Kelile ve Dimne

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
(Fare devam ediyor):
Misafir paralan alınca âbidle paylaştı, bunu gördüm. Âbid kendi payını bir keseye yerleştirip gece çöktüğünde yanı başına bıraktı. Ben o altınlara göz dikmiştim, bir kısmını ele geçirip yuvama götürmeliydim. İnanıyordum ki bu altınlar sayesinde gücüm artacak, bazı dostlarım yine bana dönecek... Bu amaçla, uyuyan âbide yöneldim; ama herifin başucuna vardığımda karşımda ötekim, yani misafiri buldum! Adamın elinde koca bir değnek vardı, feci bir darbe indirdi başıma! Can havliyle sıçradım, yuvama koştum. Ama yaramın ağrısı dinince aç gözlülüğün ateşi beni yine kavurdu; heveslendim paraya ve vardım oraya; misafir elinde değneğiyle beni gözlüyor! Bu sefer öyle müthiş vurdu ki kan çıktı! Takla attım, olduğun yerde döndüm... Yuvama düştüğümde baygındım...
Mal ve servetten tiksindim. Paranın adı anıldıkta ürperiyor, endişeyle titriyordum. Sonra kesin anladım ki kişiyi dünyada musibete duçar eden şey, sonu gelmez ihtiraslar ve aç gözlülüktür. Dünyaya âşık olan dâima musibet, meşakkat ve koşuşturma içinde olacaktır. Ancak şunu da bildim ki rızık uğruna uzun ve yorucu yolculuklara çıkmak, malını minnet altında bırakmadan cömertçe veren kişiye el açmaktan daha kolaydır!
Kanaat gibi güzel bir huy yoktur. Bilge kişiler derler ki:
"Akıllılık dersen tedbir gibisi; takva dersen zulme başvurmama gibisi; asalet dersen güzel huy gibisi ve zenginlik dersen kanaat gibisi yok. İnsanı azimli, dayanıklı ve tahammüllü kılan şey, özbenliğindendir. En üstün huy, merhametli olmaktır. Sevginin başı sevilene güvenmektir. İleri görüşlülüğün temel ilkesi, olacağı olmayacaktan ayırmaktır. Derler ki: dilsizlik, yalan söylemekten iyidir. Fakirlik el malı yiyerek hava atmaktan iyidir."
(Fare devam ediyor)
"İşte budur maceram. Artık hâlimden memnunum. Kanaatkar biriyim şimdi... Âbitin evinden çıkıp kıra taşındığımda bir güvercinle dost olmuştum. Onun sayesinde kargayla da ahbap oldum. Sonra karga geldi, seninle onun arasındaki güzel ilişkiden bahsetti; sana gelmek istediğini söyledi. Ben de onunla yanyana sana gelmeyi arzu ettim, yalnız olmak hoş değildi... Zâten hangi eğlence, hangi neşe ahbablarla beraber olmaktan doğan sevince denktir ki? Ve hangi acı dostlardan ayrılığa denktir? Epey tecrübe edindikten sonra kesin olarak bildim ki aklı başında olan kişi, ihtiyacından fazlasını istememeli şu dünyadan! İhtiyacı ne mi? Sağlıklı kalabilmesine ve geçimini sağlayabilmesine vesile olacak kadar yiyecek, içecek... Bir kişiye tüm dünya her şeyiyle verilse o ancak ihtiyacı kadar faydalanabilir bu fırsattan. Bu fikirlerle geldim sana, kargayı da yanıma alarak... Ben senin kardeşinim, sen de bana öyle bakmalısın..." Fare sözlerini bitirdikten kaplumbağa nezâketle söz aldı:
— Gözümü bile kırpmadan dinledim sözlerini! Ne güzel şeyler söylüyorsun. Ancak seni dinlerken şunu hissettim ki fakirliğin, gurbet elde kalışın ve ekonomik durumunun bozulması benliğinin derinliklerinde yaralar açmıştır. Sen bunlarla alâkalı konuştun. Artık rahatla! At bunları içinden! Gönlünü ferah tut! Bilmelisin ki söz güzelliği, davranış güzelliği ve dürüstlükle kemâle erer. Hasta derdinin devasını biliyorsa kendini hemen tedavi ettirmelidir; yoksa bu bilgi ona bir fayda sağlamaz, hastalığını hafifletmez, acısını dindirmez. Sen aklını kullan, malının yokluğuna üzülme! Zîrâ şahsiyetli, kaliteli kişi servet sahibi olmasa da saygı görür! İninde çömelip otursa da kendisinden korkulan arslan gibi... Şahsiyetsiz zengin ise ne denli geniş bir servete sahip olursa olsun aşağılanacak ve alay mevzuu olacaktır, altın tasmalar ve halhallar takılmış değersiz köpek gibi!
Vatanından ırak kalırsan bunu büyütme gözünde! Zira akıllı kişi için gurbet yoktur, nereye giderse gitsin gücünü ve heybetini muhafaza eden arslan gibidir o!
Sen meziyetlerini koru, kendini muhafaza et; su nasıl yatağını bulursa iyilik ve güzellik de bulur seni! İyilik ve yücelik, azimli ve basiretli kişiler için vardır; onlar için yaratılmıştır. Tembel ve kararsızlara gelince, iyilik ve güzel hal onlara yâr olmaz! İçi göçmüş kocamış adamla genç ve delişmen bir kadın ne kadar dost olabilir ki? Uymaz onun zevkine!
Bazı şeyler vardır ki devamsız, kararsızdır: yaz bulutunun gölgesi, kötülerin dostluğu, temeli atılmadan dikilen bina, yalan haber ve fazla para... Aklı başında olan kişi "param az" diye üzülmez. Zîrâ akıllı kişinin sermâyesi aklıdır, bir de evvelce yaptığı iyi işlerdir. O, yaptığı işin elinden çıkmayacağına, yapmadığı bir şeyden ötürü de cezalandırılmayacağına, fırça yemeyeceğine emindir. Böyle üstün ve çalışkan kişiler, âhireti asla bir kenara atmamalıdırlar. Zîrâ ölüm ansızın gelir, vakitsiz yakalar.
Dostum! Hakikatte sen bu ilminle benim öğütlerime ihtiyaç duyacak biri değilsin. Ama dostluğun hakkı öğüttür, bunu yerine getirdim. Sen bizim kardeşimizsin! Yanımızdaki herşey aynı zamanda senindir, sana bağışlanmıştır!
Karga kaplumbağanın fareye söylediklerini dinler; onun verdiği cevaba, yağdırdığı iltifatlara memnun olur ve der ki:
— Hakîkaten beni sevindirdin, asil davrandın! Sen bu özelliğinden ötürü elbette lâyıksın sevindirilmeye! Dünyada en sevinçli, en huzurlu kimdir dersen: evi iyi dostlarla şenlenen kişidir derim! Böyle bir kişi, dâima yanıbaşında yüksek ruhlu dostlardan müteşekkil bir tayfa bulundurur. O onlarla mesut, onlar da onunla mesut! Böyle bir ev sahibi, aziz dostlarının arzularını yerine getirme hususunda pusuda bekleyen bir avcı gibi davranır. Mert kişinin ayağı sürçtükte onun elinden tutacak kişi de elbet mert biri olacaktır. Dev bir fil çamura battıkta kendisi gibi filler tarafından kurtarılır nitekim...
Karganın bu güzel sözleriyle üç dost arasındaki sohbet koyulaşırken bir ceylan koşa koşa oraya geldi. Kaplumbağa korkuyla suya daldı, fare oracıktaki deliğe girdi, karga da ağaca kondu. Daha sonra ceylanın çevresinde dâireler çizerek uçan karga etrafı bakınır, bu telaşlı hayvanın arkasında bir takipçi var mı diye. Fakat bir şey göremez. Böylece fareye ve kaplumbağaya seslenir, onlar da ortaya çıkarlar.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kaplumbağa ceylanın suya baktığını görünce:
— İç, susuzluğunu gider! Korkmana gerek yok! der.
Ceylan yaklaşır, kaplumbağa ona dönerek:
— Merhaba, hoş geldin! der ve biraz duraklayıp devam eder:
— Nereden böyle telaşlı telaşlı?
Ceylan cevap verir:
— Şu karşıki merada otlardım. Ama hâin avcılar beni hep oradan oraya kovalayıp takip ediyor. Bu gün de uzaktan bir adam silueti gördüm, avcı olmasından endişe ettim...
Kaplumbağa:
— Artık rahatla, korkma! Biz buralarda hiç avcı görmedik. Sana güzel bir mekan, kalıcı bir dostluk sunuyoruz; yerimizde su bol, ot çoktur. Gel bizimle ahbap ol!
Böylece ceylan onlarla beraber kalmaya başladı. Onların hoş bir gölgelikleri vardı. Orada toplanır, sohbete dalar, mazideki hâdiselerden bahsederlerdi.
Yine bir gün karga, fare ve kaplumbağa gölgeliğe geldi lakin ceylan gelmedi. Bir süre beklediler onu. Başına bir şey mi geldi diye endişelendiler. Fare ve kaplumbağa, kargaya dönerek:
— Etrafımızda bir tehlike görüyor musun? dediler.
Karga havalandı, dâireler çizdi, etrafı süzdü. Bir de ne görsün?! Ceylan tuzağa düşmüş çırpınıyor! Süratle dostlarının yanına vardı, durumu anlattı. Kaplumbağa ile karga, fareye dönerek:
— Bu meseleyi ancak sen halledebilirsin! Haydi dostumuza yardım et!
Fare "tamam!" deyip seğirtti, ceylanın yanına vardı.
Hemen soru verdi:
— Sen gayet dikkatli, ürkek ve akıllı biriydin! Nasıl düştün bu belaya?
— Akıl, kaderi yenebilir mi ki? diye cevapladı ceylan.
Bu arada kaplumbağa da yanaştı oraya. Ceylan kaygıyla döndü sevgili dostuna:
— Buraya gelmen hiç de iyi olmadı! Fare şu anda ipleri kesmiş olsa ve avcı buraya damlasa tabana kuvvet kaçabilirim ben, fare de giriverir bir çatlağa! Karga desen hemen uçar! Ama sen ağırsın, öyle hadi deyince kalkıp koşamazsın! Avcının sana bir iş etmesinden korkuyorum!
Kaplumbağa cevap verdi:
— Dostlardan ayrı yaşamak ne mümkün! Dostun dosttan kopması ne demektir? Neşeden mahrumiyet, gönle acı düşmesi ve göze perde çekilmesi demektir!
Kaplumbağanın bu içten gelen sözleri henüz bitmemişti ki avcı yanaştı ve az ilerde belirdi. Tam o anda fare, tuzağın ipini halletmişti!
Ceylan can havliyle ileri atılıp koştu, karga halkalar çizerek uçtu, fare de bir deliğe girdi. Ortada kaplumbağadan başkası kalmadı. Avcı ağın iplerini parçalanmış görünce sağa bakar, sola bakar; yerinde yavaş yavaş kımıldamaya çalışan kaplumbağadan başkasını göremez oracıkta. Tutar kaplumbağayı, bağlar bir yere. Karga, fare ve ceylan derhal bir araya gelirler; kaplumbağanın bağlandığını görüp, üzülürler. Fare der ki:
— Yağmurdan çıkıyoruz, doluya tutuluyoruz! Bir musibetten kurtulduk, daha zorlusu geldi. Ne kadar doğru bir söz: "Kişinin ayağı sürçmedikçe talihi yaver gider. Bir de sürçmeye görsün, düz arazide takla atar ve düşmeye devam eder"
Ben en iyi arkadaşımız olan kaplumbağa için kaygılanıyorum. O herhangi bir karşılık için dostluk kurmadı bizimle. Asil ve yüce ruhlu olduğu için arkadaş oldu bize! Bu dostluk, baba ile oğul arasındaki yakınlıktan da yüksektir; ancak ölüm ayırır böyle arkadaşları birbirinden!
Ah yazık o bedene ki dâim musibet yağar üstüne! Halden hâle geçiliyor ve hiç bir neşe daimî olmuyor! Doğan yıldızın dâima batması, batan yıldızın yeniden doğması gibi! Yara kabuk bağladıktan sonra deşilir ve cerahat akar ya hani, işte o anki eleme benzer bir arada geçen bunca güzel andan sonra can dostlardan kopuş acısı!
Yüreğim yanıyor dostlarım! Ceylan ile karga fareye dediler ki:
— Evet biz de seninle aynı kederi paylaşıyoruz. Ama bu sözlerin bir fayda sağlamaz kaplumbağaya. Durumumuzu ne güzel anlatıyor şu söz: "İnsanlar belâ ile; güvenilir kişi alış-verişle; kadın ve çocuklar fakirlikle; dostlar da ansızın gelen felâketlerle imtihan olur. Kaliteli, kalitesizden böyle anlarda ayrılır."
Fare dedi ki:
— Şöyle bir çâre buldum: Ceylan dostumuz, sen ortaya çıkmalı ve avcının görebileceği bir yerde yaralıymış gibi düşmelisin. Karga da senin etinden yiyormuş gibi üzerine konmalı! Ben de koşup avcıya yakın bir noktada, onu gözleyeceğim. Belki o yanındaki âlet-edevâtı bir kenara atar da kaplumbağayı bırakıp sana heveslenir.
Şimdi bak ceylan kardeş, avcı sana yaklaştı mı onun ümidini kursağında bırakmayacak şekilde yavaşça uzaklaş. Aniden sıçrama ki senden ümidini kesmesin! Sen peyderpey ondan kaçtıkça o da bizden uzaklaşmış olacak. İmkan bulduğunca bu işe devam et... Bu arada ben, avcı geri gelmeden kaplumbağanın iplerini kemirip onu kurtaracağım... Umarım işler yolunda gider.
Ceylan ile karga, farenin salık verdiği gibi hareket ederler. Avcı da onları merak eder, yanlarına varmak için harekete geçer. Ceylan avcıyı yavaş yavaş peşinden sürükler, fare ile kaplumbağadan uzaklaştırmış olur!
Fare ipi kemirmeye başlar, nihayet dostunu kurtarır. Avcı, ceylanı da yakalayamadan yorgun argın geriye döndükte bir de bakar ki kaplumbağanın ipleri kopmuş! Ansızın benzi sararan, kafası allak bullak olan adam ceylanla karganın yaptıklarını düşünür. Aklı gider! Öyle ya bir yandan yaralı gibi gözüken bir ceylan, onun sırtında leşe konmuş gibi bir kuzgun; beri yanda ipleri parçalanan bir kaplumbağa!
Avcı bu bölgenin büyülü olduğunu sanarak çok korkar:
"Burası cinlerin, sihirbazların yatağı herhal!" deyip hiçbir şey aramadan, ardına bile bakmadan çekip gider. Karga, ceylan, fare ve kaplumbağa yine evvelki gibi huzur içinde toplanırlar gölgelikte. Ve eskisinden daha mesut anları paylaşıp sıcak sohbetlere dalarlar yeniden.
Bu hayvancıklar, küçük ve zayıf olmalarına rağmen aralarındaki dostluk, samimiyet ve sadâkatten ötürü birbirlerinden en güzel şekilde istifâde etmişler ve tehlikelerden defalarca kurtulmuşlardır. O halde akıl nîmetiyle yücelmiş, iyiyi kötüden ayırdetme niteliğiyle seçkinleşmiş insanoğulları elbet birbirleriyle güzel dostluklar kurmaya ve işbirliği yapmaya daha ehildirler!
İşte samîmi dostların ve uyumlu arkadaşlığın hikayesi!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Baykuş ve kargalar babı

Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Camı gönülden dost olup el birliği yapanların hikâyesini dinledim. Haydi anlat bana yalvarıp yakarsa da kendisine inanılmayacak, hilesine kanılmayacak düşmanın hikâyesini.
Filozof Beydebâ aldı sözü
— Kin ve adavetten vazgeçmeyen düşmana kananlar baykuşların kargalardan çektiğini çeker!
Debşelim merakla sordu:
— Nedir bu işin aslı?
Beydebâ anlatmaya koyuldu:
— Anlatırlar işte: bir dağda gayet iri, heybetli bir ağaçta bin karga gül gibi yaşarmış bir reisin buyruğu altında. Ağacın civarında ise bin baykuşun barındığı bir mağara varmış.
Bir gece baykuşların reisi geziye çıkıyor Tabîi, onunla kargaların reisi arasında epeydir süregelen bir düşmanlık var ve her biri yek diğerini mahvetmek istiyor. Baykuş reis, "Fırsat bu fırsat!" deyip adamlarını yanına alarak kargalara ansızın baskın düzenliyor; yuvalarını başlarına yıkıp bir hayli esir alıyor.
Sabahleyin kargalar perişan bir halde toplanıyor, reislerinin yanına giderek dert yanıyorlar:
— Dün gece başımıza gelenler malumunuzdur... Kazasız belâsız atlatanımız yok bu baskını! Kimimizin kanadı kırık, kimimizin tüyleri yoluk, kimimizin kopuktur kuyruğu! Ölenler ve ağır yaralılar var aramızda... Ama bize asıl koyan, içimize oturan baykuşların küstahlığı ve yerimizi elleriyle koymuş gibi bulmalarıdır. Geldiler ve canevimizden vurdular. Artık kuşku götürmeyen bir hakikattir ki yine gelecekler, aynı küstahlıkla bize saldıracak; durmadan çapul yapacaklar. Zira yerimizi biliyorlar. Biz senin emrindeyiz! Söz senindir ey Reis! Durumumuzu düşün, münâsip bir çözüm bul! Kargalar arasında beş bilge vardı. Önemli meseleler her zaman onlara sorulurdu. İsabetli fikirleriyle tanınmışlardı. Reis de onların fikrini sorar; önemli problemler, mühim hâdiseler çıktıkta onların aklıyla hareket ederdi. Bu defa da söz konusu beş bilgeden birincisine sordu:
— Bu meseleyi nasıl halletmeliyiz sence?
Bilge karga cevap verdi:
— Benim sözüm bizden önceki bilgelerin söylediğidir!
Onlar derler ki: "güç yetirilemeyecek azılı düşmana karşı en iyi çare firardır!"
Reis, ikinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne dersin?
O da ilkinin görüşünü onayladı, o da "firar" dedi.
Ama reis razı olmadı ve söylendi:
— Ben düşmanın bir baskınından ötürü vatanımızı terketmeyi ve bu güzel mekanı ona bırakmayı asla doğru bulmuyorum. Bu bize yakışmaz! Bize düşen derlenip toparlanmak, bir güzel hazırlanmaktır! Harp ateşini yakacağız. Ama onlar üzerimize yürüdükte gafil avlanmamalı; korkmadan, yılmadan arslanlar gibi savaşmalıyız; her türlü hazırlığımızı yaparak! Bizim kuvvetlerimiz her yönden onları karşılayabilmeli! Kalelerimizde korunabilmeli; kâh taaruza geçmeli, kâh savunmada kalmalı; fırsatını bulunca da nihâ-î darbeyi indirmeliyiz. Düşmanı ancak bu yolla mahvedebiliriz!
Reis bu heyecanlı nutuktan sonra üçüncü bilgeye döndü:
— Sen ne dersin?
O da cevap verdi:
— Ben elbet firar taraftan değilim! Biz her noktaya gözcülerimizi yerleştirmeli, casuslar göndermeliyiz. Düşmanla aramızda bizim öncü kuvvetlerimiz olmalı. Onlar bize karşı tam bir savaş yanlısı mıdırlar, yoksa bir şeyler koparıp barış mı yapacaklar; fidyeyle işi bitirecekler mi; bu bilgileri öğrenebiliriz öncü kuvvetlerle! Düşmanın malla doyacağını anlarsak, onların teklifini kabul eder; şerlerinden azat olmak ve vatanımızda emniyet içinde yaşamak gayesiyle istedikleri haracı veririz. Zîrâ siyâset ehli nezdinde genel geçer bir fikirdir: bir düşman güçlendikte ondan can, mal ve vatan hesabına korkuluyorsa hükümdarlar servetlerini feda etmekten çekinmez ve ellerindeki parayı, yurdu, tahtı ve halkı için hemen kalkan gibi kullanırlar!
Reis bu sefer dördüncü bilge kargaya sordu:
— Sen ne diyorsun barış hakkında?
Dördüncü aldı sözü:
— Ben barışı doğru bulmuyorum! Vatanımızdan ayrılmak, sürgün açılarıyla yanmak, geçim sıkıntılarıyla uğraşmak; herhalde kendisinden üstün olduğumuz bin ***ı kırık düşmana boyun eğmekten daha hayırlıdır! Kaldı ki bu gün baykuşlardan barış istesek ancak şımara şımara, ağır şartları bir bir dizerek teklifimizi kabul edeceklerdir! Oysa atalarımız diyor ki:
"Düşmandan istediğini almak için biraz yanaş ona ama büsbütün yaltaklanma ki küstahlaşmasın! Sonra seni büsbütün âciz ve zayıf sayarak hakaretâmiz davranır." Bunun misâli güneşe karşı dikilen tahta parçasıdır. Biraz eğsen gölgesi uzar, ama çok fazla eğersen gölge diye bir şey kalmaz! Aslında düşmanımız bizim ona yaklaşmamızı istemiyor... Hiç kanmayalım. Bu yüzden harp taraftarıyım ben!
Reis bu sefer beşinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne diyorsun? Savaş mı barış mı? Yoksa vatandan ayrılık mı? Doğru karar ne olmalı sence?
Aldı sözü beşinci:
— Savaştan dem vuruluyor... Oysa kişinin hakkından gelemeyeceği bir şeyle mücâdele etmesinin yolu yoktur! derler ki: "Kim ki kendi gücünü ve düşmanın performansını bilmeden harekete geçer, hakkından gelemeyeceği düşmanla savaşa tutuşursa kendi eliyle helak eder kendini."
Kaldı ki aklı başında olan hiç kimse düşmanını küçümsemez. Zîrâ düşmanını hor gören aldanır ve kurtulamaz düşmanından... Samîmi söylüyorum: baykuşların şerrinden korkuyorum, onlar bizimle dövüşmese bile asla güvenecek değilim onlara!
Ama şu bir gerçek ki düşmanın kötülüğünü aklından çıkarmaz sağduyulu kişi! Düşman uzaksa, hışımla saldırmasından; yakın ise ansızın baskın yapmasından; tek başına ise tuzağından emin olunmaz! En akıllı millet, savaştan ve savaş masrafından çekinen; bu konuyu uzun uzadıya masaya yatırandır.
Zîrâ savaş dışında yapılan harcamalar servetten, sözden ve emektendir. Ama can gider, kan akar savaşta! Bu ağır bedeli göze almaktansa daha basit bir masrafla, yumuşak sözle idare etmeliyiz durumu! Kazanamayacağı bir savaşa giren, ancak kendini aldatmış olur.
Başkan sır saklamasını bilen, iyi yardımcıları etrafına toplayan, halk nezdindeki itibârını muhafaza eden biriyse her halde elindeki nimeti kaybedecek biri değildir. Sen bu meziyetlere sahipsin hükümdarım!
Hükümdar danışmanlarının ve vezirlerinin fikriyle daha basiretli hareket eder, denizin kendisine akan ırmaklarla kuvvetlenmesi gibi.
Bana sorduğunuz sorunun açıkça cevaplandırılması gereken kısmını cevaplandırdım! Bir kısmını ise gizli söylemek gerekir. Gizli sözün de mertebeleri vardır. Bazı sırlar koca bir topluluğa söylenebilir, bazıları ise yalnız iki kişi arasında kalmalıdır.
Benim size açacağım sır ancak dört kulağın iki gözün iştirak edeceği cinsten ve mertebedendir! Böylece reis meclisten ayrılarak beşinci kargayla başbaşa kalacağı bir köşeye çekilmiş. İkisi konuşmuşlar.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
11. BAYKUŞ VE KARGALAR BABI


Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Camı gönülden dost olup el birliği yapanların hikâyesini dinledim. Haydi anlat bana yalvarıp yakarsa da kendisine inanılmayacak, hilesine kanılmayacak düşmanın hikâyesini.
Filozof Beydebâ aldı sözü
— Kin ve adavetten vazgeçmeyen düşmana kananlar baykuşların kargalardan çektiğini çeker!
Debşelim merakla sordu:
— Nedir bu işin aslı?
Beydebâ anlatmaya koyuldu:
— Anlatırlar işte: bir dağda gayet iri, heybetli bir ağaçta bin karga gül gibi yaşarmış bir reisin buyruğu altında. Ağacın civarında ise bin baykuşun barındığı bir mağara varmış.
Bir gece baykuşların reisi geziye çıkıyor Tabîi, onunla kargaların reisi arasında epeydir süregelen bir düşmanlık var ve her biri yek diğerini mahvetmek istiyor. Baykuş reis, "Fırsat bu fırsat!" deyip adamlarını yanına alarak kargalara ansızın baskın düzenliyor; yuvalarını başlarına yıkıp bir hayli esir alıyor.
Sabahleyin kargalar perişan bir halde toplanıyor, reislerinin yanına giderek dert yanıyorlar:
— Dün gece başımıza gelenler malumunuzdur... Kazasız belâsız atlatanımız yok bu baskını! Kimimizin kanadı kırık, kimimizin tüyleri yoluk, kimimizin kopuktur kuyruğu! Ölenler ve ağır yaralılar var aramızda... Ama bize asıl koyan, içimize oturan baykuşların küstahlığı ve yerimizi elleriyle koymuş gibi bulmalarıdır. Geldiler ve canevimizden vurdular. Artık kuşku götürmeyen bir hakikattir ki yine gelecekler, aynı küstahlıkla bize saldıracak; durmadan çapul yapacaklar. Zira yerimizi biliyorlar. Biz senin emrindeyiz! Söz senindir ey Reis! Durumumuzu düşün, münâsip bir çözüm bul! Kargalar arasında beş bilge vardı. Önemli meseleler her zaman onlara sorulurdu. İsabetli fikirleriyle tanınmışlardı. Reis de onların fikrini sorar; önemli problemler, mühim hâdiseler çıktıkta onların aklıyla hareket ederdi. Bu defa da söz konusu beş bilgeden birincisine sordu:
— Bu meseleyi nasıl halletmeliyiz sence?
Bilge karga cevap verdi:
— Benim sözüm bizden önceki bilgelerin söylediğidir!
Onlar derler ki: "güç yetirilemeyecek azılı düşmana karşı en iyi çare firardır!"
Reis, ikinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne dersin?
O da ilkinin görüşünü onayladı, o da "firar" dedi.
Ama reis razı olmadı ve söylendi:
— Ben düşmanın bir baskınından ötürü vatanımızı terketmeyi ve bu güzel mekanı ona bırakmayı asla doğru bulmuyorum. Bu bize yakışmaz! Bize düşen derlenip toparlanmak, bir güzel hazırlanmaktır! Harp ateşini yakacağız. Ama onlar üzerimize yürüdükte gafil avlanmamalı; korkmadan, yılmadan arslanlar gibi savaşmalıyız; her türlü hazırlığımızı yaparak! Bizim kuvvetlerimiz her yönden onları karşılayabilmeli! Kalelerimizde korunabilmeli; kâh taaruza geçmeli, kâh savunmada kalmalı; fırsatını bulunca da nihâ-î darbeyi indirmeliyiz. Düşmanı ancak bu yolla mahvedebiliriz!
Reis bu heyecanlı nutuktan sonra üçüncü bilgeye döndü:
— Sen ne dersin?
O da cevap verdi:
— Ben elbet firar taraftan değilim! Biz her noktaya gözcülerimizi yerleştirmeli, casuslar göndermeliyiz. Düşmanla aramızda bizim öncü kuvvetlerimiz olmalı. Onlar bize karşı tam bir savaş yanlısı mıdırlar, yoksa bir şeyler koparıp barış mı yapacaklar; fidyeyle işi bitirecekler mi; bu bilgileri öğrenebiliriz öncü kuvvetlerle! Düşmanın malla doyacağını anlarsak, onların teklifini kabul eder; şerlerinden azat olmak ve vatanımızda emniyet içinde yaşamak gayesiyle istedikleri haracı veririz. Zîrâ siyâset ehli nezdinde genel geçer bir fikirdir: bir düşman güçlendikte ondan can, mal ve vatan hesabına korkuluyorsa hükümdarlar servetlerini feda etmekten çekinmez ve ellerindeki parayı, yurdu, tahtı ve halkı için hemen kalkan gibi kullanırlar!
Reis bu sefer dördüncü bilge kargaya sordu:
— Sen ne diyorsun barış hakkında?
Dördüncü aldı sözü:
— Ben barışı doğru bulmuyorum! Vatanımızdan ayrılmak, sürgün açılarıyla yanmak, geçim sıkıntılarıyla uğraşmak; herhalde kendisinden üstün olduğumuz bin ***ı kırık düşmana boyun eğmekten daha hayırlıdır! Kaldı ki bu gün baykuşlardan barış istesek ancak şımara şımara, ağır şartları bir bir dizerek teklifimizi kabul edeceklerdir! Oysa atalarımız diyor ki:
"Düşmandan istediğini almak için biraz yanaş ona ama büsbütün yaltaklanma ki küstahlaşmasın! Sonra seni büsbütün âciz ve zayıf sayarak hakaretâmiz davranır." Bunun misâli güneşe karşı dikilen tahta parçasıdır. Biraz eğsen gölgesi uzar, ama çok fazla eğersen gölge diye bir şey kalmaz! Aslında düşmanımız bizim ona yaklaşmamızı istemiyor... Hiç kanmayalım. Bu yüzden harp taraftarıyım ben!
Reis bu sefer beşinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne diyorsun? Savaş mı barış mı? Yoksa vatandan ayrılık mı? Doğru karar ne olmalı sence?
Aldı sözü beşinci:
— Savaştan dem vuruluyor... Oysa kişinin hakkından gelemeyeceği bir şeyle mücâdele etmesinin yolu yoktur! derler ki: "Kim ki kendi gücünü ve düşmanın performansını bilmeden harekete geçer, hakkından gelemeyeceği düşmanla savaşa tutuşursa kendi eliyle helak eder kendini."
Kaldı ki aklı başında olan hiç kimse düşmanını küçümsemez. Zîrâ düşmanını hor gören aldanır ve kurtulamaz düşmanından... Samîmi söylüyorum: baykuşların şerrinden korkuyorum, onlar bizimle dövüşmese bile asla güvenecek değilim onlara!
Ama şu bir gerçek ki düşmanın kötülüğünü aklından çıkarmaz sağduyulu kişi! Düşman uzaksa, hışımla saldırmasından; yakın ise ansızın baskın yapmasından; tek başına ise tuzağından emin olunmaz! En akıllı millet, savaştan ve savaş masrafından çekinen; bu konuyu uzun uzadıya masaya yatırandır.
Zîrâ savaş dışında yapılan harcamalar servetten, sözden ve emektendir. Ama can gider, kan akar savaşta! Bu ağır bedeli göze almaktansa daha basit bir masrafla, yumuşak sözle idare etmeliyiz durumu! Kazanamayacağı bir savaşa giren, ancak kendini aldatmış olur.
Başkan sır saklamasını bilen, iyi yardımcıları etrafına toplayan, halk nezdindeki itibârını muhafaza eden biriyse her halde elindeki nimeti kaybedecek biri değildir. Sen bu meziyetlere sahipsin hükümdarım!
Hükümdar danışmanlarının ve vezirlerinin fikriyle daha basiretli hareket eder, denizin kendisine akan ırmaklarla kuvvetlenmesi gibi.
Bana sorduğunuz sorunun açıkça cevaplandırılması gereken kısmını cevaplandırdım! Bir kısmını ise gizli söylemek gerekir. Gizli sözün de mertebeleri vardır. Bazı sırlar koca bir topluluğa söylenebilir, bazıları ise yalnız iki kişi arasında kalmalıdır.
Benim size açacağım sır ancak dört kulağın iki gözün iştirak edeceği cinsten ve mertebedendir! Böylece reis meclisten ayrılarak beşinci kargayla başbaşa kalacağı bir köşeye çekilmiş. İkisi konuşmuşlar.
Reisin ilk sorduğu soru şuymuş:
— Bizimle baykuşların arası ilk defa nasıl bozuldu, biliyor musun?
Bilge karga cevap vermiş:
— Evet. Bir karganın söylediği bir laf yüzünden başladı kavga!
— Nasıl oldu? diye sormuş Reis. Öteki cevap vermiş:
— Anlatılanlara göre bir grup turna varmış hükümdarsız yaşayan. Bir araya gelip baykuşlar kralının yönetiminde yaşamayı kabul etmişler. Onlar bu meseleyi konuşurken oradan bir karga geçiyormuş. Turnalar; "Şu karga bize uğrasa da fikrini alsak..." demişler. Hakîkaten de karga bunlara uğramış, onlarda soruvermişler: "ne yapalım?" diye.
Karga demiş ki:
— İnanın, şu kocaman dünyada hiç kuş kalmasa; tavuslar, kazlar, ördekler, deve kuşları güvercinler büsbütün tükense yine de sûreten en çirkin, ahlaken en kötü, akıl bakımından en kıt; üstelik hınç bakımından en kuvvetli, şefkat bakımından en zayıf; gündüz körü olan iğrenç kuşu yani baykuşu seçmemeniz gerekirdi. Baykuş kısmının salaklığı ve terbiyesizliği de ayrı dava. Ancak tutar da bir baykuşu başınıza sultan ederseniz, kendi işlerinizi kendiniz görmelisiniz!
Netekim gökteki ayın kendi hükümdarı olduğunu savunan bir tavşan neticede kendi görüşüyle hareket ederek paçayı kurtarmıştır.
Turnalar heyecanla soruvermiş:
— Nasıl oldu bu?
Karga anlatmış:
— Fillerin vatanının bir bölümü kuraklaşmış, yıllarca sürmüş kuraklık. Gözeler kurumuş, bitkiler solmuş, ağaçlar ölmüş, su tükenmiş... Bu dehşetli derdi krallarına açmışlar.
Fil kral elçilerim ve rehberlerini dört bir yana salmış su bulsunlar diye. Nihayet gönderilenlerden biri hükümdarın yanına dönerek demiş ki:
— Falan yerde bir pınar buldum, "Ay Pınarı" diyorlar oraya. Suyu gür!
Fil Kral, avânesiyle beraber oraya doğru hareket etmiş, herkesin kana kana su içmesini isteyerek...
Ama orası tavşanların arazisindeymiş ve kocaman filler, yuvalarında habersiz duran tavşanları çiğneyip öldürmüşler çoğunu....
Tavşanlar alelacele içtimâ edip kendi hükümdarlarına dert yanmışlar: "Fillerin başımıza bela olduğu malumunuzdur!" demişler. Tavşanların kralı:
— Bu hususta bir görüşü olan varsa aranızda, derli toplu bir şekilde takdim etsin! demiş.
Fîruz adlı bir tavşan öne atılmış. Kral onu isabetli düşünceleri ve güzel ahlakıyla tanıyormuş. Bu akıllı tavşan demiş ki:
— Hükümdarımızın beni fillere göndermesi, yanıma da emin birini katması münâsiptir. Tâ ki söyleyeceklerimi işitip krala arz etsin!
Hükümdar:
— Sen güvenilir birisin! Teklifini elbette kabul ediyoruz. Şimdi fillere git ve benim adıma dilediğini söyle onlara! Şunu iyi bil: elçilik vazifesini üstlenen kişi basireti, aklı, esnekliği ve erdemiyle onu gönderenin ileri görüşlü olup olmadığını belli eder. O halde, yumuşak, yavaş ve nâzik davran!
Elçi nezaketli davranırsa kalpleri yumuşatır, kabalık ederse muhataplarım sertleştirir...
Bu öğütleri dinleyen tavşan Fîruz, fillerin yanına gider; ama fazla yaklaşmaz, kocaman hayvanlar bilmeden ona basabilirler diye...
Böylece tepeye tırmanan tavşan fillerinin hükümdarına seslenir:
— Ay, beni sizce elçi olarak gönderdi. Elçiye zeval yoktur, sözü sert de olsa mesajını rahatça iletmelidir"
Fillerin kralı:
— Nedir mesaj? deyince tavşan başlar anlatmaya:
— Sana diyor ki:
"Kim kuvvetine aldanarak zayıfları hor görürse onun kuvveti basına belâ olur. Sen de diğer hayvanlara karşı kuvvetli olduğunu anladın ve aldandın! Evet, benim adımı taşıyan pınardan su içtin, suyumu bulandırdın!" Ay hazretleri beni sana elçi göndermiştir, uyarayım diye! Bir daha böyle bir densizlik etmeyesin! Şayet aynı hatâyı tekrarlarsan gözlerin kör olur, kendini helak etmiş olursun! Ha, bir de su var! Benim elçiliğimden şüphe ediyorsan gel pınara! Ay orada sana zuhur edecektir!
Fillerin kralı tavşanı hayretle dinler. Elçi Fîruz'la beraber suya yaklaşır. Gözenin ışıldayan yüzüne dikkatli bakınca ayın şavkı vurur suratına! Elçi Fîruz durur mu, hemen değerlendirir firsatı:
— Haydi, hortumunla su al, yüzünü yıka ve aya secde et!
Fil de hortumunu suya salar. Yüzey dalgalanır hafiften... Fil, ayın hareket ettiğini zannederek;
— Ne oldu Aya? Niye kımıldıyor? Hortumumu suyuna soktuğum için kızmış olmasın? der.
Tavşan Fîruz yapıştırır cevabı:
— Evet, elbette dediğin gibi!
Fil aya tekrar secde eder, yaptıklarından ötürü tövbe eder. Ne kendisi ne de avânesinden herhangi bir fil böyle bir günah işlemeyecektir artık (İç içe örnekler veren karga) sözlerine devam etmiş:
— Baykuşun durumuyla alakalı epey kelam ettik... Bir de şu var ki o aldatır, tuzak kurar ve hile yapar; tıyneti böyle! Oysa en kötü hükümdar halkına karşı hilekâr davranandır. Böyle dalavereci bir liderin hizmetine giren kişi, tavşan ve toygar kuşunun kediden çektiğini çeker!
Turnalar hep bir ağızdan merakla bağrıştılar:
— Ne olmuş, ne olmuş?
Karga anlatmış:
— Bir toygar komşum vardı. Yuvama yakın bir ağacın kovuğunda oturur, sık sık ziyaretime gelirdi. Derken onu eskisi gibi göremez oldum, nereye gittiğini bilmiyordum. Epey bir süre onu göremedim. Bir gün baktım ki toygarın yerinde bir tavşan bulunuyor. Onunla mücâdele etmeyi doğru bulmadım. Epey orada kaldı. Sonra ansızın toygar döndü! Tavşanı yuvasında görünce:
— Burası bana aittir! Çek git! dedi.
Ama tavşan cevabı yapıştırdı:
— Yuva şu anda benimdir. Ben varım burada! Sen ise davacısın, buranın sana ait olduğunu iddia ediyorsun! Eğer haklıysan bana karşı hakkını ara, yardım iste!
Toygar atıldı:
— Tamam, hâkim bize yakındır. Gel ona gidelim!
Tavşan:
— Kimmiş hâkim?
Toygar cevap verdi:
— Deniz kıyısında bir tecrübeli kedi var. Gündüzlerini oruçla gecelerini namazla ihya eder. O hiç bir hayvana eziyet etmez, asla kan akıtmaz... Hayatını otlarla ve dalgaların sahile attığı şeylerle sürdürür... Gel, razı olursan ona başvuralım; baksın bizim davamıza.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Tavşan:
— Eğer dediğin gibi iyi biriyse niçin razı olmayayım ki? dedi.
Beraberce kediye gittiler. Ben de devamlı oruçlu gözüken kedinin hâkimliğini merak ediyordum, peşlerine takıldım.
Kedi, tavşanla toygarın yaklaştığım görünce ayağa kalkarak namaza başladı; ibâdetinde samîmi bir âbid havası veriyordu bakanlara. Bizimkiler kedinin bu hâlinden etkilendiler. Hürmetle yanaştılar, selam verdiler, aralarındaki meseleyi bir sonuca bağlamasını rica ettiler. Kedi hikâyeyi anlatmalarını istedi, onlar da anlattılar.
Kedi:
— Yaşlılık beni güçsüzleştirdi, kulaklarım ağır işitiyor. Bana biraz daha yaklaşın da söylediklerinizi daha rahat duyayım.
Tavşanla toygar samîmi bir havayla kediye sokularak meseleyi yeni baştan anlattılar, hüküm istediler.
Kedi aldı sözü:
— Tamam, neyden bahsettiğinizi anladım. Aranızda hüküm vermeden önce bir çift kelam edeceğim, tavsiyelerde bulunacağım. Sadece Allah'tan korkun ve hakkı isteyin, doğrudan sapmayın! Hakkı arayan kişi, nihâyetinde aleyhine gelişen bir yargıyla karşılaşsa da huzurlu ve özgür olacaktır. Bâtılı, yalanı, göz boyamayı isteyerek yola çıkan ise lehine hüküm bulsa da hüsrana uğrayacaktır. Dünyada yaşayan için dünyada kalan hiçbir şey yoktur. Ne servet, ne arkadaş! Ancak yaşarken yaptığı güzel işler yoldaş olur ona! Akıllı adam tüm gücüyle kalıcı olana yönelir, âhirette faydası olan işleri yapar, dünya tutkusuyla kendini kaybedip boş işlere dalmaz! Akıllı kişi için paranın ve servetin zatî değeri ker*** mesabesindedir. Basiretli kişi, diğer insanları da kendisi gibi değerlendirir; kendisi için nasıl iyilik istiyorsa onlar için de iyilik ister; kendi nâmına bir zarara uğramamayı nasıl istiyorsa diğer insanların da zarardan uzak olmasını ister...
Hâkim rolündeki 'kedi bu tip öğütlere devam etti, tavşanla toygar ona iyice yanaştılar; derken kedi ansızın hamle edip ikisini de öldürdü!
(Karganın turnalara çektiği nutuk devam etmiş):
— İşte böyle sevgili turnalar... Baykuş kısmı, size anlattığım misalde olduğu gibi nice uğursuzluk ve kusuru mizacında toplar. O halde sakın ha baykuşu başınıza bay yapmayın! Böyle tehlikeli bir fikre meyletmeyin!
Turnalar, karganın sözlerinden ve hikâyelerinden etkilenerek baykuşa uymaktan vazgeçerler; onu hükümdar edinmeyeceklerdir artık...
İşe bakın ki; o civarda bir baykuş, olan bitene tanık olmuş; turnaların nihâî kararını işitmiş! Hışımla kargaya dönüp demiş ki:
— Sen beni ta derunumdan yaraladın! Ben evvelce sana bir kötülük ettim mi ki böyle pervasız konuşuyorsun? Şunu iyi bil: Ağacı baltayla yaralarsın ama yeniden sürgün verir; kılıçla adamı deşersin ama yarası iyileşir; dil yarasına gelince asla kapanmaz, tedavi kabul etmez! Ok yaydan fırladıkta ete saplanır lâkin çıkartabilirsin, oysa ok gibi kalbe saplanan bir kelamı yerinden sökmek ne mümkün!
Her ateşin bir söndürücüsü var... Aleve su at, zehire panzehirle karşı koy, kedere sabırla cevap ver, tutkuya gurbet ve gözden ırak oluşla set çek! Ama nefret ateşini hangi ilaç söndürebilir?
Ey kargalar cemâati! Artık aramızda adavet, husûmet, öfke ve kin filizleri dikilidir! Bunu başlatan da sizsiniz!
Bu infial dolu nutkunu bitiren baykuş hızla dönüp gider; kendi reisine herşeyi anlatır, karganın laflarını aynen aktarır. Bu arada karga ölçüsüz konuştuğu için pişman olmuş ve kendi kendine söylenmeye başlamıştır:
— Ben hem kendime hem de soydaşlarıma karşı büyük bir husûmetin başlamasına vesile olan sözlerimle hatâ ettim! Keşke turnalara böyle konuşmasaydım, hikâyeler anlatma saydım, bildiğimi söylemeseydim! Ne boşboğaz ve ahmak biriyim ben!.. Nice kus benim tanık olduğumdan kat kat fazlasına tanık olmuş, benim bildiğimden daha çok şey bilmiştir de kendilerini koruyarak soğukkanlı davranmışlar, benim hiç düşünmediğim kötü neticelerden sakınmak için çenelerini tutmuşlardır.
Kaldı ki çirkinin çirkini, kışkırtıcı mı kışkırtıcı bir laf edildikte elbette kin ve düşmanlık doğacaktır, o lafı eden patavatsıza karşı! Bu tür sözlere kelam değil "kargı" dense yeridir! Akıllı adam ne denli kendine güvense de asla küstahlaşmamalı, kendi sonuna vesile olacak işlere girişmemelidir! Yanında panzehir bulunsa da zehir içmemesi gerektiği gibi!
Güzel davranan kişi, tumturaklı laf edemediği için âciz gibi gözükse de neticede başarıya ulaşacaktır. Tumturaklı konuşana gelince süslü laflan dinleyicileri cezbetse de işinin akıbeti meçhuldür. Ben asla beğenilmeyecek bir kelam ettim. Ne kadar beyinsiz biriyim ki hiç kimseye danışmadan, üzerinde enine boyuna düşünmeden böyle büyük meselelerde ileri geri konuşuyorum! Nasihat vermesini bilen kaliteli dostlara sormadan, tekrar tekrar düşünmeden kendi kafasına göre hareket eden elbet memnun olmayacaktır verdiği kararlardan! Bugün işlediğim hatâdan, saplandığım kaygıdan kim kurtaracak beni?
(Bilge karga tüm bu nakilleri yaptıktan sonra tekrar ana mevzûya gelir:)
İşte o karga bu tür sözlerle kendini kınamış ve sahneden çekilmiştir. Bizimle baykuşlar arasında düşmanlığın nasıl başladığına dâir sorduğunuz sorunun cevabını anlattım böylece...
Şimdi gelelim onlarla savaşıp savaşmayacağımız mevzuuna... Biliyorsunuz ki ben savaşı tercih etmiyorum ama başka bir çâre de bulmadım değil... İnşallah kurtuluşumuza vesile olurum. Nice gruplar var ki iyi bir fikir sayesinde meselelerini halledebilmişler ve amaçlarına erişmişler... Hani şu âbidi bulan ve elindekini kapan grubun hikâyesi tam da bu konuya misaldir!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Karga hükümdar merakla sordu:
— Nasıl olmuş bu?
Bilge karga anlatmaya başladı:
— Anlatırlar ki âbid bir adam semiz mi semiz bir keçi satın almış, peşinden çeke çeke götürüyormuş. Kapkaççı tayfasından birkaç bitirim de arkadan onu gözlüyormuş.
Berikiler keçiyi âbidden almak için aralarında anlaşmışlar.
Nihayet biri âbidin karşısına çıkarak demiş ki:
— Efendi, yanındaki köpek neyin nesi?
Ardından diğer dolandırıcı çıkmış ortaya ve arkadaşına dönerek:
— Bu bir âbid olamaz! Âbid dediğin peşinden it sürüklemez!
Bir iki kapkaççı daha aralarında anlaştıkları gibi doluşmuşlar âbidin çevresine... Benzeri laflar etmişler ve âbidi inandırmışlar satın aldığı hayvanın köpek olduğuna!
Adam kendisinin büyülendiğini, bu yüzden keçi yerine köpek aldığını sanmaya başlamış! Ve elinden bırakıvermiş keçiyi...
Kapkaçıçı tayfası da hemen atılmışlar. Yakalayıp götürmüşler hayvanı...
Bu hikâyeyi anlatırken, esnek ve hilekâr davranarak hedefimize erişebileceğimizi îzah etmek istedim. Şimdi zât-ı âlîlerinizden istirham ediyorum: şu cemâatin huzurunda beni dövüp, azarlayın; tüylerimi yolun, kuyruğumu cascavlak edin! Sonra şu ağacın dibine atınız beni ve askerlerinizle filan mıntıkaya gidiniz sevgili hükümdarımız! Bu muameleye tahammül edeceğimi umuyorum. Zîrâ bu sayede baykuşların durumu hakkında bilgi sahibi olacağım; nerede korunduklarını, hangi kapıdan girdiklerini öğreneceğim. Sonra onları aldatıp sizin yanınıza gelirim, nihayet hazırlıklı ve planlı bir şekilde onlara baskın yapar ve Allah'ın izniyle amacımıza erişiriz!
Kargaların hükümdarı:
— Bu muameleye ve bu plâna gönülden razı mısın? diye sordu. Bilge karga:
— Elbette! Niçin razı olmayayım ki? Hem hükümdar hem de askerleri bu sayede zafer ve huzur bulmayacak mı?
Hükümdar, bilge karganın söylediğini yaptı ve çekip gitti. Bilge karga inliyor, acıyla mırıldanıyordu. Baykuşlar onu işittiler, inleyişine yakından tanık oldular ve durumu kendi hükümdarlarına bildirdiler. Hükümdar baykuş, kargaların ahvalini öğrenmek amacıyla bizim karganın yanına gelir. İyice yanaştıkta hizmetkârı olan (mütercim?) baykuşa emreder, kargaya bazı sorular yöneltsin diye. Ve baykuş başlar sormaya:
— Sen kimsin? Öteki kargalar nerede?
Karga cevap verir:
— Ben filan kargayım... Sorunun devamına gelince sanıyorum beni sıradan bir karga gibi görüyorsun, gizli ve (önemli) bilgilerden habersiz bir kel karga gibi!
Böylece baykuşların kralına şu mealde bir izahat yapılır: "Bu karga, hükümdarının veziri ve danışmanıdır. Aslında ona bu muamelelerin niçin reva görüldüğünü sormalıyız!"
Kargaya meselenin içyüzü sorulur. Karga da başlar uzun uzun anlatmaya:
— Kralımız, size karşı ne gibi bir tedbir alınacağı hususunda meclis kurdu; bize danıştı. Ben de orada hazır bulunanlar arasında arasındaydım: "Kargalar cemâati! Bu konuda neyi uygun görürsünüz?" dedi. Ben de cevap verdim: "Hükümdar! Bizim baykuşlarla savaşacak gücümüz yoktur. Onlar bizden daha kuvvetli, daha katı kalpli ve cesurdurlar.
Ben barış yollarını aramayı, mümkünse fidye vermeyi doğru buluyorum! Eğer baykuş tayfası bu teklifi kabul ederse ne âlâ, etmezse kaçarız başka diyarlara! Eğer baykuşlarla savaşa kalkarsak bizim aleyhimize, onların lehine olur bu karar...
Elbette barış yolu husûmetten iyidir." Ben onlara savaş kararından vazgeçmelerini salık verdim, bir sürü hikâye anlattım, misaller sundum. Dedim ki: "Güçlü bir düşmanın satvet ve gazabından kurtuluş ancak itaatle mümkündür! Çimenlere bakın, esnekliği ve esme yönüne meyli ile nasıl kurtuluyor dehşetli kasırgalardan?" Ama onlar bana muhalefet ettiler, sözümü dinlemediler hattâ savaş aşkıyla yanarak beni töhmet altında bıraktılar: "Sen bizim değil baykuşların tarafındasın!" dediler. Öğüdümü tutmadıkları yetmiyormuş gibi beni paçavraya çevirdiler. Kral ve avânesi bana epey işkence ettikten sonra çekip gittiler yanımdan...
Sonra ne yaptıkları bilmiyorum... (Karga susar).
Baykuşların hükümdarı bu uzun hikâyeyi dinledikten sonra vezirlerden birine şöyle sordu:
— Karga hakkında ne diyorsun?
O vezir cevap verdi:
— Hemen öldürülsün derim! Bu karga muhakkak öteki kargaların bir tezgâhı! Bunu temizlersek tuzağından emin oluruz! Ayrıca öteki kargaları da tam bir hüsrana uğratmış oluruz. Derler ya: "Kim işin başarıya ulaşacağı ânı yakalar da derhal harekete geçmezse onda hayır yok, hikmet ve zekâdan bînasiptir o! Kim büyük bir zafere kavuşmak ister de imkan bulduğunda savsaklarsa fırsatı elinden kaçırır! Böyle birine talih bir daha gülmese yeridir! Kim düşmanının zayıf ânını yakalar da işini bitirmezse elbet dizini dövecektir, düşmanı palazlanıp azman kesildiği günler geldikte!"
Hükümdar baykuş diğer vezire sordu:
— Sen ne diyorsun bu karga için?
Vezir cevap verdi:
— Bence onu öldürmemelisin! Zîrâ yaranı olmayan başı eğik düşman, merhamete ve affa layıktır. Ona ilişilmemeli! Hele hele bize sığınmış, korkudan tir tir titreyen bir zavallıya el kaldırmak mı? Asla! Bilakis onu kanatlarımız altına almalıyız! Düşman dediğin kişi, kendi kastı olmasa da bizim işimize yarayacaksa elbet es geçilmeli ondan; hattâ korunmalıdır ol Tıpkı karısının hatırına hırsıza ses çıkarmayan tacir gibi hareket etmeli burada...
Hükümdar baykuş merakla sordu:
— O da neyin nesi?
Vezir anlattı:
— Anlatırlar... Zengin mi zengin bir tacirin dünya güzeli bir hanımı varmış. Bir gün eve hırsız girmiş. Tacir horul horul uyuyor, kadın ayakta... Ansızın irkilen kadıncağız tacirin yanına hoplamış, kucaklamış eşini sımsıkı! Meğer tacir, hâtûnun bir gün böyle şevk ile yaklaşmasını ümit edermiş dâim. Kadın sarmaş dolaş oldukta adam uyanıvermiş ve kendi kendine: "Oh! Bu nimet nerede vâki oldu bana?" diye söylenmiş sevinçle. Bir de bakmış ki hırsız! Ama tacirin neşesi o biçim, seslenivermiş hırsıza:
— Efendi, rahat rahat doldur torbana servetimden.
Hâtûnumun kalbi sayende bana meyletti ya bu yeter! En derin şükran hislerimle selamlıyorum seni!
Hikâyeyi dinleyen hükümdar baykuş diğer vezire dönüyor:
— Sen ne diyorsun karga için?
Öteki vezir aldı sözü:
— Onu öldürme, bırak yaşasın; hattâ iyilik et, ihsanda bulun ona. O sana karşı samîmi davranacak biridir. Akıllı kişi düşmanlarının kendi aralarında anlaşamayıp kavga edişlerini iyi bir firsat sayar, durumu değerlendirir. Hasımlarının birbirleriyle uğraşması akıllı kişi için kurtuluş ve zafer vesilesidir. Tıpkı âbidin hem hırsızdan hem de şeytandan paçayı kurtarması gibi, tabii âbide ne yapacakları hususunda ihtilafa düştüklerinde oluyor bu!
Hükümdar merakla sordu:
— Bu nasıl oldu?
Vezir:
— Anlatırlar.. Âbid bol süt veren semiz mi semiz bir inek satın alıyor, peşinden çeke çeke evine götürüyor. Hemen oracıkta ineği çalmak isteyen bir hırsız takılıyor arkadan. Bu da yetmezmiş gibi âbidi çarpmak ve aklını başından almak isteyen bir şeytan da ötede bekliyor!
Bu şeytan, hırsızı gördükte hışımla soruyor:
— Sen kimsin?
Hırsız:
— Ben mi? Kederli bir yankesiciyim! Âbid uykuya dalınca ineği kapıp götüreceğim! Ya sen kimsin?
— Ben mi? Ben bir şeytanım! Âbid uyudukta onu çarpacağım, aklını başından alacağım!
Hırsızla şeytan bu şekilde eve kadar gidiyorlar. Âbid içeri girdikte onlar da giriyorlar. Âbid peşindeki hayvanı da içeri alıyor ve hayatın bir köşesine bağlıyor. Sonra yatıp uyuyor. Hırsızla şeytan ise gizli gizli iş üzerinde konuşuyorlar. Ama hangisi önce başlayacak, bir türlü anlaşamıyorlar.
Şeytan hırsıza der ki:
— Bak arkadaş, sen önce davranıp ineği almaya kalkarsan âbid uyanır; bağıra çağıra milleti uyandırır. O zaman ben onu çarpamam, aklını başından alamam. Sen bana öncelik tanı! Onu delirteyim, aklı gitsin! Sonra sen dilediğini yaparsın!
Ancak hırsız, şeytanı dinlemez. "Âbid evvela çarpılırsa uyanacak ve ben ineği çarpamayacağım!"* Şeytan için kullanılan ihtitaf fiili hem çalmak hem de aklını başından almak anlamına gelir. Türkçedeki "carpmak"ın hakiki ve macazi manası aynen mevcuttur, "ihtifaf fiilinde (çev.) diye düşünür ve itiraz eder:
— Hayır, hayır! Sen bana ver önceliği, ineği kapıp götüreyim! Sonra ne yaparsan yap sen!
Hırsızla şeytan böylece münâkaşaya tutuşurlar. Sonunda hırsız başbaş bağırır:
— Âbid, âbid! Uyan artık! Şu şeytan seni çarpmak istiyor!
Şeytan da bağırır:
— Uyan âbid uyan! Hırsız senin ineği çalacak! İkisinin feryadıyla yerinden doğrulur âbid, komşular da uyanırlar. İki habis çarnaçar, kaçarlar oradan...
(Müzâkere devam ediyor)
En başta karganın öldürülmesini teklif eden vezir aldı sözü:
— Artık iyice kanaat getirdim karganın sizi aldattığına! Aranızda ahmak olanın tam da hoşuna gidecek bir kelam etti o! Bu yüzden yanlış kararlar alıyor, hatalı fikirler ileri sürüyorsunuz! Hükümdarım! Hemen karar vermeyin bu konuda acele etmeyin! Gözleriyle gördüğüne "görmedim" diyen ama kulaklarına sızana hemen inanan, boş işlerle uğraşan adam gibi olmayın!
Ama hükümdar ilk vezirin bu itirazına pek iltifat etmez. Emir verir: karga baykuşların evlerine götürülsün, orada ağırlansın ve en güzel muameleye layık olsun, diye. Zaman geçer.
Bir gün misafir karga hükümdar baykuşun huzuruna çıkar, çevrede epey bir baykuş cemâati ile karganın ölümünü isteyen vezir de vardır. Söze şöyle başlar karga:
— Hükümdar, hemcinslerimden neler çektiğimi biliyorsunuz! Öç almazsam içim rahat etmeyecek! Bu mevzuda epey kafa yordum ama tek başıma amacıma ulaşamayacağımı anladım. Zavallı bir kargayım ben... Bilgelerden gelen bir söz var: "Kim kendini feda etmeyi göze alırsa Allah'a en büyük kurbanı takdim etmiş sayılır! Böyle bir fıdâinin her duası kabul olur!" Eğer zât-ı âlîleri uygun görürlerse yakayım kendimi ve Tanrımdan istekte bulunayım, beni baykuşa çevirsin diye. Böylece kargaların en zorlu hasmı ve bilgim sayesinde onların karşısında en kuvvetli düşman olurum. Ancak böyle alabilirim intikamımı!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Ama karganın imha edilmesi teklifini sunan vezir cevap verir bu söze:
— Sen iyi biriymişsin gibi bir intiba uyandırıp en feci kötülüğü gizlemekle içimi ve râihası nefis, lâkin özü zehir dolu, pis bir şaraba benziyorsun! Ne dersin, vücudunu ateşle yaksak özün ve karakterin değişir mi acaba? Senin huyların, nerede olursan ol senle beraber değil mi? Ne olursan ol, neye çevrilirsen çevril; huyların yine sana, öz mayana dönecektir! Can çıkar, huy çıkmaz! Hani şu dişi fare misali geldi aklıma:
Cins cins kocalardan birini seçmesi söylenmiş. Ya güneş, ya rüzgâr, ya bulut yahut dağla evlenecekmiş ama sonunda bir erkek fareyi tercih etmiş!
Vezire merakla sordular:
— Bu nasıl oldu?
Vezir anlattı:
— Anlatırlar işte... Duası kabul kapısından hiç çevrilmeyen bir âbid varmış. Bir gün deniz kıyısında otururken pençesinde fare eniğiyle uçan bir deli dölengeç kuşu geçivermiş oradan. Farecik kuşun pençesinden kaymış, âbidin yanına düşmüş. Âbidin kalbi burkulmuş, alıp bir kağıda sarıvermiş hayvancağızı ve evine götürmüş. Ama böyle bir hayvanı beslemenin ailesine ağır geleceğini düşündüğü için niyazda bulunmuş Rabbine, fareyi kıza çevirsin diye. Derken fare hoş endamlı dal gibi bir tazeye dönüşmüş! Kızı aldığı gibi hanımına götüren âbid sıkı sıkı öğütlemiş:
— Bu benim kızım demektir! Evladıma nasıl davranıyorsan buna da öyle davran!
Neyse kız büyüyüp kadınlık çağına girdikte âbid demiş ki:
— Kızım sen büyüdün serpildin. Sana bir koca bulmalı! Haydi beğen birini, evereyim seni!
Kız:
— Tercih hakkını bana bırakırsan ben mahlûkatın en iri ve kuvvetli olanını isterim!
Âbid:
— Ha, galiba güneşi istiyorsun! demiş ve güneşe varıp dileğin sunmuş:
— Ey muhteşem varlık! Bir kızım var, en güçlü yaratıkla evlenmek isteyen! Sen damadım olur musun?
Güneş cevap vermiş:
— Sana benden daha kuvvetlisini göstereyim: Beni örten, ışıktan oklarımı geri gönderen ve nur buketimi sarıp sarmalayan bulut!
Âbid buluta varmış, ona da aynı teklifi yapmış.
Bulut cevap vermiş:
— Ben benden daha güçlü olanı söyleyeyim sana: Beni çoban gibi önüne katan, doğuya ve batıya sürükleyen rüzgâra git!
Âbid rüzgâra varmış, ona da açmış mevzûyu.
Rüzgâr demiş ki:
— Ben de sana en güçlü olanı söyleyeyim: yerinden bir milim kaydıramadığım dağ, benden elbet daha güçlü!
Âbid bu sefer dağa yanaşır ve evlilik konusunu açar.
Ama dağ da cevap verir diğerleri gibi:
— Ha, ben sana benden daha güçlü olanı göstereyim istersen! Beni delik deşik eden farenin şerrinden kendimi kurtaramıyorum.
Böylece âbid fareye gider ve mûtad veçhile konuya girer:
— Şu hâtûnla evlenir misin?
Fare cevap verir:
— Nasıl gerdeğe girerim onunla? Yuvam minicik! Hem erkek fare ancak soydaşı olan bir dişi fare ile evlenir!
Neticede bizim âbid yalvarır Alah'a o güzel kızı tekrar fare yapsın diye. Tabi bu duayı yapmadan evvel kızın rızâsını almıştır. Hak Teâlâ onu ilk hâline çevirir, dişi fare erkek fare ile muradına erer ve çekilip giderler... Senin hakikatin de bu be hey hilekar karga!
(Vezirin sözleri biter)
Baykuşların hükümdarı vezirin sözlerine itibar etmedi; bilakis kargaya karşı daha ihsankâr davrandı, sevgisini artırdı.
Bizim keleş karganın hayâtı düzelir, tüyleri yeniden biter ve gürbüzleşir. O artık alacağı bilgiyi de almış bir görevli olarak havalanır, dosdoğru avânesinin yanına gelir. Gördüğü ve işittiği malumat ile Karga kralına der ki:
— Ben yapacağım dediğim şeyi yaptım! Sana düşen, tavsiyelerimi dinlemek ve uygulamaktır!
Hükümdar karga memnun memnun:
— Elbette! Ben ordumla senin emrindeyim! Nasıl istersen öyle hareket et!
Casus karga der ki:
— Baykuşlar şu mıntıkada odunu bol bir dağda yaşıyor. Orada koyunlarının başında bekleyen bir çoban var. Dolayısıyla çevrede ateş, köz vs. bulabilir baykuşların kovuklarına atabiliriz. Üzerlerine kuru odun, çalı çırpı atar; kanatlarımızla alevi besleriz, ateşi harlarız! Kovuklarda yaşayan baykuşlardan kaçabileni kaçar, kaçamayanlar ise dumanla boğulur!
Kargalar bu planı uygularlar. Bütün baykuşları öldürürler, emniyet ve zafer sevinciyle yurtlarına dönerler. Hükümdar karga bir gün tecrübeli casus kargaya sorar:
— Baykuşlarla onca zaman nasıl yaşadın yan yana! İyiler kötülerle arkadaş olamaz, bu azaba sabredemez!
Karga cevap verir:
— Doğru söylüyorsunuz pâdişâhım! Ama akıllı kişi, zamanında tahammül etmediği takdirde müthiş bir felâkete sebep olacak bir işi, sabırla karşılamayı bilir; feryad etmez. Zîrâ o "sabrın sonu selâmettir" diyerek güzel bir netice umar yaptığı işten, kedere garkolup bırakmaz işin ucunu. Hakikatte o, alçak birine boyun eğmekten zevk alıyor değildir. Arzusuna ulaşınca öyle sevinir ki!
Hükümdar sorar tekrar:
— Anlat bana baykuşları, ne dedi sana akıllıları?
Bilge casus karga:
— Aralarında derhal benim imha edilmemi isteyen vezir hâriç akıllı birine rastlamadım! O defalarca benim öldürülmemi istedi ama baykuş kısmı dirayet ve ileri görüşlülük bakımından nasipsiz yaratıklardır. Benim kargalar arasında mevkî sahibi tecrübeli bir kişi olduğumu pek önemsemediler, hile yapacağımdan endişe etmediler. Kendi içlerinden çıkan aklı başında bir nasîhatçinin sevgi ve firâset dolu öğüdünü kabul etmediler! En mahrem sırlarını benden gizlemediler. Oysa bilgelerden gelen bir vecize vardır: "Hükümdar işlerini asla söz gezdiren ahmaklara açmamalı, kimseyi sırrına muttali etmemeli!"
Hükümdar karga:
— Öyleyse bana göre baykuşların helaki, liderlerinin dirayetsiz olması, vezirlerinin yanlış fikirlerine uyması ve toptan câhil olmalarından kaynaklanmıştır.
Casus karga aldı sözü:
— Evet pâdişâhımız, doğru söylüyorsunuz! Hiç yadsınamayacak bir hakikattir: zenginlik nimetine kavuşup azmayan, kadınlara aşın düşkünlük gösterip sonunda rezil olmayan öyle azdır ki! Eh bu meseleyi siyâsî açıdan ele alırsak kötü danışman ve vezirlere güvenip de felâkete düşmeyen kral hiç yok gibidir.
Eskilerden gelen bir söz var:
"Kendini beğenen kişi, sürekli övülmek için çaba göstermesin; yalancı adam başına fazla arkadaş toplamasın; terbiyesiz kişi şeref iddia etmesin; cimriliği huy edinmiş hayırsız adam cömertlik taslamasın; arzularına köle olmuş adam günahsızmış gibi göstermesin kendini; olayların gidişatını doğru tahlil etmeyen ve salak danışmanlarla siyâset yürütmeye kalkan mağrur kral da saltanatının baki kalacağım sanmasın, halkının refah ve huzura kavuşacağı kuruntusuyla sevinmesin!"
Hükümdar karga tekrar aynı konuya eğilir:
— Baykuşlarla sun'î bir dostluk kurmak ve onların hizmetkârı gibi görünmekle hakîkaten büyük acılar çekmiş olmalısın!
Bilge karga:
— Gerçek şu ki akıbetinde fayda devşireceği bir zorluğa tahammül eden, gurur ve hamaset duygularını dizginlemesini bilen kişi elbet memnun olacaktır zafere eriştiğinde! Tıpkı kurbağa şahını sırtında taşıyan ama kurbağalan afiyetle mideye indiren yılan gibi sabretmeli!
Karga kral:
— Bu hikâyenin tafsilatı nedir?
Bilge karga anlattı:
— Büyük bir yılan varmış. Yılanlar arasında saygın ve güçlü imiş ama zamanla ihtiyarlamış, gözü göremez olmuş, avı tutamaz olmuş... Bir gün yiyecek aramak için etrafa yayıldıkta bol kurbağalı şirin gölcüğe gelmiş. Eskiden de oraya gelir kurbağaları rızık edinirmiş. Bu sefer zayıf ve çaresiz bir kocamış yılan olarak keder içinde kendim bırakır kurbağaların yanına. Oradaki bir kurbağa der ki:
— Bak, bak.. Yılan efendiyi pek tasalı görüyoruz... Neden acaba?
Yılan:
— Kim benden daha çok üzülebilir ki? Hayâtımı kurbağalarla sürdürüyordum. Şimdi öyle bir hastalık var ki başımda, kurbağalar haram oldu bana! Bazan yaklaşıyorum, karşılaşıyorum ama tutmak ne mümkün! Kurbağa derhal oradan zıplar, kurbağalar kralına giderek duyduğunu anlatır, müjdeli haber verircesine.
Kurbağalar kralı ihtiyar yılanın yanına gelir ve sorar:
— Anlat bakalım hikâyeni, nasıl kocadın böyle?
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Yılan alır sözü:
— Bir kaç gün önce bir kurbağanın peşindeydim. Vakit akşam idi. Takip esnasında bir âbidin evine girmeye mecbur oldum. Kurbağanın peşinden içeri daldığımda karanlık ortamda farkedemedim, âbidin oğlu evdeymiş. Çocuğun parmağını yakaladım. Kurbağa niyetine soktum! Çocukcağız öldü! Evden apar topar firar ettim lâkin âbid peşime düştü, yakalayamadıysa da beddua etti, lanetler okudu. Diyordu ki:
"Masum oğulcağızımı öldürdün ya! Sana beddualar yağdırıyorum: paçavraya dönesin, zillet içinde bir eşek olasın kurbağalar kralına! Hiç bir kurbağayı ağız tadıyla ve hevesle yakalayamayasın, kralın köpeğe sadaka verir gibi senin önüne attıkları hariç!"
İşte, zaman geçti; âbidin bu lanetine duçar vaziyette sana geldim. Gönlüm razıdır, sırtıma binmene! Beni eşek niyetine kullan!
Kurbağalar kralı devâsâ bir yılanın sırtında gezinme hevesiyle yandı! "İşte, hakîkî bir övünç kaynağı!" dedi kendi kendine. Yılanın sırtına atladı ve hoşlandı bu işten...
Yılan dedi ki ona:
— Ey şahlar şahı ulu Kurbağa! Benim âciz mi âciz, yoksul mu yoksul biri olduğumu anladın gayrı! Haydi lütfet de bir geçimlik akıt bana! Ben de yaşayayım herkes gibi şu fâni dünyada!
Kurbağalar hükümdarı gerine gerine cevap verdi:
— Elbette! Elbette bu meseleyi halledeceğim, sana rızık bağlamak vacip oldu! Sen benim bineğimsin...
Böylece Kurbağa kral emir verir, hergün yaşlı yılana iki kurbağa verilsin diye. Pîr-i fâni tecrübeli yılan rahat eder, geçimini sürdürür.
Alçak bir düşmana boyun eğmek ona zerrece zarar vermez, hattâ kalıcı faydalar doğar bu ilişkiden. Bal gibi bir maîşet vesilesi olur bu tedbir!....
İşte ey hükümdarım! Benim de şu zaferimizi kazanabilmemiz için acıya ve zillete gösterdiğim tahammül böyledir... Bakınız ne güzel emniyete kavuştuk, düşmanı mahvettik! Kesin olarak gördüm ki esnek muamele, merhamet dilenme ve kibarlık, ahmak düşmanı çok daha kısa bir zamanda kökünden mahvetmemizi sağladı. Meydan okumaya kalksaydık bunu böyle başaramazdık. Ateş ağaca değdiğinde tüm gücüne, zorbalığına ve hararetine rağmen ancak toprak üstündeki kısmım yakar. Su ise onca soğukluğuna ve yumuşaklığına rağmen ağacı kökünden götürür! Derler ki: "Dört şey var ki azına az denmez: ateş, hastalık, düşman ve borç"
(Karga devam eder):
— Bütün bu zafer ve basanlar hükümdarımızın ileri görüşlülüğü, talihi ve tedbiri sayesinde gerçekleşmiştir. Derler ki: "İki kişi bir şeyi elde etmek istediğinde hangisi daha akıllı ve şahsiyetli davranırsa o erişir hedefe. Eğer şahsiyet ve akılda eşit iseler daha sabırlı ve azimli olan erişir hedefe. Azimde de eşit iseler bahtı açık olan kazanır mücâdeleyi"
Yine kadim bilgelerin sözlerindendir:
"Kim tedbirli becerikli ama yine de başarı ve saadetin şımartmadığı, musibetlerin korkutmadığı bir hükümdara savaş açarsa ölüme davetiye vermiş demektir." hükümdarım! Hele hele zât-ı âlîleri gibi gerekeni gerektiği yerde yapan; sertlik ve esnekliğin sınırlarını bilen; öfke ve hoşnutluk göstereceği ânı iyi hesaplayan; sürat ve ağırdan alma pozisyonlarını doğru tâyin eden; bugünü, yarını kısaca davranışlarının tüm sonuçlarını düşünen biri olursa elbet ona savaş açılmaz!
Hükümdar cevap verdi bilge kargaya:
— Hayır, hayır! Senin firâsetin, aklın, öğüdün ve bahtının açıklığı sayesinde gerçekleşti bu zafer. Zîrâ akıllı ve hesaplı davranan bir kişinin fikri düşmanı mahvetmede elbet daha üstündür; kuvvetli, hazırlıklı ve kalabalık ordulardan! Bence senin hayretengiz işlerinden biri de baykuşların arasında uzun süre kalarak onca kaba sözü işitmen ama yine de dil sürçmesinden kurtulabilmendir!
Bilge Karga:
— Ben devamlı sizin üslûbunuza, ahlâkınıza özenerek yürüttüm siyâsetimi! En yakın dostumdan en uzak kişiye dek; herkesle aramı iyi tuttum, nâzik davrandım, esnek oldum.
Hükümdar:
— Bence sen tuttuğunu koparan akıllı bir vezirsin. Diğerleri akıbeti hayırlı olmayacak kuru laflar eden sıradan görevlilerdir. Rab Teâlâ senin sayende bize zafer lütfetmiştir. Biz evvelce yemek yiyemiyor, su içemiyor, huzur içinde uyuyamıyorduk... Derler ki: "Hasta deva bulmadıkça; efendisinden servet, mükâfaat uman hizmetkar umduğuna kavuşmadıkça; boğazına düşman oturmuş kaygılı kişi de bu belâdan kurtulmadıkça ne yeme içmeden ne de uykudan tat alabilirler..." Öyledir, elindeki ağır yükü bir kenara bırakan kişi dinlenir ve rahat bir nefes alır; düşmanını halleden adam 'Oh be!' diyebilir.
Bilge karga aldı sözü:
— Düşmanınızı helak eden Yüce Allah'a niyazım vardır: size saltanatı hayırlı kılsın, krallığın nimetlerinden en güzel şekilde faydalanma fırsatı versin, halkınızın dirlik ve düzeni dâim olsun, elinizdeki iktidar sayesinde onlar da mutlu olsun! Zîrâ hükümdar gücünü ve servetini halkının saadeti ve refahı için harcamazsa keçinin boğazından sarkan yalancı memeye benzer. Oğlak bu gıdığı emer, meme ucu sanarak! Ama hiç hayrını görmez.
Hükümdar aldı sözü:
— Ey dürüst ve kaliteli vezir! Baykuşların ve başlarındaki kralın savaş ve benzeri, önemli hâdiselerde takip ettikleri siyâset tarzı neydi?
Karga:
— Nasıl olacak? Gurur, kibir, şımarıklık... Üstelik âcizdiler pek çok yönden. Daha bir sürü kötü vasfı var ya neyse.. Adamları ve danışmanları da ona benziyor! Sadece benim öldürülmemi isteyen tecrübeli vezir, müstesna. Bu baykuş, ileri görüşlü, kurnaz, zekî, tedbirli, filozof biriydi. İşlerini yerli yerinde yapmak, yüksek akıllı olmak ve isabetli fikir serdetmek gibi hususlarda onun gibisi hakîkaten azdır.
Hükümdar merakla sordu:
— Onun akıllı olduğunu en iyi gösteren özellik neydi?
Bilge karga cevap verdi.
— İki hâli! Biri malum, benim derhal öldürülmemi istemesi; diğeri doğru sözü ve öğüdü arkadaşlarından esirgememesidir. Velev bir iki kelime olsun, mutlaka öğüt verirdi. Kaldı ki sözleri sert ve kinci değildi. Nâzik ve yumuşak konuşurdu.
O, baykuşlar kralına bazı hatâlarını söyler ama bunu gözüne soka soka açıklamazdı. Çeşitli örnekler ve hikâyelerle konuyu îzah eder, başkasının kusurunu dile getirerek kıssadan hisse çıkarılmasını sağlardı. Hükümdar hatâsını anlar ama vezire kızmazdı. Bu vezirin hükümdarına verdiği öğütlerden bazıları aklımdadır. Bir keresinde şöyle demişti:
"Hükümdar asla işini savsaklamamalı, siyâsetten bîhaber siyâset yapmaya kalkmamalıdır. Zîrâ idare zor bir sanattır. İnsanlardan pek azı hükümdar olur; ancak tedbir, ileri görüşlülük ve zekâ ile elde tutulur taht! Hükümdarlık kıymetli bir makamdır! Buraya çıkan, mevkiini korumayı bilmeli ve müdâfaasını yapabilmelidir. Derler ki:
"Hükümdarlık nilüfer yaprağının gölgesi kadar kısa, rüzgâr gibi bir o yana bir bu yana meyilli, alçaklarla dolu bir grupta tek samimî ve akıllı kişi gibi yalnız, yağmur taşıyan damlaların göle değdiği anda beliren hava kabarcıkları gibi sevimli ve fânidir."
(Hikâye içinde hikâyeyle dolu bu sohbeti Beydebâ şu sözlerle bitirir):
— İşte ey Hükümdarım! Dostluk gösterseler de tevazu satsalar da asla aldanmamanız gereken hâin düşmanın hikâyesi bu!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Maymun ile Kaplumbağa Babı:

Hükümdar Debşelim filozof Beydebâ'ya dedi ki:

— Bu hikâyeyi dinledim... Şimdi anlat bakalım, dileği peşinde epey koştuktan sonra tam kavuştuğu anda kaybeden kişinin hikâyesini.

Filozof:

— İnanın hükümdarım, bir amaç peşinde sürekli koşmak onu elde ettikten sonra korumaktan daha kolaydır. İsteğine kavuştuktan sonra elinden kaçıran adam, kaplumbağanın başına gelen musibete mübtelâ olur.

Hükümdar sordu:

— Bu nasıl olmuş?

Beydebâ başlar anlatmaya:

— Anlatırlar ki maymunların başında Mahir diye bir kral varmış. Yıllar geçip Mahir ihtiyarlayınca hanedandan genç ve kuvvetli bir maymun çıkmış siyâset sahnesine, Mâhir'in üzerine yürüyüp yenmiş onu ve tahta oturmuş. Mahir bölgeden kaçıyor ve kendi başına atılıyor yollara. Nihayet deniz kenarında elverişli bir mıntıka buluyor, incir ağaçlarından birine yerleşiyor. Mahir bir gün ağaçta karnını doyururken bir incir düşüyor suya; tatlı ve ahenkli bir cup sesi çıkıyor...'Böylece Mahir yemek yerken her zaman suya incir bırakmaya başlamış. Neşeyle incir fırlatıyormuş suya. Civarda yaşayan bir kaplumbağa da ağaçtan düşen incirle besleniyormuş. Maymunun suya incir atma âdeti kökleşince kaplumbağa yukardakinin özellikle bu işi yaptığını, arada dostluk bağı tesis etmek için böyle davrandığını zannetmeye başlamış! Böylece kaplumbağa maymunla arkadaş olmak istiyor, ona açıyor meseleyi ve hakîkaten iki komşu arasında sıkı bir dostluk kuruluyor.

Bu arada kaplumbağanın evinde yolunu gözleyen bir hâtûnu vardır. Beyefendi, maymunla ünsiyet peyda edince evi ocağı unutuyor ve kadın endişelenmeye başlıyor. Bu adam nerede kaldı diye komşu kadına dert yanıyor:

— Korkuyorum, ya bir felâkete uğradıysa? Ya bir tuzağa düşmüşse?

Komşu kadın, bilmiş bilmiş cevap yetiştiriyor:

— Senin bey deniz kenarında. Bir maymunu dost tutmuş... Maymun da onu seviyor hani, onunla yiyip içiyor. Kocanı senden ayıran şıllık odur! Şimdi sen maymunu mahvetmezsen kocanı getiremezsin yanına!

Dertli eş soruvermiş:

— Bunu nasıl becereceğim?

Bilgiç kaplumbağa komşu akıl vermiş:

— Kocan nihayet gelecek... O kapıdan adımım attıkta sen ahlayıp vahlayacaksın... O seni gamlı gussalı görünce soracak "ne oldu?" diye. Sen de "Doktorlar derdimin çâresinin maymun yüreği olduğunu söylediler" diyeceksin!

Hakîkaten âvâre kaplumbağa bir müddet sonra evine döner, karısını üzüntülü bulur: "Seni mahzun görüyorum, neden?" diye sorar. Kaplumbağa komşu cevap verir oracıkta:

— Karın hasta! Doktorların demesi o ki ancak bir maymun yüreği onu iyileştirebilirmiş... Başka devası yokmuş bu ölümcül hastalığın!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kaplumbağa cevap vermiş:

— Zor, hakîkaten zor bir iş... Suda rızkımızı ararken maymun yüreğini nasıl bulacağız? Ama dostumu tuzağa düşürerek problemi halledeceğim...

Böylece su kenarına giden kaplumbağa orada maymunla karşılaşır. Maymun, bu ani kayboluştan şüphelenmiştir; merakla sorar:

— Can dostum, nerelerdeydin?

Kaplumbağa:

— Endişelenme, dostluğumuza gölge düşmedi. Senin yağdırdığın ihsan beni utandırmıştır. Bunca iyiliğe nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum doğrusu... Lütfedip evime gelirsen herhalde telâfi ederim bunu. Benim mekanım meyvesi bol, cennet gibi bir adadadır. Gel sırtıma bin, seni oraya taşıyayım.

Maymun sevinir. Ağaçtan sıçraya sıçraya inip kaplumbağanın sırtına konar. O da onu suda taşımaya başlar. Epey ilerleyip suya dalmayı düşündüğü sırada kaplumbağa birden pişmanlık hisseder kalbinde, çirkin niyetinden hicap duyarak başını önüne eğer.

Maymun merakla sorar:

— Can dostum! Seni sessiz ve gamlı görünüyorum, neden?

Kaplumbağa acıyla cevap verir:

— Kederimin sebebi şu: Eşim ağır hastadır. Bu meseleyi hatırlayınca evimde sana yeterince ikram edemeyeceğimi düşündüm ve üzüldüm...

Maymun cevap verir:

— Boş ver! Ben biliyorum ya senin beni misafir etmek istediğini! Bu samîmi arzun yeter bana, tekellüf etmen gerekmez...

Kaplumbağa

— Evet, haklısın! Der ama ikinci defa durur...

Bu sefer maymun kuşkulanır. Kendi kendine derin tahlillere dalar: "Kaplumbağanın şu garip duruşu ve gecikişi mutlaka mühim bir amaç için... Onun gönlü bana karşı değişti herhalde... Bana bir hainlik etmesinden korkuyorum. Zîrâ kalpten daha hızlı inkılab eden, hemen dönüveren ne var dünyada? Derler ya: Akıllı adam her sözde her bakışta, her oturup kalkışta hem ailesinin hem de kardeş ve dostlarının ruhunda vuku bulan değişimden bihaber kalmamaya çalışmalı. Zîrâ dışa vuran alâmetlerdir bu davranışlar, kalplerde gizlenen asıl niyeti teşhis etmeye yardımcı olurlar. Bilginler diyor ki: Bir adam dostundan şüphelendi mi ondan korunmayı bilmeli, ihtiyatlı davranmalı; dostunun tavırlarından, bakışlarından anlamalı niyetini. Eğer tahmini doğru çıkarsa atik davranır, kurtulur. Boş asılsız bir kuşkuysa içindeki, zarar gelmez ihtiyattan..."

Bu iç hesaplaşmayı yaşayan maymun, kaplumbağaya dedi ki:

— Seni durduran ne? Bakıyorum yine kendi kendine mırıldanıyor gibisin! Ziyadesiyle kederli görünüyorsun!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kaplumbağa:

— Seni evime davet ettim ama eşim hasta olduğu için beklediğin karşılamayı yapamayacağım... Bu yüzden mahzunum.

Maymun:

— Üzülme! Keder sana çâre sağlamaz! Derhal eşini iyileştirecek ilaçlan araştır. Kadim bilgelerden gelen bir söz vardır: "Zengin adam servetini üç yerde rahatça harcayabilmeli: Allah için yardımda, ciddî bir ihtiyacını karşılarken ve kadınlar uğruna!"

Kaplumbağa:

— Doğru söylüyorsun! Şimdi gelelim asıl meseleye! Doktorlar eşimin ancak maymun yüreği ile şifâ bulacağını bildirdiler.

Maymun bunu duyar duymaz kendi kendine demiş ki:

"Eyvah! Yaşım ilerledi, epey tecrübe kazandım ama ihtiras ve açgözlülük belâsından kurtulabilmiş değilim. Ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldım şimdi. Şu söz ne kadar da doğru: kanaatkar kişi elindeki ile idare etmesini bilir. Huzur içinde yaşar. İhtiraslı, açgözlü kişi ise her zaman yorgundur, her zaman güçlüklerle karşılaşır. Bu belâyı atlatmak için aklımı kullanmalıyım..."

Maymun, kaplumbağaya der ki:

— Benim evimdeyken niye açmadın bu konuyu? Yüreğimi yanıma alırdım hemen. Belki senin malumun değildir: Maymun halkında kesin bir töredir, birimiz dostunu ziyaret ettiğinde kalbini ailesinin yanında veya evinde bırakır. Tâ ki ziyaret edilen kişinin ailesine, harimine baktığımızda kalplerimiz yokmuş gibi davranalım, ona meyletmekten kurtulalım.

Kaplumbağa:

— Peki, şu anda nerede kalbin?
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Maymun:

— Ağaçta bıraktım... Beni ağaca geri götürürsen hemen veririm onu sana. Kaplumbağa için için sevinir. Kendi kendine der ki: "Ona hıyanet etmeme, tuzak kurmama gerek kalmadan mesele halloldu; dostum talebimi kabul etti!" Bu hislerle maymunu alır, gerisini geri sahile götürür. Karaya iyice yaklaştığında maymun hemen sıçrar, ağacın dalına atlar...

Kaplumbağa aşağıda epey bir zaman bekler; ne gelen var, ne de kalp getiren! Dayanamayıp seslenir:

— Hey dostum! Yüreğini yanına al da in artık! Beni çok beklettin!

Maymun ağaçtan cevap verir:

—Geçti artık, geçti!... Beni şu meşhur eşek mi sandın:

Çakal onun kalbi ve kulakları olmadığını sanmış hani...

Kaplumbağa:

— Bu hikâye de neyin nesi? diye sorar.

Maymun aldı sözü:

— Anlatırlar ki ormanda av peşinde koşan arslanın yanında her zaman onun artıklarıyla beslenen bir çakal bulunurmuş. Arslan şiddetli bir uyuz hastalığına yakalanınca takati kesilmiş, ava filan çıkamaz olmuş...

Çakal demiş ki ona:

— Ne oldu ey yırtıcılar şahı! Eskisi gibi değilsin....

Arslan:

— Beni bitiren, uyuz hastalığıdır! Ancak eşek yüreği ve kulakları çâre olur bana.

Çakal:

— Kolay! Falan yerde bir çamaşırcı var. Onun elbiseleri taşırken kullandığı eşeği getiririm sana. Bu sözlerden sonra yola koyulan çakal o eşeğe yanaşır, selam verir ve der ki:

— Bakıyorum da pek zayıfsın eşek kardeş!

— Efendim bana doğru dürüst bir şey yedirmiyor ki!

— Peki, hala nasıl kalıyorsun onun yanında?

— Nasıl kaçayım ondan? Çaresizim. Nereye gitsem adamın biri yakalıyor beni, canımı yakıyor ve aç bırakıyor!

Çakal:

— Ben seni cennet gibi bir yere götürebilirim: insanlardan uzak mı uzak, ot desen ganî... Ha unutmadan söyleyeyim, orada bir dişi eşek var ki dilberlik, şen-şakraklık ve semizlik bakımında onun gibisi yoktur; hiçbir göz görmemiştir onu; hiç bir el değememiştir ona!

Eşek cevap verdi:

— Vay be! Niye oraya gitmeyelim ki?

Çakal eşeği aldığı gibi arslanın bölgesine götürdü. Kendisi önde yürüdü, ormanı geçerek arslanın huzuruna çıktı ve eşeğin beklediği yeri haber verdi ona! Arslan iştahla ilerledi, eşeğin üzerine atıldı ama zayıf ve yavaş davrandığı için beceremedi. Eşek can havliyle fırlayıp kaçtı. Çakal, arslanın eşeği halledemediğini görünce dedi ki:

— Ey yırtıcılar şahı! Bu kadar da âciz misin yâni?

Arslan iştahla konuştu:

— İnan bana, bir kere daha getirsen onu buraya asla kurtulamayacak elimden!

Böylece çakal eşeğin yanına vardı ve dedi ki:

— Ne oldu sana? Galiba karşına çıkan dişi eşek, epeydir azdığı için birden istek ve heyecanla sana atıldı... Biraz durabilseydin elbet yumuşayacak, kıvamına gelecekti. Böyle korkmanın da yersiz olduğu anlaşılacaktı. Eşek bu lafa kandı. İsteği arttı, yüksek sesle anırdı ve arslana doğru heyecanla koşmaya başladı. Çakal zaten hemen yola çıkmış, önceden arslanın yanına varmış ve şöyle demişti:

— Ona kendini hazırla, tedbirini al! Bu sefer zayıf davranma! Zîrâ kurtulursa elinden bir daha asla kanmaz bana! Çakalın uyarısı ve tahrikiyle arslan coştu, eşeğin yanına koşmaya başladı. Karşı karşıya geldiklerinde arslan ansızın atladı eşeğe, onu parçaladı ve şöyle dedi çakala:

— Tabipler derler ki eşek etini yiyecek olan evvelâ yıkanmalı, temizlenmelidir. Ancak böyle faydası dokunur eşeğin! Şimdi sen eşeğin başında bekçi ol! Ben (yıkanıp) dönünce onun kalbini ve kulaklarını yerim, geri kalanı da sana bırakırım...

Arslan yıkanıp temizlenmek amacıyla gidince çakal eşeğin başına geçti, kalbini ve kulaklarını yedi hayvanın. Arslanın bu hayvanı uğursuz sayarak etine hiç dokunmayacağını sanıyordu... Arslan geri dönüp çakala merakla sordu:

— Eşeğin kalbi ve kulakları nerede?

— Bilmiyor musun, onun yüreği ve kulakları olsaydı bir kez ölümden kurtulduktan sonra tekrar aynı hataya düşmez, sana yaklaşmazdı!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
(Maymun devam etti sözüne):

İşte bu misâli veriyorum sana; çakalın kalpsiz ve kulaksız olduğunu îzah ettiği şu eşek gibi olmadığımı bilesin diye! Ben o kalpsiz (akılsız) eşek gibi değilim: Sen bana hile yaptın, ben de benzeri bir hileyle karşılık vererek durumu dengeledim! derler ya: "Yumuşak söz ile yoldan çıkan kişi ancak bilgiyle telâfi eder kaybettiğini."

Kaplumbağa aldı sözü:

— Doğru söylüyorsun... Şu da var ki iyi kişi hatâsını görür, bir suç işlediği zaman terbiye edilmekten utanmaz. Zîrâ o sözünde ve eyleminde samîmidir. Bir vartaya düştükte kendini toparlamasını bilir, tıpkı ayağı sürçüp yere kapaklanan sonra da hemen toparlanıp kalkan soğukkanlı kişi gibidir o!

(Beydebâ aldı sözü):

İşte hükümdarım, ihtiyacı peşinde koşan ve tam elde ettiği anda tekrar onu elden kaçıran kişinin hikâyesidir bu.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Abid ile gelincik babı

Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:

— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi neticeyi düşünmeden işe atılan aceleci adamın hikâyesini anlat.

Filozof:

— İşini sağlama almadan, etraflıca düşünmeden harekete geçen kişi mutlaka pişman olur! Böyle davranan kişi gelinciği sevdiği halde öldüren âbid gibidir.

Hükümdar:

— Anlat hele, nasıl olmuş bu?

Filozof aldı sözü:

— Anlatırlar ki Gürcan bölgesinde bir âbid yaşarmış. Âbidin güzel mi güzel bir hâtûnu varmış. Ama epey bir zaman çocukları olmamış. Tam ümit kestikleri bir anda kadın hâmile kalmış. Kadın sevinçli, adam sevinçli... Âbid hamd etmiş Allah'a, çocuğunun erkek olması için dua etmiş ve karısına demiş ki:

— Müjdeler olsun sana! Ben senin gayet vefakâr ve muradımıza uygun bir oğlan doğuracağını umuyorum. Ona en güzel ismi vereceğim, çeşit çeşit mürebbîler tutacağım...

Kadın cevap vermiş:

— Be adam! Ne olacağını asla bilmediğin bir konuda seni gevezeliğe sevkeden nedir? Böyle boş konuşan kişi, başına yağ bal döken âbide benzer!

Kocası merakla:

— Nasıl olmuş, anlat hele!

Kadın anlatmış:

— Eskilerden gelen bir kıssa işte... Bir zengin tacir, semtindeki âbide her gün bal yağ gönderirmiş. Âbid ihtiyacı kadarını alır, afiyetle yer; artanı bir çömleğe koyarak evin bir köşesindeki direğe asarmış... Gel zaman git zaman bizim âbid bir gün elinde değneği, başucunda asılı çömleği; sırt üstü yatarken derin düşüncelere dalmış: "Yağ ve bal pahalı yiyecekler... Bu çömlektekini bir altına satarım... O parayla on dişi keçi alırım, derken bunlar gebe kalır; her beş ayda bir defa yavrular. Çok geçmeden koca bir sürüm olur." Böyle kurgulamalar üzerinde epey kafa yoran âbid sürünün çoğalma devresiyle ilgili olarak bir kaç yılın hesabını yaptı, dört yüzü aşan muhteşem bir keçi sürüsü çıktı neticede. Artık iyice heyecanlanan âbid kendi kendine der ki: "Bu sürüyü satar yüz sığır alırım, her dört keçiye bir boğa veya inek gelir herhalde. Eh, artık epey bir arazi ve tohum almanın da vakti gelmiş demektir. Rençberler çalıştırırım, boğaları ziraatte, saban işinde kullanırım; ineklerin sütlerini sağar, düvelerimden de istifâde ederim. Bu gidişle beş yıl geçmeden müthiş bir servet elde ederim ziraat işinden... Artık şahane lüks bir köşk yapmanın vakti gelmiştir; en güzel cinsinden cariyeler, en çalışkan ve vefakâr cinsten köleler satın alırım. Asil mi asil, güzel mi güzel sıcak bir hâtûnla evlendim mi tamam demektir. Oğlum da asil olur, en güzel ismi koyaram ona. Biraz büyüsün, hemen eğitimi için harekete geçerim. Terbiye disiplin ister, olacak canım biraz sıkılık! Eğer bu disiplini kaldırabilirse ne âla, yok işi cıvıtırsa değnekle şöyle vururum ona..."

Âbid böyle heyecanlı hayallerde elindeki değneği havaya kaldırınca direğe asılı çömlek kırılmış ve sermâye(!) şıpır şıpır dökülmüş yüzüne!...
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
(Kadın devam eder.)

Bu hikâyeyi akıbeti hayır mı şer mi hiç bilmediğin bir konuda gereksiz laflar ettiğin için anlattım... Âbid hanımının anlattığı kıssadan hissesine düşeni almış. Kadın hakîkaten sevimli bir oğlan doğurmuş, baba çok sevinmiş bu işe...

Bir kaç gün sonra kadın güzelce temizlenmek için hamama gitmeye niyetlenerek beyine demiş ki "Çocuğun yanında kal; ben yıkanıp geleceğim." Kadın hamama gidince çocukla baba başbaşa kalmışlar. Bu sırada hükümdardan gelen bir elçi tıklatmış kapıyı. Âbid evden çıkarken, küçücük bir yavru iken alıp yetiştirdiği gelinciğe emânet etmiş çocuğunu. Gelincik akıllı mı akıllı bir hayvanmış.

Âbid evi kitleyip çıktıktan kısa bir süre sonra taşlıkta bir kara yılan zuhur etmiş. Oğlancığa yaklaşmış ve son anda gelincik farketmiş onu, üzerine atlayıp boğmuş. Yılan paramparça olmuş, gelinciğin ağzıburnu kan içinde kalmış....

Sonra âbid dönmüş, kapıyı açıp içeri girdikte sevinçli bir eda ile ağzı burnu kan içinde yanına gelen gelinciği görmüş karşısında. O anki heyecan âbidin aklını başından almış. Hele hele eline yüzüne bulaşmış kanları görünce iyice zıvanadan çıkan âbid ansızın değnekle vurmuş gelinciğin kafasına! Ağırdan almamış, durumu incelememiş, birden saldırmış zavallı hayvancığa... Gelincik oracıkta can vermiş... Âbid iç odalara bakınca çocuğu neşeli ve sağsâlim bulmuş, yanı başında da paramparça bir kara yılan! Meseleyi anlamış, acele davranıp büyük bir hatâ yaptığı için çıldırasıya üzülmüş, başını duvarlara vurmuş.... Diyormuş ki kendi kendine: "N'olaydı da bu çocuk doğmasaydı! Ben de bu zalimliği yapmasaydım sevimli dostuma!" O böyle dövünürken karısı girmiş içeriye ve merakla soruvermiş:

— Ne oldu, ne bu hal?

Âbid, gelinciğin vefakârlığını, kendisinin tehevvüre kapılarak hiç tahkik etmeden nasıl bir fecaat işlediğini ağlaya ağlaya anlatmış.

Kadın:

— İşte! Acelenin meyvesi böyle acı olur! Demiş...

(Beydebâ sohbetini şöyle bağladı).

— İşte, ölçüp tartmadan davranan; istediğini hiç düşünmeden alelacele yapan pişmankârın öyküsüdür bu!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Tarla faresi ile kedi babı

Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:

— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi anlat bana, yığın yığın hasım tarafindan kuşatılarak mutlak bir helakle karşı karşıya olduğunu anlayınca bir kısım düşmanını kendine dost edip çıkış yolu arayan adamın hikâyesini... Bu adam kaygılardan kurtulmuş, canını kurtarmış ve evvelce anlaştığı bazı düşmanlara vefakâr davranmıştır...

Beydebâ aldı sözü:

— Ne dostluk ne düşmanlık, asla sabit kalmaz; aynı hal üzere dâim değildir. An gelir dostluk nefrete, husûmet sevgiyi dönüşür... Bu mevzuda öyle çok misal var ki! Akıllı ve basiretli kişi derhal tedbirini alır. Duruma göre nasıl hareket edeceğini bilir. Düşmandan gelene metanetle karşı koyar, dosttan gelene nezâket ve ihsanla mukabele eder.

Akıllı adam gerektiğinde eski düşmanından yardım isteyebilir. Evvelce ona karşı beslediği itimatsızlık hissi, asla basiretini kapamaz. Uyanık kişi korktuğu bir felâketi defetmek için düşmanından da faydalanmasını bilendir. Yeter ki ihtiyatlı, soğukkanlı davransın. Mutlaka amacına erişir.

Bunun misâli ortak bir tehlike karşısında birbirleriyle anlaşarak parçayı kurtaran fare ile kedi hikâyesidir. Hükümdar sordu:

— Bu hikâye nasıl?

Beydebâ başladı anlatmaya:

— Anlatırlar ki muazzam bir ağaç kovuğunda Rûmi adlı bir kedi yaşarmış. Yakında bir fare yuvası varmış Feridun adlı fareye ait...

Avcılar o mıntıkaya sık sık gelir vahşî hayvan ve kuş avlarlarmış... Bir gün bir avcı mûtad veçhile oraya geliyor, Rûmi'nin yuvasına yakın bir yere kuruyor tuzağını! Rûmi düşüyor tuzağa. Fare Feridun o sırada her zamanki korkusuyla; "Rûmi beni yakalayabilir," diyerek yiyecek aramaya çıkmış. Orada gezinirken kediyi tuzakta görünce sevinmiş, "Oh be, hasmımdan kurtuldum!" demiş ama arkasına dönüp ortalığı kolaçan edince geride onu kapmaya hazır bir gelincik ve ağacın tepesinde gözleriyle onu takip eden bir baykuş görmüş. Şaşırıp kalmış farecik: Geriye kaçsa gelincik, ileriye gitse kedi, sağa sola hareket etse baykuş kapacak onu! Kendi kendine mırıldanmış: "İşte her yanımdan felâketlerle kuşatıldım. Üzerimde ağır bir yük var, hayâtımı sürdürecek gıdayı bulmalıyım. Ama belâlarla çevriliyim... Şükür Rabbime, aklımı kaybetmiş değilim. Şimdi soğukkanlı davranmalı, dehşete düşüp yanlış işler yapmamalıyım; elim-ayağım birbirine dolaşmadan bir çözüm bulmalıyım. Basiretli kişi doğru düşündüğü, etraflıca plan yaptığı zaman fazla kaygılanmaz, asla zekâsını kullanmazlık edemez. Akıl, dibine ulaşılmaz bir umman gibidir. Belâ, basiretli adamın tüm çabalarını yok edemez, dolayısıyla onu mahvedemez! Ancak şu da bilinmeli:

Ümidin gerçekleşeceğine dâir özgüven ve inanç, asla onu şımartmamak, sarhoş etmemelidir. Etrafımı süzüyorum ve görüyorum ki bu vartayı ancak kediyle anlaşarak atlatabilirim. Zîrâ onun başına gelmiş musibet, aynen veya benzeri bir şekilde benim başıma gelebilir. O benim sözlerimi dinler, tâ içimden gelen ifâdelerime kulak verir ve ona yardım edebileceğime inanırsa beraber kurtulma şansımız vardır." Bu uzun süren iç hesaplaşmadan sonra fare kediye yaklaşarak dedi ki:

— Nasılsın?

Kedi:

— Nasıl olacak! Tam senin arzu ettiğin gibi boğazıma kadar belâya gömülmüşüm!

Fare:

— Hayır, hayır öyle konuşma. Ben de senin gibi dardayım şu an! Kafamda bulduğum çâre ikimizi birden kurtaracak, başka yol bulamıyorum! Sözlerimde yalan yok: hile yok; işte gelincik senin ardında pusu kurmuş bana, yukarda baykuş iştahla murakabe ediyor beni! Her ikisi de bizim düşmanlarımız değil mi? Eğer bana söz verirsen tuzağının iplerini dişlerimle kemirir ve seni kurtarırım. Böylece ikimiz birbirimizi kurtarmış oluruz. Denizdeki gemi ile yolcular arasındaki ilişki de buna benzer. Onlar gemiyle kurtulur, gemi de onların tedbiri sayesinde batmaktan kurtulur... Kedi fareyi dinledi, doğru ve samîmi davrandığına inanınca dedi ki:

— Doğru söylüyorsun! Ben de ikimizin yardımlaşarak beraber kurtulacağı bir plan üzerinde kafa yoruyordum. Eğer hedefe erişirsen yaşadıkça müteşekkir kalacağım sana.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Fare cevap verdi:

— Ben sana yaklaşarak bir ip hâriç tüm ağı kemireceğim. Eh, ne olur ne olmaz, senden gelecek tehlikeye karşı tek ipi bırakmam normaldir... Hayâtımı sağlama almalıyım. Böylece fare ipleri kemirmeye başladı. Baykuş ve gelincik ise farenin kediye yaklaştığım görünce ümitlerini kestiler, çekip gittiler. Fare ip kemirme işini ağırdan alınca kedi dedi ki:

— Niçin ipleri gayretli bir şekilde kesmiyorsun? Eğer kendi amacına eriştiğin için sözünden caymış ve benim işimi askıya almışsan, iyi ve kaliteli kişilerin tavrı değildir bu! İyi olan, asla dostunun işini savsaklamaz. Dostluğumuzun faydasını açıkça gördün, sana yaradı yâni... Şimdi beni mükâfaatlandırmalı ve eski düşmanlığı tamamen kafandan atabilmelisin!

Yaptığımız anlaşma eski husûmeti unutturmalıdır. Kaldı ki vefakârlığın meyvesi fazilettir, hıyanetin akıbeti ise pek elim bir azaptır! İyi kişi, gördüğü iyiliğe teşekkür etmeyi bilir; kin tutmaz. Gördüğü bir güzel davranış bir çok kötülüğü unutturur ona! Eskiler derler ki: "En kısa zamanda gelen ceza, hainliğe verilen cezadır. Kim kendisine yalvaranı affetmezse haksızlık etmiş olur." Fare cevap verdi:

— Dost iki türlüdür: Bir hedef peşinde olan ve mecbur kalan... Her ikisi de belirli bir faydanın temini için o konumdadırlar ve kendilerine bir zarara dokunmaması için azamî gayret sarfederler. Bir hedefi olan, dâima istekli davranan kişiye güvenilir. Mecburen dostluk makamını işgal edene gelince ona bâzan güvenilir. Bâzan da mesafeli bakılır, geri durulur ondan... Akıllı kişi endişelendiği şeyleri gidermek için ondan faydalanır: ihtiyaçlarım "rehin" alır. Burada kurulan dostluk bağı, peşin menfaat ve umulana kavuşmak içindir.

Ben elbet verdiğim sözü tutacağım sana karşı! Ama senden sakındığım da bir gerçektir. Zîrâ seninle ittifak etmemize yolaçan "ölüm korkusu," seni serbest bırakırken de beni sımsıkı sarmaktadır! Tehlikenin bu sefer senden gelmeyeceği ne malum? Kuşkusuz her işin bir zamanı var. Zamanında olmayan işten tat alınmaz! Evet ben senin tüm iplerini kemireceğim ancak bir tek düğüm bırakacağım, onunla rehin tutacağım seni... Artık benimle uğraşacak vaktin olmadığını gördüğüm zaman kopartacağım onu! Ve fare kedinin iplerini kesmeye devam etti. Birden avcı geldi, kedi bağırdı:

—İşte, şimdi evet şimdi iplerimi tamamen kesme konusundaki samimiyetin ortaya çıkmalı! Kopar hepsini! Fare de zaten kemirme işinin sonuna gelmişti. Son ipi de kopardıkta avcıyla burun buruna kalan kedi ağaca ancak tırmanabilmişti. Fare hemen bir yarığa sinmişti. Avcı hüsrana uğramış, paramparça tuzağını alarak melul mahzun çekip gitmişti.

Sonra fare ortaya çıktı, kediyi uzaktan uzaktan süzdü, ona pek de yaklaşmak istemedi. Kedi durur mu sesleniverdi fareye:

— Ey Yüce dost! Sen benim nezdimde imtihanı kazanmış mûtemed birisin! Yaptığın iyiliği, daha güzeli ile karşılayacağım; niye benden sakınıyorsun? Haydi, bitirme dostluğumuzu! Kardeşliğe son veren elbet mahrum kalır dostluğun en güzel meyvelerinden! Muhatabı da ondan ümit keser, tüm dostlar dağılır çevresinden! Senin iyiliğini asla unutmayacağım. Sen, benden de benim dostlarımdan da mükâfaat istemeye lâyıksın! Korkma, zararım dokunmaz! Neyim varsa esirgemen senden, yağmur gibi yağdırırım sana!

Kedi bu samimî sözlerinden sonra fareyi inandırmak için çeşitli kanıtlar ileri sürdü, yeminler etti.

Fare aldı sözü:

— Nice arkadaşlıklar vardır sımsıkı gözükür uzaktan bakana. Ama içyüzü kindir, düşmanlıktır. Ve böylesi inan, açık düşmanlıktan daha beter! Bundan kaçınmayan kişi, azgın filin dişinde uyuya kalmış iken ansızın kendini yerde bulan ve ayaklar altında ezilen adama benzer.

Dosta niçin "dost" denilir? Faydası umulur da ondan! Düşmana'da zararından endişe edildiği için düşman denilir. Akıllı kişi düşmandan yararlanacağı zaman dost olur ona! Dostunun zarar vermesinden endişe ediyorsa sert davranır, düşman kesilir ona! İyi bak, buzağılar sütten faydalanmak için nasıl dört dönerler analarının çevresinde; oysa sütten kesildiklerinde hiçbirini göremezsin analarının yanında.

Bazen kişi dostuyla alış verişini keser ve kendisine zarar vereceğinden endişe etmez. Zîrâ aralarında evvelce de köklü bir düşmanlık yoktur. Ama iki kişi arasına ciddî bir husûmet var iken bir ihtiyaçtan, menfaaten ötürü dostluk oluşmuşsa ihtiyaç yerine getirildiği andan itibaren o dostluğun anlamı kalmaz. İki taraf da aslına döner: suyun ateşte ısındığını görürüsün, lâkin ateşten ayrıldıktan sonra soğur en kaynar su bile!

Hiç bir düşmanım senin kadar zarar veremez bana! Bir hacetimizi görmek için ittifak etmiştik ve ikimizi birbirine bağlayan problem halloldu. Şimdi ben niye endişe etmiyeyim aslî husûmetin geri dönmesinden?

Zayıf, güçlü düşmanının yakınında birşey yokmuş gibi gezemez. Sıradan biri, azametli ve şerefli bir hasmı karşısında rahatça duruyorsa bu işin sonu pek iyi olmayacaktır. Bilmiyorum, beni "midene indirmen" dışında nasıl bir ihtiyaç için geleceksin yanıma? Ben sana tam güvenmiyorum ve şunu kesin biliyorum ki zayıfın güçlü düşmanından uzak durması, güçlünün zayıfa güvenip kanmasından daha sağlıklı, daha doğru bir tutumdur.

Akıllı kişi, çaresiz kalınca düşmanla da anlaşmayı bilir:

Ona güler, yağ çeker; ona itimat ediyormuş gibi gösterir kendini. Sonra işi halloldukta fırsatım bulur bulmaz sıvışır oradan! Kısa zamanda inanan ve itimat eden kişi bir daha asla telafi edilemeyecek hatâlar işleyebilir. Menfaat karşılığı bir anlaşma yapabilir kurnaz kişi. Ama karşıdakine asla tam itimat etmez. Onun her dediğine inanmaz. Yanında olsa da tetikte bekler, araya mesafe koyar. Ben de sana uzaktan dost olacağım. Sana fazla yanaşmayacağım. Evvelce istemiyordum ama senin daha güzel ve daha uzun yaşamam istiyorum şimdi. Sen de benim hakkımda ancak bu cinsten bir dostluk kurabilir, bu kabil duygular besleyebilirsin... Zîrâ bizim biraraya gelmemize imkan yoktur gerçek hayâtta! Haydi kal sağlıcakla... Sen kendi yoluna, ben kendi yoluma!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
15. Hükümdar ile kuş fenze babı

Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:

— Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi, birbirlerinden uzak durmaları gereken azılı düşmanları anlat!

Beydebâ aldı sözü:

— Anlatırlar: Hint hükümdarlarından Feridun (Feridun) adlı pâdişâhın bir kuşu varmış Fenze adında. Fenze ile cücüğü pek güzel öterlermiş. Pâdişâh bu kuşları çok sevdiği için hanımının yanına konulmalarını emretmiş, hanımına da sıkı sıkı tenbihlemiş: "Aman ha, dikkat et bu kuşlara; iyi koru onları!" diye.

Olacağa dur denmez: hanım bir erkek çocuk doğuruyor, çocukla cücük birbirlerine ısınıyorlar, ikisi de kendi aralarında tatlı tatlı eğleniyorlar... Anne Fenze ise hergün dağa uçuyor hiç kimsenin bilmediği garip bir meyve getiriyor. Yarısını hükümdarın oğluna yansını da kendi cücüğüne yediriyor.

Bu hârika meyve iki yavrucağın sağlık büyümelerine ve kısa zamanda gencelmelerine yol açıyor. Hükümdar da açıkça tanık olduğu bu enteresan hâdiseden ötürü Fenze'ye daha çok hürmet gösteriyor, daha fazla ihsan ediyor gün geçtikçe....

Fenze yine bir gün meyve devşirmek için dışarı çıkıyor. Bu arada cücük, şehzade ile oynamakta iken duramıyor, arkadaşının kucağına pisliyor. Çocuk ansızın hiddetleniyor, cücüğü tuttuğu gibi yere çalıyor, zavallı oracıkta can veriyor... Bir süre sonra Fenze saraya geliyor, yavrusunu kanlar içinde yerde cansız bulunca çığlığı basıyor. Ağlıyor, ağlıyor... Habire de söyleniyor:

— Yazıklar olsun ahdini tutmayan hükümdarlara! Hukuka riâyet etmeyen, dostunu korumayan, edepten bînasip hükümdarlarla dostluk kuranların vay haline! Hakikatte onlar hiçkimseyi sevemezler, hiç kimsenin kıymeti yok onlar nezdinde. Ancak birinden bir fayda umdukları zaman yana şırlar, bilgisinden istifâa etmek için adam tutarlar. Lâkin amaçlarına erişince ne dostluk kalır ne saygı! Ne ihsan ne de hukuka riâyet! Böyle hükümdardan işlerini dâima cürm ü cefâ ve ikiyüzlülükle götürürler. İşledikleri nice büyük hatayı küçümserler ama istedikleri en hafif, önemsiz bir şey engellenmeye görsün... Birden azılı bir canavar kesilir, zâlimlerin zalimi olurlar! İşte bu hükümdar da öyle, dostuna zulmeden merhametsiz bir nankör olduğu için! Kuş zehir zemberek bu laflan ettikten sonra hınçla şehzadeye atılmış, gözünü çıkarmış ve havalanıp sarayın saçağına konmuş. Hâdise kendisine aktarılınca çok üzülen hükümdar, kuş Fenze'yi tuzağa düşürme arzusuyla yaklaşmış ve demiş ki:

— Senin canın emniyette olacaktır! Sana bir şey yapmayacağım, in artık Fenze kardeş!

Kuş cevap vermiş:

— Ey Pâdişâh! Elbette zâlime hesap sorulacak! Şu anda kurtulsa cezadan ilerde asla kurtulamayacak. Hattâ nesilden nesile devam edecek bu ceza! Senin oğlun benim biricik yavrumu mahvetti, ben de cezasını derhal verdim!

Hükümdar:

— Hayâtım hakkı için ey dost, (ne olursun dur dinle) Biz senin yavruna zulmettik. Sen de bizden öcünü aldın! Artık senin bizden, bizim senden alıp veremediğimiz bir şey kalmadı. Haydi sakin ol ve can güvenliğinin sağlanacağına inanarak gel yanımıza!

Fenze itiraz etti:

— Asla sana dönmeyeceğim. Zîrâ dirayetli kişiler "intikam alacak adama yaklaşma!" derler. Gizli bir kini olan kişi, sana lûtfedermiş gibi davranıyorsa sende bir kuşku uyanır da ondan kaçma ihtiyacı hissedersin tabîi olarak! Böyle birine karşı en iyi tedbir, uzak durmak ve dâima "bir şeyler yapacağından" endişe etmektir. Derler ya: "Akıllı adam ana babayı dost, kardeşleri arkadaş, eşleri refik, oğulları iyi nam, kızları hasım, akrabayı borçlu ve kendisini yapayalnız görür!

Ben de bir yalnızım, yabancıyım ve kovulmuşum artık... Benim payıma ağır bir hüzün düştü sizin saltanatınızdan; hiç kimse taşıyamaz onu, derdime kimse ortak olamaz.

Ben gidiyorum. Sana benden bol selam...

Hükümdar aldı hemen sözü:

— Eğer sen bizim yaptığımıza karşılık vermeseydin yahut biz zulmetmeden sen bu işi yapsaydın durum senin dediğin gibi olurdu. Ama önce biz sana yapacağımızı yaptık... Senin suçun ne ki bizden kaçıyorsun? Niye bize güvenmiyorsun? Gel, dön artık evine! Sana eman veriyorum... Kuş Fenze cevap yetiştirdi:

— Şunu bilmelisin ki kin ve husûmet kalbe yerleşir ve daimî bir acı kaynağı olur. Dil her zaman kalptekini olduğu gibi söylemez. Kalbin dile şahitliği, dilin kalp adına avukatlık yapmasından daha sağlam, daha gerçekçidir. İyi biliyorum ki senin kalbin benim dilime, benim kalbim senin diline güvenmiyor!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Hükümdar itiraz etti:

— Bilmiyor musun, pek çok insan arasında derin kinler ve düşmanlıklar vardır ama aklı başında olan, uzun uzadıya kin beslemez (bu his ile kendini bitireceğine meseleyi kökten halleder) düşmanının işini bitirir!

Kuş Fenze:

— Doğru söylüyorsun bu konuda! Ama basiretli kişi asla inanmaz, intikam hissiyle yanan adamın asıl hâdiseyi unutup kalbini her türlü kin ve nefretten temizleyeceğine! Akıllı adam tuzak, hile ve komplodan dâima endişe eder böyle durumlarda! O iyi bilir ki düşmanların bir kısmı dikine dikine gitmekle bertaraf edilmez, vahşî filin ehlî fille avlandığı gibi yağ çekmek ve yumuşak davranmak gerekir bu gibi hallerde...

Hükümdar cevap verdi:

— Akıllı adam dostunu asla terketmez, arkadaşları ile bağını koparmaz. Canından endişe etse bile onlardan ayrılmaya yanaşmaz. Bu huy hayvanların en aşağısında bile vardır. Bilirsin niceleri köpek oynatır sonra onu keser ve etini yer ama sahibine ünsiyet peyda etmiş köpek asla ayrılmaz ondan!

Fenze aldı sözü:

— Kin ve nefret her yerde, her keşte dehşetlidir: sahibini alev alev yakar. En dehşetli olan ise hükümdarın kalbinde yeşerendir. Zîrâ hükümdar tayfası intikam almayı din gibi görürler! Onlar öç almak için çaba göstermeyi şeref sayarlar. Akıllı kişi, kindar adamın sakinleşmesine aldanmaz. Ondaki kinin, için için yandığını bilir.

Tahrik ettirici bir sebep zuhur etmedikçe kül altında ödünsüz bekleyen köze benzer kin. Kor ateş nasıl iştahla çıtır çıtır yakacağı odunu ararsa kin hissi de kendini zuhur ettirici sebepler arar, bahaneler bulur! Bulduğu anda parlar, sarı dilli dev alevler gibi! Artık kindara ne yumuşak söz, ne alttan alma, ne yalvarıp yakarma ne de "haklısın!" demek fayda eder. Ancak hasmının canı kindarın içindeki ateşi söndürebilir.

Evet, bazı kindarlar özel yararlar temin etmek ve bazı zararlı şeylerden de kurtulmak için hasmına yaklaşır, bir süre onunla kalabilirler. Ama ben içindeki nefret ateşini kısamayacak kadar âcizim, kendime hâkim değilim....

Senin kalbin dilinle aynı olsa da bana faydası yok artık bunun! Ben dâima korku, endişe keder ve öç hisleriyle yanacağım seninle yanyana olduğumuz sürece. Bizim için en uygun karar ayrılmaktır vesselam!

Hükümdar aldı sözü:

— Ben kesin olarak bildim ki kimse kimseye bir şey yapamaz: kaderde yazılandan gayrı ve küçük büyük ne gelmişse başa, ancak bir malum kader ve kaza ile olmuştur. Nasıl ki mahlûkatın yaratılışı, çocuğun doğuşu ve canlının yaşayışında yaratıkların hakîkî bir müdâhelesi söz konusu değilse fâni olanın gidişi ve canlının ölümü de böyledir. O halde sen benim oğluma yaptığın eza konusunda nasıl mesul değilsen benim oğlum da senin yavruna yaptığı şeyde mesul değil...

Öyle değil mi ya, bunların hepsi önceden takdir edilmiş bir kaderdir ve her birimizin kendine özgü bir mazereti var; dolayısıyla kaderin getirdiklerinden sorumlu olamayız.

Fenze cevap verdi:

— Evet kader elbette senin dediğin gibi (bir takdir işidir.) Ancak bu durum, sağduyulu kişinin tehlikeden uzaklaşma ve zarardan kaçınma hususunda bir şey yapmayacağı anlamına gelmez. Bilakis akıllı adam tedbirini alır, gücünü sarfeder ve bununla beraber kadere inanır! Hakîkî kader inancı böyledir....

Ben biliyorum ki sen içinden geçeni söylemiyorsun bana. Aramızda öyle basit bir hâdise vuku bulmadı, senin oğlun benim yavrumu öldürdü, ben de senin oğlunun gözünü çıkardım... Sen aslında beni tuzağa düşürüp işimi bitirerek içinde alev alev yanan öç ateşini söndürmek istiyorsun. Oysa ben şimdi ölmek istemiyorum... Eskiler derler ki:

"Yoksulluk belâdır, tasa belâdır, düşmanın civarında bulunmak belâdır, dostlardan ırak olmak belâdır, hastalık belâdır, ihtiyarlık belâdır lâkin tüm belâların büyüğü elbette ölümdür!"

Ruhu acıyla kıvranan kişiyi, ancak aynı acıya mübtelâ olan anları.. Bende de sendeki dayanılmaz elemin bir benzeri var, içim yanıyor ve seni anlıyorum. Seninle olmak, beraber gezmek bana hayır getirmez. Zîrâ sen ne zaman benim senin oğluna yaptığımı hatırlasan, ben de ne zaman seninkinin benim yavruma yaptığını hatırlasam kalplerimiz nefretle kararacaktır...

Hükümdar cevap verdi:

— Kalbinde iz bırakan dostun dostluğunu unutturacak denli kara bir kin dalgasına kapılan kimsede hayır yoktur!

Fenze aldı sözü:

— Tabanı yaralı adam ite kakıla yürümeye mecbur kalsa veya kendi arzusuyla yürümek istese muhakkak açılacaktır yarası ve müthiş bir ızdırap verecektir ona! Gözü yanan adam yüzünü rüzgâra çevirirse acıyla kıvranacaktır... intikama kurban gidecek kişi de intikam alacak adama yaklaştığında hayâtının kumarını oynamış olur. Bu dünyada yaşayan kişi, tehlikeden kaçınmalı; belâ gelecek yere sokulmamalı; ölçüp tartarak işe başlamalı, kabadayı edalarıyla gücüne güvenmemeli; îtimad etmediği adamlarla yola çıkmamalıdır. Zîrâ kim kaba kuvvete güvenir de tehlikeye atılırsa kendini ölüme teslim etmiş demektir. Yaşaması için gerekli olan yiyecek ve içeceğini hazırlamadan yola düşen ve asla takat getiremeyeceği işlerin peşinde koşan adam kendini helak eder.

Boğazına tıkanacak kadar büyük lokmayı yutan ölçüsüz adam elbet debelene debelene boğulacaktır! Düşmanın lafına aldanarak ihtiyatı terkeden kişi herkesten çok düşmandır kendine karşı! Ne getirip ne götüreceği, hangi sırlara gebe olduğu hususunda bilgi elde edilemeyecek kader mevzuu hakkında fikir beyân etmek kimsenin haddine düşmez! Kişiye düşen ihtiyata sarılmak, tedbiri almak, özgücünü sonuna kadar seferber etmek ve kendini mesul tutmaktır. Akıllı kişi, imkanı nisbetinde kimseye dayanmamaya çalışır; kaçış ve kurtuluş yolu varken kendini endişeye sürükleyen mıntıkada beklemez. Benim de gideceğim pek çok yol var. Nereye gitsem gideyim kendime yeterim, işimi bulurum.....
 
Üst