haram kılan bir ayet ve hadisin olmadığını belirtiyor. Meselenin ifade biçimi hocaya ait ise, bu bilginin takdirini elbette kamuoyu yapacaktır. Ancak, Bayındır Hocanın, Hz Peygamber s.a.v.’in haşerat yenilmesine izin verdiği şeklindeki ifadesini, yalnızca çekirgeyi kapsadığını belirtmeliyiz. Aleyhissalatu vesselamın, çekirgeyi dâhi yemediği ise herkesin malumu.
Rıfat Oral Hoca ise, ‘böcek yemek; Maliki mezhebine göre caiz, fakat Hanefi, Şafii ve Hambeli mezheplerine göre ise caiz değil’ diyor. Böcek kan içeriyor ve sağlık açısından sakıncalı ise helâl denilemeyeceğini de sözlerine ekliyor.
Bilgilerimi tazelemek için yaptığım literatür taramasında, birçok batılı kaynağın, bu böceğin kan içerdiğini özellikle belirttiğini bir kez daha gördüm.
Kur’an-ı Kerim, gıda söz konusu olduğunda, hem bütün insanlara, hem de Hz Peygamber’e hitap ederken ‘helâl ve temiz (halalen tayyiben) gıda’ tüketilmesini emreder. Çeşitli hastalıklara neden olduğu, en basit ifadeyle alerjen olduğu bilinen, gıdalar ve sağlık için bir zaruret olmadığı ayrıca başka kaynaklardan da bu renklendiricinin temininin mümkün olduğu halde, bu böceği tüketmek ‘şüpheli bir hâl’ meydana getirmez mi?
Ayrıca zararı ispatlanmış olan bu bitin tüketilmesi, helâl ve temiz gıda tüketme emrinin sonunda yer alan ‘haddi aşma’ uyarısı kapsamına girer mi?​
Bir yazısında "Helâl gıda yemek için verilen çabalar, nafile ibadetlerden çok daha sevaptır" diyen Prof Dr Faruk Beşer hocanın, hafta sonu yaptığı bir radyo konuşmasında ise, kola içmenin dinen bir sakıncası olmadığını ama kendisinin evinde kola bulundurmadığını lakin ikram edildiğinde de reddetmediğini ifade etmesi beni şaşkına çevirdi.
Günümüzde kolanın yararlı olduğuna dair tek bir veri bulunmadığı halde, zararlı olduğuna dair sayısız veri mevcuttur. Hatta kola ve enerji içeceği içtiği için ölmüş veya midesini kaybetmiş çok sayıda insan varken, bu tür yaklaşımların bozulan tüketim biçimine nasıl bir yararı olabilir? Üstelik hoca, konuşmasında doktorların sağlık açısından sakıncalı olduğunu da sözlerine eklemiş.
Faruk Hoca, bu ürünlerdeki alkolün fermantasyon sonucu olduğunu iddia ediyor. ‘İddia ediyor’ diyorum, muhtemelen kendisine bir uzman(!) böyle söylemiştir. Bir: İçeceklere eklenen aromalar alkol içinde taşınırlar. İki: Alkol fermantasyon sonucu oluşmaz. Bilakis -özellikle içeceklerde- alkol farklı maddelerin karışımı için çözücü olarak eklenir. Bu eklemeye hem uluslararası, hem AB, hem Türk Gıda Kodeksleri izin verir. Kaldı ki, TSE standardında da açıkça böyle yazar.
Diğer yandan bir meyvede alkol oluşmuş ise, o ürün ‘çürümüş’ demektir ve tüketilmesi sağlık açısından da sakıncalı hale gelir. İçecek üreticileri ve bazı kimselerin ‘ürünlere alkol eklemiyoruz’ ifadesi, boş ve anlamsız bir iddiadan ibaret.
Netice itibariyle; E120/karmini tüketip tüketmemek kişilerin kendi vereceği bir karardır. Maddi ve manevi nimet ve külfetler herkesin kendini bağlar. Ben bu ürünü içeren hiçbir gıda maddesini tüketmiyorum.
Bu konularda konuşan Müslüman kişiler ve özelikle de ilahiyatçılardan beklenen; endüstrinin, inanç ve sağlığımızın altını oyan uygulamalarına karşı daha isabetli ve ikna edici çözüm üretmeleridir. Aksi durum çözümden ziyade, zihinleri iyice karmaşık hâle getirmektedir.
Şimdi içinde böcek çıkan ürün ayıplı, lakin gıdanıza habersiz eklenen milyonlarca böcek meşru mu oluyor?
www.twitter.com/ozerkemal
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Süt dağıtımı nereden çıktı?

Ankara'nın eğitim yılının bitmesine az bir zaman kala okullarda süt dağıtması, bir yandan ciddi bir tartışmanın fitilini ateşledi, diğer yandan da orta yaş grubundan herkesin yaşadığı eski süt tozu krizini akla getirdi.

Geçen haftalarda Aksiyon Dergisi gıda tartışmalarını kapak yaptı. Derginin görüşüne müracaat ettiği -ismi buraya yazmaya değmez- bir profesör(!) gıda ve ziraat mühendisleri hariç gıda konusunda konuşan herkesin hapisle cezalandırılmasını öneriyor. Bu saçmalamayı ciddiye alacak değiliz elbette.
Bu tür densizliklere Radikal yazarı Yıldırım Türker, “Bu milletin zehirleyen süt” başlıklı yazısında “Akademisyeni böyle olan bir ülkede havadan bile zehirlenebilir insan” şeklinde okkalı bir cevap veriyor zaten.
Öte yandan güncel süt tartışmalarında da bir kez daha gerçek yüzlerini gösteren üretici, akademisyen, medya ve bir takım siyasetçilere kapak olması için, yazımıza; ülkemizde gıda emperyalizmini yarım asır önce 65 kitap yazarak dile getiren merhum Doç Dr Osman Nuri Koçtürk’ün 1969’da kaleme aldığı ‘Açlık Korkusu’ adlı eserinden önemli bir alıntı yaparak başlayalım.
“Ünlü bir kapitalist eğitimci, gerçeği şöyle dile getiriyor: “Geri ülkelerde ekonomik, sosyal ve politik ortamı istenilen yönde değiştirebilmek için kendilerinden yana 200 bilim adamının(!) hizmete sokulmasının yeterli olur.”
Ne yazık ki bu ülkelerde bilim adamına duyulan saygı ve inanç; 200 kişi ile çoğunluğun kanılarının değiştirilmesi ve aldatılması için çok zaman yeterli olur.
Kapitalizm bu inanç içinde, bilim adamlarına para kazanmanın tadını tattırmayı gerekli görmüş ve geri ülkelerin çoğunda, sermayenin kurup işleteceği özel yüksek okulların kurulması yoluna girilmiştir. Böylece özerk üniversitelerde düşük ücretlerle çalıştırılan öğretim üyeleri sermaye çevreleri ile maddi ilişkiler kurar.
Patrona uymanın ve dediklerini yapmanın kendisine kazandırdıklarını bizzat görerek ve inanarak onun adamı olur. Sermaye, bilim adamlarına ödediği ücreti, halk çocuklarının sırtından tahsil etmeyi ve öğrenimi bir tüketim haline getirerek, bundan bir de kâr sağlamayı bilmektedir. Bu suretle bu ülkelerde bilim; sermayenin emri altında ve onun egemenliğini sürdürmede kullanılan bir araç haline geliyor. Bilimin bu amaçla kullanılması yüz kızartıcı bir gelişmedir.
Sermaye bunu sağlamak için gerekiyorsa yabancı sermaye ve bu sermayenin temsilcisi ülkelerin fonlarından, mali ve teknik yardımlardan da yararlanmayı bilmektedir.
Hem kendi kültürünü yaymak ve hem de korku toplumlarındaki korkuları sürdürürken, bir taraftan da sömürüye elverişli bir ortam hazırlamak için bilim adamlarını şartlandırmanın şart olduğunu iyi bilen kapitalist ve emperyalist ülkeler, çeşitli kombinezonlar içinde bu girişimlere omuz verirler.
Bilimi ve bilim adamını tamamen yozlaştıran bu kabil çalışmalar için, ABD'nin Rockefeller Foundation ismi altında faaliyet gösteren vakfını örnek verebiliriz. Bu kuruluş dünyanın bütün korku toplumlarında eğitim düzenini etkilerken, açlık korkusunun ayakta tutulmasına özellikle dikkat etmekte ve bu amaçla avuç dolusu para harcamaktadır.
Rockefeller Vakfı ile birlikte Ford Vakfı ve AID Kuruluşu, geri ülkelerde müşterek hareket ederler. Bunların çabaları birleşince, bilim adamları, kapitalist ülkenin yaymaya çalıştığı açlık korkusunun ya*tağı haline gelir ve bu sayede ABD'nin üretim artıkları, bu korku toplumlarına akmaya başlar.
Miadı geçmiş yavan süttozu bir kilise kuruluşu olan CARE teşkilatı aracılığı ile geri ülkelerin ilkokul çağındaki masum yavrucuklarına yedirilmeye başlanır. Çocuklar mutlu olmayı öğrenmeden, toplumlarının aç ve Amerika'ya muhtaç bir toplum olduklarını öğrenirler.
Bu, gelecek kuşaklarda da şartlanma yaratılması ve açlık korkusunun onların kafasına yerleştirilmesi için bilhassa önemlidir.
İşçiler ve fakir halk tabakaları kullanılmaz hale gelmiş olan üretim artıkları ile beslenmeye ve başkasının yardımına muhtaç kalmış bir insanın duyduğu acz içine iteklenmeye başlanır.
Üniversitelerde gerçekleştirilen korku ortamı buradan halk tabakaları arasına yayılır. Yardımların sağlanması ve üretim artıkları ile gübre, tarım ilacı, tarım araçları maddelerinin sağlanmasında, AID ile Birleşmiş Milletler’in iyi niyetle kurulmuş teknik organizasyonları gibi görünen FAO - UNICEF ve benzeri kuruluşlar aracılık ederler.
Türk ilkokul öğrencileri 15 yıla yaklaşık bir zamandan beri, Amerikalıların üretim artığı, yavan süttozu, kurtlanmış unları ve hatta insan yiyeceği olmaktan çok hayvan yemi olarak tanımlanan pamuk çekirdeği küspesi, soya küspesi gibi yiyeceklerle besleniyorlar.
Bir zamanlar insancıl bir yardım zannettiğimiz bu girişimlerin tabanında yatan kötü niyeti sezdikten sonra, yavan süttozu yardımına milletçe karşı çıktık. Öğretmen çoğunluğunun, bilim adamlarının bu konuda söyleyip yazdıkları, iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarımızı etkilememiş ve Müslüman bir toplum olan Türk halkı, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir Kilise teşkilatı olarak bilinen CARE'in sağladığı bozuk süt tozlarını çocuklarımıza içirmeye devam etmiştir.
Bir süre önce Ege bölgesinde yüzlerce yavrumuzun bu süttozundan zehirlenmiş ve öğretmen kuruluşlarının ilgili bakanlıklara başvurarak uygulamanın durdurulmasını istemiş olmaları, açlıkla korkutulmuş iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarını gerçeği inkâr etmekten geri koymamıştır.
Bir bilim adamı gurubunun bölgede yaptığı incelemeden sonra, “zehirlenmelerin süttozunun bozuk oluşundan değil de, çilekeş Türk öğretmeninin süttozundan süt hazırlarken yaptığı hatalardan dolayı ortaya çıktığı şeklinde bir dedikodu yayılmış” ve daha sonra da yeniden uygulamaya geçilmişti.
Bu arada bozuk süt tozları el altından imha edilmiş veya gizlice toplatılmıştır. Gazetelerde bunların insan yiyeceği olarak kullanılmalarının sakıncalı olduğunu gösteren haberler çıkmaktadır.
Bu olay, Türkiye'ye gönderilen süt tozlarının kalitesi hakkında bir fikir verebilmektedir. Masum Türk yavrularını zehirleyen bunlardan farksız süt tozları için bir devrede bazı bilim adamları, bunların yenebileceğine dair rapor düzenlerken gözlerini bile kırpmadılar.
Bunlardan bazıları geri ülkelerde çok rastlanan şartlandırılmış ve gerçeği söyleme niteliğini yitirmiş bilim adamlarıydı. Korku toplumların da, bu nitelikte bilim adamları bulundurabilmek için üniversitelerin ve tüm bilim kuruluşlarının şartlandırılması zorunlu hâle geliyor.
Kapıyı kapatınca bacadan girerek bildiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalist geri ülkenin yöneticileri ile bilim adamları arasından yeni müttefikler bularak, korku toplumuna artıklarını ve bozuk yiyecekleri sokarak masum insanlara yedirmeyi başarıyor, öğrencilerin zehirlenmesi, halkın ve öğrenci kuruluşlarının direnmesi ve haysiyetli bilim adamlarının açıklamalarına rağmen, ülkenin bir yanında Amerikan süttozu ile unları gübre olarak değerlendirilirken, gazetelerde yeni havadisler okuyoruz…” (s. 187-188)​
SÜT DAĞITIMI NEREDEN ÇIKTI?
Süt dağıtımı için geçtiğimiz yıl Ankara’da bir toplantı gerçekleştiriliyor. Toplantıya kamu, özel sektör temsilcileri ve ‘Süt Konseyi’ adlı kerameti kendinden menkul ticari yapının başkanı da katılıyor.
Toplantıda sorun çıkınca, programı yöneten genel müdür çocuğunun rahatsızlığını bahane ederek toplantıyı terk ediyor. Süt dağıtımına itiraz eden bazı bürokratlar, dış görevlere gönderilerek uzaklaştırılıyorlar. Projenin yanlışlığı ve rakamların şişirilmesine itiraz eden özel sektör katılımcıları da süreçten el çektiriliyor. Sonra çok başlı süreç başlıyor.
Hepsi Süt Konseyi üyesi olan süt sektörünün tekelleri arasında ülke paylaştırılıyor. Benzer fiyatlarla ihale yapılıyor. Litresi 70 kuruştan alınan sütlerin, 200 ml’si 54 kuruştan yani litresi 2,7 liradan devlete satılıyor. Oysa aynı firmalar halen bir litre sütü 1,5-3 liraya perakende satıyorlar.
Bu hesap işin basit kısmı. İddialar odur ki; bunların en azından bir bölümü süt değil, süt tozundan yapılmış sözde sütler. Denilebilir ki, süt tozu ithalatı yasak, süt tozu nereden gelecek? Merak etmeyin! Patronlar bu işin kılıfını bulmuşlar. Gümrük duvarları hemen her ülkede sadece fakir fukara ya da KOBİ’ler için vardır. Diğerleri için duvarlar kırmızı halıya dönüşüverir.
TÜİK’in verilerine göre; Türkiye 2011 yılında 105.212.176 dolarlık süt ürünleri ithalatı yapmış.​
2001-2011 SÜT ÜRÜNLERİ İTHALATI
(milyon dolar)
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
105.212
128.277
117.049
127.031
110.655
77.967
75.787
68.776
52.343
37.271
21.726​

Süt dağıtımındaki sorunlar sırasında valilerin ve bakanların yangından mal kaçırırcasına yaptıkları açıklamalarının, güvensizliği artırdığından şüphe yok.​
Oysa onlardan ve hassaten Başbakanımızdan beklenen, tartışmaya, ‘bizim yaptığımız her şey doğrudur’ gibi bir ön yargı yerine, daha sağduyulu bir yaklaşımdı. Oysa her zaman olduğu gibi fatura sessiz yığınlara, masumlara ve çocuklara kesildi.
Bir annenin ekranlara yansıyan “ben doğduğu günden bu yana çocuğuma süt içiriyorum. Bugüne kadar benim içirdiğim sütler neden dokunmadı da sizin verdiğiniz süt dokundu. Benim çocuğumda süt alerjisi yok” çığlığını görmek istemeyen devlet; görmedi, duymadı.
Bir devletin çocuklara besleyici ürünler dağıtmasına itiraz etmek elbette iyi niyetle bağdaşmaz. İtirazların bir bölümü, sadece Ak Parti iktidarını yıpratmak amaçlı olabilir. Öte yandan UHT süt denilen sağlıksız ürün yasal olabilir ama meşru olduğu söylenemez.
Bu konuda görüştüğüm hiçbir aklıselim hoca ve bağımsız kaynak, UHT’nin yararlı olduğunu söylemiyor. UHT’nin yararından söz edenler geçtiğimiz hafta, UHT tekniğinin sahibi “Tetra Pak” firmasının beleş tatiline katılan sözde uzman, mühendis ve akademisyenler. Onlarında bir gün vicdanlarını dinleyeceklerini ümit etmekten başka şimdilik yapacak bir şey yok.
Allah Rasülü s.a.v. bir yiyecek yediğinde “Allah’ım! Bize bunun daha iyisini lütfet” buyururken, süt söz konusu olduğunda, sütün önemini vurgulamak için “Allah’ım! Bize bu nimetin bereketini artır!” buyurduklarını görürüz.
Ancak o süt, bugünkü süt değil. Efendimiz aleyhissalatu vesselam, o sütün ne olduğunu şöyle tavsif ediyor: “Zira o, sütünü her bitkiden otlayarak yapar ve onda şifa vardır
Bugünkü sütlere bakacak olursak;
Bir: Bugünkü inekler her bitkiden yemiyorlar. Onlar mısır, soya gibi GDO’lu bitkiler ile fıtratlarına uygun olmayan kemik, et, kan gibi hayvansal atıkları ile antibiyotik yemeye mahkûm edilmiş biçareler…
İki: Bugünkü hayvanlar süt makinesine çevrilmek için genetiğiyle oynanmış canlılar…
Üç: Bugünün hayvanları özgürlüklerini yitirmiş, her türlü haktan mahrum köleleştirilmiş yaratıklar…​
Dört: Bugünün sütü, pastörize ve UHT gibi tehlikeli endüstriyel işlemlerle besin değerleri sıfırlanan kimyasallardır.
OKULLARDA NE DAĞITILMALI?
Okullarda süt dağıtılmasa bile, çocuklara okul kantinlerinden çoğunluğu alerjen ve kanserojen kimyasallardan oluşan UHT edilmiş sözde meyve suları ve sözde sütler zaten satılıyor. Hatta ailelerde bunları çocuklarına içiriyor. Ha devlet üretimine izin verip tüketilmesini sağlamış, ha dağıtmış ne fark eder?
Zaten bilinçli aileler çocuklarına hem ücretsiz dağıtılan, hem de piyasada satılanları zaten içirmezler. Geriye tek sorun; benim vergilerimin sağlıksız ürünlere heba edilmesi, 8 sütçünün cebine aktarılması. Bu sütlerden, süt üreticisi insanların kazanç elde edeceğini düşünen varsa yanılıyor. Kimilerine, Süt Üreticileri Birliği’nin bu projede yer alması garip gelmiş. Onlara, Osman Nuri Koçtürk’ten alıntılanan bölümü bir kez daha okumalarını öneririm.
Ne dağıtmalı meselesine gelince; şayet Başbakanımıza bu konuda bilgi verip ikna edenler samimi olsalardı, kendilerine alternatifler sunarlardı. Sunmadıklarını nereden mi biliyorum? Neredeyse sürecin tüm detaylarına vâkıfımda ondan.
Oysa çocuklarını düşünen devlet, önce bir grup doğru beslenme öğretmeni yetiştirir, ardından beslenme dersi koyardı. Sonra da zengin fakir ayırımı yapmadan sağlıklı bir nesil yetişmesi için; çocuklara her gün tam buğday unu ile sızma zeytinyağı, zeytin, yumurta, süt, yoğurt çörekotu, tarçın, badem, ceviz, fındık vb besinlerle zenginleştirilmiş çörekler yaptırıp, derste hem bunları anlatır, hem de bunları yedirtirdi.
Bu kadarını yapamıyorsa da fındık, ceviz, badem, hurma, kuru üzüm, kuru incir, mevsimine göre portakal, elma, mandalina, incir, muz gibi meyveleri dağıtırdı.
İlaç firmalarına her yıl 20 milyar dolara yakın ilaç, bir o kadarda tıbbı malzeme parası vermektense, çocuklarınıza bu besinler için birkaç milyar dolar ayırmak çok mu zor yoksa?
Bu soruyu, önyargılarla bezenmiş bakanlara iletmenin yararsız olduğunu biliyorum, ama Sayın Başbakanımız ve Sayın Cumhurbaşkanımız ile halkın yararına muhalefet etmeyi bir türlü beceremeyen muhalefetimize belki birileri iletir.
Bizim ailenin çocukları bu sütleri içmiyor. Oyunu bozmak için belki sizler de içmezsiniz!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Başbakan’a teklif: Devlet ilaç bedeli ödemesin fakat…

Farklı veriler olmakla birlikte, Türkiye’nin yıllık gıda harcaması 100 milyar dolara yaklaşıyor. Buna mukabil sağlık harcamaları ise yaklaşık 50 milyar dolar. Yani gıdaya harcadığımız rakamın yarısı kadarda sağlık için harcıyoruz.

Türkiye ekonomisi herkesi memnun etmese ve zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaptığı iddia edilse de, dünyanın artık en büyük 15. ekonomisi.

Sadece matematiksel büyüklük açısından bakılırsa; bu geç kalmış, geç bırakılmış bir başarı.

Toplumun tüketim alışkanlıklarına bakılırsa, kişisel gelirlerde de iyileşme var. Elbette devler ligindeki faizci, tefeci, rantçı, şucu-bucu çevrelerin çığa dönüşen gelirleri karşısında, orta ve alt gelir grubunun durumu, daha çok yol alınması gerektiğinin göstergesi.

Gelirimiz arttıkça seçici olmamız gerekirken, gösteriş ve komplekslerimiz nedeniyle var olan hasletlerimizi de bir bir kaybediyoruz ne yazık ki. Artık büyük çoğunluk helâl-haram, sağlıklı-sağlıksız demeden önüne geleni tüketiyor. Dindarı da böyle, ateisti de, okumuş yazmışı da, sade yurttaşı da…

Sevindirici olan şu ki; arz ekonomisinin saldırısından kendini ve ailesini koruyup, talep ekonomisini canlandırmaya çalışan bir kitle doğdu ve hızla çoğalıyor. Önümüzdeki on yıl bu konuda çok şeye gebe.

Patronlar bir süre sonra ‘ben yaptım oldu, böyle ürettim yerseniz’ diyemeyecek. Yakın gelecekte üste para bile verseler, kimse bugünkü nevzuhur zehirleri tüketmeyecek. Çaresiz değişecek onlarda…

Ama erdem o gün değil, şimdi değişmekte. Yarın bu yaptıklarını affetmeyiz, ama şimdi değişirlerse her şeyi unutup, beyaz bir sayfa açmaya hazırız. Bunun için bu topluma yenilmemesi gereken her şeyi yediren bu insanları ivedilikle ahlaklı olmaya ve vicdana davet ediyoruz.

Gelelim öneri meselesine…

Mevcut iktidar döneminde sağlık hizmetlerine ve dolayısıyla ilaca erişim, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyileşti. Bunu inkâr etmek haksızlık olur ama bunun yarar ve zararlarını tartışmak zorundayız.

İlaca kolay erişmek doğru mudur? Şayet ilaç kullanmak kaçınılmaz ise elbette doğrudur. Ancak bu durumda neye ilaç denir, neye denmez bunu da bilmek gerek. Eczanede satılan her şeye ilaç gözüyle bakarsak yanılırız.

Joanna Moncrieff, “İlaçla tedavi efsanesi” adlı eserinde ifade ettiği gibi, temel etkileri beyini sakatlayan ilaçlara bile ‘tedavi’ adını veriyorlar ve bunlara da ‘ilaç’ diyorlar. Mesela günümüzün sözde ilaçlarında, active ingredient (aktif içerik) dışındaki eklenen inactive ingredient maddelerin ve yan etkilerinin ilaç etiketlerine yazılması zorunlu değildir.

Amerika’da 1999'da 46.523, 2003'da ise 72.080 kişinin reçeli ilaçlar yüzünden öldüğünü, bu rakamın trafik kazaları ve silahlı saldırılarla ölenlerin toplamından fazla olduğunu unutmamalı. 1999-2005 arasında ilaç yan etkilerinin bir önceki 5 yıla oranla 2,6 kat, yine aynı dönemde reçeteli ilaç kaynaklı ölümlerin ise 2,7 kat arttığını da göz ardı etmemek gerek. Peki, en yaygın ölüm nedenlerinden ikinci sırada ilaç kullanımı olduğundan haberdar mıyız?

Bugün Türkiye’de toplum gıda için 2 lira harcıyorsa, sağlık için 1 lira harcıyor.

Sağlığımızı belirleyen en temel etken gıdadır. Gıdaları ilaç niteliği taşımayan bir toplumun hastalanması kader değil.

Eski insanların hastalanmasının sadece iki nedeni vardı. İlki, yeterli gıdaya erişememek, ikincisi ise salgın hastalıklardı.


Geleneksel yaşamModern yaşam Hastalık KadınErkekKadınErkekŞişman21,07,026,319,0Aşırı şişman2,20,739,017,1Obezite8,45,734,026,0Gut 0,07,02,817,3Diyabet4,42,012,514,5Hipertansiyon4,42,039,131,3Kalp hastalıkları1,42,018,914,9

Bugün hem yeterli gıdaya erişiyoruz, hem de salgın hastalıklar yok. Çok yakında çıkacak olan yeni kitabımda ayrıntıları yer alan yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere, 25 yıl öncesine oranla hastalık oranı 20-25 kat artmış. Yani hastalıklar her yıl bir önceki yıla oranla iki katına çıkıyor. Bu durum, yükselişi hızla önlenmesi gereken bir facia!

100 milyar dolarlık gıda harcaması sağlıklı olmamız için yeterli olmadığına göre, üç temel sorunla karşı karşıyayız demektir.

Bu durumda ya gıdalarımız gerçek gıdalar değil ve bu yüzden yeterince beslenemiyoruz, ya yeterli gıdaya erişemiyoruz ya da bize gıda yerine zehir yediriyorlar.

Üç kişiden ikisinin şişman ya da obez olduğu bir toplumda, yeterince gıdaya erişemediğimizi kimse iddia edemez. Zaten böyle bir iddia falanda yok. O halde sorun; gıdalarımızın gerçek gıda değil, yani zehir olmasında…

Evet, daha çok gıda var, ama bunlar gıda değil, gıda görünümlü kimyasallar. Hepsi tarım kimyasalı depolanmış birer plastik. İçinde kalan az biraz besinse, uğradığı endüstriyel işlemde bunu da kaybediyor. Sonra insanlara fiziki açlığını gideren, lakin biyolojik olarak aç bırakan sözde gıdalar kalıyor.

Bugün kanserin en büyük nedeni, sağlığımızı koruduğuna inandığımız gıda ve ilaçlar.

Bu tabii sonucu kimileri ‘kader’ diyip, Allah c.c.’e fatura etmeye kalksa da, aslında bu kişinin kendi eliyle kendi başına sardığı belâ ve derttir. Ezberletildiği gibi, ‘hayır ve şer Allah’tan gelmez!’ Başımıza gelen ne tür ‘şer’ varsa, o ‘bizim yüzümüzden’, ne kadar ‘hayr’ varsa, o da ‘Allah c.c.’dendir.’ Allah kulları için hayırdan başka bir şey murat etmez ve şerri ise asla!

Başı kaşınanın doktora koştuğu, sapa sağlam gittiği hastaneden bir torba ilaçla döndüğü günümüz Türkiye’sinde, sadece ilaç harcamaları 20 milyar dolar sınırına dayandı. 20 Milyar dolar neredeyse bütün bir Afrika’nın karnını doyuracak kadar büyük bir bedel.

O halde ne yapmalı?

Yıllar önce sigara ve alkol içenlerin sağlık hizmeti alırken veya SGK pirimi öderken daha fazla bedel ya da pirim ödemesi önerisini getirdiğimde dudak bükenler olmuştu. Şimdilerde artık çok kişiden benzeri teklifler geliyor.

Bu kez de diyorum ki, devlet herkese aylık bir beslenme bedeli ödesin ve alacağı gıdalara bir standart getirsin. Herkes aldığı bu gıdaların faturasını SGK’ya teslim etsin veya ilaç sistemi gibi bir sistem kurulsun. Gıda harcamalarımızın bedelini devlet ödesin, ama devlet ilaç bedellerini ödemesin.

O zaman gıda tüketimi hem nasıl azalır, hem de nasıl herkes seçici hâle gelir. Aynı zamanda devlet gıdayı kâmil manada nasıl denetler! Bununla da kalmaz, 20 milyar dolarlık ilaç harcamamız 1-2 milyar dolara nasıl geriler…

Dahası sağlığın faturasını kendi ödeyenler, hem sağlığı bozan gıdaları üretenlere dava açmayı öğrenir, hem de bu davalar üreticileri kaçınılmaz olarak ahlaklı hâle getirir.

‘Buna saçma bir öneri’ diyeceklere peşinen diyorum ki: Yanılıyorsunuz! Bal gibi olur! Bu gıda ve sağlık sorunu, Cumhuriyet tarihinin en güçlü başbakanının iktidarında çözülmeyecekse, ne zaman çözülecek? Aksi yönde cevabı olan varsa bekleriz.

Başbakan Erdoğan’a bu anlatılsa belki mümkün olur, hem de bu toplumun sağlığı yerine gelir. Diyabet, hepatit, kalp-damar, kanser vs vs dibe vurur. Bunu başaranda yeryüzünün en çok hayır dua alan kişisi olur.

Sağlık Bakanlığı’nın tüm itirazlarına rağmen kadim tıbbın çözümlerini, ‘Geleneksel Tıp’ismiyle yasallaştıran Başbakan Erdoğan, şimdilerde Hacamat ve Sülük tedavilerinin yönetmeliğini hazırlatıyor. İsterse bunları da yapar. İnşaallah ister!​
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Soykırıma uğratılıyoruz ey halkım!

Soykırıma uğratılıyoruz ey halkım!


http://www.ihvanforum.org/AddComment.aspx?Id=665&ModuleName=yazisi
yorum_ekle.jpg
kategori.jpg


Rus Gen Güvenliği Ulusal Birliği ile Ekolojik ve Gelişimsel Problemler Enstitüsü bilim adamları, fareye benzeyen bir cins kemirgen memeli hayvan olan hamsterler üzerinde deney yaparlar. Sonuçları iki hafta önce açıklanan deneyde, hayvanlardan bir bölümü normal, diğer bölümü ise GDO'lu ürünlerle beslenir.

GDO CANLILARI KISIRLAŞTIRIYOR
Ürkütücü sonucu, araştırmacılardan Dr. Alexei Surov şöyle anlatıyor: "Bir kaç grup hamster seçtik, onları çiftler halinde kafeslerde tuttuk. Birinci gruba alışmış oldukları besinlerinden verdik. İkinci grubu genetiği değiştirilmiş bileşen içermeyen soya ile üçüncü grubu bir miktar GDO'lu bileşenle, dördüncü grubu ise yüksek miktarda GDO'lu bileşenle besledik.
Yavrulardan yeni çiftler seçmeye ve onları aynı şekilde beslemeye devam ettiğimizde, çok ciddi bir etki olduğunu fark ettik. Bu GDO’lu soya ile beslenen grupların büyüme hızı daha yavaştı ve cinsel olgunlaşmaya daha geç eriştiler. Onların yavrularından alarak, 3. nesil çiftler oluşturduğumuzda, genetiği değiştirilmiş besinler tüketen bu grup, yavrulamayı başaramadı. Ve bu çiftlerin, yavrulama yeteneğini kaybetmiş olduğu kanıtlandı."
Görüleceği üzere GDO’lu ürünler tüketen canlıların fıtrî üreme yetilerini yok ederek kısırlaştırıyor.
Benzer bir çalışma daha önce Avusturya’da yapılmıştı. Bu çalışmada genetiği değiştirilmiş mısır yiyen farelerin yavrularının normalden daha düşük ağırlıkta doğmuş olduğu gözlenmişti. GDO ile beslenen farelerden oluşan, 3. ve 4. nesillerin ise tamamen kısır hale geldiği açıklanmıştı.
Rusya’da yapılan çalışma bu araştırmayı da doğrularken, Amerika'daki bazı çiftliklerde, genetiği değiştirilmiş ürünlerle beslenen domuz ve ineklerde kısırlık oluştuğu görüldü.
GDO KANSERE DE YOL AÇTI
Fransız Caen Üniversite’nden Profesör Gilles Eric Seralini’nin önderliğindeki araştırma ekibince yapılan GDO deneyinin sonuçlarının geçtiğimiz hafta, hakemli akademik dergilerden ‘Gıda ve Kimyasal Toksikoloji Dergisi’nde yayınlanması âdeta dünyayı sarstı.
Araştırma, Türkiye’de Biyogüvenlik Kurulu’nun; tavuk, küçükbaş ve büyükbaş hayvan yemlerinde kullanılmasına defalarca izin verdiği, Monsanto’nun ‘NK603’ kodlu GDO’lu mısırları yedirilerek yapılır.
İki yıl büyük bir gizlilikle sürdürülen çalışmaya göre, bu NK603 GDO’lu mısırla beslenen hayvanlardan erkek olanların dört ay, dişi olanların ise 7 ay gibi kısa bir süre sonra meme dokularında tümör gelişimi görülür. Erkeklerde 23 ayda, dişilerde ise 14 ayda karaciğer ve böbrek tahribatı ortaya çıkar.
Çalışmada, Monsanto’nun Roundup isimli böcek öldürücüsünü -içme suyunda izin verilen oranlarda- içeren suyun verildiği farelerin, iki yıllık süre baz alındığında, standart diyetle beslenen erkek farelerin yarıya yakını ve dişi farelerin yüzde 70’inin erken öldüğü de görülür.
FARE DENEYİ NEDEN ÖNEMLİ?
Tüm dünyada farmakolojik, tarım ve ev ürünleriyle ilgili onayların, ilgili kuruluşlarca verilmesinden önce, fareler üzerinde test edilmesi gerekiyor. Fare deneylerinde meydana gelen tüm riskler, benzer bir şekilde insanlarda da ortaya çıkabilmekte. GDO’lu mısır yiyen hayvanların kanser olması ve organ yetmezliği yaşaması, GDO’lu soya tüketenlerin ise kısırlaşması elbette tüm dünyayı tedirgin etmek zorunda. Zira aynı riskler, başta insanlar olmak üzere diğer canlılar içinde geçerli.
FRANSA’DAN AB’YE GDO’LARI TÜMÜYLE YASAKLA ÇAĞRISI
AB’den, GDO sorununu çözmesini isteyen Fransız Tarım Bakanı; "Çalışmanın sonuçları doğrulanırsa, GDO'lu ürünleri yasaklayabiliriz" dedi.
Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Otoritesi (European Food Safety Authority) EFSA ise bu çağrı üzerine çalışmayı inceleme kararı aldı. Ancak EFSA’nın, GDO taraftarı olarak tanınması, olumlu bir karar çıkmasını zorlaştırıyor.
EFSA’nın konuyla ilgili bilim kurullarının GDO’cu tohum şirketleriyle ilişkilerinin afişe edilmiş olması ve tüm kararlarında GDO’yu olumlaması, AB’den hayırlı bir haber gelmesini şimdilik engelliyor.
TÜRKİYE’DE DURUM NE?
Gelişme üzerine Biyogüvenlik Kurulu ivedi olarak toplandı ve araştırmayı değerlendirme kararı aldı. Bunun içinde farklı sahalardan akademik bir kurul oluşturdu. Ancak Türkiye’de Biyogüvenlik Kurulu’nun kararları; Gıda, tarım ve Hayvancılık Bakanlığı açısından bağlayıcı değil, tavsiye niteliğinde. Hiçbir bütçesi olmayan ve tüm hizmetlerini Tarım Bakanlığı’nın yürüttüğü Kurul’un, derinlikli bir çalışma yapması hem beklenmiyor, hem de şimdilik imkânsız gözüküyor.
Kendi’ne bağlı Kurul’un kararları tavsiye niteliği taşırken, EFSA’nın kararlarını vahiy gibi koşulsuz kabul etmekte Tarım Bakanlığı.
Bilinmesi gereken önemli ayrıntı ise kansere yol açtığı ortaya çıkan Monsanto’nun NK603’sı ve Roundup’nun, Türkiye’de kullanımı serbest ve halende yemlerde yaygın bir şekilde kullanılıyor.
Kansere yol açan ve kısırlaştıran bu GDO’lu ürünlerle beslenen hayvanların etleri, sütleri ve yumurtaları iç piyasada tüketiliyor. Ayrıca bu hayvanların gübreleri de tarlalara atılarak, belanın ülke sathında her yere taşınması sağlanıyor.
Diğer bir sorunsa, GDO’ların iç piyasada tüketilen gıdalarda sorumsuzca kullanılmaya devam edilmesi.
Deşifre ile Türkiye Laboratuarlar Birliği TürkLab’ın ortak çalışmasında, ünlü ve büyük markaların piyasadaki ürünlerinden 30 çeşit numune alınıp incelenir. Bu ürünlerden 8’inde GDO’ya rastlanır. Sonuçlar ise dün AHaber’de yayınlanan ve benimde konuk olarak katıldığım Deşifre programında açıklandı.
Gümrüğe gelen işlenmiş ürünlerin ezici çoğunluğunun da GDO’lu olduğu ortaya çıktı.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın piyasa denetimlerinde, ürünlerinde izinsiz GDO barındıran 22 firmayı savcılığa şikâyet ettiği öğrenildi. 2012 başında bu tür eylemleri teşhir edeceğini bildirmesine karşın, Bakanlığın firmaların isimlerini gizlediği de dün ortaya çıktı.
ARAŞTIRMA ABD’Yİ DE KARIŞTIRDI
Fransız bilim adamlarının bu araştırması tüm dünyayı sarstığı gibi, ABD’yi de ayağa kaldırdı. Bu kez Monsanto’nun başı gerçekten dertte.
Aslında her şey naturalsociety.com’da yer alan haberle başladı. Haber, felaketin baş sorumlusu Amerika’yı da karıştırdı.
Türkiye’de toplumsal hiçbir tepki söz konusu olmazken, Avrupa genelinde protestolar yapıldı. Özellikle Belçika’da çiftçiler, Monsanto aleyhinde eskilerin tabiriyle nümayişler yaptı.
Önceki gün Kaliforniya Eyalet Meclisi’ne, firmaların ürünlerinin etiketine görünecek bir şekilde, ‘GDO’lu’ olduğunu yazmayı zorunlu kılan bir yasa teklifi verildi. GDO’lu ürünlerin etiketlenmediği ABD’de, bu teklif yasalaşırsa şeytanın bacağı ilk kez kırılmış olacak.
‘Ürünümüzde GDO’lu içerik var’ etiketi, Türkiye’de de yapılmıyor. Ancak birkaç marka, bazı ürünlerinde GDO’lu soya kullanmadığını yazıyor. Diğer üreticiler ürünlerine güvenmedikleri için olsa gerek, “ürünümüzde GDO yoktur” diye yazma cesaretini gösteremiyor.
GDO’CULARI HUZURSUZ EDEN TASARI
Bu yasanın eyalet meclisinden geçebileceğini yazan Los Angeles Times’ın haberine göre, İnternet üzerinden yapılan bir araştırmada, halkın ezici çoğunluğu yasa teklifini destekliyor.
Ayrıca ABD’de bu tasarının yasalaşması için “Yes on 37” adlı bir kampanya başlatıldı. “37. Madde etiketleme hareketi” olarak adlandırılan bu kampanyanın başkanlığını Gary Ruskin yürütüyor. Ruskin, “Monsanto DuPont, Coca-Cola bu kanun tasarısına karşı çıkıyor. Ama bu yasa çıkacak” diyor.
Monsanto başta olmak üzere GDO’cular tedirgin eden şey; Kaliforniya Eyalet Meclisi’nin tasarıyı yasalaştırması durumunda, uygulamanın diğer eyaletlere sıçraması. Halkın yanı sıra, Kaliforniya Eyalet Meclisi üyelerinin yüzde 61’i de bu kararın geçmesini istiyor. Gelişmeler, GDO’cuların birazda olsa uykularını kaçırmış olabilir. Kısacası, ürünün ‘GDO’ludur’ şeklinde etiketlenmesi bile, bazı çevrelerin huzursuz olmalarına yetiyor.
TÜRKİYE’DEKİ GDO’CULARDA HUZURSUZ
Gelişmeleri değerlendiren Türkiye’deki GDO yandaşları, benzer bir yasağın Türkiye’de de uygulanması ihtimaline karşı tedirginler. Huzursuzluklarını, Fransa’daki çalışmayı eleştirerek gösteriyorlar. GDO konusunda hiçbir bilimsel çalışma yapmayan bu çevrelerin, Fransa örneğini eleştirirken, Rusya’nın çalışmasını ise ağızlarına almamaları da manidar.
Tartışmanın büyümesi, ülkemizde son 20 yılda yüzde 5’lerden yüzde 35’lere çıkan kısırlık oranının gözler önüne serilmesine ve tartışılmasına sebep olabilir.
SORUN NASIL ÇÖZÜLÜR?
Türkiye’de GDO’nun iddia edildiği gibi yasak olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Yemlerde serbest olduğunu artık herkes biliyor. Gıda katkı maddelerinde da hiçbir yasaklama olmadığı gibi, yılbaşında yürürlüğe girecek olan yeni ‘Etiket Yönetmeliği’ GDO’lu katkı maddelerinin kullanımın koşullu olarak izin veriyor.
Kaldı ki gıdalar da kullanımı yasak değil, Biyogüvenlik Kurulu’nun iznine bağlı. Söz edilebilecek tek yasak, bebek mamalarında. Onlarda da, GDO’lu içerik olmadığına dair elde somut hiçbir veri yok. Öte taraftan son araştırma, piyasadaki ekmeklik unlarda bile GDO olduğunu ortaya çıkardı. Yani özetle, soframıza gelen ve bebeklerle beraber yediğimiz ekmeklerde de GDO var!
Mevcut Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı’nın bu sorunu çözmek gibi bir düşüncesi ve iradesi olduğunu söyleyemeyiz. Dahası Mehdi Eker, GDO’nun kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor. Çözüm için geriye sadece iki seçenek kalıyor. İlki, Başbakan Erdoğan’ın derhal soruna müdahale edip, çözmesi. İkinci seçenek ise, halkın Belçika ve ABD’de olduğu gibi harekete geçmesi. Başka bir çözüm şimdilik görünmüyor!
Bir an evvel aklın ve vicdanın harekete geçmesi lazım. “O cahiliye döneminde bizde akıl vardı ama hidayet yoktu” diyor, Hz Ömer. Şayet bizde cahiliye dönemimizi yaşamıyorsak, aklımızı kullanmalı, emanet aldığımız dünyayı, insanlığın ve gelecek nesillerin sağlığını koruyucu önlemler almak zorundayız. Bu amaç için var olan Gıda Hareketi, hep yaptığı gibi her türlü çalışmayı yapmaya hazır. Ama halkın destek vermesi şart!
Halkın hakikati görüp, beklenen desteği verip vermeyeceğini zaman gösterecek. Büyük şair merhum Mehmet Akif içler acısı halimizi şu dizelerle özetliyor:
Bırakın matemi yahu! Bırakın feryadı!
Ağlamak faide verseydi, babam kalkardı! (mezardan)
Gözyaşından ne çıkarmış, niye ter dökmediniz?
Bari müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz!




Kemal Özer
 
Üst