Kelile ve Dimne

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
BASKASININ iSiNE KARISMA
İnsan kendini ilgilendirmeyen bir lafa veya işe karışırsa başına tıpkı
maymuna dülgerden gelen belâlar gibi nice felaketler
gelecektir!
Dimne:
— Nasıl, hangi belâ? deyince Kelile anlatır öyküyü:
— Anlatırlar ki maymun, bir dülgerin ağaca çıkıp [dalları] biçtiğini, bir arşınlık budamadan sonra gövdeye kama soktuğunu görür. Bu garip iş, maymunun hoşuna gider. Kenara gizlenir ve dülgeri seyreder. Adam oradan ayrılınca
maymun kalkar, kendisini ilgilendirmeyen işe burnunu sokar. Tahtanın üstüne zıplayarak sırtını kamaya verir, yüzünü de tahtaya çevirir. Bu esnada kuyruğu yarığın içine girerek kamayı zorlar ve çıkarır! Böylece kuyruğu sıkışır, maymun acıdan bayılacak hale gelir.
Bir süre sonra dülger geri dönüp maymunu o vaziyette
bulunca yer misin yemez misin deyip girişir hayvancağıza!
Zavallının dülgerden yediği sopa, tahtadaki yarıktan çektiği
acıyı ikiye katlar!
Dimne der ki:
— Söylediğine kulak verdim. Ancak şunu bilmelisin ki
krallara yaklaşan herkes ille de karnını doyurmak [bir menfaat elde etmek] için yapmaz bu işi. Hatta dostu sevindirmek, düşmanı mahvetmek için de yanaşabilir. Evet, insanlar arasında öyleleri var ki azıcık bir menfaatla bayram
eder; kupkuru bir kemiği ele geçirip onunla sevinen it gibi!
Erdem ve kişilik sahibi olanlar ise azıcık bir menfaatla tatmin olmazlar. Benliklerini yüceltip rahatlatacak ve "işte biz
buna layığız" dedirtecek hedeflere erişmedikçe memnun olmazlar. Önce tavşanı parçalayan ama deveyi görünce de
elindekini bırakıp deveye saldıran arslan gibi! Görmüyor
musun; köpek önüne üç beş kırıntı bırakılsın diye kuyruğunu sallar ama gücü ve üstünlüğü herkesçe kabul edilen fil
kendisine yem verildikçe suratı okşanmadan ve nice sevgi
alâmeti gösterilmeden asla tenezzül etmez, yemez yemini!
Kim ki servetle yaşar, erdemli davranır, ailesine ve kardeşlerine ikram etmeyi bilirse ömrü kısa da olsa upuzun bir hayatın sahibidir o! Oysa kendine ve yakınlarına karşı cimri
davranan ve yaşam tarzı dar, sıkıcı olan var ya... İnan
mezardaki bile ondan daha diridir. Sâdece karnını
doyurmak için çalışan, bununla yetinen; başka bir iş
yapmayan kişi ise hayvanlardan sayılır.
Kelile der ki:
— Ne demek istediğini anladım. Sen yine aklına danış
ve şunu bil: Her insanın bir mevkii ve değeri vardır. Kendim
o konumda tutabiliyorsa tamam; kanaatkar olması gerekir
artık. Bizim konumumuz asla duruşumuzu [=tavrımızı] kötü
gösterecek, küçültecek bir konum değildir.
Dimne karşılık verir:
— Mevkiler, üzerinde kavga edilen ve mertlik derecesine göre müşterek olan şeylerdir. Niceleri var ki kişiliği, mertliği sayesinde alt mevkiden üst mevkîye yükselir; niceleri de
kişiliksiz davrandığı için yüksek bir mertebeden düşüverir tâ
altlara... Ulu makama, iyi bir konuma tırmanmak çok zordur
oysa oradan aşağı düşmek kolaydır. Ağır taşı düşün; yerden
kaldırıp omuza koymak ne denli güç değil mi? Ama o taşı yere bırakmak öyle kolay ki! Öyleyse bize yakışan, bizden yukarda olan mevkilere göz dikmek ve olanca gayretimizle, arzumuzla bu mevkileri elde etmeye çalışmaktır. Biz madem
bulunduğumuz konumdan kalkıp bir diğerine geçebiliyoruz;
ne diye şu mevkîmizle kanaat edelim ki?
Kelile sorar:
— O halde neye karar verdin?
Dimne cevap verir:
— Ben bu fırsattan yararlanarak kendimi arslana tanıtmak istiyorum. [Ona marifetlerimi göstermeliyim] Sanıyorum, zayıf görüşlü biridir o... Kimbilir, ona yaklaşır yanıbaşında bir makama kurulurum!
Kelile der ki:
— Arslanın endişeli olduğunu, kafasının karıştığını
nerden biliyorsun?
Dimne cevap verir:
— Gayet açık bir şekilde bunu görüyorum, fikrimle bu
kanıya varıyorum! Zira kafası çalışan kişi, arkadaşının hal
ve harekâtından çıkarıverir onun ruhî halini!
Kelile:
— İyi ama, ne kralın arkadaşısın, ne de krallara nasıl
hizmet edileceğini bilirsin! Nasıl bu kadar ümitvar oluyorsun
onun yanında bir makam elde edeceğin konusunda?
Dimne:
— Kuvvetli adam her zaman yük taşımasa bile ağırlık
kaldırmaktan korkmaz. Zayıfa gelince; asıl işi hamallık olsa
dahi ağır yükü kaldıramaz.
Kelile:
— Bir kral, ikram etmek isteyince asla huzurundaki
erdemlileri araştırmaz! Sadece yakınında oturanı, kendisine sokulanı tercih eder. Hükümdarın lütuf konusunda
üzüm asmasına benzediğini söylerler; asma, ağaçların en
kıymetlisine değil en yakınında olanına sarılır! Sen arslana
yakın değilsin, onun nezdinde mevki sahibi olmayı nasıl düşünebiliyorsun?
Dimne:
— Ne demek istediğim iyice anladım, düşündüm; doğru
söylüyorsun. Lâkin şunu bilmelisin ki daha önce asaleti ve
mevkii olmadan krala yaklaşan adam ile bu özelliklere evvelce sahip olup bir süre kraldan uzak kaldıktan sonra saygılı
bir şekilde ona yaklaşan adam aynı değildir. Ben kendi çabamla onların derecesine varmak niyetindeyim. Derler ki:
Hükümdar kapısında sürekli kalabilmek için kibri bir kenara atmalı, eziyete dayanmalı, öfkesini yenmeli, halka karşı
mülayim davranmalı ve sır saklamayı bilmelidir kişi! Bu konuma gelince amacına erişmiş olur.
Kelile:
— Tut ki arslana vardın... Onun katında seni makam
ve mertebe sahibi yapacak başarın nedir?
Dimne:
— Onun yanına varıp huyunu öğrenince ona nasıl itaat edileceğini, hangi konularda aykırı söz söylenmeyeceğini
belirlerim ve tam bir uyum gösteririm. O, kendine göre doğru olan bir şeyi isteyince ben derhal öne çıkar, isteğinin yerinde olduğunu, bundan asla vazgeçmemesini söyler, nice
menfaat ve iyiliğin bu istekte düğümlendiğini anlatırım.
Hatta amacına erişsin diye onu teşvik eder ve o memnun
oluncaya kadar devam ederim bu komplimanlara! Eğer sonunda utanç ve zarar gelecek bir şeyin peşine düşerse hemen işin kötü yanlarını nazik bir şekilde ona bildirir, işi terkettiği takdirde elde edeceği faydalan dilim döndüğünce anlatırım. İşte ben bu tavırlarım sayesinde arslan nezdinde
değer kazanacağımı ve onun başkasında bulamadığı şeyleri
bende bulacağını umuyorum. Çünkü iyi eğitim almış, terbi
yeli ve yumuşak davranan kişi, bir doğruyu yanlış, bir yanlışı doğru göstermek isterse elbet becerebilir bunu! Duvara
resim yapan usta ressamı düşün; o motifler, o manzaralar
ne içeriye doğru çukurdur, ne de dışarıya doğru çıkıntılıdır,
fakat seyredenin gözünde böyle [derinlikli] gözükür! Kral
da benim maharetlerimi görüp düşüncelerimin tutarlılığını
farkedince mutlaka bana ikramda bulunacak, beni kendine yaklaştıracaktır.
Kelile:
— Ha böyle, ha şöyle; ne dersen de kralın [arslanın] sana zarar vermesinden endişe ediyorum! Hükümdarın dostluğu her zaman riskli olmuştur. Bilginler derler ki üç şey vardır, ancak aptallar peşine düşer bu üç şeyin ve az kişi paçayı
kurtarır getireceği tehlikelerden: hükümdara yâren olmak,
sır tutacağı hususunda kadınlara güvenmek ve deneme amacıyla zehir içmekten bahsediyorum. Bilginlerin benzetmesine
göre kral, eteklerinde güzel meyveler, sırtında yakut ve zümrütler ve nice yararlı gıdalar bulunan bir dağdır; zirvesine
varmak çok zordur. Öyle bir dağ ki canavarlar, kaplanlar,
kurtlar ve nice bilinmezin getirdiği korkular mesken tutmuş. Hayvanlar kralı arslan, tebâsı arasında tur orayı! Bu dağa tırmanmak zor, orada kalmak ise zorun da zoru!
Dinme:
— Sözlerin doğru! Ama tehlikelere göğüs germeyen asla
erişemez arzusuna! Kendini koruma güdüsüyle korkuya
kapıldığı için amaca ulaştıran yöntemi terkederse kişi, asla
büyük işler başaramayacaktır! Derler ki üç kişi, ancak
olağanüstü bir çaba-arzu ve korkunç tehlikelerin gölgesinde
erişebilir şu üç amaca: kralla yâren olma, deniz ticaretine
çıkma ve düşmanla mücadele etmeden bahsediyorum.
Bilginler, erdemli ve olgun bir kişinin ancak iki yerde
görünmesi gerektiğini, başka bir hal ve makamın ona
yakışmayacağını söylemişlerdir: Adam dediğin ya ikrama
boğulmuş bir halde hükümdar nezdinde olmalı, yahut
ibadete dalmış bir halde zâhidler yanında yerini almalıdır.
Güzelliği ve kıymeti iki yönden beliren fili düşün; onu ya vahşi doğada yahut hükümdar
altında görmelisin!
Kelile, konuşmaya son noktayı koydu:
— Allah yardımcın olsun, hedefini senin için hayırlı kılsın!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Aslan ile Dimne

Dimne kalkıp arslanın huzuruna varır. Yüzünü yerlere
sürerek selam verir. Arslan yanındakilerden birine sorar:
— Kim bu?
— Falanoğlu falan... diye anlatırlar. Arslan:
— Babasını tanırdım onun! der ve Dimne'ye yönelir:
— Nerelerdesin? Dimne cevap verir:
— Bir iş çıkar da hükümdara bedenim ve fikrimle hizmet ederim diye zât-ı âlîlerinin kapısında beklemekteyim. Zira hükümdarların kapılarında öyle çok iş olur ki önemsiz sayılan zavallılara bile ihtiyaç duyulabilir bâzan... [Bu kapıya gelen] hiç kimse basit ve küçük görülmemelidir; kendi çapında onun da faydaları vardır. Hattâ yere atılan bir çöp bile yararlı olabilir; birisi onu alır da ihtiyaç anında işe yarayan bir
alet olur o.
Arslan, Dimne'ye kulak verince sözlerinden hoşlanır,
onun sağlam bir bakışa sahip olduğunu, iyi öğütler verdiğini
düşünür. Yanındakilere dönerek:
— Zekî ve asil biri şöhretsiz ve mevkisiz olabilir. Ona
yakışan hal, ateşten çıkan kıvılcım gibi ansızın parlamak ve
yükselmek olur. Ateşin başındaki adam bu kıvılcımın sıçrayışını engellemek ister âmâ o kabul etmez; ille de fırlar.
Dimne, arslan tarafından beğenildiğini hissedince der ki:
— Ey Hükümdar! Halk kısmı, saray kapısında niye bekler? Sahip olduğu bilgi ve becerinin farkına varılsın diye bekler. Üstünlüğün iki konuda olduğu söylenmiştir. Savaşçının
savaşçıya, bilginin bilgine olan üstünlüğü. Kuşku yok; bilgili
ve usta olmayan danışmanların çokluğu genellikle zarar verir. Zira bir işin başarıyla tamamlanma ihtimali, o işe yardım
edenlerin çokluğuyla değil elverişli ve donanımlı olmalarıyla
doğru orantılıdır. Örnek şu: Adam sırtına ağır mı ağır bir
taşı almış gidiyor; neredeyse çatlayıp mort olacak ama
kimseye satamıyor! Aynı şekilde, oduna ve ağaç gövdesine
ihtiyaç duyan adama yükler dolusu kamış getirsen fayda
etmez! Ey Hükümdar! Sen asla konumu ve derecesi aşağıda
olan birinin meziyetini küçümseyecek değilsin! Küçük şey,
büyük bir iş görebilir. Ölüden alman kirişi düşün; bundan
yay yapıldı mı ne kadar değerli olur değil mi? Krallar bile o
yaya sarılır da kuvvetlerini kanıtlamada ona muhtaç
olurlar...
Dimne oradakilere, hükümdar nezdinde iltifat
görmesinin tamamen kendi tutarlılığı, meziyeti ve aklı
sayesinde gerçekleştiğini anlatmak ister ve der ki:
— Hükümdar, babalan yakın yahut uzak diye
birilerini kendine ne yaklaştırır ne de uzak tutar. Ona
yakışan, herkese meziyeti ve kıymetine göre bakmaktır.
Çünkü insana kendi bedeninden daha yakın bir şey olmadığı
gibi ona eziyet veren onu hasta eden şey de vücudundan,
olabilir. Bu hastalığı ancak dışardan gelen bir ilaçla
yenebilir.
Dimne sözlerim bitirdiğinde arslan onu çok beğenir,
ona güzel sözlerle mukabele eder, iltifat yağdırır ve
meclisindekilere yönelerek der ki:
— Hükümdar, [becerikli] ve haklı kişinin [becerisini] ve
hakkını yememelidir. Bu konuda insanlar ikiye ayrılır: Bazıları huyca bozuk ve tıynetsizdirler, yılana benzerler. Onun
üstüne basan, "beni sokmadı" diyerek sevinmemelidir. ikinci
defa ayak basarsa onun zehrini tadar. Bazıları da yumuşak
ve uysal tabiatlıdır. Böylesi adam soğuk sandal ağacı gibidir;
biraz sürtünse yakıcı, zarar verici bir ısı peyda eder!
Böylece Dimne arslanla dost olur, onunla başbaşa kalır.
Bir gün ona der ki:
— Bakıyorum da zât-ı âlileri hep aynı yerde oturuyor,
yerinden ayrılmıyor... Sebebi ne ola?
Tam bu konuşma esnasında Şetrebe müthiş bir ses
tonuyla böğürür ve arslanı korkutur. Lâkin arslan
endişesini Dimne'ye çaktırmamaya gayret eder... Oysa
Dimne o sayhanın, arslanın yüreciğinde ne denli ürküntü
uyandırdığını farkeder ve sorar:
— Bu sesi işitmek âlî cenaplarını endişeye sevketmiş
midir acaba?
Arslan:
— Bundan başka hiç bir şey beni korkutmadı! der.
Dimne:
— Hükümdar, bir sesten ürkerek yerinden kalkmamalıdır. Bilginler "Her sesten ürkmek gerekmez" derler.
Arslan:
— Bunun örneği nedir?
Dimne:
— Anlattıklarına göre tilki bir ormana girmiş. Orada
bir ağaca asılı bir davul varmış ve rüzgâr dalları salladıkça
davul ötermiş. Davulun korkunç gümbürtüsünden dehşete
kapılan tilki yaklaşmış ve davulu gayet iri bulmuş. Hatta
"bu, epey yağlı ve etlidir" diyerek dokunuvermiş. Derken
davulun gönünü yarınca bakmış ki içi tamtakır! O zaman
demiş ki: "Galiba en kof şey, sesi en çok çıkan ve gövdesi en
iri olandır" Bu örneği şunun için anlatıyorum; bizi korkutan
sese ulaştığımızda onu sandığımızdan daha basit bulacağız.
Hükümdar hazretleri dilerse yerinde durur, beni gönderir;
gider, sesle ilgili tutarlı bir açıklamayla dönerim...
Arslan, Dimne'yi dinler ve sesin geldiği yere doğru
gitmesi için ona izin verir.
Dinine, Şetrebe'nin bulunduğu yere yönelir. Bu arada
arslan, yaptığı şeyi düşünmektedir. Dimne'yi gönderdiğine
pişman olmuştur. Kendi kendine: "Dimne'ye güvenip sırrımı
vermekle iyi etmedim! O benim kapımda sıradan, değersiz
biriydi.
Hükümdar kapısında duran adam; suç işlemediği halde
uzun bir mahrumiyet ve ilgisizlik problemi yaşasa,
Hükümdar nezdinde kıymetli biri olsa,
Açgözlülük ve ihtirasıyla tanınsa,
Ciddî bir sıkıntı geçirdiği halde hükümdarından fayda
görmese,
Bir suç işlediği için ceza gelecek diye korksa,
Kendi menfaatine hükümdar aleyhine bir işin
gerçekleşmesini umsa,
Kendine yarar getirecek bir şeyden "zararlı da olabilir"
gerekçesiyle endişe etse,
Hükümdarın düşmanına dost, dostuna düşman olsa...
İşte bu hallerden birini yaşayan adamla yakınlık peyda
etme hususunda aceleci davranmamalıdır hükümdar! Bu
tiplere hemen güvenmemelidir. Dimne bir dâhi ve edip
olmasına rağmen daha önce benim kapımda iltifat görmeyen
yüz bulamayan biriydi. Kim bilir bu sebepten bana kin besledi
ve ihanet düşünerek düşmanıma yardım etmeye koştu;
acizliğimi ona anlatma niyetindeydi kim bilir! Olur ya o
sesin sahibini
otorite bakımından benden üstün görür, ona yaslanarak
benden vazgeçer, onunla bir olup bana karşı çıkar... Kim
bilir!"
Daha sonra yerinden kalkan arslan fazla uzak olmayan
bir noktaya kadar yürür. O anda Dimne'nin kendisine doğru
gelmekte olduğunu görünce rahatlayıp yerine döner.
Dimne arslanın yanına varınca arslan ona sorar:
— Ne yaptın, neler gördün?
Dimne:
— Bir öküz gördüm! O gür homurtunun, duyduğun o
sesin sahibi bu öküz!
Arslan:
— Peki, gücü ne?
Dimne:
— Gücü yok öyle... Yaklaştım, akranların sohbeti gibi
bir konuşma geçti aramızda. Bana bir şey yapmadı.
Arslan:
— Ama bu durumu seni aldatmasın! Onun hâlini küçümseme! Kasırgalar çelimsiz atlara zarar veremez ama en
uzun palmiyeleri, en güçlü ağaçları kökünden söker.
Dimne:
— Ey hükümdar! Öküzden asla korkma! Onun durumunu gözünde büyütme! Onu sana getireceğim; seni dinle
yen, sana boyun eğen bir bende yapacağım onu!
Arslan:
— Tamam, kafandakini yap!
Böylece Dimne öküzün yanına gider, gayet cesur ve
aldırmaz bir tavırla der ki:
— Arslan seni onun huzuruna çıkarayım diye beni gönderdi! Muhalefet etmez de gelirsen şimdiye dek gecikmen ve
onunla görüşmeyi ihmâl etmenden ötürü kusurlu olsan da bu
konuda sana eman [can güvenliği sözü] vermemi emretmiştir. Eğer ona varmaya yanaşmazsan derhal dönmemi,
durumu haber vermemi emretmiştir!
Şetrebe sorar:
— Seni bana gönderen arslan kim? Nerede oturur? Nasıl biridir?
Dimne cevap verir:
— Yırtıcı hayvanların hükümdarıdır. Şurada oturur.
Emrinde kendi gibi yırtıcı bir çok askeri vardır.
Şetrebe arslanla yırtıcıların yanyana anılmasından
ötürü korkar. Der ki:
— Eğer can güvenliğime ilişkin garanti verirsen arslanın yanına giderim seninle!
Dimne öküzü ikna edecek tarzda garanti verir. Sonra
beraberce arslanın huzuruna çıkarlar. Arslan öküze iltifat
yağdırır, kendisine yakın kılar onu ve der ki:
— Bu ülkeye ne zaman geldin? Seni buraya çeken neydi?
Öküz kendi hikâyesini anlatır. Arslan der ki:
— Benimle dost ol! Benden ayrılma! Sana her zaman
ikram edeceğim...
Öküz arslana hayır dualar eder, onu över. Arslan artık
öküzü hiç yanından ayırmamaktadır. Ona her dâim ihsan
yağdırmakta, kurulan sıcak dostluk sebebiyle nice sırrını ona
açmaktadır. Artık yönetimle ilgili konularda ona
danışmaktadır. Her geçen gün arslanın öküze karşı
hayranlığı artar. Onu iyice yakın eder kendine, mevkîce en
seçkin arkadaşlarından biri yapar...
Öbür tarafta Dimne öküzün başarılarını haset içinde
seyretmektedir. Öküz ondan ve onun arkadaşlarından daha
kıymetli daha özel biri olmuştur arslan nezdinde. Arslanın
akıl hocası odur, yalnızlığında ve eğlencesinde yâreni odur.
Çok kıskanır onu. Kini depreştikçe depreşir. Bir gün bu
durumu kardeşi Kelüe'ye açar dertli dertli ve der ki:
— Tedbirsizliğime, kendime neler ettiğime bakıp da öz
menfaatimi ihmal ederek sadece arslana fayda sağlayacak
bir işi gerçekleştirmeme şaşıyorsun değil mi, ey kardeşim?
Tuttum, arslanın yanına bir öküz getirdim; kendi mevkîmi
elimden alan bir öküz!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kelile cevap verir:
— Şu zahidin başına gelendir senin musibetin...
— Zahide ne olmuş ki?
— Anlatırlar ki zâhid bir adam hükümdardan görkemli bir elbise alırken hırsız onu görür. Elbiseye sahip olmak ihtirasıyla yanarak zahide gelir ve der ki:
— Sana dost olmak; senden bir şeyler öğrenmek, feyiz
almak istiyorum!
Zahit hırsızın yanında kalmasına izin verir. Hırsız
zahidin yanında ona benzemeye çalışır ve gayet kibar bir
şekilde hizmet eder. Nihayet fırsatını bulur ve elbiseyi
kapıp gider!
Zahit giysiyi arar. Bulamayınca hırsız dostunun
çaldığını anlar. Onu aramak amacıyla bir şehre yönelir.
Yolda başbaşa tokuşan iki dağ keçisinin yanından geçer.
Keçilerin kanı akmaktadır ve bir tilki gelip akan kanları
yalamaya başlamıştır bile. Bu halde bile keçiler pür hiddet
döğüşmekte tilkiye doğru yaklaşmaktadırlar. Ansızın tilkiyi
öldürürler! Zahit yola devam eder. Şehre varır. Sadece bir ev
vardır geceleyebileceği; orası da bir kadına aittir. O eve
gider, konuk edilmesini ister. O kadının ücretli çalıştırdığı
bir yosması vardır. Yosma hizmetçi aslında bir adamı
sevmekte, onunla evlenmeyi istemektedir. Ama bu evlilik,
onun da patronu olan ev sahibi kadının zararınadır elbet! İşte
ev sahibi kadın, tam da zahidin misafir olduğu gece
çalıştırdığı yosmanın belâlısını öldürmeye niyetlenir. Belâlı
gelir, kadın ona içki sunar. Herif sarhoş olup sızınca sevdiği
yosma da uyuyuverir yanıbaşında. Bu sırada ev sahibi kadın
evvelce bir kamışa döktüğü zehiri adamın arkasından
vermek üzere dikkatlice
eğilir. İşte o anda adam yelleniverir ve tüm zehir kadının
boğazına kaçar! Oracıkta ruhu teslim eder kadın...
Bu olaylar zahidin gözü önünde, kulağı dibinde
meydana gelmektedir. Derhal oradan çıkan zâhid başka bir
ev aramaya başlar. Nihayet bir ayakkabıcıya varır, kendini
konuk etmesini ister. Ayakkabıcı, zahidi karısına
göstererek:
— Bu zahide iyi bak, onu ağırla, gereken hizmeti yapmada kusur etme! Şimdi işim var; bir dostum içki masasına çağırdı beni... der.
Ayakkabıcı gider. Meğer kadın da dost tutan cinsten
biriymiş! Onun da bir sevgilisi varmış ve hacamatçı birinin
karısı bu ikisi arasında muhabbet tellallığı yaparmış.
Ayakkabıcı karısı, hacamatçı karısına haber salar, evine
gelmesini bildirir. O geldiğinde hemen durumu açar; dostuna
kocasının evde olmadığını bildirmesini ister. Şöyle anlatır:
— Kocam dostlarından birinin yanına içmeye gitti. Elbet zil zurna sarhoş olacak! Benimkine söyle elini çabuk tut
sun, damlayıversin yanıma!
Hakîkaten bir süre sonra kadının dostu gelir, kapının
önünde oturarak işaret bekler. İşte bu esnada ayakkabıcı
sarhoş bir vaziyette gelip adamı görmesin mi?! Derin
kuşkulara kapılan koca, boynuzlanma derdiyle karısının
yanına gider, hışımla saldırır, önce döver sonra da evdeki bir
direğe bağlar. Aklı başından gitmiştir zaten, hemen sızıp
kalır. Bu arada hacamatçının karısı gelir telaşla fısıldar
bağlı kadına:
— Adam dışarda bekleye bekleye kazık oldu! Ne emredersin? diye kararını sorar. Bağlı kadın cevap verir:
— Bana iyilik yapmak istiyorsan hemen çöz! Seni benim yerime bağlar, dostuma giderim. Merak etme, çabuk dönerim.
Hacamatçının karısı berikinin teklifini kabul eder, onu
hemen çözer. Çözülen kadın dostunun kollarına koşarken
muhabbet tellalı iple bağlanmıştır bile. Karısı dönmeden
uyanan ayakkabıcı, karısını çağırır adıyla! Hacamatçınınki
cevap vermez, herifin kendi sesini yadırgayıp rezalet
çıkmasından endişe etmektedir. Ama ayakkabıcı ikinci defa
seslenir ve kadından yine ses çıkmayınca öfkeyle kalkar
elinde bıçak saldırır bağlı kadına ve burnunu koparır!
Bununla da kalmaz şöyle der:
— Al şunu, dostuna hediye et!
Adam, onun kendi karısı olduğundan şüphe
etmemektedir. Neden sonra içeri giren asıl kadın kocasının,
hacamatçının karısına yaptığını görünce çok üzülür, kocasını
kötüler ve zavallı kadının iplerini çözer. Yaralı kadın o halde
kendi evine gider. Bu olayların tümü zahidin gözü önünde
kulağı dibinde gerçekleşmektedir.
Ayakkabıcının karısı, kendisini döven kocasına karşı
beddua etmekte, sesini yükseltmekte ve bağırmaktadır:
— Ey günahkâr zâlim! Kalk da bir bak sen bana ne yaptın, Allah da nasıl karşılık verdi! Rabbim bana acıdı da burnumu eskisi gibi sapasağlam hale getirdi!
Adam heyecanla kalkar. Kandili yakıp bakınca
karısının burnunun sapasağlam yerinde olduğunu görür!
Karısının eteklerine yapışır, af diler, günahından tevbe eder,
Rabbine istiğfar eder.
Hacamatçının hatunu ise evine vardığında burnunun
niçin kesildiğine dair kuşkuların ortadan kalkması için bir
çare arar, kocasına ve ailesine karşı ne bahane bulacağını düşünür.
Neyse, seher vaktinde hacamatçı uyanır ve karısına
dönerek:
— Bütün alet-edevatımı getir! Eşraftan birine gideceğim, işim çıktı!., der. Ama kadın sadece usturayı getirir.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Adam yine:
— Tüm aletleri getir! dese de kadın yine usturayı gösterir. Öfkeden kuduran adam bir kaç defa aynı emri verse de
kadın emirlere uymaz ve herif usturayı kaptığı gibi kadına
fırlatır. Kendini yere atıp çığlığı basan kadın:
— Burnum, burnum gitti! der. Bunca gürültüye koşuveren kadın tarafı bir de bakarlar ki burun kesik!
Kocayı yaka paça tutarlar, kadıya teslim ederler.
Kadı sorar:
— Niçin karının burnunu kestin? Olay neydi?
Adam hık-mık eder ama geçerli bir sebep söyleyemez.
Kadı kısas emrini verince zahit ortaya çıkar ve kadıya der ki:
— Kadı efendi, bu konu seni kuşku ve karmaşaya düşürmesin [böylece yanlış bir yargıda bulunmayasın]! Hırsız
benden çalan değil; tilkinin katili iki yaban keçisi değil, ****** zehirden ölmedi; hacamatçı koca karısının burnunu kesmedi! Bilakis biz hepimiz, kendimize ettik edeceğimizi!
Kadı, zâhidden açıklama ister; o da olanları güzelce
anlatır. Böylece kadı hacamatçının serbest bırakılmasını
emreder... İşte böyle.
Dimne konuşur:
— Ben bu örnekleri dinlemiştim. Burada anlatılanlar
benim hâlime benziyor. Gerçekten de bana benden başka zarar veren olmadı. Ama çâre ne?
Kelile:
— Sen şimdi düşünceni ve bu hususta ne yapmak istediğini anlat bana!
Dimne:
— Artık arslan nezdindeki konumumun eskisinden daha güçlü olacağını sanmıyorum... Ama yine de eski hâlime
dönme arzusu var içimde. Akıllı adam üç konuda dikkatli
davranmaya, elinden geldiğince titiz olmaya mecbur: Ne kaybedip ne kazandığına bakmalı, daha önce düştüğü çukura
tekrar düşmemek için tetikte durmalı ve geçmişte elde ettiği
menfaata tekrar kavuşmak için çaba göstermeli. Bu bir! Şu
anda onun yararına ve zararına olan şeylere dikkat etmeli,
yararlı olanı pekiştirmeli, zarar verenden uzak durmalıdır.
Bu iki! İlerde menfaat getirecek şeyle zarar getirecek şeyi iyi
tesbit etmeli. Böylece umduğu yararı tamamen elde edecek,
endişe ettiği zarardan da paçayı kurtaracaktır kendi
çabasıyla. Bu da üç!
Yenilgiye uğrayışımı düşünüp eski mevkîme nasıl
kavuşacağım hakkında kafa patlatırken aklıma gelen tek
çâre şu ot yiyen öküzü gebertmektir! Ancak onun arslandan
kopmasıyla ben eski konumuma gelebilirim! Böylesi, arslan
için de iyi olur belki... Öküzü, kendi iç işlerine bu kadar
yaklaştırması neticede onun da kınanmasına ve otoritesine
halel gelmesine yol açacaktır.
Kelile:
— Ne arslanın öküze ilişkin tavrında ne de öküzün
onun nezdindeki prestij ve derecesinde asla -arslan açısından- bir tehlike yok bence!
Dimne:
— Hükümdarın etki altına girerek otoritesini kaybetmesi altı şeyle olur: mahrumiyet, kargaşa, nefse kapılış, sert ve
kaba davranış, zaman ve budalalık.
Mahrumiyet; hükümdarın ileri düşünceli, cesur,
güvenilir yardımcılardan, danışmanlardan ve devlet
ricalinden yoksun olması demektir. Hükümdar böyle sorumlu
siyasetçiyi arar da bulamaz.
Fitne yani kargaşa; halkın birbirini yemesi, kendi
içinde savaşlara girmesi, anlaşmazlığa düşmesidir.
Nefse kapılış; kadınlara aşırı düşkünlük, eğlenceye,
içkiye, ava ve sohbete kapılıp [dizgini elden kaçırmaktır].
Kabalık; idarecinin çok sert davranması, hiç
gerekmediği halde söverek ve döverek azgınlaşmasıdır.
Zaman; meyvenin ve hasadın eksilmesi, savaşların
çıkması gibi afetlerle halkın zarar görmesidir.
Budalalık ise, idarecinin yumuşak ve esnek davranması
gereken yerde şiddete başvurması; şiddet göstereceği yerde
yumuşak davranmasıdır. İşte böyle...
Arslan, kendini iyice kaptırdı öküze. Ben bu yüzden
ona zarar gelecek, otoritesi yaralanacak diyorum.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kelile:
— Tamam ama öküz senden daha güçlü, arslan nezdinde senden daha itibarlı! Hem onun dostları ve yardımcıları
seninkilerden daha çok... Bu durum da onu nasıl yeneceksin?
Dimne:
— Küçüklüğüme, çelimsizliğime bakma! Bu işler ne zafiyet veya kudretle ne de bedence küçüklük yahut irilikle
doğrudan alâkalıdır. Nice ufak tefek zayıf kimse var ki kurnazlığı, kıvraklığı ve fikriyle pek çok güçlünün aciz kaldığı işleri başarmıştır. Zayıf bir karganın devâsâ bir yılanın işini nasıl bitirdiğiyle ilgili hikâyeyi duymadın mı?
— Nasıl olmuş bu hadise?
— Anlatılanlara göre karganın yuvası dağ tepesindeki
bir ağaçtaymış. Karga ne zaman cücük etse yılan yuvaya
süzülür, küçücük yavruları yutarmış. Bu durum kargayı
çok üzermiş. Bir gün hâl-i pür melalini anlatıvermiş çakal
dostuna:
— Bir konuda kesin kararımı verdim, ama sana da danışmak istiyorum!
— Neyden bahsediyorsun?
— Yılan uykuya dalınca yaklaşıp gözlerini gagalayacak, onu kör edeceğim. Belki böyle kurtulurum ondan.
Tilki itiraz etmiş:
— Düşündüğün yol, kötü! Öyle bir hile düşün ki kendini mahvetmeden, tehlikeye düşürmeden amacına ulaşasın!
Ha, bir de şu yengeci öldürmek isteyip kendim mahveden balıkçıla benzemeyesin!
— Balıkçıla ne olmuş?
— Anlatırlar ki bir balıkçıl, balık bakımından zengin
bir kamışlı bataklığa yuva kurmuş. Bir süre huzur içinde yaşamış orada. Nihayet ihtiyarlayıp avlanamaz duruma düşmuş. Böyle aç, bitkin, kederli bir halde çözüm ararken
yengeç yanaşıvermiş ona yan yan... Ondaki üzüntüyü
farkederek demiş ki:
— Neden seni böyle melûl-mahzun görüyorum?
— Nasıl üzülmeyim? Buradaki balıklan avlayarak hayatımı sürdürüyordum. Bir gün şuradan geçen iki avcının
aralarındaki konuşmaya kulak misafiri oldum:
"Burada balık çok! Önce bunları avlasak iyi olmaz mı?"
dedi biri. Öteki karşılık verdi:
"Ben falan yerde daha çok balık gördüm. Ava oradan
başlayalım. Oradakileri bitirince buraya gelir, buradakileri
de bitiririz..."
O anda anladım ki bu iki avcı dedikleri yeri bitirince bu
sazlığa gelecek, buranın balıklarını avlayacaklar. Eğer bunu
yaparlarsa ben bittim, mahvoldum demektir...
Yengeç bu haberi alınca doğruca balık sürüsüne gitmiş,
duyduklannı anlatmış. Onlar da balıkçıl kuşuna gelerek
istişare etmişler ve demişler ki:
— Bize bir yol gösteresin diye geldik sana! Zira akıllı
kişi gerektiğinde düşmanıyla dahi istişare yapmaktan çekinmez.
Balıkçıl cevap vermiş:
— Avcılarla boğuşacak değilim. Buna gücüm yetmez.
Tek çare, buranın yakınındaki suyu bol, sazı çok olan göle
gitmektir. Oraya gitmeye gücünüz yeterse sizin açınızdan iyi
olur, çoğalırsınız...
Balıklar:
— Bu iyiliği senden başkası yapmaz bize! demişler.
Böylece balıkçıl her gün iki balığı rahatça alıyor, onları
bir tepenin üzerine götürüp afiyetle yiyormuş! Yine bir gün
iki balık almaya gelmiş, bu sefer yengeç yaklaşarak demiş ki:
— Ben de burada korktum. Yalnızlıktan ürktüm. Beni
de o göle götür.
Balıkçıl, yengeci aldığı gibi havalanmış, nihayet
balıkları yediği tepeye varınca yengeç bakmış ki aşağıda bir
sürü balık kılçığı! Kendi kendine:
"Kişi mahvolacağını hesap ettiği yerde düşmanıyla
karşılaştı mı derhal canını ve onurunu kurtarmak için
mücadele etmeli! İster dövüşen isterse dövüş bilmeyen olsun,
ona yakışan budur!" deyip balıkçıya var gücüyle asılmış.
Çengelleriyle sıkarak öldürmüş onu. Balık sürüsüne
dönerek durumu anlatmış.
Bu örneği sana hatırlatıyorum zira bazı hileler hile
yapanı öldürebilir. Şimdi sana öyle bir yol göstereceğim ki
becerebilirsen kendini hiç riske atmadan yılanın işini
bitirebilir ve selamete kavuşursun!
Karga:
— Neden bahsediyorsun?
Çakal:
— Şöyle bir açılırsın... Uçuş esnasında yerdekilere dikkat edersin. Bir kadının değerli taşlarını görünce hedefini
belirleyip kaparsın bir mücevher. Sonra kadının gözlerinden kaybolmadan bir uçarsın bir konarsın, bir uçarsın bir
konarsın... Böyle gide gide büyük yılanın yarığına gelir, mücevherleri oraya bırakırsın. İnsanlar bunu gördükleri anda
mücevheri alır, [yılanı öldürür] seni de ondan kurtarmış olurlar.
Böylece karga gökte halkalar çizerek uçar. Nüfuzlu
adamlardan birinin kızını görür. Kızcağız elbiselerini ve
takılarım bir kenara bırakmış, yıkanmaktadır damda.
Hemen dalışa geçen karga takıların arasından bir
gerdanlık kapar ve havalanır, Millet karganın peşine düşer.
O herkesin görebileceği bir şekilde uçmaktadır. Sonunda
koca yılanın yangına varır, gerdanlığı herkesin gözü önünde
oraya bırakır. Yarığın yanına çıkan kalabalık yılanı öldürüp
gerdanlığı alır...
Bu örneği veriyorum; kuvvetle başarılamayacak bir
şeyin hileyle halledebileceğini göstermek için.
Kelile:
— Öküzde sâde kuvvet olsa ve isabetli fikirler bulunmasa tamam; senin çözümün geçerli olurdu! Ama o hem güçlü hem de isabetli bir görüşe ve akla sahip. Bu halde sen ne
yapabilirsin?
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kelile:
— Öküzde sâde kuvvet olsa ve isabetli fikirler bulunmasa tamam; senin çözümün geçerli olurdu! Ama o hem güçlü hem de isabetli bir görüşe ve akla sahip. Bu halde sen ne
yapabilirsin?
Dimne:
— Doğru! Öküz, güç ve akıl konusunda belirttiğim gibi. Ama o benim üstünlüğüme boyun eğen biridir. Dolayısıyla tavşanın arslanı mahvetmesi gibi ben de onun işini bitirebilirim.
— Nasıl olmuş bu iş?
— Anlatırlar ki sulak mı sulak, yeşil mi yeşil bir yerde
bir arslan yaşarmış. O civardaki pek çok hayvan gezermiş lâkin arslandan korktukları için ne suyundan ne merasından
faydalanabilirlermiş. Nihayet biraraya gelen hayvanlar, arslana gelerek demişler ki:
— Sen epey gayret ettikten sonra bizden birini ele geçirebiliyorsun. Bu meselede senin menfaatine bizim de güvenliğimize uygun bir çözüm bulduk. Eğer bizim huzur içinde
yaşamamızı garanti eder, bizi korkutmazsan hergün önüne
bir hayvan bırakmak boynumuzun borcu olsun!
Bunu kabul eden arslan, yabani hayvanlarla
anlaşmaya oturmuş. Onlar da sözlerini tutmuşlar. Gün
gelmiş, kur'a bir tavşana çıkmış; arslanın ağzına lokma
olacak hayvan şöyle seslenmiş ötekilere:
— Size asla zararı dokunmayacak bir iş var! Bu konu
da bana izin verin, kurtarayım sizi arslandan!
Hayvanlar merakla:
— Ne teklif ediyorsun bize? diye sormuşlar.
Tavşan:
— Beni arslana götürecek olana söyleyin, bana müsaade etsin; biraz gecikerek varayım canavarın yanına!
Hayvanlar:
— Tamam, dediğin gibi olacak! demişler.
Böylece tavşan yavaş yavaş yürümeye başlamış.
Arslanın yanına vardığında yemek vaktim çoktan geçirmiş.
Canavar hayvan öfkeden kudurmuş bir halde yerinden
kalkıp demiş ki:
— Sen nereden geliyorsun?
Tavşan başlamış konuşmaya:
— Ben vahşi hayvanların sana gönderdiği elçiyim. Yanımda bir tavşan vardı. Ama yolda yanımıza yaklaşan bir
arslan onu kaptı ve şöyle dedi:
"Ben, elbette daha layığım bu civarın ve buradaki
hayvanların kralı olmaya!"
Ben ona dedim ki:
"Şu aldığın tavşan, bizim kralımızın gıdasıdır.
Hayvanlar beni görevlendirerek onu gönderdiler kralımıza!
Sakın gasbetmeyesin o tavşanı!" Ama yoldaki arslan sana
sövdü ve bildiğini okudu! Ben de bunu haber vermeye
geldim sana...
Tavşanı dinleyen arslan:
— Haydi beraber çıkalım, göster bakalım nerede şu kabadayı! der. Tavşan onu yanına alarak suyu derin ve berrak
bir kuyunun başına getirir. Kuyunun içini işaret ederek:
— İşte burada! der.
Arslan kuyuya bakınca hem kendisinin hem de
tavşanın yansımasını görür aşağıda... Tavşanın doğru
söylediğine kanaat getirerek hışımla atlar, öteki arslanla
dövüşmek niyetindedir zira! Derhal boğulur ve tavşan
hayvanların yanına dönerek başından geçenleri anlatır.
Bu hikâye bitince Kelile konuşmuş:
— Arslana hiç zararı dokunmayacak şekilde öküzü yok
edebileceksen hemen yap! Öküz, bana, sana ve diğerlerine
zarar getirmiştir. Ama arslanı yok ederek bu işi başaracak
san hiç teşebbüs etme! Zira bu hareket hem senin hem de benim açımdan kalleşlik olur...
Günler geçer. Dimne uzun bir süre hiç uğramaz
arslanın yanına. Nihayet arslanı yalnız olduğu bir sırada
ziyaret eder. Arslan:
— Uzun bir zaman geçti, bana uğramadın. Niçin? Seni
hiç göremedim, hayırdır inşaallah bu kopma niye?
— Hayır, efendim hayır olsun...
— Bir şey mi oldu?
— Ne hükümdarın ne de ordudan birinin razı olacağı
bir şey...
— Nedir o?
— Kötü, çok kötü bir kelam...
— Anlat hele, neymiş bakayım.
Ve Dimne anlatmaya başlar:
— Öyle bir söz ki ne dinleyen hazzeder ne de anlatan
anlatma cesareti bulur kendinde. Hükümdarım! Siz erdemli
birisiniz. Basiretiniz sayesinde anlarsınız ki hoşnut olmayacağınız şeyleri anlatmak bana acı vermektedir. Ben inanıyor
ve biliyorum ki siz benim iyi niyetimin farkındasınız, sizi
kendime tercih ettiğimi biliyorsunuz. Size anlatacağım şeyde
bana inanmayabileceğiniz ihtimalini kabul ediyorum. Ama
biz hayvanlar camiasının gönülleri size bağlıdır; bunu hatırladıkça üzerime düşen görevi yerine getirmekten de geri durmamalıyım diyorum. Hatta benden bunu istemesen, söylediklerimi kabul etmeyeceğinden endişe etsem dahi bu vazifeyi yapmalıyım. Derler ki:
"Öğüdünü hükümdardan, görüşünü kardeşlerinden
esirgeyen kişi, aslında kendine ihanet etmiş olur."
Arslan:
— Nedir bu?
Dimne:
— Doğru sözlü, güvenilir biri bana anlattı ki Şetrebe ordunuzun subaylarıyla başbaşa kalıp şöyle demiş onlara:
"Ben arslan konusunda deneyim sahibi oldum. Aklını,
kurnazlığını ve gücünü tarttım... Onu sınadım. Neticede
zayıf ve âciz biri olduğu anlaşıldı. Yakında ikimiz arasında
ciddî bir niza çıkacak!"
Bu sözler kulağıma geldiğinde Şetrebe'nin hâin ve
kalleş biri olduğunu anladım. Siz ona nice iltifatlarda
bulundunuz, onu kendinize yâren saydınız; ama o kendisini
sizden farksız görüyor. Siz yerinizden ayrıldığınızda
gücünüz, kudretiniz ona kalacak. Sizin, otoriteyi elinizden
kaçırmanız için her şeyi yapacaktır o! Derler ki: "Hükümdar,
bir adamın ululuk ve derece bakımından kendisiyle
yarıştığını, hatta kendisine denk olduğunu görürse derhal
mahvetmelidir onu! Eğer bu karan veremezse kendi başı
ezilecektir!" Şetrebe, idare ve otorite konusunu en iyi
bilendir kuşkusuz. Siz bilemezsiniz, bu iş belki de asla önünü
alamayacağınız, bir daha telafi edemeyeceğiniz hale gelecek,
kim bilir... Derler ki, insanlar üç kısımdır: biri ileri görüşlü,
diğeri basiretli, öbürü ise âciz! İleri görüşlü kişi; başına bir
felâket geldiğinde soğukkanlı davranır, korkmaz, çıkış yolunu
aramaya başlar, asla çözümden ümidini kesmez. Basiretli
kişi; evvelce tedbirini alan, hazırlığını yapmış olandır. Daha
problem ve felâket gelmeden bilir ne olacağını... Probleme
gereken ehemmiyeti verir, çözümü bulur sanki şimdi karşı
karşıyadır musibetle. Böylece hastalık ve zafiyet gelmeden
önlemini alır ve kökünden halleder meseleyi. Kısaca "belâyı
vukuundan önce def eder" başından... Aciz kişi ise tereddüt
içinde olur, temenni ve kuruntuyla, pansuman çözüm ve
eğlenceyle problemi başından savacağını zanneder. Nihayet
mahvolur! Bu konuda güzel örneklerden biri de üç balığın
hikâyesidir.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Arslan:
— O hikâye nedir, anlat! deyince Dinine başlamış
tekrar söze:
— İçinde üç balığın yaşadığı bir göletten bahsederler...
Balıklardan biri akıllı, diğeri daha akıllı, öteki ise âciz
imiş. O gölet, kimseciklerin erişemeyeceği gayet yüksek bir
nehrin civarından iki avcı geçmiş. Yanlarında ağlarıyla gölete
dönme ve balık avlama konusunda anlaşmışlar. Bizim
balıklar da onları işitmişler. En akıllı olan, bu sözlerden
ötürü endişeye düşmüş; önüne, ardına, sağına, soluna
bakmadan doğruca nehrin gölete döküldüğü ağıza varmış ve
çıkmış... Akıllı olan ise avcılar damlayıncaya dek kalmış
gölette. Nihayet onları görüp ne niyetle geldiklerini anlayınca
yüzüvermiş alelacele nehir ağzına... Bir de ne görsün! Avcılar
elbirlik edip tutmuşlar suyu. Bu durumda şöyle demiş kendi
kendine:
"İhmalkâr davrandım; işte sonucu. Şimdi bu dertten
kurtulmanın yolu var mı bakmalı... Aslında aceleyle alınmış
tedbirin faydası azdır. Ama akıllı olan, hiçbir zaman ümidini
kesmez kafa çalıştırmanın sağladığı imkanlardan. Akıllıya
ümitsizlik yaraşmaz, akıllı gayreti elden bırakmaz..." Derken
akıllı balık ölü taklidi yaparak suyun üstüne çıkmış. Bazan
sırtüstü bazan yüzüstü çevrilip duruyormuş suda. Avcılar
onu tutup nehirle göl arasına koymuşlar. Balık "fırsat bu
fırsat" deyip atlayıvermiş nehire ve kurtulmuş. Âciz, budala
balığa gelince şu köşeye yüzmüş, bu köşeye kaçmış ama
kurtulamamış ağdan...
Arslan söze başlar:
— Bu hikâyeyi anladım. Ama öküzün bana kalleşlik
edeceğini sanmıyorum. O asla benim için kötü şeyler istemez! Bunu nasıl istesin ki? O benden hiç kötülük görmedi.
Ona her iyiliği yaptım, her dilediğini verdim...
Dimne:
— Alçak ruhlu kişi hiç lâyık olmadığı yüksek makamlara gelinceye dek iyi gözükür. Lâkin bir de amacına ulaştı mı
ihtirası artar, daha büyüğünü ister; hele hele hıyanet ve suç
iyice yerleşmişse onun tıynetine! Alçaklar ve hâinler ancak
korktukları için hükümdarın önünde eğilir, övgüler yağdınr,
hayır dualar eder. Artık buna ihtiyacı kalmayıp palazlandı mı tüm korkusu gider, tıynetine döner! Köpeğin kuyruğunu
düzelsin diye bir güzel bağlasan düz kalır. Ama çözülür çözülmez kangal kangal eğrilir o kuyruk! Ey hükümdar, bilmelisin ki kendisine öğüt verenlerin öğüdünü, "ağır bulduğu
için" kabul etmeyen kişinin tavrı hiç bir zaman alâka
görmeyecek; beğenilmeyecektir. Doktorun verdiği ilacı
almayıp kendi bildiğini okuyan hastaya benzer o! Vezir,
hükümdarını kudret ve saltanatı artıracak hususlara teşvik
etmeli; zarar verecek ve yerilmesine sebep olacak şeylerden
sakındırmalıdır onu! En iyi dost, en iyi yardımcı öğüt
verirken en az pohpohlayandır. İşlerin en hayırlısı, neticesi
en iyi olandır. Kadınların en iyisi, kocasına muvafık
davranandır. En güzel övgü, hakîkaten iyi ve kaliteli
insanların dilinden dökülendir. En güzel hükümdarlık
şımarıklık ve azgınlıktan uzak olan hükümdarlıktır. En
güzel huy, kişiyi takvaya hazırlayan huydur.
Derler ki: İnsan ateşi yastık, yılanları yatak edinirse
elbette uyuyamayacaktır! İnsan, dostundan hıyanet
bekliyorsa huzurlu olabilir mi? Hükümdarların en zavallısı
işi ağırdan alan, neticeyi düşünmeyendir. Bu adam, sağa
sola bakmayan kudurmuş ite benzer! Böyle biri kendini
üzmesi gereken bir durumla karşılaşsa gevşek davranır
aldırış etmez; ipin ucunu kaçırıp, fırsatları
değerlendiremediğinde ise adamlarına kızına çıkışır!
Arslan:
— Ağır konuştun! Lâkin nasihat edenin sözü makbuldür; ona tahammül edilmeli... Dediğin gibi Şetrebe bana düşmansa asla zarar veremez, kılıma dokunamaz! O ot yer, bense et! Nasıl gücü yetecek bana? Ancak bir öğün yemektir o
benim için! Ondan korkmuyorum... Hem onun hayatını garanti altına almış biriyim ben. Onu övdüm, ikramlara boğdum, nasıl ihanet edeceğim (dostluğuma)? Eğer tavrımı değiştirirsem câhil, mantıksız, kadir kıymet bilmez biri olmaz
mıyım? Onun canına kıymayacağıma dâir verdiğim sözü bozmuş olmaz mıyım?
Dimne:
— Ha, sakın "O benim yemeğimdir, ondan korkmam"
deme! Aldanma böyle! Şetrebe kendi başına yenemezse seni, elbet bulur çaresini ve başkasından yardım alır. Derler
ki: huyunu bilmediğin bir yolcu gün içinde sende
konaklama talebinde bulunursa hemen izin verme, onu
emin sanma. Olur ya pire yüzünden bitin uğradığı
musibete uğrarsın...
Arslan:
— Nasıl?
— Anlatırlar işte: Bitin biri bulmuş zengin yatağını,
uzun bir zaman işleri yaver gitmiş. Herif uykuya dalınca yanaşırmış, emermiş usul usul kanını! Keyifli keyifli gezinirmiş sırtında. Her neyse, pire gelmiş misafirliğe ve izin istemiş. Bit açmış kollarını misafirperverce, "gel bu gece, leziz
kanın tadına bak, yumuşak yatakta gecele!" demiş. Pire konuk olmuş bite böylece. Geceleyin adam yatağına girdikte
usûl bilmez pire atlayıvermiş pattadanak! Sokmuş, sokmuş,
sokmuş; uykusunu delik deşik etmiş herifin. Huylanan adam
küt diye doğrulmuş yumuşak yataktan ve emretmiş "tez bulun şu hergele asalağı" diye. Bir de bakmışlar ki ortada bit
var! Öldürmüşler "çıt!" diye. Misafir pire tabana kuvvet kayıplara karışmış tabii...
Bunu niye anlattım sana? Bilmelisin ki kötünün
kötülüğünden kimse kurtulamaz! Kötü, kötülük yapmaktan
âciz de olsa inan mıknatıs gibi çeker bir musibeti yanına;
durup dururken mahveder dostunu! Sen Şetrebe'den
korkmuyorsan onun sana karşı tahrik ettiği askerlerinden
kork!
Dimne'nin lafları arslanın yüreğine iner ve şöyle der:
— Peki ne yapmalıyım sence?
— Çürük diş, ağızdan sökülmedikçe rahat edemez kişi!
Mideyi bozan yemeği kusmadıkça huzur bulmaz hasta! Korku salan düşmanı temizlemedikçe için rahat etmez!
Arslan:
— Sen beni Şetrebe'ye karşı iyice soğuttun! Ona adam
gönderecek, içimden geçenleri bildireceğim. Sonra nereye giderse gitsin, yol vereceğim!
Dimne bu tavırdan hazzetmemektedir. Zîrâ bilir ki
arslan Şetrebe'yle iki çift laf etse kalbi yumuşayacak,
getirdiği söylentilerin asılsız olduğu ortaya çıkacak... Hemen
arslana yaraşır:
—Aman ha! Ne Şetrebe'ye adanı gönder, ne de onu
yanına çağır! Bu, hiç de isabetli değil... Zîrâ Şetrebe
meseleyi anlarsa korkarım zât-ı âlîlerine savaş açacaktır. O
senle savaş etmeye geldiğinde de elbet hazırlıklı gelecektir.
Yok, onu kendi yoluna bırakırsan, senin şanına leke düşer!
Ancak kesin bir gerçektir ki tedbirli hükümdarlar açıktan
suç işlemeye açıktan ceza vermezler. Her suçun kendine
özgü cezası vardır onlar nezdinde. Alenî suça alenî ceza,
gizli suça gizli ceza...
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Arslan:
— Ama hükümdar, birini "suçunu hiç araştırmadan"
cezalandırırsa zulmetmiş olmaz mı? Hem de kendim alçalt
mış sayılmaz mı?
Dimme:
— Madem hükümdarımız böyle düşünür; iyice donanmadan, hazırlıklarını yapmadan huzuruna çıkarmasın Şetrebe'yi! Sakın ha Şetrebe'ye karşı gafil davranmayasınız! Gerçi
ben hükümdarımızın meseleyi anladığını, Şetrebe'nin huzura
çıkarken hainlik yapacağını sezdiğini tahmin ediyorum... Eh,
onun ihanet peşinde oluşunun alâmetlerim bildireyim sana:
Mafsalları titreyecek, sağa sola bakacaktır. Döğüşmeye niyetli biri gibi boynuzlarını sallayacaktır, göreceksiniz...
Arslan:
— Tamam, tamam. Ona karşı tedbirimi alacağım. Eğer
senin gözettiğin alâmetleri onda görürsem hiç şüphem kalmayacaktır!
Dimne arslanı öküze karşı tahrik edip gönlüne şüphe
tohumları ekince anlar ki o öküze karşı hazırlıklarını
yapacak... Şimdi öküzü harekete geçirmenin zamanıdır
arslana karşı. Ama ya öküze gittiğini anlarsa arslan kral?
İşte bu fenâ! "O halde öküze gitme işine arslanı âlet etmeli" diye
düşünür ve şöyle der:
— Saâdetli hünkârım! Şetrebe'ye gidip hâlini araştırsam söylediklerini dinlesem fena olmaz değil mi? Böylece (ne planladığı) hususunda haberdar olurum, hünkârımızı uyarırım.
Arslan, Dimne'ye izin verir. Dinme kederli biri gibi
yanaşır Şetrebe'ye. Öküz eski dostunu görünce;
— Hoşgeldin! Nerelerde kaldın? Epeydir göremiyorum
seni! der. Dimne cevap verir:
— Can emniyeti olmayan, hayata yabancıların iki dudağı arasından çıkacak kelimelere bağlı olduğu için dâima endişe içinde bekleyen kişi ne zaman huzurlu ve mutmain olur ki?
— Ne var, ne oldu?
— Olacak oldu! Kim yener kaderi? Dünyada güç sahibi olup da şımarmayan mı var? Amacına erişip de gururlanmayan, azmayan biri mi var? Arzularına kapılıp da zarar
görmeyen mi var? Alçak ve cimri birinden iyilik bekleyen
sonunda mahrum olmayacak mıdır? Kötülere karışıp da selâmet bulan var mı? Evet, hükümdarla dost olup da can emniyeti ve huzuru uzun süren bir şanslı var mıdır sanıyorsun? Ne doğru bir söz: Kralların, dostlarına karşı vefasız
davranıp erişemedikleri (yahut kaybettikleri) birine karşı
neredeyse canlarım vermeleri yok mu; tuttuğu dostu kaybedince zevk ve iştahla ikincisini bekleyen ******ye benzerler
bu durumda!
Şetrebe:
— Bu nasıl söz böyle?! Neler işitiyorum senden?! Arslandan kuşkulanıyorsun! Onun bir tavrı seni endişeye şev
ketti herhalde?
— Evet. Ondan kuşkulanıyorum. Ama kendimle ilgili
bir durum değil bu!
— Peki kiminle ilgili?
— Aramızdaki arkadaşlığı biliyorsun. Senin, benim
üzerimde hakkın var. Arslan beni sana gönderdikte sana verdiğim sözü hatırlarsın! İşte bu yüzden seni korumak istiyorum, senin için endişelendiğim bir husus var; bu yüzden sana duyurmak niyetindeyim.
— Ne duydun hakkımda?
— Sözüne sâdık, kulağı delik, her şeyi bilen bir dost
anlattı: Arslan, meclisindekilere diyesiymiş ki; "Öküzün semizliği iştahımı artırıyor. Zâten ona ihtiyacım da yok, ne diye yaşıyor... Afiyetle yemeliyim onu ve adamlarıma da ikram
etmeliyim" Ben bu haberi alıp arslanın kalleşliğini ve can
emniyetinle ilgili verdiği sözden cayışını görünce koşuverdim
sana! Böylece senin hakkını ödemiş olurum, sen de bir çâre
bulursun durumuna...
Şetrebe Dimne'yi sessizce dinledi. Vaktiyle onun
verdiği teminâtı hatırlayıp arslanın azgınlığını düşündü ciddî
ciddî. Dimne'ye hak verdi, onun nasihatte bulunduğunu
sandı. Durumu onun anlattığı gibi görünce kederlendi,
söylendi:
— Ben, dost olduğumuzdan beri ne arslana ne de herhangi bir askerine karşı suç işlemedim! Nasıl vefasızlık yapıp zulmedecek bana! Sanıyorum ki arslana benim hakkımda ileri geri konuşan biri var. Tahrike kapılmış ve kafası karışmıştır mutlaka. Zîrâ arslanla hayırsız, şerli kişiler de düşüp kalkıyor. Onlardan yalan şeyler duymaya alışmış olmalı. Bir de bu yalanları doğru gösterecek uydurma
şeyleri işitmişse tamam! Kötülerle dost olmak, iyiler hakkında suizan etmeye götürür kişiyi. Böylece ördek hikayesindeki durum aynen cereyan eder. Anlatırlar ki ördek suda yıldız parıltısı görmüş ve balık sanmış onu. Avlamaya
çalışmış; defalarca tecrübeden sonra yıldız parıltısının av
olmadığını anlamış ve vazgeçmiş... Ertesi gün bir balık görmüş ama onu da yıldız ışığı sanmış ve avlamaya teşebbüs
etmemiş!
Artık arslana benimle ilgili yalan yanlış bilgiler
ulaşmış o da bunları doğru saymışsa başkasının başına gelen
benim de başıma gelir. Şayet hakkımda hiçbir şey
söylenmediği halde sebepsiz yere "keyfi için" kötülük
yapmak niyetindeyse hakîkaten şaşılacak bir haldir bu!
Denilir ki:
Kişinin, onu memnun etmeye çalıştığı halde dostun
memnun olmaması gariptir. Bundan daha garibi ise onun
rızâsına uygun davranmaya çalıştıkça berikinin
düşmanlığının artmasıdır. Hoşnutsuzluk belli bir sebepten
kaynaklanıyorsa problem çözülebilir, affa kapı aralanabilir.
Lâkin sebepsiz ise ümit yok demektir. Sebebe bağlı
dargınlık, elbet ortadan kaldırılacaktır, sebebin ortadan
kalkmasıyla!
Düşünüyorum da arslanla aramda nahoş bir durum
cereyan etmediği gibi ona karşı küçük veya büyük bir hatâ
da işlemiş değilim, hatırladığım kadarıyla. Hayâtıma
andolsun, dostluğu kalıcı olan herkes her an dikkatli
olmaya, dostunu incitmemeye çalışsa da hiçbir hatâ
işlemeyecek değildir elbet... Ama akıllı, vefakâr insan,
arkadaşı sürçtüğünde hemen menfi hüküm vermez. Kasten
işlenip işlenmediğine bakar bu suçun; derecesine bakar,
sakince ölçer biçer... Sonra affettiği takdirde zararlı çıkacak
diye düşünür ve bir muhasebeden sonra affeder elbet....
Arslan benim bir suçumu biliyorsa ben farkında bile
değilim bunun. Doğru, onun bazı sözlerine karşı nazettim,
çekimser davrandım; hayırlısını dileyerek muhalefet ettiğim
de oldu. Kim bilir davranışlarımı bu yüzden cüretkâr
buluyor, fakat suçlu değilim ki. Zira nadiren muhalefet
ettiğim hususlar zâten sağduyuya, inanca ve genel menfaata
aykırı hususlardı. Karşı çıkışlarımı da kumandanların
yahut arkadaşlarının huzurunda yapmış değilim. Bilakis
onunla başbaşa, saygılı bir şekilde gizlice açtım
itirazlarımızı. Zira iyi bilirim ki dostlarına iş danışırken,
doktordan şifâ beklerken ve şüpheli bir durumu fakihe
sorarken müsamaha bekleyen adam isabetli bir görüş
bulamaz; hastalığın tehlikesini atlatamaz ve dînî konularda
günaha batar.
Mesele böyle değilse muhtemeldir ki hükümdar bir
sarhoşluk anında bu karara varmıştır. Çünkü aradaki dostluk güven, gönül hoşluğu ve can emniyeti üzerine bîna edilse
de zor ve tehlikelidir hükümdarla beraber olmak.
Bu saydığım sebeplerin hiçbiri sözkonusu değilse eğer
karşı gelinmez hükmün; kaderin tecellîsidir bu. Kader değil
mi arşlarım kuvvetini çekip alan ve onu toprağa sokan?
Kader değil mi çelimsiz kişiyi koskoca azgın bir filin sırtında
taşıtan? Zehirli yılana, zehrini çekip alacak ve onunla
oynayacak adamı musallat eden de kader değil mi? Âciz ve
ahmak olanı akıllı ve basiretli hale getiren kader değil mi?
Cesaretli ve zekî kişiyi zavallılaştıran kader değil mi? Fakiri
zengin, ödleği cesur, cesuru korkak yapan da kader değil
mi? Evet hepsi de kaderin planıyla ardarda gelir başa...
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Dinme:
— Arslan, hayırsızların kışkırtması, sarhoşluk nöbeti
yahut başka bir sebepten ötürü değil zâlim ve vefasız oluşun
dan ötürü sana karşı niyetini bozdu! Onun kalbi kara, içi kin
doludur. Sofrası tatlı ama neticede zehirlidir!
— Galiba ben de o yemeğin tadından haşlandım, ölüme yaklaştım. Ölüm vaktim gelmese, benim gibi ot yiyen bir
öküz niçin yaraşsın et yiyen arslanla? Tehlikenin ortasında,
tadı hoşuna gittiği için nilüferin göbeğine kurulmuş arı gibiyim. Tattığı lezzetle eğleşen arı akşamleyin nilüferin kapanışıyla içerde kalır; nice uğraşıp didinse de fayda etmez, can verir.
Şetrebe:
Dünyada ihtiyacı kadarıyla yetinmeyerek başka şeylere
göz dikip akıbetinden endişe etmeyen kimse, güzelim ağaç ve
çiçeklerle yetinmeyerek filin kulağındaki salgıya sulanıp bir
kulak darbesiyle geberen sinek gibidir! Sevgisini ve öğüdünü
şükür bilmez bir hayırsıza yönelten adam kıraç toprağa
tohum ekmektedir! Kendini beğenmiş salağa akıl veren
adam, ölüyle müşavere edene yahut sağıra sır verene benzer.
Dimne:
— Bırak edebiyatı da kendine çare bul!
Şetrebe:
— Arslan beni mideye indirmeye niyetlenmişe nasıl
kurtulacağım ki? Sen söylüyorsun zâten onun kötü niyetli olduğunu. Ben şunu da biliyorum: O hakkımda hayır düşünse
adamları hilekârca davranıp helakimi istediklerinde elbet
amaçlarına ulaşacaklardır. Zîrâ kötüler bir masumu mahvetmek istediklerinde zayıf da olsalar erişirler hedeflerine; o
suçsuz adam güçlü olsa ne yazar... Kurt, karga ve çakal düzenbazlıkla mahvetmediler mi koca bir deveyi!
— Nasıl oldu?
— İnsanların sürekli kullandığı bir güzergâh kenarındaki ormanda kurt, karga ve çakalla beraber bir arslan yaşarmış. Deve güden çobanlar dâima o yolu kullanırmış. Bir
gün sürünün ardında kalan bir deve ormanlığa dalar, arslanın yanına varır. Arslan:
— Neredensin? diye sorunca
— Falan yerdenim! der bizimki. Arslan:
— Ne istiyorsun?
— Kralımızın buyurduğu şeyi!
— Öyleyse memnun, mesut ve huzur dolu bir gönülle
kal yanımızda.
Arslanla deve epey dostluk ederler. Sonra arslan av
bulmak amacıyla yola düşer. Karşılaştığı fille şiddetli bir
mücâdeleye girişir ve dev hayvandan aldığı darbeyle yara
bere içinde geri döner. Filin etkili diş darbeleri arslanın her
yanında kanlı izler bırakmıştır. Bir daha ava çıkamayacak
kadar yorgundur, yerinden kımıldayamamaktadır. Öte
yanda kurt, karga ve çakal da aç kalırlar günlerce; zîrâ
arslanın artıklarından nasiplenmektedirler. Açlıktan
kıvranan asalakların durumunu farkeden arslan:
— Siz de pek zayıf düştünüz, size de yemek lazım....
— Yo, Yo! Efendimiz, biz kendimizi değil zât-ı âlîlerini
düşünüyoruz. Keşke biraz yiyecek bulsak da durumunuzun
düzelmesine vesîle olsak!
— Sizin samimî dileklerinizden kuşku duymuyorum.
Etrafı bir kolaçan edin, av bulabilirsiniz. Hem siz hem de ben
doymuş oluruz.
Kurt, karga ve çakal arslanın yanından ayrılarak bir
köşeye çekilirken. Aralarında fısıldaşırlar;
"Şu ot yiyenle hiç bir münâsebetimiz yok. Hâlî
hâlimize benzemez, fikri fikrimize uymaz! Arslanın kafasını
karıştırsak da onu yese, bize de birşeyler kalır elbet..."
Çakal:
— Bunu böylece söyleyemeyiz arslana! O, deveye can
emniyeti verdi.
Karga:
— Ben bu meselemizi çözerim! deyivermiş ve arslanın
huzuruna çıkmış. Arslan:
— Hayrola bir şey mi buldun? diye sorar. Karga cevap
verir:
— Çalışabilen ve görebilen kimse elbet bir çözüm bulur. Biz açız; bu karın gurultusuyla çalışmak ve av görmek ne
mümkün! Ama aramızda bir karara vardık. Hükümdarımız
da uygun görürse tamam deyip gerekeni yapacağız.
— Ne karara vardınız?
— Şu deve... Aramızdaki otobur. Onun bize faydası
yok!
Arslan kargayı tersler:
— Ne kötü bir fikir! Nasıl da gaddar ve merhametsiz
bir niyet! Biliyorsun ki ben deveye can emniyeti verdim; ahdettim ona bir şey olmayacak diye! Sen bundan haberdar olduğun halde hangi cüretle bu laflan söyleyebiliyorsun? Korku ve endişeyle kıvranan bir garibi huzura kavuşturan, bir
adamın kazandığı sevaptan daha büyüğü var mı? Ben deveye aman verdim; cayamam vadimden!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Karga:
— Hükümdarımızı anlıyorum... Ama bir ailenin kurtulması için bir can, bir kabilenin kurtulması için bir aile, bir
şehrin kurtulması için bir kabile ve bir hükümdarın
kurtulması için bir şehir feda edilse yeridir! Şimdi
hükümdarımızın ihtiyacı vardır... Ben onu, verdiği sözün
ağırlığından kurtaracağım. O meşakkat altına girmeyecek,
kendisi bu işi takip etmediği gibi kimseye de bu hususta emir
göndermeyecek. Biz, evet biz, hükümdarımız için zafer
getirecek bir çare bulacağız.
Arslan, karganın konuşuğuna cevap vermez;
düşüncelere dalmıştır. Karga arslanın tasvibini hissedince
arkadaşlarının yanına varır ve şöyle der:
— Deveyi yeme hususunda arslanla konuştum. Şimdi
hep beraber deveyi de yanımıza alarak onun huzuruna çıkalım. Ona düşkün olduğumuza, başına gelen açlık belasını giderme hususunda gayretli olduğumuza dâir imada bulunalım, üzgün gözükelim. Herbirimiz kendini arslana sunsun,
kurban olarak. Öte yandan diğer ikimiz itiraz ederek bu tek
lifi eleştirsin. Arslanın o arkadaşımızı kurban olarak yemesinin yanlış olduğunu izah etsin. Bu tuzağı başarıyla uygularsak hepimiz kurtuluruz, arslan da bizden razı olur.
Böylece arslanın yanına varırlar. Karga başlar söze:
— Hükümdarımız! Seni güzelce yaşatacak ve semirtecek bir kurban lâzım sana. Senin sayende yiyen içen, yaşayan
bendelerin olarak biz, kendimizi sana sunuyoruz. Sen ölürsen
hiçbirimiz yaşamayız senin ardından. Hayat acı gelir bize.
Ben öne çıkıyor ve hükümdarımın beni yemesini istiyorum!
Kurtla çakal hemen itiraz ettiler:
— Sus! Hükümdar seni yese ne olur, yemese ne olur!
Sen onun dişinin kovuğunu bile dolduramazsın!
Çakal:
— Ama ben hükümdarımı doyururum! Beni afiyetle
mideye indirsin, razıyım!
Hemen kurtla karga itiraz ettiler:
— Sen kokmuş, çirkef bir şeysin...
Kurt:
— Ben öyle değilim! Hükümdarımız beni yesin! Kendimi sunuyorum, yürekten razıyım bu hükme!
Bu sefer de karga ile çakal müdâhale ederler:
— Doktorlar der ki: "Hayatına susayan kurt eti yesin!"
Bu konuşmalar bittiğinde deve şöyle bir sonuca varmış: Kendisini kurban ederse ötekiler hemen atılacak, birbirlerini korudukları gibi onu da koruyacaklar bir bahane bularak... Böylece hem selâmete kavuşacak hem de arslanı razı
edecek. Muhtemel tehlikelerden bertaraf olmak da işin cabası... Hemen söze girer deve:
— Hükümdarımız lütfedip beni yesinler! Karnı doyar,
etim hoş ve lezizdir, içim tertemizdir! Buyursun bana! Arkadaşları ve bendelerine de ikram etsin benim etimden! Razıyım bu hükme!
Ansızın kurt, çakal ve karga ağız birliği ederek:
— Deve doğru söylüyor! Gayet cömert davrandı, doğru bildiğini haykırdı! derler ve üzerine çullanırlar saf devenin...
İşte (ey Dimne), bu hikâyeyi sana anlattım,
bilmelisin ki arslanın çevresindekiler benim işimi bitirmeye
niyetliyseler onlardan korunamam asla! Arslan onlar gibi
düşünmese de böyledir bu. Faydası olmaz bana onun iyi
niyetinin. Derler ki: Hükümdarların en iyisi, halkı
arasında adaletli davranandır. Arslanın kalbi bana karşı
güzel ve dostça hislerle dolu olsa ne yazar? Dedikodular
onu bozacaktır elbet! Zîrâ dedikodu, kendisi arttıkça acıma
ve şefkati azaltan bir haldir. Suyun söz gibi olmadığını
mutlaka farketmişsindir! Taş ise insandan da sert... Ama
su, taşın üzerine aka aka delik açar onda! Sözün de insana
olan tesiri böyledir...
Dimne sordu:
— Öyleyse ne yapmayı düşünüyorsun?
— Kavga için hazırlık! Başka çârem yok. Zira ne dua
eden kişi duâsıyla, ne sadaka veren sadakasıyla, ne de takvâlı kişi takvâsıyla kazanabilir, dâvası haklı bir temele oturan
adamın savaş esnasında kazandığı sevabı!
Dimne:
— Aslında başka bir yolu yordamı varsa tehlikeye atılmak hiç doğru değil! Tedbirli kişi, savaşı son çâre sayan, önce elinden gelen manevra ve hileyi uygulamaya koyandır.
Derler ki: Düşman, zayıf ve zavallı diye küçümseme; özellikle de başının çaresine bakacak ve yardımcı bulabilecek durumdaysa! Var sen hesâb et, cesur ve güçlü arslana karşı ne yapmak lâzım geldiğini! Zayıf gördüğü düşmanı hafife alan
kişi, deniz perisinin Taytava kuşu sebebiyle düşürüldüğü tuzağa düşer.
— Nasıl oldu bu?
— Anlatırlar ki Taytava adlı bir deniz kuşu sahilde yaşarmış, karısıyla birlikte. Yumurtlama zamanı gelince dişi
erkeğine bir teklif sunmuş:
— Şöyle etrafı korunaklı bir yer bulsak da orada yavru
etsek.. Zîrâ ben deniz perisinin suyu kabartıp yavrularımızı
götürmesinden korkuyorum.
Erkek:
— Bulunduğun yer uygun. Orada yumurtla! Hem su ve
çiçekler bize yakın, ne güzel!
Dişi:
— Ahmak! Ben deniz perisinin yavrularımızı alıp götürmesinden endişe ediyorum.
— Aman sen de! Oracıkta yumurtla işte; deniz perisi
böyle bir şey yapmaz.
— Ne kadar da inatçısın! Onun seni nasıl tehdit ettiğini hatırlamıyorsun, değil mi?! Gücün ne senin? Kendini bilmiyor musun?
Ama erkek karısının sözlerim dinlememiş. Dişi epey
ısrar ettiği halde kocasına lafını dinletemeyince demiş ki:
— Öğüt vereni dinlemeyen, ördeklerin sözüne kulak
vermeyenin akıbetine uğrar! Erkek merakla sormuş:
— Nasıl olmuş ki? Dişi kuş:
— Anlatırlar: Kenarı otlak bir gölde iki ördek yaşarmış. Bir de onlarla gül gibi geçinen bir kaplumbağa. Gün gelmiş, gölün suyu çekilmiş. Ördekler kaplumbağaya veda etmeye gelip demişler ki:
— Sana selam.. Buradan çekip gidiyoruz biz, suyu kuruduğu için.
— Suyun kuruması benim gibilerine de zarar verir.
Ben gemiye benzerim, suyla yaşarım. Oysa siz nerede olsanız
yaşarsınız, beni de yanınıza alsanıza!
Ördekler:
— Olur! deyince kaplumbağa:
— Beni nasıl taşıyacaksınız? diye sormuş.
— Bir çubuğun iki tarafını tutarız. Sen de ortasını yakalarsın ağzınla. Böylece seni havada götürürüz. Yalnız sakın ha
ağzını açmayasın, insanlar (sana bakıp da) konuştuklarında!
Ördekler bu açıklamayı yaptıktan sonra
kaplumbağayı takmışlar çubuğa, havalanmışlar. İnsanlar bu
manzarayı görünce:
— Ne garip, iki ördek bir kaplumbağayı aralarına alıp
götürüyorlar! demişler. Kaplumbağa dayanamayıp:
— Allah gözlerinizi çıkarsın e mi! deyivermiş ve ağzı
açıldığı için yere çakılıp ölmüş.
Erkek kuş hikayeyi dinledikten sonra:
— Tamam seni dinledim ama sen yine de deniz perisinden korkma! demiş.
Ve su kabarıp yavrular dalgalarla gidince dişi:
— Ben en baştan bunu biliyordum! demiş. Erkek ise:
— İntikam alacağım! diye söz vermiş. Bu hisle kuş camiasını toplayan erkek:
— Siz benim kardeşlerim, güvenilir dostlarımsınız.
Lütfen bana yardım ediniz! demiş.
— Ne yapmamızı istersin? diyen kuşlara cevap vermiş
Taytava:
— Toplanırız, hep beraber öteki kuşlara gideriz. Deniz
perisinin bana yağdırdığı felaketi anlatırız, derdimi bildiririz. Sonra deriz ki onlara: "Siz de bizim gibi kuşsunuz. Bize
yardım etsenize!"
Kuşlar:
— Tamam, Anka bizim efendimiz, kraliçemizdir. Bizimle beraber oraya gel! Seslenelim, çıksın karşımıza. Deniz
perisinin sana neler yaptığını anlatalım.
Onun hükümdarlığını kullanarak intikam almasını
isteyelim!
Kuşlar Taytava'yla giderler Anka'ya. Huzurunda
yalvarıp yardım isterler. Anka onların karşısına çıkar.
Kuşlar durumu izah edip deniz perisiyle savaşmak için
gelmesini isterler. Anka kabul eder.
Deniz perisi, Anka'nın göğü dolduran bir kuş
ordusuyla yanaştığını görünce teslim bayrağını çeker. Böyle
azametli bir hükümdarla savaşamayacağını anlar,
Taytava'nın yavrularını iade eder, barış yapar ve Anka
döner geriye.
Dimne sözünü tamamlayınca Şetrebe'ye dönerek;
— Bu hikayeyi sana doğrudan arslanla savaşmanı uygun görmediğim için anlattım...
Şetrebe:
— Ben arslanla savaşacak, ona karşı gizli yahut açık
bir düşmanlık besleyecek değilim. Eski vaziyetimi değiştirmeyeceğim. Ancak korktuğum başıma gelir, beklediğim hareketi yaparsa savaşacağım onunla sonuna kadar!
Dimne Şetrebe'nin bu açıklamalarından hoşlanmaz.
İyice anlar ki bu öküzün savaşmaya niyeti yoktur ve ona karşı
sayıp döktüğü belirtileri arslanda göremezse iş sarpa saracak,
suçlu duruma düşecektir. Dimne Şetrebe gözünde hâin
olacaktır. Durumu kurtarmak için yine oyun yapar:
— Sen var hele arslana!.. Suratına baktığında pek hayırlı düşünmediğini anlayacaksın.
— Nasıl yani? der Şetrebe. Dimne devam eder:
— Huzuruna çıktığında onun kuyruğu üzere oturup
göğsünü sana çevirdiğini, gözünü sana sâbitleyip kulaklarını
diktiğini hattâ ağzını açtığını göreceksin! Kısaca sana saldırmak için hazırlandığına tanık olacaksın!
— Bu alâmetleri arslanda görürsen senin doğru sözlü
olduğunu anlarım.
Dimne arslanı öküze, öküzü de arslana kışkırttıktan
sonra rahat eder ve derhal varır Kelile'nin yanına. İkisi
karşılaştıkta Kelile sorar:
— Senin işin ne oldu, nereye vardı?
— Tam istediğim gibi oldu. İkimizin dilediği gibi sonuçlanacak!
Sonra her ikisi de arslanla öküzün kavgasını
seyretmek, olayın neticesini anlamak için yola düştüler...
Şetrebe huzura girer. Arslanı tıpkı Dimne'nin izah
ettiği gibi bulur. Kendi kendine: "Doğruymuş! Hükümdarla
dostluk kuran koynunda yılan besleyen gibidir. Ne zaman
saldıracağı belli olmaz!" der. Arslan da öküzü seyretmekte ve
Dimne'nin bahsettiği belirtileri görmektedir onda. Şimdi hiç
kuşkusu kalmamıştır öküzün döğüşmeye geldiği hususunda!
Ansızın yerinden fırlayarak hücum eder öküze. İkisi
arasında korkunç bir kavga başlar. İkisinden de kanlar akar.
Kelile arslanın başına gelenleri görünce Dimne'ye şöyle der:
— Hükümdar, yârânıyla hükümdar, deniz de dalgalarıyla deniz. Sana öğüt verdim, seni terbiye etmeye çalıştım;
ama yaptıklarım, o malum adamın kuşa dediklerine
benzemiş; "Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma!
Terbiye edilmeyecek kişiyi terbiye etmekle uğraşma!"
Dinine sorar:
— Nedir bunun hikayesi:
Kelile anlatır:
— Bir maymun sürüsü yaşarmış bir dağda. Rüzgârların uluduğu, yağmurun kurşun gibi indiği soğuk bir gecede
ateş aramış ama bulamamışlar. Derken kıvılcım gibi uçan
bir ateşböceği görmüşler, onu ısınacak ateş sanarak üzerine
odun yığmışlar! Bir de üflemezler mi?! Güya üsttekiler tutuşacak da hep beraber ısınacaklar.. Hemen yakınlarındaki
ağaçta bir kuş varmış; o onlara bakıyor, onlar da ona bakı
yor... Kuş, maymunlarını işine artık dayanamamış ve seslenivermiş:
— Boşuna uğraşmayın! O gördüğünüz ateş değildir.
Kuş bu şekilde bir kaç uyan daha yapsa da fayda
etmez. Bu sefer onlara yaklaşmak ister, yaptıklarından
vazgeçirmek için. O sırada civardan biri geçmektedir. Kuşun
çabasını görür ve der ki:
— Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma! Zira kesilmeyecek taşa tecrübe için kılıç vurulmaz. Eğilmeyecek daldan da yay yapılmaz.
Ama kuş bu öğüdü dinlemez. Ateş böceğinin
yakmadığını, ısıtmadığını anlatmak için maymunlara doğru
ilerler. Ansızın bir maymun onu yakalayıp yere çalar;
canverir oracıkta kuş...
İşte aramızda geçen öğüt verme hâdisesi de böyle! Sen
yalanın, hilenin kötülüğün cazibesine kapılmışsın.
Yalancılık ve kötü kalplilik iğrenç huylardandır. Hele yalan...
Akıbeti hiç hayır olmaz! Bunun da bir örneği vardır.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Dinme:
— Bunun örneği ne? deyince Kelile anlatır:
— Anlatırlar ki bir düzenbaz, bir budalayla ticaret ortağı olarak yola koyulmuş. Güzergâhta budala ihtiyaç için
geride kalmış. Şansı açık... İçinde bin altın bulunan bir kese
bulmasın mı?! Düzenbaz da bu işten haberdar oluyor tabîi...
Neyse memlekete dönmüşler, şehre girmeden evvel altım
paylaşmak için oturmuşlar. Budala:
— Yarısını sen al, yansını bana ayır, demiş. Ama düzenbaz yoldaş bin altının tümünü götürme sevdasıyla yanık... Demiş ki:
— Yo, yo, bölüşmeyelim. Ortak olmak, dostluğa yakışandır. Ben bir miktarını harcırah alayım. Sen de öyle al, azıcık.. Geri kalanı da şu ağacın köküne gömelim. Burası emniyetli bir nokta. İhtiyacımız olunca ben ve sen gelir gerektiği
kadarını alırız. Yerimizi de kimse bilemez.
İkisi de altından biraz almışlar, geri kalanı büyük bir
ağacın dibine gömerek şehre girmişler. Bir süre sonra
düzenbaz, budalaya çaktırmadan altınların yanına gidip,
hepsini cebe indirir ve gömü yerini eskisi gibi düzler. Birkaç
ay sonra budala düzenbazın yanına gelir ve der ki:
— Paraya ihtiyacım var. Gidelim de gerektiği kadar
alalım.
Düzenbaz dost kalkar oraya gider. Kazdıklarında
hiçbir şey bulamazlar. Düzenbaz güya üzüntü içinde kendi
suratım tokatlamakta ve söylenmektedir:
— Ah, ah... Hiç kimsenin dostluğuna güvenmemek lazım. Sen benden gizli sızdın buraya, altınları aldın!
Ahmak herif yüzüne daha çok vurmakta ve yaygaraya
devam etmektedir:
— Altınları senden başkası alamaz! Senden başka
kimse bilemez onların yerini!
Aralarındaki niza uzar. Nihayet Kadı efendiye
başvururlar, olayı anlatırlar. Düzenbaz yoldaş altınları
budalanın aldığını iddia etmektedir. Budala reddeder durur.
Kadı düzenbaza sorar:
— İddianı güçlendirecek bir kanıtın var mı?
—Elbette! Altınların başındaki ağaç en büyük tanıktır
onları budalanın çaldığına!
Meğer düzenbaz herif babasına gidip ağacın
kovuğunda gizlenmesini tenbih etmiş... Soru sorulduğu
zaman konuşacakmış ağaç böylece!
Kadı, düzenbazın iddiasını olmayacak işlerden saysa
da adamlarıyla beraber yola çıkmış; budala ve düzenbaz da o
gruptaymış. Nihayet oraya vardıklarında kadı ağaca durumu
sormuş. Kovuktaki ihtiyar:
— Evet! Altınları o budala aldı! demiş.
Kadı bu sözleri işitince hayreti artmış ve çalı çırpı
getirilip ağacın tutuşturulmasını emretmiş! Ağacın dört bir
yanı alev alev yanarken düzenbazın babası basmış çığlığı!
Yanarak ölmek üzereyken kovuktan çıkarılmış. Kadı güzel
bir sorguya çekmiş onu. İhtiyar olayın aslını anlatınca kadı
onu tokatlatmış, oğlunu da dövdürmüş. Sonra el âleme ibret
olsun diye eşeğe bindirmiş suçluyu. Hilekârdan tek tek
almış altınları ve budalaya vermiş.
Sana bu örneği yalan ve hile peşinde koşanın çoğu kez
aldanıp tuzağa düştüğünü bilmen için anlattım. Oysa sen ey
Dimne yalanı, hileyi ve şerri toplamışsın kendinde! Ben
senin adına endişeliyim! Bakalım yaptığın hıyanet nereye
varacak?! Sanma ki ağır cezalardan kurtulacaksın! Sen iki
renkli, çatal dillisin! Nehrin suyu, denize varmadıkça
tatlıdır. İçlerinde bir fesatçı çıkmadıkça ev halkı dirlik ve
nizâmını korur. Sen çatal 'dilli, zehirli yılana benziyorsun.
Ben eskiden beri senin dilinden damlayan zehirden
korkmakta ve başına gelecek belâyı beklemekteydim. Korku
ve dostları birbirinden ayıran kişi şu yılana benzer: İnsan
onu eğitir, besler okşar, nice iyilikten sonra yılan onu
sokar. Budur onun karşılığı.
Denilir ki: Akıllı, asil ve cömert insanlarla beraber ol;
onlara yanaş; onlardan ayrılma. Adam akıllı ve yüce ruhlu
ise onunla dost olmalısın; yüce ruhlu değil ama akıllıysa
yine dost olmalısın; akılsız ama saf, iyi kalpli ve cömert ise
yine bırakmamalısın onu!
Çünkü akıllı ve asil ruhlu olan kişi mükemmeldir.
Akıllı ama yüce ruhlu olmayana gelince ahlak
beğenilmese de sen onunla dostluk kur! Kötü ahlakından
uzak durup aklından faydalanırsın!
Pek akıllı olmasa da saf, cömert ve temiz insanla da
dostluk kurmalısın (demiştik). Onunla alâkanı kesme!
Aklını beğenmesen de asaletinden, temiz kalpliliğinden,
cömertliğinden faydalanabilirsen kendi aklını kullanarak
güzel neticeler elde edebilirsin!
Hem aptal hem de kötü yürekli olana gelince: böylesin
den kaçabildiğin kadar kaç! Aslında benim de senden
kaçmam lazım!... Sen ki velinimetin olan, sana onur veren,
iltifatlar yağdıran hükümdarına yapmışsın yapacağını!
Artık senden nasıl asalet ve altın kalplilik beklesin ki
dostların?
Sen şu sözü söyleyen adamı andırıyorsun;
"Fareleri yüz batman demiri kemiren bir ülkenin
doğanları fil kapıp kaçırsa yeridir, hiç yadırganmaz!"
Dimne:
"Bu hikâyenin aslı ne?"
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Kelile:
"Anlatırlar işte, bir memleketle bir tacir yaşarmış.
Para kazanmak için bir tarafa açılmış; tabi yanındaki yüz
batman demiri bir arkadaşına emânet ederek çıkmış yola....
Her neyse bizim tacir, bir gün döner evine. Ve dostunu
ziyaret edip demiri ister. Ama beriki oralı bile olmaz:
"Demir mi? Fareler kemirdi, bir şey kalmadı!" der.
Bizim tacir de şöyle der:
"He ya! Hakîkaten demiri fareden daha iyi kemiren bir
şey yok diye duymuştum evvelce"
Adam, tacirin fare hikayesine kandığım sanmış.
Tacir ise yolda berikinin oğluna rastlar. Onu alıp evine
götürür. Ertesi gün ona gelen adanı;
"Oğlum hakkında bir malumatın var mı?" diye sorar.
Tacir cevap verir:
"Ha, dün senin yanından çıktığımda bir de ne göreyim!
Bir alıcı kuş, bir çocuğu kapıp kaçırıyor! Belki de senin velet,
kim bilir!"
Adam saçını başını yolarak söylenmiş:
"Hey, millet! Doğan çocuk kaparmıymış hiç? Duyanınız
yahut göreniniz var mı bunu?" Adamın feryâdu figânına
karşı tacir yapıştırmış lafı:
"Eh yâni, bir ülkede fareler yüz batman demiri
kemirirse doğanlar da filleri götürür! Hayret edilecek bir iş
değil!"
Adam hemen yalvarır o anda:
"Etme, eyleme! Senin demirini ben iç ettim! İşte
parası! Haydi ver oğlumu!"
Bu misâli şunun için anlattım: Sen dostuna ve
yandaşına karşı kalleşlik yaparsan başkalarının da sana
kalleşlik yapması kaçınılmaz olur. Bil ki bir adam dostluk
kurduğu kişinin yanında başka birine hâin davranırsa beriki
de ondan kopar; onun nezdinde dostluğun pek bir şey ifâde
etmediğini anlar. Vefa ve liyâkat derdi olmayan adama
gösterilen alâka; teşekkür bilmez bir nanköre verilen hediye;
öğüt ve eğitim kabul etmez bir kütüğe verilen eğitim; sır
tutmaz bir boşboğaza emanet edilen sır gibi zayi olmuş hiçbir
şey olamaz dünyâda! Kuşkusuz iyilerle kurulan dostluk
iyilik getirir. Kötülerle kurulan dostluk kötülük getirir; tıpkı
rüzgar gibi ki çürümüş pis bir nesnenin kıyısından geçse
onun kokusunu, mis gibi (bir çiçeğin) yanından geçse onun
ıtrim taşır!
Her neyse, sözü uzattım; başını ağrıttım.
Kelile sözünü bitirirken arslan da öküzün işini
bitirmiştir. Ama bir vakit sonra öfkesi dinen arslan yaptığı işi
düşünür ve şöyle der:
"Şetrebe'nin ölümüyle yıkıldım! O aklı başında güzel
ahlaklı, sağlam görüşlü biriydi. Kim bilir masumdu, hatta
iftiraya uğramış bile olabilir!"
Arslan nedamet hisleriyle perişan olmuş, suratı
kederle bulutlanmıştı. Dimne bu duruma tanık olunca
Kelile'nin yanından ayrılarak arslana doğru yaklaştı;
— Zaferin mübarek olsun! Allah Teâlâ senin düşmanının helak etmiştir, daha neye üzülürsünüz hünkârım? dedi.
Hükümdar hüzünle cevapladı bu soruyu:
— Şetrebe... Akıllı, nâzik, terbiyeli ve tutarlı görüşlere
sahip biriydi. Ona üzülüyorum.
Kelile:
— Bırakınız, merhamet etmeyiniz ona efendimiz! Akıllı adam, endişe ve korkuyla takip ettiği düşmanına acımaz.
Tedbirli adam tabii olarak birine kızabilir, huylarından huylanabilir. Sonra faydalı olacağını düşünerek onu kendisine
yakın kılar; tıpkı menfaatini görmek amacıyla acı ilaç içmeye zorlanan hasta gibi! Bazen de birini sever, değer verir ama
zarar göreceği endişesiyle yanından uzaklaştırır onu ve öldürebilir de! Tıpkı şu adam gibi; yılan onun parmağım sokar da
o, zehrin tüm bedene yayılmasını önlemek amacıyla parmağını keser ve kurtulur!
Arslan, o anlık Dimne'nin sözleriyle rahatlar
Ama daha sonra Dimne'nin nasıl yalanlar attığını;
iftiracı ve kalleş olduğunu öğrenir. Ve en fecî şekilde
öldürür onu!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
09. Dimne'nin durumunun araştırılması babı

Kral Debşelim bilge Beydebâ'ya dedi ki:
— Hilede uzmanlaşmış bir ispiyoncunun koğuculuk ederek iki dost arasındaki köklü sevgiyi nasıl bozduğunu anlattın.
Şimdi söyle bakalım, Şetrebe'nin ölümünden sonra Dimne'nin akıbeti ne oldu? Arslan ona öküz hakkında ne düşündüğüne ve ispiyonculuk günahını niçin yüklendiğine dâir sorular yöneltince Dimne ne mazeret ileri sürdü? Arslan ve adamlarının yanında dile getirdiği delil neydi Dimne'nin?
Bilge Beydebâ:
— Dimne hâdisesinde şu neticeyi gördüm: Arslan Şetrebe'yi öldürdükten sonra yaptığı işe pişman olmuş, bir zamanlar onunla kurduğu güzel dostluğu hasretle yadetmiş; ahbapları içinde onun gibisinin bulunmadığını hattâ en yakın ve sıcak dostunun o olduğunu hissetmiş. Hakîkaten de arslan, çevresinde dört dönen en yakın danışmanlarıyla değil dâima onunla istişare edermiş.
Arslanın öküzden sonra en yakın arkadaşı kaplandı. Tesadüf bu ya, bir gece arslanın meclisinde geç vakte kadar kalmış, gece yansı oradan ayrılmıştı. Yolu Kelile ve Dimne'nin evinin kenarından geçiyordu. Kapını yanına varınca Kelile'nin sert bir şekilde Dimne'yi eleştirdiğim işitti.
Kelile, Dimne'yi attığı yalanlardan ötürü suçluyor, ispiyonlarından ötürü kıyasıya tenkit ediyordu. Kaplan, Dimne'nin suçlu ve âsi olduğunu, (evvelce de) Kelile'ye hiç kulak vermediğini anlamıştı. Böylece Kelile ile Dimne arasında cereyan eden diyalogu tüm ayrıntılarıyla dinlemek için kenara çömeldi, kulaklarını kabarttı. Kelile, Dimne'ye şunları da söylüyordu:
— Sen belâlı bir gemiye binmiş, dar bir sokağa girmiş sin! Kendini mahvedecek bir iş yapmışsın! Bunun sonu vahimdir! Arslan senin işini anlayıp hilekâr davrandığını farkedince düşüşün fecî olacaktır! Hiç bir yardımcın olmayacak etrafında! Şerrinden korkulacağı, fitnelerinden endişe edileceği için aşağılanma ve öldürülme tehlikesi seni bulacaktır.
Artık senin dostun değilim. Ama sırrını da ifşa etmeyeceğim. Zîrâ bilge kişiler şöyle derler: "Artık sevemediğin kişiyi bırak..." Ben senden uzaklaşmalı ve bu (Şetrebe) komplosundan ötürü arslanda vuku bulacak infialden kendimi kurtarmalıyım!
Kaplan, Kelile ile Dimne arasındaki diyalogdan kulağına arta kalan bu sözlerle döner, arslanın annesinin yanına varır. Ona bir sır vereceğini belirtir; ama asla ifşa etmemesi gerektiğine dâir and ister ondan. Kadın, kimseye ağzım açmayacağına dâir söz verir. Böylece kaplan, Kelile ile Dimne arasında geçen konuşması aktarır...
Arslanın annesi sabahleyin oğlunun huzuruna çıkar. Arslan, Şetrebe gibi iyi bir dostu öldürmekten ötürü gam ve kasvet içinde perişandır. Anne der ki:
— Seni kıskıvrak yakalayan bu hüznün sebebi ne ola?
Arslan:
— Şetrebe'nin ölümü! Onun iyi dostluğunu, öğütlerini, bir zamanlar dâima can yoldaşım olduğunu, verdiği nasihatleri yerine getirişimi hatırladıkça üzülüyorum.
Anne:
— İşte, kişinin kendi aleyhine yapacağı tanıklığın en keskin ve şiddetlisi bu olmalı! Hakîkaten büyük hatâ! Açık bir bilgi, sağlam bir kanaat olmadan nasıl canına kıydın o öküzün? Bilge kişinin, sır ifşa etmemenin gerekliliğine ve ifşa edişteki ayba dâir vecizeleri olmasa derhal anlatırdım sana bildiklerimi!
Arslan:
— Bilgelerin sözleri muhtelif şekillerde yorumlanır ve bir çok mânâya gelebilir. Evet senin doğru söylediğini biliyorum. Ama sende (benimle) ilgili bir görüş (ve bilgi) varsa gizlememelisin... Biri sana (benimle ilgili) sır emânet etmişse lütfen bildir bana.. Anlayayım işin aslım, gidişattan haberdar olayım!
Böylece anne, kaplanın adım vermeden duyduğu her şeyi oğluna anlattı ve ekledi:
— Ben, sır ifşa etmenin ağır cezası, boşboğaz bir ifşâcının ne denli ayıplandığına dâir bilgeler tarafından söylenen sözleri bilmiyor değilim! Ama sana gerekli ve yararlı olacak şeyi haber vermek istedim...
Bir işin zararı halka dokunuyorsa (bunu söylememek suretiyle) hükümdara ihanette direnmek kötülük damgasını kaldırmaz o sırrı saklayanlardan! Zâten bu yüzden bazı âdi, aşağılık kişiler kendilerine mazeret uydurmakta, yanlış işlerine kulp bulmaktadırlar. Apaçık bir suçu gölgeleyebilmektedirler. Aşağılık kişilerin en büyük suçu akıllı ve tedbirli kişiye cüret göstermeleri, handiyse kabarmalarıdır!
Anne sözlerini bitirince arslan hemen dostlarını, müşavirlerini, askerlerini çağırdı. Herkes huzura geldi. Dimne'de karşıya geçip hükümdarın kederle bulutlu yüzünü görünce çevreden birine sordu:
— Ne var? Kral niye üzgün?
Arslanın annesi:
— Arslanı üzen senin hayatta kalınandır! Göz yumulup açılıncaya kadar kısa da olsa... Bundan böyle sen ölüsün!
Arslan mahvedecek seni!
Dimne aldı sözü:
— Eskiler (söylenmedik) bir şey bırakmamışlardır sonradan gelenlere... Denilir ki: "Belâ, kucak açıp teslimiyetle bekleyenden önce, endişeyle kaçan ve korunana gelirmiş."
Kral, özel adamları ve askerleriyle kötü örnek olmasın... Şöyle bir söz duymuştum: "Kötünün kötülüğünü bildiği halde dostluğunu bırakmayan, elbet kendine etmiştir eziyeti!" İşte bu yüzden zahitler halkla hemhal olmaktan vazgeçerek yalnızlığı tercih etmişler; Allah rızası için ibâdet aşkını dünya hevesine ve dünya tutkunlarıyla dostluğa tercih etmişlerdir.
İyiliğe tam iyilikle, güzelliğe tam güzellikle karşılık veren kim var Allah'tan gayrı? İyiliğin mükâfaatını kullardan bekleyen, mahrum kalacaktır! Zîrâ Allah'tan başkası için gönlünü vere vere çabalamak, kuldan karşılık beklemek suretiyle hakîkaten sapıtmıştır. Hükümdarın halkı güzel huya, doğru tavıra, dürüst hayata önem vermelidir. Bilgeler şöyle der:
"İnanılmayacak şeye inanan; inanılması gerekli şeye inanmayan kişi kendini kölesine sunan ve bu kölenin oyunuyla rezil rüsva olan hâtûn gibidir ki aynı belâ gelecektir başına."
Arslanın annesi:
— Nasıl olmuş bu?
Dimne:
— Bir şehirde bir tacir yaşarmış. Güzel mi güzel nâzik mi nâzik bir hâtûnu varmış onun...
Adamın komşusu olan mahir bir ressam o kadının dostuymuş. Kadın bir gün ressama der ki:
— Hiç ses-sâdâ olmadan, îmâ etmeden ve ikimizin davranışından şüphe uyandırmayacak cinsten bir "yanaşma ve gelişme işareti" bulursan iyi olur!
Ressam:
— Tamam, böyle bir çözüm buldum; sevineceksin, gözlerin parlayacak! Söyleyeyim: bende bir harmani var, sanatkârâne suret ve işlemelerle bezeli. Sana niyetlendiğim zaman bunu giyer öyle görünürüm!
Ressam bu harmaniyi giyinmiş ve kadına zuhûretmiş, kadın da onun bulunduğu yeri tespit ederek varmış yanına. Kadın, memnun ve dostuna kendini hazırlamakla meşgul iken kölesi onu görür; ondan hoşlanır ve hayran hayran seyreder.. Meğer bu köle, ressamın cariyesinin dostu imiş...
Her neyse, birgün köle, cariyeden "malum harmani" yi ister. Câriye, sebebini sorunca;
- Bir dostuma göstermek ve böylece memnun etmek istiyorum onu! Merak etme, efendinin haberi olmadan elbiseyi sana geri getirmek için elimi çabuk tutacağım! der köle...
Ressamın cariyesi harmaniyi köleye verir. Köle, elbiseyi giyer ve ressamın gelişi gibi zuhur eder hanımefendisine. Kadın onun siluetini görünce dostu olup olmadığı hususunda hiç tereddüt etmeden yanaşıverir ve koynuna girer....
Böylece köle döner, harmaniyi cariyeye verir, o da yerine koyar. O esnada ressam evde yoktur. Geceleyin evine döner. Âdeti veçhile elbiseyi sırtına geçirir ve kadına görünür. Kadın şaşırır, adama yanaştıktan şöyle der:
— Ne çabuk döndün? Az önce yanımda değil miydin? Bu tekrar niye?
Ressam kadının sözlerini işitince derhal evine döner, cariyesini çağırır, gerçeği anlatmasını ister. Aksi halde onu öldürecektir. Câriye çarnaçar durumu anlatır, ressam da harmaniyi ateşe atar.
(Dimne sözlerine devamla) Benim bu misâli getirişim, hükümdarımızın bendesi hakkında bazı şüphelere dayanarak hüküm vermesini engellemek kastıyladır. Hayır, hayır; bu hikâyeyi ölümden korktuğum için anlatmış değilim. Zîrâ sevilmeyen bir şey de olsa ölüm her canlıyı yakalayacaktır bir gün! Kaldı ki yüz canım olsa kralımızın arzusuyla bunların hepsini feda etmekten çekinmem, seve seve koşarım ölüme!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
O esnada askerlerden biri ileri atıldı, itiraz etti:
— Dimne bu sözleri, kralımızı sevdiği için söylemiyor. Paçayı kurtarmak istiyor, bahaneler buluyor!
Dimne cevap verdi:
— Yazık sana! Kendime bir özür bulmaya çalışıyorsam ayıp bunun neresinde? İnsana kendi benliğinden daha yakın kim vardır? İnsan kendine mâzaret aramazsa kime arar? Evet, evet; şu bir türlü gizleyemediğin kin ve kıskançlık su yüzüne çıktı! Seni dinleyen şuna kani olmuştur ki sen hiç kimsenin iyiliğim istemezsin! Hatta sen, kendinin bile düşmanısın! Başkasına haydi haydi buğz edersin! Senin gibilerinin hayvanlarla beraber olması bile doğru değildir! Nerde kaldı krallarla yâren olmak, onların kapısında beklemek!..
Hiçbiri senin lâyığın değil, bu değerli makamların! Dimne'nin bu sözlü atağı karşısında utanan asker başını eğerek sıkıntılı bir hal ile dışarı çıkar Arslanın annesi
Dimne'ye çıkışır:
— Doğrusu utanmazlığına, küstahlığına, seninle konuşana karşı dâvayı kendi lehine çevirerek yaptığın hilebazlığa şaştım!
Dimne ona da cevap verir:
— Sen bana tek gözle bakıyor, laflarıma karşı tek kulağını kabartıyorsun! Üstelik bedbahtlık yakamı bırakmamış, hakkımda ileri geri laflar etmişler hükümdarımızın huzurunda! Evet çevremde herşeyin değiştiğini görüyorum.
Millet, hakikati söylemez olmuştur. Hükümdarın kapı kulları, onu hafife aldıkları, onun da bu zavallılara bol bol dağıtması yüzünden lüks ve eğlenceye gömülmüşler; ne zaman konuşup ne zaman susacaklarına dâir ölçüyü kaybetmişlerdir!
Kralın annesi iyice kızar:
— Bak şu şirret küstaha! Cürmünün büyüklüğüne rağmen nasıl da masum gibi laf yetiştiriyor, hiç hatâsı yokmuş gibi konuşuyor!
Dimne cevabı yapıştırır:
— Üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarım sokanlar hiçbir kıymet ifade etmezler! Kum. dolduracağı yere kül ve gübre dolduran; karı elbisesi giyen erkek; erkek elbisesi giyen karı; "Ben ev sahibiyim" diyen misafir ve mecliste kendisine sorulmayan şeylere cevap veren işgüzar gibi! Talihsiz kişi, iş ten anlamayan, milletin derdini bilmeyen ve kendisine değecek kötülüğü bertaraf edemeyecek denli zayıf olandır.
Arslanın annesi:
— Hâin seni! Âdi düzenbaz! Bu laflarınla hükümdarın gözünü boyayacağını ve onun seni zindana tıkmayacağını mı sanıyorsun?
Dimne cevap verdi:
— Hâin odur ki düşmanı asla onun hilesinden emin olamaz. Ve o, hasmını ele geçirdi mi suçsuz da olsa öldürür!
Arslanın annesi:
— Bre yalancı hâin! Sen yalanının getireceği âfetler den paçayı kurtaracağını mı sanıyorsun? Suçun dağ gibiyken hileyle işin içinden sağsâlim çıkacağını mı sanıyorsun?
Dimne cevap verdi:
— Yalancı o kimsedir ki olmayanı olmuş gibi anlatır, yapılmayanı yapılmış gösterir. Benim sözüm doğrudur! Gerçeği gösterir.
Arslanın annesi, "İçinizde bilge olanlar bu konuda göreceğini görmüştür!" dedi ve kalkıp gitti. Arslan Dimne'yi kadıya teslim etti. Kadı onun hapsedilmesini istedi. Böylece boynuna bir ip takılan Dimne zindana götürüldü.
Gece yarısı Kelile, Dimne'nin hapse atıldığını duyar ve gizlice ziyaret eder onu. Eski dostu Dimne'yi, her yandan sımsıkı saran ve acıtan bukağılar, prangalar ve zincirler içinde görünce ağlar ve şöyle der:
— Hile yoluna saparak onu bunu aldatman ve dost öğüdüne kulak asmaman sebebiyle düştün zindana! Ben sana öğüt vermekten geri durmadım. Sana hep içten davrandım, yardımına koştum. Zîrâ her hâle uygun kâlin ve her makama uygun cevâbın vardı. Sen felâkete uğramadan önce sana nasihat vermeseydim elbet suçuna ortak olurdum. Havalara girdin, gururlandın; aklın karıştı, sana nice misâller getirerek uyanlarda bulunduğum halde beni dinlemedin. Sana bilge kişilerin vecizelerini hatırlatıyordum. Nitekim onların sözlerindendir:
"Hilekâr, ecelinden önce gider!"
Dimne aldı sözü:
— Sözünün doğru olduğunu bildim. Bilgeler şöyle derler: "Bir suç işlediğinde cezadan şikâyetçi olma, karamsarlığa kapılma! Kuşku yok ki suçunun cezasını dünyada çekmen, günah yüküyle âhirete varıp ateşe atılmandan daha iyidir."
Kelile:
— Demek istediğin şeyi bildim... Ama senin suçun büyük, arslanın cezalandırma tarzı ise ağırdır! Zindanda Kelile ile Dimne'nin yakınlarında bu sözleri dinleyen ama onlara görünmeyen bir pars varmış. Mahkûm pars, Kelile'nin Dimne'yi işlediği suçtan ötürü eleştirdiğini; berikinin de bu kötü işi, büyük suçu itiraf ettiğini anlamış.
Arada cereyan eden konuşmayı hafızasına nakşetmiş, sorulduğu takdirde tanıklık etmek üzere....
Sonra Kelile evine gider. Sabahleyin arslanın annesi oğlunun huzuruna varır ve şöyle der:
— Ey vahşî (hayvanların) efendisi! Dün söylediklerini unutmuş biri olmaktan uzaksın elbet! Sen enirini tam vaktinde verdin, böylece kullan yaratan Rabb'ı razı ettin. Bilgeler şöyle der: "Mühim konularda çekimserlik ve merhamet doğru değildir. Hele suçlunun günahını müdâfaa etmek asla doğru değildir"
Arslan annesini sözlerinin dinledikten sonra yargı makamında bulunan kaplanın huzura gelmesini emreder. Kaplan gelince ona ve Âdil Cevvas'a (adlî müfettiş arslana) şöyle emreder hükümdar:
— Yargı makamına kurulunuz, küçük-büyük tüm ordu mensuplarını çağırınız! Herkes gelsin, Dimne'nin hâline baksın, durumunu incelesin, suçunu araştırsın! Sözleri ve savunması mahkeme zabıtlarına kaydedilsin! Siz her gün vaziyeti bana arzediniz!
Kaplan ve arslanın amcası olan Âdil Cevvas:
—Hükümdarımızın emrettiklerini işittik ve itaat ettik! diyerek huzurdan ayrıldılar. Emredilenin gereğini yapmak için harekete geçtiler. Nihayet mahkemeyi kurarlar, üç saat (belirli bir vakit )ten sonra hâkim Dimne'nin getirilmesini emreder. Dimne getirilir, hâkimin karşısına konulur. Jüri de oradadır. Mahkeme yerinde eksikler tamamlanınca Jüri heyetinin başı yüksek sesle çağrıda bulunur:
—Ey Jüri heyeti! Biliyorsunuz ki yırtıcıların hükümdarı, Şetrebe'yi öldürdükten beri sıkıntı içinde kıvranmaktadır. Şetrebe'yi suçsuz yere öldürdüğü, Dimne'nin yalanı ve arabozuculuğu sebebiyle onu cezalandırdığı kanaatindedir.
İşte şu hâkim, mahkeme kurma ve Dimne'nin durumunu araştırma emriyle buraya gelmiştir, içinizden kim Dimne hakkında iyi kötü bir şeyler biliyorsa söylesin, jüri önünde ve tanıkların huzurunda bildiğim açığa vursun, tâ ki Dimne'yle ilgili hüküm buna muvafık olsun! Eğer iş, onun îdama mahkum edilmesini gerektirecek denli ciddî ise soğukkanlı ve yavaş davranmak münâsiptir. Acele, hevâdan (nefisten, şahsî meyilden) gelir. Ama yanlışı savunan dostların peşinden gitmek alçaklıktır, ayıptır!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Hâkim alır sözü:
—Ey heyet! Başkanımızın sözünü dinleyiniz. Dinme hakkında bildiğiniz bir şey varsa gizlemeyiniz. Onunla ilgili bir hususu örtbas etme gayreti içinde (iseniz) şu üç meseleyi sakın ha ırak tutmayınız aklınızdan:
Evvelâ onun yaptığı bir şeyi küçümsemeyiniz! En
önemli uyarı bu! Zîrâ masum bir kişiyi yalan dolanla
karalamak ve katline sebep olmak da büyük suçlardandır.
O halde yalan ve fitne ile bir masumu idam ettiren yalancı
konumundaki bu kişi hakkında kim bir şey bilir de gizlerse
o, hem cezada hem de işlenen suçta suçlunun ortağı olmuş
demektir.
ikinci mesele şu: Suçlu suçunu itiraf ederse kendisi için
iyi olur. Hükümdara ve askere yakışan da böyle olanı
affetmek ve cezalandırmamaktır.
Üçüncü mesele: Suçluları ve sapkınları kayırmamak,
onların halkla ve seçkinlerle dostluk tesis etmelerini
engellemek, kurulacak muhtemel bir yakınlığın tüm
vesilelerini ortadan kaldırmakla ilgili...
Şimdi bu düzenbaz hakkında kim bir şey biliyorsa şurada, tanıklar huzurunda, bildiğini açığa vursun! Böylece suçlu aleyhine kesin bir delil varsa ortaya çıksın! Denilir ki:
"Kim bir maktul hakkında bildiği şeyleri gizlerse kıyamet günü ateşten bir gem vurulur ona!" O halde (suçlu ölmeden) herbiriniz söylesin bildiklerini! Heyet, hâkimin sözlerini dinledi, sustu.
Dimne aldı sözü:
— Sizi susturan nedir? Söyleyiniz bildiklerinizi ve biliniz ki her kelimenin bir cevâbı vardır. Şöyle der bilgeler:
Görmediğine tanıklık eden ve bilmediği şeyi söyleyen adam, şu doktorun uğradığı belâya müstehak olur ki; hiç anlamadığı hususlara dahi 'biliyorum' derdi o...
—Nasıl olmuş bu?
Dimne anlattı:
—Anlatırlar ki bir kentte (işinde) uzman mı uzman bir doktor varmış. Sahasıyla ilgili ilaçlan tanıma ve anlama kabiliyeti pek yüksekmiş. Yaşı ilerlemiş ve gözleri zayıflamış bu hazık doktorun...
O kentin hükümdarı, kızını yeğeni ile evlendirmiş. Kız hâmile kalmış ve genelde hamilelerin çektiği dertler ve hastalıklar onu da yakalamış. Böylece bizim mahir doktor saraya gelmiş, kadıncağıza ağrısını ve neler hissettiğim sormuş. Kadın elinden geldiğince anlatmış derdini. Doktor, hastalığın teşhisini yapmış, ilacını tesbit etmiş ve şöyle demiş:
— Eskisi gibi görebilsem köklerini, nevilerini bildiğim şeylerle karışımlar hazırlar; ilaçları sunardım size. Ama bu hususta başkasına güvenemem...
Kentte cahil mi cahil bir adam varmış. Kadının hastalığıyla ilgili haberi duyunca varmış saraya, kendisinin "tıp âlimi" olduğunu iddia etmiş karşısına çıkanlara! Güya çeşitli ilaçların karışımdan ve hammaddelerinden haberdar imiş! Hatta mürekkep (belirli maddelerin belirli dozlarda karıştırılmasıyla üretilen) ilaçları bildiği gibi müfred (tek maddeden üretilen) ilaçlan da biliyormuş!
Hükümdar adam ilaç deposuna gitsin, ihtiyaç duyduğu her türden ilaç ve maddeyi alsın diye emir çıkarmış. Cahil kütük, depoya dalıp çeşitli ilaçlarla karşılaşınca -ki devadan, terkipten anlamaz biri olduğunu söylemiştik- paldır küldür sarılmış gördüklerine. Eline aldıkları arasında derhal öldüren türden zehirle dolu bir çıkın da varmış! Adam bu zehrin ne zehir olduğundan, ne de cinsinden haberdar değil ya; katmış karıştırmış, ilaçların içine ondan!..
Her neyse, ilacın karışım ve hazırlanış (!) işi son buldukta hasta kadın içivermiş hemen. Ve anında ruhunu teslim etmiş. Haberi alan hükümdar câhil kütüğü çağırmış, aynı ilaçtan ona da içirmiş ve herif oracıkta mort olmuş! (Dinine devam eder sözüne)
Bu hikâyeyi şu amaçla anlattım: haddin aşılması, suç işlenmesi gibi ciddî bir hususta şüpheyle iş gören adamın her an ayağını sürçebileceği, fecî bir hata yapabileceğini bilmeniz lazım. O halde aranızdan kim ortaya atılır da haddini aşarsa o câhil herifin akıbetine uğrar, kınanacak kişi de bizzat kendisi olacaktır. Bilgeler derler ki: "Nice konuşan var ki konuştuğu sizin önünüzde (ve dilinizde) dönüp dolaşırken cezalandırılan o olur"*
Haydi şimdi bir bakın kendinize, düşünün! Domuzların başı arslan nezdindeki itibarı ve yüksek mevkiine güvenerek gururlu bir edayla söz aldı:
— Muhterem bilginler! Sözümü dinleyiniz, kalbinize nakşediniz! Bilge kişiler, iyiler için şöyle der: "Onlar sîmâlarıyla tanınır!" Siz ey Allah'ın lütfü ve inâyetiyle kudret ve dirayet sahibi olan cemaat! Elbette iyi ve sâlih kulları sîmâlarıyla, sûretleriyle tanıyabilir; küçük bir alâmetle büyük hâdiseyi keşfedebilirsiniz!
Şu eşkıya Dimne'nin ne idügünü gösteren, onun hainliğini anlatan nice delil vardır meydanda! Haydi bu delilleri onun müşahhas varlığında, zahirinde arayın!**
Böylece meselenin künhüne vâkıf olur, tam anlamıyla tatmine erersiniz!
Hâkim, domuzların başına dönerek dedi ki:
— Ben de buradakiler de iyi biliriz ki sen suretteki kötülük emarelerini hemen görebilirsin! Haydi söylediğin hususu açık et bize ve şu bedbahtın suratında gördüğün şeyleri anlat!
Domuzların başı söz alır, Dimne'yi kötüleyerek der ki:
— Büyük bilginlerin yazdıkları ve anlata geldikleri (fizyoloji) prensiplerine göre kişinin burnu sağa meyyal olup sol gözü sağ gözünden ufak olsa ve devamlı seğrese tüm adiliği, hilekârlığı ve caniliği kendinde toplamış sayılır o!
Dimne bu tarifi işitince şöyle der:
— Sen bu halinle kocasından azar işiten kadını hatırlatıyorsun. Adamın biri söyle demiş karısına: "Önce kendi çıplaklığım gör de başkalarının çıplaklığına bakarsın sonra!" Şöyle de çevrilebilir: (Bilginler derler ki: "Nice konuşan var ki sözüyle derhal ceza alır" Söz sırası sizde şimdi bakın kendinize ve düşünün!) Ancak bizim yukardaki tercihimiz en uygun çeviridir. "Zahirinde arayın": Bu özel bir tabirdir. Yani, "zannî hükümler vermeyin, suçun delillerini en açık bir şekilde bulun onun üzerinde" demektir.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Çevredekiler Dimne'nin bu misâline dikkat kesilip:
— Nasıl olmuş hâdise? Diye sorunca Dimne sözün devamını getirir:
— Anlatırlar işte: bir kente düşman girer, epey cana kıyar, hayli esir alır, ganimette de yükünü tuttuktan sonra döner kendi yurduna. Bu savaşta bir askerin payına düşenler arasında bir çiftçi de bulunmaktadır, iki hanımıyla beraber! Asker esirlerini doğru dürüst doyurmaz, onlara giysi vermezmiş. Çiftçi hanımlarım yanına alarak asker için odun toplamaya çıkar. Üçü de çıplaktır. Kadınlardan biri yolda bulduğu bir çaputla avretini örterek kocasına dönmüş ve eliyle kumasına işaret edip söylenmiş:
— Şu arsız karıya bak, nasıl da rahat! Hiç utanmadan çıplak geziyor, avretini örtmüyor!
Kocası cevap vermiş:
— Sen kendine bakıp anadan doğma üryan olduğunu görebilsen, senin durumunda olan arkadaşını kınamazdın böyle!
(Dimne, domuza dönerek devam eder:)
Hayret edilecek birisin seni gidi âdi, iğrenç domuz! Aşağılık herif, rezalet senin harcında var! Yine şaşılacak bir durum ki bedenindeki pisliğe ve çarpıklığa, başkaları gibi kendince de bildiğin onca kötülüklerine rağmen hükümdarın yemeğinde hazır bulunuyor, onun önünde dikilme cüretini gösteriyorsun. Benim gibi vücudu pak ve alnı ak bir muhterem hakkında ileri geri laflar edersin ha? Senin iğrençliklerim sâde ben değil, burada hazır olan tüm cemaat biliyor! Evet, aramızda bir zamanlar mevcut olan dostluk senin aybını ona buna söylemekten beni alıkoyuyordu... Ama değil mi ki sen yüzüme karşı iftiralar attın herkesin huzurunda; kinini ortaya döktün, hiç bir bilgin ve delilin olmadan ağzına geleni söyledin; artık benden günah gitti! Herkesin bildiği kusur ve günahlarını söyleyeceğim sadece! Seni bilen ve tanıyanın yapması gereken şey, hükümdarın sofrasını hazırlama görevini senden almasıdır! Hükümdarı uyarmalı ki bir daha bu şerefli işte çalışmayasın! Çiftçilik yapmaya kalksan daha çabuk hüsrana uğrarsın, ona bile lâyık değilsin! Sana düşen, hiçbir işe burnunu sokmaman, hiç bir şey yapmamandır! Bırak haşmetmeâbın baş hizmetkârı olmak, halktan biri gibi deri tabaklayıcısı veya hacamatçı bile olamazsın, olmamalısın sen!
Domuzların başı öfkeyle kükredir
— Bu ağır sözleri bana mı söylüyorsun?
Dinine küstahça cevapladı:
— Evet, aynen öyle! Sana lâyık olanı, hakikati konuştum! Seni kastediyorum behey aksak, yamuk bacak, şiş göbek, sarkık taşak, yanık dudak, içi de dışı da kazurat yaratık seni!
Dimne'nin bu ağza alınmaz küfürleri karşısında afallayan domuz başını eğer, yüzünü ekşitir; gözlerinden yaş gelir... Kekeler, ezilir, büzülür, neşesini tamamen kaybeder...
Dimne onun sersemlediğini görünce şöyle der:
— Hükümdar senin pisliğini görüp çirkin yanlarına vâkıf olunca yemek hizmetinden alıkoyacak seni, huzurun dan uzaklaştıracak! İşte o zaman ağlayacaksın alabildiğine! Arslanın, dürüstlük konusunda evvelce denediği ve hizmetine aldığı bir çakal vardı. Ona "mahkemede hazır olmasını, taraflar arasında cereyan eden konuşmaları belleyip kendisine haber vermesini" emretmişti. Bu çakal mahkemeden kalkıp hükümdarın huzuruna gider ve neler konuşulduğunu bir bir anlatır ona.
Olan bitenden haberdar olan arslan derhal domuzların başını sofra hizmetinden alır, onun bir daha huzûr-ı âlîye çıkmamasını emreder, bir daha asla yüzünü görmek istemediğim söyler! Gün devrilmiş, mahkemede cereyan eden hâdiseler ve diyaloglar zabıtlara geçmiş, kaplan da mührünü basmıştı kayıt defterine.
Herkes evine dönmüştü.
Arslanın özel hizmetkârı çakal Ruzbe (Revzebe) ile Kelile arasında öteden beri dostluk varmış. Ruzbe arslan nezdinde kabul gören biriymiş...
Zaman gelmiş; Kelile, kendisinin ve arkadaşı Dimne'nin başına gelecek musibetlerden endişe ederek ölmüş. Özel hizmetkâr Ruzbe, Dimne'nin yanına gitmiş ve Kelile'nin derin bir üzüntüye gark olarak vefat ettiğini haber vermiş. Dimne epey ağlamış, yas tutmaya başlamış.
Bu arada Ruzbe'ye şöyle demiş:
— Can dostumun firakından sonra neyleyim dünyayı! Ama Yüce Allah'a şükürler olsun ki Kelile ölmeden senin gibi hayırlı bir akrabayı bana miras bıraktı. Senin bana olan ihtiramını, ihtimam ve muhafaza hislerini Allah'ın lütfü olarak görüyorum. Artık kesin inandım ki şu zor durumunda sen benim ümidim ve dayanağımsın! Senin engin lûtfuna sığınarak şuraya gitmeni, kardeşimle beraber binbir emekle yığdığımız ve Allah'ın izniyle bu günlere getirdiğimiz serveti bana ulaştırmanı istiyorum!
Çakal Ruzbe, Dimne'nin dilediğini yerine getirir; mal geldikte Dimne hemen önündeki servetin yansını ona verir ve şöyle der:
— Sen, hükümdarımız arslanın huzuruna girip çıkmada başkalarından daha şanslısın. Haydi benim için çalış, benimle hasımların arasında vuku bulan konuşmalar hükümdarımıza arzolundukta onun beni nasıl andığına dikkat et! Bak bakalım, arslanın annesi benim hakkımda ne diyor; arslan onu dinliyor mu; yoksa ona kulak asmıyor mu; neler olup bittiğini bir bir belle ve bunları bana ilet!
Çakal Ruzbe, Dimne'nin sunduğu serveti kabul eder, onunla akitleşir ve kendi evine gidip malı oraya buraya yerleştirir....
Ertesi gün arslan erkenden makamına kurulur. Kısa bir süre sonra adanılan huzura çıkmak için izin isterler. O izin verince mahkeme zabıtlarını getirip önüne koyarlar.
Arslan, görevlilerin ve Dimne'nin sözlerinden haberdar olunca annesini çağırıp onu da haberdar eder. Anne, mahkeme zabıtlarını dinleyince öfkeyle bağırır:
— Bu laflan dinlemekten menetmemiş miydim seni? İşte bizim kuyumuzu kazan ve bizimle yaptığı dostluk, doğruluk ve sadakat ahdini bozan âdi herifin sözleri bunlar!
Anne bu laflan ettikten sonra kızgın bir şekilde çıkıp gider. Bu çıkışmalar Dimne'yle anlaşmalı hareket eden çakal Ruzbe'nin gözü önünde meydana gelmiştir. Ruzbe derhal Dimne'nin yanına gider, olan biteni anlatır. Bu arada mahkeme kollukçusu gelir. Dimne'yi alıp mahkemeye götürür.
Dimne hâkim huzuruna çıkarıldıkta reis celseyi açarak söze başlar:
— Aslında dürüst, güvenilir biri senin durumunu anlattı; iç yüzünü bize açtı! Ve daha fazla araştırmaya da gerek yok... Bilge kişiler derler ki:
"Allah Teâlâ dünyayı Âhiretin yolu ve delili yaptı. Zîrâ dünya. Allah'tan gelen peygamberlerin yurdudur. Onlar insanları iyiliğe ve cennet'e çağırır, Allah'ı bilme ve emirlerine uyma doğrultusunda tebliğ yaparlar."
Senin durumun bizim için açıktır. Hakikatte nasıl olduğunu bize anlatan kişi, gayet güvenilir biridir. Durumun bizim nezdimizde ayan beyan ise de hükümdarımız seni iyiden iyiye araştırmamızı emretmiştir.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Dimne alır sözü:
— Ey hâkim! Öyle görüyorum ki henüz âdil bir muhakeme tarzına alışmamışsın! Suçsuz ve mağdurları, adaletten nasipsiz hâkimlere teslim etmek yakışmaz ulu hükümdarlara! Bilakis masumların kayırılması ve âdilce muhakeme edilmesi gereklidir! Nasıl olur da tutuklanışımdan bu yana üç gün geçmeden ve iyi bir sorgulama yapılmadan, sadece keyfin için ölüm fermanı imzalıyorsun hakkımda? Ne doğru söylemiş şu vecizeyi söyleyen: "İyiliğe, hayır işlerine alışan kişi, yaptığı işten zarar görse de hiç önem vermez; devam eder âdetine!"
Kadı alır sözü:
— Eskilerin kitaplarında şu hikmeti bulduk: Âdil hâkim iyinin işiyle kötünün işini birbirinden ayıracak firâsette olmalıdır! Ancak bu yolla iyiyi iyiliği sebebiyle korur, mükâfaatlandırır; kötülüğü kötülük sebebiyle cezalandırır!
Hâkim bu doğru yolu takıp edince iyiler iyilik yapmaya arzulu olur, kötüler kötülükten geri durur!
Ey mücrim Dimne! İmdi sana yakışan suçunu itiraf etmen, hakikati bütün çıplaklığıyla dile getirmen ve Tevbe etmendir!
Dimne cevap vermede gecikmez:
— Dürüst hâkimler zan ile kestirip atmazlar! Ne seç kinler ne de avam tabakası için zanla hüküm vermezler. Zîrâ onlar kesin bilir ki zan, hiçbir hakikat ifade etmez; mevcut hakikati zedeleyemez!
Eğer beni, yaptığımı zannettiğiniz şeylerden ötürü suçluyorsanız bilmelisiniz ki ben sizden daha iyi tanıyorum kendimi!
Benim kendim hakkımdaki bilgim kuşku götürmez bir kesinlik ifade eder! Oysa sizin benim hakkımdaki bilginiz şüphenin en uç noktasındadır.
Sizin demenize göre ben, "başkalarını ihbar ettiğim için" suçluyum. Peki suçsuz olmama ve itham edildiğim şeyden uzak olduğumu bilmeme rağmen kendim hakkımda yalan söylesem, kendimi ihbar etsem, ölüme mahkûm kılsam kendimi, bana ne mazeret bulacaktınız? Kuşkusuz benim öz varlığım en çok hürmet edilecek ve hukuku en çok korunacak varlıktır nezdimde! O halde böyle (yalan ihbarı) sizin en aşağınıza da yapsam, en yukarınıza da yapsam asla doğru olmaz; ne dindarlığıma ne de karakterime yakışır bu! Başkalarına asla yapamayacağım bir şeyi kendime hiç yapmam! Öyleyse kendim hakkımdaki tanıklığıma inanmalısınız! Hâkim Bey, bu iddianızdan vazgeçiniz! Eğer bana iyilik yapma, nasihat verme sadedinde bu laflan etmişseniz yanlış adama konuştunuz demektir. Eğer bana bir tuzak kurma kastıyla böyle konuştuysanız bilmelisiniz ki en kötü düzenbazlık; hiç yapmaması gereken kişiden, umulmayan birinden gelen düzenbazlıktır! Şu kesin bir hakikattir ki hile ve tuzak âdil hâkimlerin ve güvenilir idarecilerin işi değildir! Şunu iyi biliniz ki ağzınızdan dökülenler ancak câhillerin, şerli kişilerin ahlakına ve âdetine yaraşır cinstendir; onlar bu yoldan yürür! Hâkimlerin doğru davranışları ve doğru kararlan, doğru kişiler tarafından benimsenir! Yanlış karar ve davranışları ise Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz yüzsüzler tarafından kullanılır, onların ekmeğine yağ sürer! Hâkim Bey! Ağzınızdan dökülen sözlerden ötürü başınıza epey bir musibet gelecek diye endişe etmekteyim. Şu anda hâlâ hükümdar nezdinde; onun askerleri, seçkinler ve avam nezdinde âdil ve makbul görünmeniz hatta iffetli faziletli ve adaletli sayılmanız belâ sayılmaz! Asıl musibet bu saydığım güzel hasletleri bana karşı uygulamıyor oluşundur! Benim dâvamı görürken unutuverdin adaleti, erdemi, dengeliliği ve hikmeti!*
Hâkim, Dimne'nin sözlerini uzun uzun dinledikten sonra durumu arslana arzetti, sonunda bir karara varsın diye! Arslan epey bir düşündükten sonra annesini çağırdı ve Bazı nüshalarda buradan itibaren yalan yere şahitlikle ilgili papağan hikayesi vardır. ona anlattı her şeyi. Anne, Dimne'nin sözlerini ince ince düşündü ve şöyle dedi oğluna:
— Ben masum olan bir dostunun ölümüne vesile olacak kadar seni aldatan yalancı muhbir Dimne'nin geçmişte sana karşı işlediği cürümleri, yediği haltları düşünmüyorum şimdi...
Asıl endişem sana tuzak kurarak her şeyini altüst etmesi ve senin canına kıymasıdır! Anasının bu uyarısı arslanı kara kara düşündürür ve şöyle der:
— Dimne'nin aşağılık bir mücrim olduğunu sana anlatan kişiyi bana bildir ki kesin bir delile dayanarak Dimne'nin işini bitireyim!
Arslanın annesi:
— Benden sırrını gizlememi isteyen kişinin samîmice anlatıverdiklerini sana ifşa edecek değilim! Yıllar sonra Dimne'yi bu yolla, bilgelerin pek de hoş bulmadığı sır ifşa etme yoluyla altedişim aklıma gelirse asla sevinmem! Ama dur bakalım; bana sır emânet edene bir danışayım, serbestlik isteyeyim; ifşa etmeye razı olursa bırakayım kendi anlatsın sana tüm bildiklerini!
Böylece arslanın annesi, kaplana adam gönderir. Kaplan, annenin yanına gelir. Anne arslan kaplana "hakkın ve adaletin ortaya çıkması için" elinden geleni yapmasını rica eder. Ve kendisi gibi muhterem birinin asla gizlememesi gereken bir şahitlik yüküyle vicdanını karartmasını doğru bulmadığını belirtir. Mazlumlara yardım etmenin hem hayatta hem de öldükten sonra mesut olmak ve hakikati ayakta tutmak bakımından pek mühim bir vazife olduğunu vurgular. Zîrâ bilgeler şöyle demiştir: "Kim, (suçsuz) bir maktul ile ilgili tanıklığın gizler, açık bir delili ortaya koymaktan kaçınırsa Kıyamet günü kendini kurtaracak delil diline dolanır da hiç bir şey söyleyemez, mahvolur!"
Arslanın annesi bu yoldaki telkinleri artırır, kaplana ruhî baskı yapar... Nihayet kaplan kalkar, hükümdar arşlana gider, Dimne'nin itiraflarım duyduğu şekliyle aynen anlatır! Kaplanın ifşaatta bulunduğunu duyan pars da haber gönderir hükümdara: "Benim de bildiklerim var!" der.
Böylece hapisten çıkarılan pars, Dimne'den duyduklarını bir bir anlatır...
Arslan nihayet kaplan ile parsa der ki:
— Madem meselenin iç yüzünü bilip bizim hani hani tahkikat yaptığımızdan haberdar oluyordunuz, niye evvelce söylemediniz herşeyi?
Şöyle derler cevap olarak:
— Tek kişinin yapacağı tanıklık hukuken hiç bir an lam ifâde etmezdi, bunu biliyorduk. Bu yüzden karan nihâî olarak etkilemeyecek bir davranışa tevessül etmek istemedik. Ama ikimizden biri bildiklerini anlatınca öbürünün şahitliği de bir mânâ ifâde eder oldu. Bu yüzden geciktik.
Arslan biraz düşünür, kaplanla parsın sözlerini mâkul bulur ve emreder: "Dimne'nin zindanda boynu vurula!" İşte bu anlattığımız hâdiselere ibret gözüyle bakan şunu anlar: kişi başkası için kazdığı kuyuya er veya geç düşecektir!
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
10. TASMALI GÜVERCİN BABI


Pâdişâh Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bir yalancının iki eski dostu birbirinden nasıl koparttığına ve ettiğinin yanına kâr kalmadığına dâir anlattıklarını dinledim...
Şimdi uygun görürsen "birbirlerine gönülden bağlı arkadaşların"* (*Metindeki ifade ihvân-ı Safâ'dır: saf, temiz sevgiye dayanan bir dostlukla birbirlerine bağlananlar demektir.) nasıl tanıştıklarını ve aralarında ne tür bir yarar ilişkisinin zuhur ettiğini anlat...
Aldı sözü Beydebâ:
— Akıllı kişi hiçbir şeyi dostlara denk tutmaz! Zîrâ dostlar, iyilik ve güzelliklerin devamı için gayret eden, bir musibet geldiğinde teselli eden kaliteli kişilerdir. Bu mevzûya en iyi misâl, tasmalı güvercin, fare, ceylan ve karga arasında kurulan dostluktur.
Hükümdar merakla sordu:
— Nasıl oldu bu?
Beydebâ anlattı:
— Söylerler işte: Sekâvendecin eyaletine bağlı Dâher kenti civarında avı bol bir mıntıka varmış. Avcıların sık sık geldiği bir uğrak yeri... Orada bol yapraklı bir ağaçta (hikâyemizin kahramanlarından) karganın yuvası varmış. Karga bir gün ağaca doğru yaklaşan bir avcı görür, bed suratlı kaba saba bir herif; üstelik omzunda ağ, elinde değnek vardır.
Avcının gelişiyle endişelenen karga kendi kendine söylenir:
— Adam durup dururken buraya gelmedi elbet! Ya benim canıma kıyacak ya başkasının... Bakayım hele ne yapacak hayırsız! Avcı ağını açar, üzerine hububat saçar, kıyıda bir kuytuya kayar... Çok geçmeden tasmalı güvercin çıkar sahneye... O, güvercinlerin ve yanında bir sürü güvercin vardır. Hepsi de üşüşürler tanelerin üstüne, tek tek kursaklarına indirirlerken ağa takılırlar! Avcı ellerini ovuşturarak gelir, keyfi gıcır adam yaklaşır güvercinlere. Hayvancıklar tuzakta çırpınmakta, kurtuluş çaresi aramaktadır. Tasmalı güvercin der ki:
— Derdinize çare ararken aranızdaki dayanışmayı bozmayın! Hiçbirinizin canı, yanıbaşındaki arkadaşının canından tatlı gelmemeli size! Şimdi hepimiz birbirimize yardım etmeli, ansızın tek kuş gibi kanatlarımızı çırparak havalanmalıyız. Böylece her fert, yekdiğeri sayesinde kurtuluş olacaktır! Güvercinler toparlanırlar, bir sıçrayış yaparlar; toplu dayanışma sayesinde ağı kaldırıp havaya yükselirler... Ama avcı ümidini kesmez, biraz sonra onların düşeceğini sanır. Bu esnada karga kendi kendine: "güvercinleri tâkibetmeli ve işin nereye varacağını görmeliyim" der. Güvercinlerin başı etrafına bakınır ve avcının arkadan geldiğini farkeder, arkadaşlarına dönerek der ki:
— Şu kurnaz avcı bizi tâkibetmekte kararlı gözüküyor! Eğer açıkta uçmaya devam edersek hep bizi tâkibedecektir, gizli kalamayız ona! Ama insanların oturduğu şenlikli yerlere yönelirsek ondan gizlenmiş oluruz, çekip gider ve bize ilişmez. Daha sonra falan yerdeki fare dostuma gideriz. O bizim ağı parçalar dişleriyle...
Güvercinler söyleneni yapar, avcı onlardan ümidini keser, hevesi kursağında kalır, geri döner. Karga ise takibe devam eder. Tasmalı güvercin diğerlerini ardına takarak farenin yanına gelir; herkese emreder, yere konsunlar diye. Fare çeşitli tehlikeler zuhur ettiğinde rahatça kaçabilmek için zamanında delik kazmış tedbirli bir hayvanmış. Bizim güvercin başı onu kendi adıyla "Zeyrek, Zeyrek!" diye çağırır. Fare, derhal deliğinden çıkar ve
— Sen kimsin? diye sorar.
— Ben dostun Tasmalı güvercin! diye cevap verir beriki.
Fare koşarak gelir;
— Vay, sen bu tehlikeli duruma nasıl düştün? diye sorar. Güvercin alır sözü:
— Sen de iyi bilirsin ki, insanın başına gelen iyi kötü her hâdise evvelce yazılmış bir kaderin mahsûlüdür. İşte başıma gelen musibetin temel sebebi budur aslında. Ve şu kesin bir hakikattir ki benden daha iyi imkanlarla donatılmış güçlü biri de alınyazısından kurtulamaz. Güneş ve ay bile takdir edilen günde "tutulur", kaçamazlar kaderden...
Fare bu kısa vaazı dinledikten sonra ağın ilmeklerini kesmeye başlar. Güvercin başı:
— Önce diğer güvercinlerin düğümlerini kes, sonra bana gel! der. Ama güvercin defaatla bu uyarıyı yapsa da fare onu dinlemez, önce ondan başlar; bir yandan da çıkışır:
— Amma tekrar ettin şu sözü! Sanki senin kurtulma ya ihtiyacın yok! Kendine acımıyor, özbenliğinin hukukunu ihmal ediyorsun!
Fare, kuşların ağını kemiriyor.
Güvercin başı endişeyle konuşur:
— Korkum şu: Benim düğümümü kemirmekle işe başlarsan buradaki işin bitince bıkarsın ve diğer arkadaşlara bakmazsın! Yani tembellik etmenden korkuyorum! Ama iyi bilirim ki sen önce arkadaşlarımın işini halletmeye çalışır san, ben sonuncu da olsam hiç durmadan çalışır, bıkmadan usanmadan kemirir ve nihayet beni de kurtarırsın!
Fare heyecanla bağırır:
— İşte, bu yüzden seviyorum ya seni! Sana olan muhabbetim nasıl artmasın şimdi! Ve fare, koca ağı ilmek ilmek dişlemeye koyulur, işin sonuna gelir, güvercin başını da kurtarır. Karga farenin yaptıklarına şahit olunca onunla dost olmak istedi. Yaklaştı, adıyla seslendi. Fare, deliğinden başını çıkardı ve sordu:
— Ne istiyorsun?
Karga:
— Seninle dost olmak!
— Aramızda bir münâsebet mi kuruldu ki dostluk teklifinde bulunuyorsun? Akıllı kişi yolunu yordamını bildiği işin peşine düşer, bilmediği işe burnunu sokmaz. Hakikatte sen bir avcısın, ben ise senin mezenim!
Karga:
— Evet sen benim için bir av konumundasın; ama seni mideye indirmem bana ahım şahım bir fayda sağlamaz, ihtiyaçlarımı gidermez. Oysa senin dostluğunu kazanmak, senin zannettiğinden çok daha önemlidir benim için. Senden arkadaşlık istirham ettiğimde beni eli boş çevirmek sana asla yakışmaz. Beni sana çeken güzel huyun, yüksek karakterin gün gibi aşikâr ve kesin bir hakikattir. Evet sen bu üstün yanını açığa vurmak istemedin ama akıllı kişi faziletini ne denli gizlemeye çalışsa da ortaya çıkar, ışık gibi aydın olur herkese! Nitekim güzelim misk de bir yere hapsedilir, gözlerden ırak tutulur; ama bu perdeleniş, ortalığın şahane bir râihayla şenlenmesine mâni olmaz.! Bu uzun iltifatlar üzerine fare alır sözü:
— Bak, husûmetin en katısı, karakter sebebiyle zuhur edendir; bu da iki türlüdür. Biri, fil ile arslan arasında vuku bulduğu üzere dengi dengine bir düşmanlıktır ki bâzan arslan fili, bazan da fil arslanı öldürür. Diğeri de hasımlardan birinin ötekine başlan çıktığı, mutlak galip olduğu düşmanlıktır: kediyle yahut senle benim aramdaki düşmanlık gibi! Bilirsin ki bu tür husûmette zarar hep bana olur, sana bir şey olmaz.
Böyle durumlarda doğacak bir arkadaşlığa gelince:
kesin bir gerçektir ki su uzun uzun kaynatılıp iyice ısınsa da ateşe döküldükte yine kül eder yine kül eder! Zîrâ tabiatı bu!
İşte böyle, düşmanıyla dost olan kişi koynunda yılan besleyen ahmak gibidir. Aklı olan, elbet arkadaş olamaz kurnaz bir düşmanla!
Karga aldı sözü:
— Ne demek istediğini anladım. Ancak sen erdemin sayesinde doğru kararlar verecek birisin, sözümün hakikat olduğunu anlarsın: "Aramızda dostluğa imkan yok!" demeyecek birisin sen! Akıllı ve asil kişiler yaptıkları iyiliğe karşılık beklemezler, iyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, kolay kolay kesilmez! Bir misal verecek olursak altın sürahiden bahsedebiliriz. Bu sürahi kolay kolay yarılmaz ve çatlamaz... Diyelim ki kırıldı, çatladı; derhal tamir edilebilir, lehimlenebilir.
Oysa kötüler arasındaki dostluk ansızın bitebilir, tekrar kurulması ise yıllar alabilir. Buna örnek, toprak testidir. Çok küçük bir baskıyla hemen kırılabilir ama bir araya getirip onarılması ve eski halini alması asla mümkün değildir.
Şahsiyetli kişi, kendi gibi şahsiyetli olanı sever. Âdi ve seviyesiz kişi ise ancak bir yarar umudu veya tehlike kaygısıyla arkadaşlık kurar... Ben senin dostluğuna, iyiliğine muhtacım! Sen asil birisin! Benle dost olmadıkça yemek yemeyecek, kapından ayrılmayacağım! Fare aldı sözü:
— Tamam, teklifini kabul ediyorum: artık dostuz. Ben sebepsiz yere hiç kimsenin talebini reddetmiş değilim... Seninle ilk anda yaptığım konuşma, emniyet ve îtimad hususunda titiz biri olduğumu göstermek istediğim için biraz tedirgin geçti. Sen bana vefasızlık etme niyetindeysen, en başta "fare kolay bir lokma, hemen aldanıyor; tav oluyor" demiyesin diye bu üslûbu seçtim...
Bu açıklamayı yapan fare delikten çıktı, kapının kenarında durdu. Karga usulca seslendi:
— Niçin yanıma gelmiyor, canciğer dostum olmuyorsun? Hâlâ mütereddit misin bana karşı?
Fare cevap verdi:
— Dünya ehli, iki şeyi birbirlerine takdim ederek dostluk peyda ederler aralarında: Can ve mal! Birbirlerine canlarını sunabilenler hakîkî, samîmî dostlardır. Mallarını sunanlar ise birbirleriyle yardımlaşan, karşılıklı istifâde imkanıyla mesrur olan kişilerdir.
Dünya menfaati için iyilik yapan, eli açık davranan kişi, kuşlara tane atan avcıya benzer. Avcı hububatı kuş sürüsüne atarken elbet kuşların menfaatini düşünmez, amaç "avlamak"tır.
Kişinin can sunması, elbette daha mühimdir mal sunmasından. Ben de senden can garantisi aldım, sana canımı sundum. Senin yanına gelememişsen, asla sana suizan besliyor oluşumdan değildir. Ama bilirim ki senin pek çok arkadaşın var ve onların sureti seninki gibi olsa da fikri ve görüşü seninki gibi değil.
Fareler zahidin yemeğini aşırıyorlar
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Karga aldı sözü:
— Dostluğun alâmetlerinden biri de dostun dostuna dost, düşmanına düşman olmaktır. Benim hiç bir dostum yoktur sana düşmanlık edecek, seni sevmeyecek... Şu da var ki benim türümden olup da sana düşmanlık edecek biri çıkarsa onunla tüm ilişkimi kesmek, inan çok kolaydır bana! Böylece fare karganın yanına geldi, kucaklaştılar. Samîmî bir dostluk havası esti. Birbirleriyle huzur buldular Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karga şöyle der fareye:
— Senin deliğin insanların gelip geçtiği, sürekli kullandığı yola epey yakın. Bazı afacanların seni taşlayacağından endişe ediyorum. Benim cümle âleme ırak bir mekanım var, o civarda bir kaplumbağa dostum ikamet ediyor; balığı bol, bereketli bir yer orası, yiyecekleri rahatça temin edebiliriz orada... Evet, huzur içinde hayat sürmemiz için seni oraya davet ediyorum.
Fare aldı sözü:
— Tamam, arzuladığın yere vardığımızda sana enteresan hikâyeler anlatacağım. Şimdi nasıl istersen öyle çıkalım yola! Böylece karga fareyi kuyruğundan tutar, havalanır. Nihayet bahsettiği yere gelir. Kaplumbağanın bulunduğu gözeye yaklaştıkları zaman fareyle yanyana bir karga gören kaplumbağa irkilir, gelenin eski dostu olduğunu ilk anda anlayamaz. Karga kaplumbağaya seslenir, o da yanına çıkıp sorar:
— Nereden böyle?
Karga, güvercinleri takibinden itibaren o âna kadar cereyan eden tüm hikâyeyi anlatır kaplumbağaya. Kaplumbağa farenin ahvâlini dinleyince onun zekâsına ve vefasına hayran olur, "hoş geldin!" diye iltifatlar yağdırır ve sorar:
— Hangi rüzgâr attı seni buralara?
Bu arada karga, fareye eğilerek mırıldanır:
— Hadi bana anlatacağını söylediğin hikâyelerle beraber kaplumbağa kardeşimin sorusuna cevap ver. (Aramızda geçenleri anlat) O, benimle aynı mevkide sayılır senin için...
Fare alır sözü:
— Hayâtımın ilk yılları Mârût kentinde âbid bir adamın yanında geçti. Onun ailesi, çoluğu çocuğu yoktu. Her gün kendisine getirilen bir sepet yiyecekten ihtiyacı kadarım yer, geri kalanı bir köşeye asardı. Ben âbidi seyreder, o evden çıkar çıkmaz sepete sıçrar, ne bulursam mideye indirir yahut diğer farelere atardım. Âbid kişi sepeti benim ulaşamayacağım bir noktaya asmak için epey deneme yapmışsa da başarılı olamadı.
Bir gece misafir geldi ona. Yemek yediler, sohbete başladılar. Âbid misafire soruverdi;
— Nereden geldin, nereye gitme niyetindesin?
Adamın gezmediği ülke, görmediği enteresan hadise kalmamış. Uzun uzadıya anlattı gezdiği şehirleri, gördüğü acayiplikleri...
Bu esnada âbid beni sepetten uzak tutmak için iki de bir elini kaldırıyor, hamle ediyordu benim tarafıma! Gezgin misafir buna içerledi ve sertçe bağırdı:
— Ben sana laf anlatıyorum, sen ise hiç takmıyorsun beni! Tamam; madem öyle, niye soru sordun bana?
Âbid özür diledi ve mırıldandı:
— Fare kovalamak için elimi çırpıyorum. Şu meret hayvancık beni acze düşürdü. Eve ne bıraksam tırtıklıyor, hemen iç ediyor!
Misafir sordu:
— Bir tek fare mi yoksa birden fazla fare mi var ortada?
Âbid cevap verdi:
— Evin faresi çok... Ama içlerinden biri var ki beni resmen aldattı, çare bulamıyorum ona karşı!
Misafir:
— Senin halin şu sözü hatırlattı: adamın biri bir kadın hakkında demiş ki; "Bu kadın, ayıklanmış susam verip ayıklanmamış olanı satın alıyorsa elbet bir sebebi var!"
Âbid sordu:
— Nedir işin aslı?
Misafir anlattı:
— Bir kez falan şehirde oturan bir adamın misafiri olmuştum. Beraber akşam yemeği yedik. Sonra adam yatağımı hazırladı, kendisi de eşiyle beraber kendi yatağına çekildi. Benimle onların arasında saz bir perde vardı. Sabaha doğru bir aralık erkeğin karısına şöyle söylediğini işittim:
— Yarın yemeğe birkaç arkadaş çağıracağım, onlara yemek hazırlarsan iyi olur.
Kadın cevap verdi:
— Bu da nereden çıktı? Evinde çoluk çocuğuna ancak yetecek yiyeceğin var! Bir de kalkmış misafir çağırıyorsun! Sen değil misin yarına azık ayırmayan, iki şeyi üst üste koyup biriktirmeyen?
Adam cevap verdi:
— Yemek olarak ikram ettiğimiz veya insanların yararına sunduğumuz hiç bir şeye pişman olma! Zîrâ toplayan ve yığan kişi, kurdun akıbetine uğrar!
Kadın:
— Bu nasıl olmuş?
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
Adam:
— Hikayeye göre avcının biri yayını, okunu hazır edip çıkar; fazla ilerlemeden bir ceylan vurur. Ceylan sırtında evine dönerken karşısına bir yaban domuzu çıkar, ona attığı ok isabet ettiyse de hayvan can havliyle hamle yapar, avcıya yetişir sivri dişleriyle vurduğu anda avcının yayı uçar elinden ve ikisi de ölür! O civardan geçen bir kurt ceylan, adam ve domuzdan oluşan cesetleri görünce: "Bak sen! Adam, ceylan ve domuz bana günlerce yeter... Ben ziyafetime şu yay kirişiyle başlayayım!" der. Kurt kirişi kemirmeye başlayınca kiriş ansızın kopar, yayın eğri ucu fırlar kurdun boğazına ve hayvan ölür! Bunu sana toplayıp yığmanın nihayette hiç bir fayda sağlamayacağını anlayasın diye anlattım. Öğüt ve hikâyeden epey etkilenen kadın şöyle der:
— Ne güzel söyledin! Yanımızda altı yedi kişiye yetecek kadar pirinç ve susam var. Sabahleyin erkenden yemek yapmaya başlayacağım! İstediğini davet et! Kadın sabahleyin susamı alır, kabuğundan ayıklar, koruması için güneşe yayar. Çocuklarından birine der ki:
— Aman ha! Dikkat et, kuşlar ve köpekler susama dadanmasın! Böylece kadın kendi işine koyulur. Ama çocuk bekçiliği yapamaz. Derken bir köpek gelir susamı bozar. Kadın susamdan iğrenir, ondan yemek yapılmasını istemez, dosdoğru çarşıya götürür, bir satıcıya teslim eder, aynı ölçekte ayıklanmamış susam karşılığında! İşte ben de o sırada çarşıdaydım, adamın biri şöyle diyordu: "Muhakkak bir sebebi var, bu kadının ayıklanmışı teslim edip ayıklanmamışı almasında!" (Misafir konuşmaya devam etti:)
— İşte, aynı söz şu fare için geçerlidir ki herhangi bir sebep zikretmeden onun seni yendiğini, şikâyet ettiğin hususta daima seni acze düşürdüğünü söyleyip durdun ya! Haydi bana bir kazma bul! Onun deliğim kazabilir, nereden gelip nereye gittiğini, neler yaptığım anlayabilirim belki! Âbid ev sahibi hemen harekete geçti, komşusundan bir kazma aldı emânet... Benim deliğimde tâ ne zaman ve kim tarafından konduğunu bilmediğim bir kese vardı, içinde de yüz altın!
Misafir kazdı, kazdı, altınlara ulaştı; âbide dönüp dedi ki:
— Bu farenin, bulunduğu yerden rahatça sıçrayabilmesinin sebebi şu altınlardır! Zîrâ para ona kuvvet veriyor, kendine îtimad ve fikir telkin ediyordu. Bundan böyle, onun oradan, her zamanki yerinden sıçramadığını göreceksin! (Fare anlatmaya devam ediyor):
— Ertesi gün beraberimdeki fareler toplanıp. "Acıktık, ümidimiz sensin!" dediler bana. Yanımdaki farelerle birlikte sepete her zaman sıçradığım yere gittim, bir kaç hamle ettim ama yapamadım... Böylece acziyetim gün gibi ortaya çıktı fareler cemaatının huzurunda, onların aralarında şöyle söylendiğini duyuyordum:
— Bırakın şu beceriksizi, ondan ümidinizi kesin! Kimseye hayrı dokunmaz artık! Öyle görülüyor ki kendisine bakacak kişiye muhtaç gibi!
Fareler cemaatı beni bir kenarda bıraktılar, hasımlarımın safına geçtiler, tam bir vefasızlık misali oldular. Öteden beri bana kin güden, beni kıskananların yanında çekiştirmeye başladılar beni...
İşte o zaman kendi kendime dedim ki:
— Arkadaşlar, yardımcılar ve dostlar meğer mal, menfaat ve para ile var.. Artık kesin biliyorum ki parası ve gücü olmayan kişi bir şey yapmak istedikte mahrumiyet onu alıkoyacaktır muradından... Tıpkı kış yağmurlarından arta kalan hiç bir nehre ulaşamadan olduğu yerde toprak tarafından emilen su gibi!
Anladım ki iyi dostları olmayan kişi, kimsesiz gibidir. Evladı olmayanın, ünü ve hâtırası olmayacaktır. Serveti olmayanın ise aklı da yok, dünyası ve âhireti de tehlikede! Zîrâ insan fakirliğin pençesine düşmeyegörsün, yakınları ve ahbapları da ondan ilişiğini keser... Ancak çorak arazide yetişen ve her tarafından kemirilip cılızlaşan ağaçtır; milletin malına muhtaç, ellere el açan fakiri en iyi anlatan misal. Ve gördüm ki fakirlik belâların başıdır, kişiyi dedikodu nesnesi haline getirir. Herkesin nefretini ve istihza dolu bakışlarını çeker fakirlik.. İnsan fakirleşti mi evvelce onu emin sayan kişi suçlamaya başlayacaktır onu! Zamanında ona karşı müsbet düşünenlerin rengi değişecek, hakkında kötü zan beslemeye başlayacaklardır.
Biri suç işler, kabahat fakirin başına yıkılır. Zengin için övünç vesilesi olan her huy ve davranış, fakir için sadece yerilme vesilesidir. Fakir cesur ise ona deli derler; cömert olsa müsrif derler; uysal olsa âciz derler; vakur davransa ahmak derler.
Bu durumda hiç kuşku yok ki ölüm, insanı dilenciliğe; özellikle de cimri, alçak, karaktersiz kişilerden istemeye iten yoksulluktan ehvendir! Yine hiç kuşku duyulmaz ki asil ruhlu birine: "elini yılanın ağzına sokup oradan zehir çıkararak yutmak mı kolay, cimri ve habis ruhlu birinden bir hacet istemek mi?" diye sorulsa elbet ilk şıkkı tercih ederdi.
 
Üst