Keloğlan Masalları

Katılım
21 Ara 2010
Mesajlar
102
Tepkime puanı
21
Puanları
18
Konum
Bursa
KELOĞLANIN FÜZESİ
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde Keloğlan yaşarmış. Uzaya meraklıymış. Bir gün bir füze bulmuş. Füzeyle Jüpiter'e gitmiş. Uzayda tur atmış. Sonra dünyaya dönmüş. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLAN VE KORSANLAR
Bir Keloğlan varmış. Kayıkla denize açılmış. Korsanlar, kayığı almışlar. Keloğlan'ı denize atmışlar. Keloğlan yüzerek kıyıya çıkmış. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLANIN SARAYLARI
Evvel zaman içinde bir Keloğlan yaşarmış. Rüyasında hazine üstünde yattığını görmüş. Evin altını kazıp, hazineyi bulmuş. 365 tane saray yaptırmış. Padişahın kızıyla evlenmiş. Masalımız da burada bitmiş.

------------------------------------------------

AVCI KELOĞLAN
Bir varmış, pir varmış, pir nereye varmış? Pir nereye varmışsa pire de oraya varmış. Daha sonra pir pireyi toprağa dikmiş. Pire toprakla birleşmiş. Pir kaçmış, pireyle toprak kovalamış. Toprak yaprağa dönüşünce pire yalnız kalmış. Bu sefer pireyle yaprak kaçmış, pir kovalamış. Tekerleme böyle uzar gider, bir değil bin sayfa yazsam da sonu gelmez. Biz yolu uzatmayalım, kestirmeden dönelim, şu yazdığım Keloğlan masalını övdükçe övelim.

Kadim zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Hey benim boyuna posuna kurban olduğum, güler yüzlü, temiz sözlü, can bülbülüm, huma kuşum. Sen olmasan ben derdimi, kederimi kimle, nasıl paylaşırım? Sen hep var ol, korkma, ben adını sonsuza dek yaşatırım. Benim adım da varsın Keloğlan adıyla kaynaşıversin, kim bunu fark eder ki?

Keloğlan anasının zorlamasıyla eline ok ve yay alıp ava çıkmış. Keklik, tavşan, ceylan ne bulursa vurup getirecek ve evde anasıyla birlikte pişirip yiyecekmiş. Ok yaya takılmış, yay gerilmiş, Keloğlan'ın sağ kaşı kalkmış, nişanını almış ama av nerede? Av yokmuş. Ağaç tepelerindeki maymunlar, Keloğlan ormana girdiği andan itibaren seranat vermeye başlamış. Ormanda Keloğlan'ın avlanmaya geldiğini duymayan kalmamış. Orman sakinleri inlerine, kovuklarına saklanmış. Keloğlan okla yayı bıraksa onlar saklandıkları yerden çıkar mıymış? Tabi ki çıkarmış. Keloğlan okla yayı bırakınca keklik, tavşan, ceylan ortaya çıkmış ve Keloğlan hoş geldin deyip yanına gitmiş. Keloğlan bu duruma çok şaşırmış, aklını dağlardan, tepelerden aşırmış. Nereden aklıma esti de okla yayı bıraktım diyerek söylenmiş. Bu ekşi duruma dayanamayıp tatlı olmak isteyen kalem dillenmiş: " Ya bırak çaktırma Keloğlan, ne güzel yazıyordum. Sen bir fırtınasın esip geçersin, fırtınanın esmekten korktuğunu ilk kez görüyorum. "

" Hadi oradan kalem çaktırdım, bu olaya fal baktırdım. Girit'e gitmek için, sal yaptırdım.

Bu masalı yazmakta olan Serdar Yıldırım devreye girmiş. Anında sigorta atmış, ortalık aydınlanmış. Serdar Yıldırım dost elini Keloğlan'a uzatmış. Keloğlan dost eli sıkmakla kalmamış, Serdar'a sarılmış: " Kusura bakma Serdar, elime ok ve yay alıp ava çıktım. Çıktım da ava çıktığıma iki bin pişman oldum. Ya medet, beni bu çıkmazdan kurtarırsan sana bir gül demet. Ava çıktım, avcı olamadım ama avlarla arkadaş oldum. Bir koluma geyik diğer koluma ceylan girmiş, tepemde keklik, nereden geldi bilmem, bende kalıcı oldu bu ürkeklik. "

Serdar: " Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, dağlar başı, duman Keloğlan. Senin ürkeklik sandığın aslında cesaret, sen can alıcı olmayı bilerek terk et. Avcı can alırsa değildir cesur, onda vardır mutlaka bir kusur. Tavşan, ceylan, keklik senden korkmuyor, onlar iyiyi, kötüyü birbirinden ayırıyor. Sen avcı onlar av ama korkmuyorsa av avcıdan, bu senin büyüklüğündendir, erdemindendir. "

Keloğlan: " İyi, güzel diyorsun da anam elime ok ve yay verdi, git bir av vur, getir, pişirip yiyelim, dedi. Şimdi eli boş dönersem, anam beni eve koymaz. "

Bunun üzerine Serdar: " Sıkma canını Keloğlan. Annenle ben konuşurum. Bu iş için, sana kızmaz. "

İkisi birlikte eve gitmişler. Serdar'ın sözleri üzerine anası Keloğlan'ı affetmiş. Onları tarhana çorbası içmek için, eve davet etmiş. Çorbalar içildikten sonra sohbet etmişler. Sonra yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Serdar bana müsaade deyip aralarından ayrılmış. Masalımız da burada bitmiş.

SON

-----------------------------------------------------------------

YUMURTACI KELOĞLAN
Bir varmış, iki yokmuş. Eski zamanlarda bir Keloğlan varmış. Tembellikte, sakarlıkta üstüne yokmuş. Evlerinin bahçesindeki kümesin karşısında bütün gün yan gelir yatar, tavukları seyredermiş. Sadece seyretse iyi, tavuklara taş atar, onları korkutur, bağırmalarını, kaçışlarını görünce keyiflenir, gülermiş. Bazen hızını alamaz, kümese girer, tavukları kovalarmış. Bu arada sakarlığını gösterir, yumurtaları kırarmış. Gürültüyü duyan anası elinde sopasıyla koşup gelir, Keloğlan'ı kovalarmış.

Günlerden bir gün sabah vakti anası bir sepet yumurtayı Keloğlan'ın koluna takmış ve şöyle demiş: " Bak oğlum, bu sepette yirmi yumurta var. Götür bunları kasabada sat. Tanesini on kuruştan verirsin. Kazandığın parayla nohut, mercimek al. Vur sırtına getir. Haydi bakalım, pazar ola. "

Bunun üzerine Keloğlan anasına, olur ana, yumurtaları satar, nohut, mercimekle geri dönerim, demiş ve kasabaya doğru yola koyulmuş. Keloğlan öğle vakti kasabaya varmış. Pazar yerine gitmiş. Sepeti yere koymuş, duvar dibine çömelmiş ve müşteri beklemeye başlamış. Zaman geçtikçe Keloğlan'ın içi bayılmaya başlamış. Parası olsa şu ilerideki pideciden pide alır, yer, üstüne bir tas ayran içermiş ama satış yok, para yok. Çaresiz sepetten iki yumurta alarak üstünden biraz kırıp içmiş de açlığını yatıştırmış.

Aradan saatler geçmiş, akşam olmuş ama Keloğlan bir tane yumurta satamamış. Pazar yerinde kimse kalmayınca yumurtaları alarak köyüne doğru yolu koyulmuş. Karanlıkta ormanda giderken, düşüp yumurtaları kırmış. Keloğlan'ın eli boş döndüğünü gören anası demediğini bırakmamış. Keloğlan'ın üstüne yürümüş. Keloğlan kaçmış, anası kovalamış.

Keloğlan o geceyi ormanda geçirmiş. Ertesi gün evin kapısını çalmış, kapıyı anası açmış: " Ana, sana hoş çakal demeye geldim. Ben padişahın kızıyla evlenmeye gidiyorum. "

Anası gözlerini sekiz açmış: " A oğlum, sende hiç akıl yok mudur? Tembelsin, sakarsın, bir sepet yumurtayı satamadan kırar gelirsin. Padişah, kızını sana verir mi? Hem o kız seninle evlenir mi? Çevresinde ne vezirler, paşalar, beyler vardır, sana dönüp bakar mı? Haydi, içeri gir de yemeğini ye, yat, uyu. "

" Bilmez misin ana, ben olmazı oldurur, dönmezi döndürürüm. O senin yumurta falan dediğin küçük işler. Ben büyük işlerin adamıyım. "

" İyi git o zaman, ne halin varsa gör. Sen önce küçük işleri hallet de sonra büyük işlere bakarsın. "

Keloğlan anasının hazırladığı yiyecek torbasını aldıktan sonra başkente doğru yola çıkmış. Keloğlan günler sonra başkente varmış. Şehrin sokaklarında gezmiş, dolaşmış. Pazar yerine gitmiş. Saraya bahçıvan arandığını öğrenmiş.

Tecrübe demişler, tecrübe bende demiş.
Ustalık demişler, ustayım ben demiş.
Hırs, azim, irade demişler,
Hepsi bende mevcuttur demiş ve işe girmiş.

Bir gün, iki gün derken, üçüncü gün saray balkonundan bahçedeki Keloğlan'ı gören padişahın kızı Ayşe Sultan merdivenlerden hızlı adımlarla inerek Keloğlan'ın yanına gelmiş: " Affedersiniz, siz Keloğlan değil misiniz? " diye sormuş. Keloğlan elindeki çapayı atmış. Ellerini beline dayamış: " Tabi canım, ben Keloğlanım. Siz de Ayşe Sultan olmalısınız. Beni tanımasaydınız şaşardım. "

Ayşe Sultan Keloğlan'ın yanına gelmiş:
" Keloğlanım, güzel adamım.
Adını yıllardır duyarım.
Hep seni tanımak isterdim.
Bir yuva kurmak en büyük dileğim. "

Bunun üzerine Keloğlan şöyle demiş:
" Ayşe Sultanım, güzel hanımım.
Hep sizi merak ederdim.
Görür görmez aşık oldum.
Evlenip mutlu olmaktır dileğim. "

Daha sonra Ayşe Sultan Keloğlan 'ın elinden tuttuğu gibi padişahın huzuruna çıkarmış.
Ayşe Sultan: " Baba, Keloğlan geldi. " demiş. Padişah sağa bakınmış, sola bakınmış, ak sakalını kaşımış ve kızına dönüp, Keloğlan bu mu? diye sormuş.

Bunun üzerine Ayşe Sultan: " Evet baba, Keloğlan bu. Benimle evlenmek istedi, ben de kabul ettim. " demiş.

Padişah: " Durun bakalım, kendi kendinize gelin güvey olmayın. Keloğlan'ın nice zorlukların üstesinden geldiğini çok duydum. Onun maceralarını duymayan, işitmeyen yoktur. Ey Keloğlan, duymadıysan duy, işitmediysen işit. Yıllardır bir hastalığın pençesinde kıvranmaktayım. Uludağ'ın güneyindeki sarp ve yalçın kayalıklarda yaşamakta olan altın kartalın yumurtası beni iyileştirirmiş. Yumurtayı çiğ olarak içmeliymişim. "

Keloğlan: " Merak etmeyin padişahım. İki günde gider, dört günde dönerim. Altın kartal yumurtayı vermezse, tüylerini yolar alırım."

Padişah:"Kulağına küpe olsun, altın kartal kanatlarını açtığında on metre oluyormuş. "

Keloğlan: " Ne, on metre mi? O kadar büyük mü? "

Padişah: " Evet, büyük Keloğlan hem de çok büyük. "

Keloğlan'ın bir adım gerilediğini gören Ayşe Sultan Keloğlan'ın yanına gelmiş: " Ne o Keloğlan, yoksa korktun mu? " diye sormuş.

Keloğlan: " Ne korkması? Korku da neymiş? Sultanım, sen benim bugünkü düşkünlüğüme bakma. Yiğidin harman olduğu yerden geldim ben buraya. Korku bir zamanlar benden korkardı. Sonradan korkuyu çöp sepetine attım. Açıl altın kartal, Keloğlan seni kucaklamaya geliyor. "

Ertesi gün padişahla ve Ayşe Sultan'la vedalaşan Keloğlan yola çıkmış. İki günde Uludağ'ın zirvesine ulaşıp, güneydeki altın kartalın yuvasını bulmuş. İşte kocaman yumurta yuvada duruyormuş. Keloğlan yumurtanın yanına gelmiş: " Enayi altın kartal, yumurtasını korusa ya? Yumurta burada, altın kartal nerede? " diye söylenmiş. Söylenmiş söylenmesine de anında sert bir ses Keloğlan'ın kulaklarında yankılanmış: " Enayi altın kartal burada. Yumurtasını koruyor. "

Keloğlan hızla geriye dönmüş. Burnunun dibinde koca bir kafa varmış. Bu, altın kartalın kafasıymış. Gözleri çakmak çakmakmış. Ama Keloğlan nereye kaçacakmış? Önünde altın kartal, arkasında uçurum varmış. Keloğlan üstten alsa olmaz, altın kartalla vuruşamaz. O zaman alttan almaya karar vermiş: " Sayın altın kartal, sizi saygıyla selamlarım. Bendeniz Keloğlan, kel kafalı bir oğlan. İsmim isminizin yanında sönük kalır. Güneşin yanında mum ışığının değeri olmaz. Kartallar dünyasında altın kartaldan değerlisi bulunmaz. Büyük, görkemli altın kartal. Dünyadaki kartalları toplasan bir altın kartal etmez. Yüz yıl, bin yıl, yüz bin yıl geçse bir altın kartal daha dünyaya gelmez. "

" Sen neler diyorsun Keloğlan? Beni çok övüyorsun Keloğlan. Bu kadar büyük olduğumun farkında değildim. Sana yüz bin üstünden milyon verdim. " demiş altın kartal, kanatlarını çırpmış ve kendini uçurumdan aşağı bırakmış. Önce düşmüş, sonra yükselmiş. Çeşitli akrobasi hareketleri yapmış, taklalar atmış. İnanılmaz bir uçma yeteneğine sahip olduğunu ispatlamış.

Altın kartal daha sonra Keloğlan'ın yanına yumuşak iniş yapmış. Keloğlan altın kartalı çılgınca alkışlamış. Bunun üzerine altın kartalın göğsü gururla kabarmış.

Keloğlan: " Altın kartal artık bana müsaade, demiş, izin ver gideyim. "

Altın kartal: " İzin senin Keloğlan. Git ve beni anlat, gördüklerini anlat. İnsanlar beni tanısın, altın kartal kimdir, bunu bilsin. Yıllardır insanlara görünmemeye çalıştım. Yabancı gözlerden uzak kalmayı diledim. Artık değiştim, bambaşka oldum. Buralarda sessizce yaşayıp yok olmak istemiyorum. Git ve beni dünyaya tanıt. "

Keloğlan: " Seni herkese anlatırım, dünyaya tanıtırım ama şu yumurtayı bana vermelisin. Bir padişah var, senin yumurtanı çiğ olarak içerse sağlığına kavuşacak ve kızını bana verecek, evleneceğim. İnsanlar, bravo altın kartal diyecek, senin adını yüzyıllarca saygıyla anacak. "

Altın kartal: " Yumurta senindir Keloğlan, al yumurtayı ve padişah sağlığına kavuşsun. " demiş. Keloğlan yumurtayı almış ve oradan ayrılmış. Padişah altın kartalın yumurtasını içmiş. Kısa zamanda iyileşmiş ve kızını Keloğlan'a vermiş.

Düğün günü sarayın bahçesinde davetliler eğlenirken, gökyüzünde altın kartal belirmiş. Kanatlarıyla Keloğlan'ı, Ayşe Sultan'ı, padişahı ve davetlileri selamlayan altın kartal gökyüzünde inanılmaz motifler sergilemiş, davetliler kendisini çılgınca alkışlamış. Keloğlan ile Ayşe Sultan evlenmişler, mutlu olmuşlar. Kızı evlendi diye padişah mutlu olmuş. Meşhur oldum diye altın kartal mutlu olmuş. Serdar Yıldırım bu masalı yazdı diye mutlu olmuş. Sen sayın okuyucu bu masalı okudum diye mutlu ol, istersen. Belki de asıl mutlu olması gereken sensin. Okuyucu olmasa yazar ne yazmış kıymeti olmaz. Yazıyı burada kesmesem bu masal bitmez. Keloğlan ermiş muradına bu masal da burada bitmiş.

SON
 
Katılım
21 Ara 2010
Mesajlar
102
Tepkime puanı
21
Puanları
18
Konum
Bursa
BEBEK KELOĞLAN
Ye bakla at takla.
Ye limon denizde somon.
Ye kavun derdinle avun.
Ye soğan gece yarısı Keloğlan'dır doğan.
* * * *
Ebe oğlan oldu der, sofada dokuz doğuran babaya.
Baba koşar evinde on sekiz doğuran dedeye.
Baba, oğlum oldu, baba oldum, der.
Dede ayağa kalkar, gözün aydın, der.
Sen baba oldun, ben dede, der.
Sen baba, ben dede, diyerek oynamaya başlar.
Bunun üzerine baba, sen dede, ben baba, diyerek oynar.
Oynarlar da oynarlar.
* * * *
Sonradan baba geri gelir babası yanında.
Babanın babası Keloğlan'ın dedesi,
Tatlıya bağlandı torun hevesi.
Bebek Keloğlan ağlar da ağlar.
Ana, baba, dede kucağına alır, sorun yok.
Keloğlan ağlıyor ama gözlerinde yaş yok.
Onun amacı dünyaya geldiğini ilan etmektir.
Daha doğar doğmaz hoş geldim demektir.
Hoş geldin Keloğlan, yeni doğmuş bebek oğlan.
Şimdi ağla büyüdüğünde ağlama, ağlatma.
Sakın ola zalim olma
Kılıcın değil, aklın keskin olsun.
Geldiğini görenler korkmasın, gülümsesin
Anlattıklarından ders çıkarıp hayatı özümsesin.

SON

----------------------------------------------------------
KELOĞLAN DENİZLER PADİŞAHINA KARŞI
Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan'ın saçı yokmuş ama aklı çokmuş. Herkesle fikir yarıştırmayı sever bunu bir oyun haline getirirmiş. Kendi köyü Alaca komşu köyler Bulaca Kulaca ve Suluca'da yapılan düğünlere davet edilir ve akıl-fikir yarışmalarında ilk sırayı kimselere bırakmazmış. Mümkün mü Keloğlan'la akıl-fikir yarıştırmak? Keloğlan sorusunu sordu muydu yarışmacılar dilsiz kesilirmiş.

Bulutlar yere inse yer göğe çıksa insanlar hangi katta bulunurlar?
Yanan bir ateşin dumanı görünmese bunu kim anlar?
Eller ayaklarla yer değiştirse yürümek nasıl olurdu?

Asıl adı İbrahim olan Keloğlan zekasının çokluğuyla her zaman öğünen denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıkmış. Keloğlan yolda iki adama rastlamış. Adamlar hararetli bir şekilde tartışmaktaymış. Keloğlan bir süre adamların tartışmasını izledikten sonra araya girmiş: “ Durun ağalar etmeyin eylemeyin. Şu koca dünyada bu dağ başında neyi paylaşamazsınız? “

Keloğlan’ın araya girmesiyle adamlar sakinleşmiş. Adamlardan biri Keloğlan’a sormuş: “ Arkadaş nerelisin adın ne? “
Keloğlan: “ Şu dağın ardında kalan Alaca köyündenim. Herkes bana Keloğlan der. Söyleyin bakalım ağalar nereden gelir nereye gidersiniz? Adınız nedir bir öğrenelim. “
Adamlardan biri: “ Keloğlan adını duymuşluğum vardı. Benim adım Hacivat kardeşliğimin adı Karagöz’dür. “
“ Vay Hacivat ve Karagöz!.. Ben de sizin adınızı duymuştum. Nükteli konuşmalarınızla etrafınızdakileri güldürürmüşsünüz “ diyen Keloğlan iki ayrılmaz dostla kucaklaşmış. Daha sonra Karagöz sormuş: “ Keloğlan sen köyünden çok uzaktasın. Nereye böyle? “

Bunun üzerine Keloğlan olanı-biteni anlatmış ve sonunda denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıktığını söylemiş. Keloğlan sözlerini tamamladıktan sonra Hacivat karşısına dikilmiş: “ Be Keloğlan sende hiç akıl yok mudur? Denizler padişahını ben de bilirim. Akıl-fikir yarışında beni yeneni altına boğarım der ama kimseye beni yendin al bir çuval altını demedi kimseyi altına boğmadı. O’nun boğdurması başka türlü. Cellâtlarının eline düşenin vay haline. “
Karagöz’ün de kızgınlıkta Hacivat’tan aşağı kalır yanı yokmuş: “ Bre kellerin padişahı.. Biz Hacivat’la ikimiz senin emrindeyiz. Yeter ki o kötü fikrinden vazgeç. Bak yirminde varsın yoksun. Hayatının baharındasın. Gel gitme. “

Karagöz ile Hacivat uzun süre dil dökmüşler fakat Keloğlan’ı vazgeçirmek ne mümkün? Rüzgâr diyormuş da fırtına demiyormuş. Hayalin gerçeğe masalın efsaneye karıştığı bir anlık zaman diliminde aniden Hacivat’ın yüz hatları gerilmiş kaşları çatılmış ve konuşmaya başlamış: “ Bak Keloğlan hiç kimse kazanma ihtimalinin sıfır olduğu bir şans oyununa parasını bir ölüm oyununa hayatını koymaz. Karagöz’le beni az buçuk tanıdın. Yalan nedir bilmeyiz doğruluktan şaşmayız sırrını sırrımız bilir kimselere açmayız. Hayatını ortaya koyduğuna göre bu Denizler Padişahı senin tanıdık veya akrabana mı bir zarar verdi? “

Hacivat’ın kararlı konuşması üzerine çocukluğundan beri beynini kemiren sırrı Keloğlan gözyaşları içinde anlatmaya başlamış: “ Anam anlattıydı. Babamın adı Mehmet’miş. Köylüymüş ama çok zekiymiş. Ben küçük bir çocukken babamın çok zeki olduğunu duyan denizler padişahı babamı sarayına akıl–fikir yarıştırmak için davet etmiş. Gidiş o gidiş. Babamın kendinden daha akıllı olduğunu gören zalim babamı boğdurtmuş. Ben şimdi gidip de o zalimden babamın intikamını almaz mıyım? Bir de şöyle bir durum var. Dikkat ettim halk arasındaki konuşmalarda padişah kral imparator şah sultan diyorlar o kadar zalimler var ki aralarında. Zindanlar haksız yere işkence gören karanlık ve nemli taş odalarda ömür törpüleyen insanlarla dolu. Olur mu böyle şey? Padişahın biri ordusunu toplayıp kendi halinde yaşayan iyi insanlarla dolu bir ülkeye saldırıyor yüzlerce binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Sonra ne oluyor? Ülkesine yeni topraklar kattı topraklarını genişletti fethetti aldı. Böyleleri büyük padişah büyük kral namıyla anılıyor. Kızıl saçlı kızıl sakallı bir korsan olan denizler padişahı da gelecekte büyük padişah olarak anılacaksa yazıklar olsun. “

Bunun üzerine Hacivat: “ Dediğin doğru Keloğlan. Benim de dikkatimi çeker bu durum. Şu el yazması kitaplar. Yüzyıllar öncesinden kalanlar var. Tarih kitaplarında hep savaşlar var. Tarih savaş demek olmamalı. Tarih kitaplarından savaşı çıkarın geriye Karagöz ile Hacivat kalır. Öyle değil mi Karagöz’üm? “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun Hacivat? Bir savaşı sevmeyiz. İnsanlar neden bizi tarih kitaplarına yazsınlar. “
Onların aralarındaki bu konuşma su gibi akıp gitmiş. Daha neler konuşmuşlar neler. Özellikle babasından bahsederken Keloğlan’ın yıllardır için için yanan bir volkanken aniden patlaması yüzyıllardır süregelen bir yanlışı doğruluyor nitelikte miymiş? Düşüncede bütünlük sağlamak aralarında fikir birlikteliği kurmalarına neden olacak Keloğlan’ın yanına Karagöz ile Hacivat’ı katacak yakındaki bir çiftlik sahibi onlara üç at satacak fazla eğlenmeden yola çıkılacak aradan günler haftalar geçecek denizler padişahının ülkesine giriş yapılacak deniz kenarında sarp kayalıklar üstündeki zalimin sarayına varılacak ve hoş geldin beş gittin huzura çıkılacakmış.

Artık Keloğlan denizler padişahının huzurunda Karagöz ile Hacivat salonun bir köşesinde seyirciler arasındaymış. Biraz sonra denizler padişahının davudi sesi salonda yankılanmaya başlamış: “ Benimle akıl–fikir yarıştırmak için gelen sen misin? Adın Keloğlan’mış. Saçı yok olanın aklı da yok derlerdi de inanmazdım. Aklın olsa şu kadarcık halinle benim gibi heybetli bir padişahın karşısına çıkar mıydın? “
Bu soruya Keloğlan şu cevabı vermiş: “ Padişahım saçım yoktur ama aklım çoktur. Şu kadarcık değil de bu kadarcık olsaydım bu salona sığmaz dışarı taşardım. “
Denizler padişahı Keloğlan’dan böyle bir cevap beklemediği için sağına soluna bakınmış. Salondaki bütün başlar öne eğilmiş. Keloğlan ise dimdik karşısında duruyormuş. Başı dik alnı açıkmış. Cesurmuş. Sorulacak her soruya karşılık verebilecek gibi görünüyormuş. Denizler padişahı kaşlarını çatıp Keloğlan’a doğru sert bir bakış fırlatmış. Keloğlan oralı olmamış. Bunun üzerine denizler padişahı ayağa fırlarken bağırmış: “ Rezil adam, hemen diz çök karşımda. “
“ Padişahım olur mu? Bu bir yarışma. Benim işime karışma. Şartlar eşit olacak ki tadı çıksın; Keloğlan’ın kel başında saç çıksın. Hem sen şimdi padişahlığı boş ver bir soru sorayım da bana akıl ver. Bu elimde yok bu elimde de yok. Ellerimde yok olan şeyin adı nedir? “
“ Bre densiz bu ne biçim sorudur? Cellâtlar alın bunu başımdan koparın gövdesini başından. “

İki cellât gelmiş ve Keloğlan’ı kaptıkları gibi sarayın yer altı katlarında bulunan zindana götürmüşler. Gece yarısı Karagöz ile Hacivat zindana inmiş ve Hacivat uzaktan akrabası zindancıbaşıyla görüşmüş. Keloğlan'ı salıvermesini bu durumun kimse tarafından bilinmeyeceğini söylemiş. Hacivat'ın ricası ve verdiği on altın üzerine zindancıbaşı Keloğlan ile Karagöz ve Hacivat'ı gizli bir geçitten saray dışına çıkarmış.

Zindancıbaşı: " Bak Keloğlan yirmi yıldır bu zindandayım. Padişahıma isyan eden karşı çıkan düşman olan boyun eğmeyen yüzlerce insanın hayatına son verdim. Şimdiye kadar bir kişi bile bu zindandan sağ kurtulamadı. Hacivat'ın hatırına seni bırakıyorum. Eğer ki bir daha bu zindana gelirsen vay haline! Bir Hacivat değil bin Hacivat gelse seni kurtaramaz dedikten sonra Keloğlan'ın ensesine öyle sert bir tokat vurmuş ki onu toza toprağa bulamış.

Zindancıbaşı gittikten sonra Karagöz ile Hacivat Keloğlan'ı kucakladıkları gibi oradan kaçırmışlar. Keloğlan günlerce ölümle cebelleşmiş. Gitmiş gitmiş gelmiş. Sonradan Keloğlan biraz kendine gelince sormuş: " Ne oldu? Neredeyim ben? "
Bunun üzerine Hacivat: " Dağda bayırdayız Keloğlan. Tam altı gündür kendini bilmeden yattın. Terledin durdun. Zindancıbaşı gitmene izin verdi. "
Keloğlan: " Of ensem! Ne biçim zindancıbaşıymış o. Enseme öyle bir tokat vurdu ki tarifi imkansız. Sanki öldürmek için vurdu. "
Hacivat: " Tabi öldürmek için vurdu. Seni bıraktığını denizler padişahı bir duyarsa zindancıbaşını en yüksek direğe astırır. Artık akıllan Keloğlan babanın intikamını aldın. Bunu böyle kabul et. Denizler padişahının ülkesini terk et. Var git köyüne evine. Kur düzenini rahat et. "
Daha sonra kendine gelen ve iyileşen Keloğlan'ı Alaca Köyü'nün yakınlarına kadar getirmişler. Keloğlan'dan bir daha denizler padişahıyla uğraşmayacağı sözünü alan Karagöz ile Hacivat Bursa'ya dönmüş.

Yazan: Serdar Yıldırım
 
Katılım
21 Ara 2010
Mesajlar
102
Tepkime puanı
21
Puanları
18
Konum
Bursa
KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş.
Keloğlan elli iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer edinmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış.
Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş.
Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış. Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.
Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, 18 yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş: “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerde? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
Bunun üzerine genç kız şöyle demiş: “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
“ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
“ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
“ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Hem kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
“ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben hafızalara düşerim. “
“ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
“ İnce iş. “
Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş: “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “

Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş: “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
“ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş: “ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “
Fatma, Keloğlan’ı bırakmış: “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah falan da olmuşsun. Ellili yaşlardasın sanırım. Kaç yaşındasın? “
“ Elli iki yaşındayım. “
“ Elli iki mi? Yok canım inanmadım. Şuna kırk diyelim, ne dersin? “
“ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Hem benim de işime gelir kırk yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
“ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ilerde. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
“ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
“ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
“ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
“ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Hem köydekiler meşhur Keloğlan’ı görürler.

Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş.
Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş: “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
“ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
“ Ne, buna mı? Ama bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
“ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Hem dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “
Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler.

Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip, hemen yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış. Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı hep Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “
Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir. "
Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
Fatma: “ Buna inanayım mı? “
Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Hem seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “
Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “
Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan: “ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmışlar. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “
Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş.

Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Bütün köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.
Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları da boş geçmem, demiş.
Fatma: “ İyi git de Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanının üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
“ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

SON
 
Üst