Kelami Dergâhı Hizmetkârı Hasib Yılanlıoğlu (k.s.)

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Kelami Dergâhı Hizmetkârı Kastamonu’lu Ahmed Hasib Yılanlıoğlu (k.s.) “O, tam bir Ahiret Adamı idi...

Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu
Altınoluk Dergisi; 2010 - Temmuz, Sayı: 293, Sayfa: 042​

Ahmed Hasib Efendi Kastamonu Köşker Mahallesi 25 hane nüfusuna kayıtlıdır. Doğum tarihi 1325/1908’dir. Babası Ahmed Said Efendi’dir. Sülalesi Kadiri Meşayıhı silsilesindendir. Ecdadı Abdulfettah-ı Veli bu silsilenin başıdır. Babası Ahmed Said Efendi 58 yaşında vefat edince ibtidai (ilkokul) eğitimine başlar, altı ay orada okur. Ancak bir problem vardır. Babası Ahmed Said Efendinin vefatıyla boşalan irşad postuna Hasib Efendinin oturması icab ediyor. Kendi tabiriyle onun şeyh olması için ciddi bir eğitimden geçip kemale ermesi gerekiyor. Posta amcası oturur bu yüzden.

Fatih başimamı Kastamonulu Hafız Ömer Aköz ile Yunanistan Şeyhi Nureddin Efendiler merhum Ahmed Said Efendi’nin yakın dostlarıdır. Bu iki muhterem zat, yetim kalan Hasib Efendi’nin Kadiri usulünce yetişmesi için İstanbul’a Kelami Dergâhı Nakşî-Kadiri şeyhi Muhammed Esad-ı Erbilî Hazretlerine götürülür. Dergâhta kalarak ihzari, ibtidai dâhil, ibtidai hariç yani ilkokul-ortaokul okur.

Dergâhta kendisine bir oda tahsis edilir. Orada altı yedi ay kalır. Kumkapı imamı Hoca Yusuf Efendi’den Arapça dersleri alır. Hafız Sadık Efendi’den Hulasa’yı okur.

Danimarkalı para psikolog Carl Vett’in dergâhta kaldığı günlerde orada ona hizmet eder.

Dergâhta kısa sürede görüp yaşayarak elde ettiği kemalat ile Kastamonu’ya döner. Ancak 1925’te tekkeler kapatılır. 1932’deki fitnede zor günler geçirir. Hapse düşmekten kurtulsa da bir günlüğüne sorgulanmak için poliste nezarette kalır.

Hasib Efendi ile 1997’li yıllarda Kastamonu’da vefatından önce bir görüşme yaptık. Kelami dergâhı ve Muhammed Esad-ı Erbilî hazretleriyle ilgili röportaj yapma imkânı bulduk. Kendisi 90 yaşını geçmiş olmasına rağmen baston kullanmıyordu sürekli huzur halinde, tepeden tırnağa nur yüklü zayıf, nahif, orta boylu bir zat-ı muhteremdi
.

Burada onunla yaptığımız röportajı okuyucularımızla paylaşmak isteriz:


Ethem Cebecioğlu: Bismillahirrahmanirrahim, Selamun aleyküm efendim!

Hasib Efendi : Ve aleyküm selam! (Genelde yere bakıyor, mahcub bir hali var…)

E.C. : Efendim Ahmed Hasib Tanbur kimdir?

Hasib Efendi : Kastamonu Köşker Mahallesi 25 hane nüfusuna kayıtlı Ahmed Said oğlu 1325 doğumlu Ahmed Hasib Tanbur isminde bir kişiyim.

E.C. : Sülaleniz hakkında kısa bir malumat verebilir misiniz?

Hasib Efendi : Biz Kastamonu’da ecdadımız Abdulfettah-ı Veli’den itibaren, aile olarak meşayih silsilesindeniz. Babam 58 yaşında vefat edince, ibtidai mektebine başladım. Orada altı ay okudum. Babamdan sonra dergâhta irşat görevini yürütebilmem için, seyr-ü sulük çıkarmak üzere İstanbul’a gitmem gerekti.

E.C. : Nasıl oldu bu efendim?

Hasib Efendi : Babamın İstanbul’da çok yakın dostlarından iki kişi vardı. Birisi Fatih Camii başimamı, Yunanistan Şeyhi Nureddin Efendi. Bu muhterem zatlar beni İstanbul’a, Esad-ı Erbilî’ye götürdüler.

E.C. : Manevi terbiye için mi efendim?

Hasib Efendi :Evet bu gayeyle gittik.

E.C. : Sene kaçtı efendim?

Hasib Efendi :1339-1340 (1924) falan. O zaman on üç yaşlarındaydım, çocukluk-gençlik dönemi. Saltanat devrinin medresesi vardı. İhzari, ibtidai dâhil, ibtidai hariç yani ilk ve ortaokul o zamanki ismiyle. Üç yıllık bu mektebi İstanbul’da okudum. Ondan sonra İstanbul’a gittim.

E.C. : Kelami Dergâhı’nda mı kalıyordunuz?

Hasib Efendi : Evet, İstanbul’a gittiğimde dergâhta kalıyordum. Bir oda ayırdılar bana. Kumkapı imamı Hacı Yusuf Efendi isminde bir zat vardı. Ondan Arapça okumaya başladım. Ayrıca dergâhın ikinci imamı Hafız Sadık Efendi de her sabah Pir Efendi Esad-ı Erbilî Hazretlerinin yanına gelir, Kur’ân okurdu. Üç sayfa Kur’ân’dan sonra sohbet başlardı. Sohbet bitince o hoca bize orada Hülasa okuturdu. Yani Hafız Sadık Efendi. Kasım ve Aralıkta iki cilt, sonra Nisan ve Mayısa kadar diğer eserler… Böylece devam etti, efendim.

E.C. : Daha sonra?

Hasib Efendi : Altı ay sonra Şeyh Said isyanı çıktı. O isyandan önce sadık bir rüya görmüştüm. Bir fitne ve karışıklık çıkmıştı rüyada. Rüyamı Pir Efendimizin Gebzecik halifesi Hacı Nuri Efendi’ye anlattım. Bana; “Bu rüyayı nerde gördünüz?” diye sordu. “Dergâhta” dedim. “Bu rüyayı Pir Efendimize anlatalım” dedi. “ Pir Efendimize anlatalım ama kimse varken söyleme, baş başa yalnız iken söyle” dedi “olur!” dedim. O gün sohbetten sonra herkes gidince rüyamı Efendimize anlattım. Dinledi, yüzü mahzun oldu, ama “peki” diyerek yorum yapmadı. Aradan birkaç gün geçince ortalık karıştı. Doğuda Şeyh Said isyanı zuhur etti.

E.C. : Pir Efendi o isyanda ne yaptı?

Hasib Efendi : Seyyid Abdulkadir Kursadi vardı. Bu zat Esad Efendinin kâtibiydi. Dergâha sıkça gelir giderdi. Onunla beraber bir kişiyi daha Şeyh Said’e yolladı. Bu işin sonunun olmadığını, derhal isyandan vazgeçilmesi gerektiğini söylemek üzere, bu ikisini oraya gönderdi. Ancak ikisi de orada idam edildi.

E.C. : Ondan sonra ne oldu?

Hasib Efendi : Bir müddet sonra Pir Efendi beni çağırdılar. “Yanlış anlama! Bu iş artık bitmiştir. Durum sıkıntılı… Bu şekilde burada kalman mümkün değildir. Belki sana da zararımız olur, sen artık git evladım!” dediler. Ben de “Sem’an ve taaten” deyip Kastamonu’ya döndüm. Dönünce bir kanun çıktı. Tekaya ve zevayanın Seddi (tekke ve zaviyelerin kapatılması) kanunu. İşte o sıralar tahkikat başladı. Dergâhta Lütfü Efendi vardı. Ayrıca Arnavut Bolulu bir aşçı vardı, Adem Efendi vardı. Adem Efendi ile aşçıya bir şey dememişler. Ancak Lütfü Efendi’yi Bulgaristan’a gönderdiler. Bu şekilde oradan ayrılmış olduk. Kastamonu’ya gelince artık okuyamadım.

E.C. : Şimdi efendim asıl soracağımız şu: Siz Kelami Dergâhında kalırken oraya Danimarkalı bir psikolog geliyor, Carl Vett yani. Pir Efendi ile dergâhta 15 gün sohbette bulunuyor, zikirlere, namazlara katılıyor. Derwish Diary unvanıyla. Yazdığı hatıratında bunları anlatıyor. Siz bu zatla görüştünüz mü?

Hasib Efendi : Efendim, ben bir gün dergâhta oturuyorum, kapı çalındı. Kapıyı açtım içeriye Mahmud Muhtar Paşa ile Münir Paşa, Münir Paşa’nın hanımı ve Carl Vett, dördü girdiler. Önlerine düştüm. Misafirler için hususi bir oda vardı, gelenler oraya alınırdı, onları oraya aldım. İçeri gittim, Pir Efendi’ye haber verdim. “Muhtar Paşa, Münir Paşa geldiler, yanlarında Münir Paşa’nın hanımıyla bir de Carl Vett diye biri var!” dedim. Gülümsedi, geliyorum dedi.

E.C. : Siz teşrifat ettiniz mi?

Hasib Efendi : Evet, Pir Efendimizin gelmesini beklerken Carl Vett yabancı dilde bir şeyler söyledi, aralarında yabancı dilde bir şeyler konuştular. Ne söylediklerini bilmiyorum ama gelirken Sünbül Efendi dergâhına uğramışlar.

E.C. : Koca Mustafa Paşa’daki…

Hasib Efendi : Evet, Carl Vett orada murakabeye varmış, o sırada bir zat görmüş. O gördüğü zat Esad-ı Erbilî hazretleriymiş. O sırada Carl Vett’in konuştuğu buymuş. “O zat Esad-ı Erbilî Hazretleriydi” diyormuş.

E.C. : Manevi bir işaretle geliyormuş yani.

Hasib Efendi : Evet, gördüğü oymuş. Sonra Pir Efendimizle görüştüler, gittiler. Gidince Pir Efendimiz bana “O burada kalacak, sen odana bir somya hazırlayıver, senin yanında kalsın, Şeyh Hüseyin Efendi’ye (halifelerden Cide müftüsü Hüseyin Efendi) telgraf çekelim. Benim hâlim yok, bu vazifeyi en ziyade ona bağlayalım!” dedi.

E.C. : Onunla ilgilensin diye öyle mi?

Hasib Efendi : Evet, bir yatak hazırladık, Cide Müftüsü Hüseyin Efendi’ye telgraf çektik. Kastamonu’dan geldi. Dergâhta misafir olarak kaldı. Ona bizatihi ben hizmet ettim. Kitapta resmi olan heybetli zat, odur. Kastamonu Cide’de müftüydü.

E.C. : Memleketi de Kastamonu muydu?

Hasib Efendi : Evet, o Kastamonuluydu. Şimdi Münir Paşa’dan bahsetmişken size dergâhta yaşadığım bir olayı anlatayım. Bir gün dergâhta Pir Efendimizin yanındayım. Derken kapı çalındı. Biri var, ama bir yandan bağırıyor, hem de kapıyı çalıyor. Kapıyı açtım. Bir hanım. Çarşafına bürünmüş, hemen içeri girdi. Hiçbirini dinlemeden doğru yukarı çıktı. Ben de içeri girip Pir Efendimize haber verdim. “Efendim çarşaflı bir hanım geldi, hem ağlıyor hem de yukarı kata çıktı. Sizi soruyor.” dedim. Gülümsedi “Geliyorum” dedi. Pir Efendimiz gelince o hanım hemen efendimizin ayaklarına kapandı. Orada konuştular. Münir Paşa’nın hanımıymış. Fransız prensesi Pir Efendimizin huzurunda kelime-i şehadet getirdi, Müslüman oldu, hidayet olundu.

E.C. : İlk defa orada mı Müslüman oldu?

Hasib Efendi : Evet.

E.C. : Demek ki manevi bir işaret aldı, muhakkak.

Hasib Efendi : Evet, rüyada Pir Efendimiz irşad etmiş. Hemen o gün gelip Müslüman oldu. Ziyafet verdi, biz de gittik.

E.C. : Pir Efendimizin oğlu Mehmet Ali Efendi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz efendim?

Hasib Efendi : Evet, kendisiyle görüştüm. Selimiye’de Selimiye Camii ve dergâhında oturuyordu. Üsküdar’dan Kadıköy’e giderken sağda, orada evi vardı. Hatm-i Hacegan yaptırırdı. Kendisi çok büyük bir âlimdi. Dergâhta Cuma günleri daima okur ve hatme yaptırırdı.

E.C. : Kendisi hatipti yani.

Hasib Efendi : Evet, fevkalade. Öyle kitap, kâğıt, kalem falan yok. İrticalen gönül konuşması yapar, zuhurata göre konuşurdu.

E.C. : Kastamonu’ya döndükten sonra ne oldu efendim?

Hasib Efendi : Kastamonu’ya dönünce çok sıkıntıya uğradık, çok kaybettiğim şeyler oldu. Pir Efendimiz kendi işlerinde kullanmam için bana mührünü vermişti. İkinci mührü. Yani onun mührünün aynısı olan ikinci mühür. Çok sıkıştığım bir zamanda onu çekiçle ezip toprağa gömmek zorunda kaldım maalesef.

E.C. : Neler oldu efendim?

Hasib Efendi : Bir gün köyden geldim. Baktım ki kapı kırık, eşyalar her yere serilmiş, ev pejmürde, hırsız işi değil ama ne işi bilemedim, hiçbir şey aklıma gelmedi. Dışarı çıktım öğreneyim diye. Derken bu günkü MİT teşkilatı var ya eski adıyla Teşkilat-ı Mahsusa; “Hadi geçmiş olsun” dedi bana. Acele “Ne oldu?” dedim. “Evini bastık, aradık ama Esad Efendi hakkında, onunla ilgili bir şey bulamadık, atlattın” dedi. Ama öyle deyince betim benzim attı. “Ne var?” dedi “Benzine ne oldu?” “Benim bir şeyden haberim yok” deyip gittim.

E.C. : Daha başka neler oldu efendim?

Hasib Efendi : Sedirin altında bir sandığım var, her şey o sandıktaydı. Pir Efendi’nin Mektubatı, kitapları, mührü, kendisinin verdiği hediyeler, yazılar hepsi oradaydı. Onların hepsini oradan aldık, kaybettik. Evi araştırırken görmemiş, her şeyi dağıtmışlar. Yatağı, yorganı sermişler, sediri kaldırıp bakmamışlar. Bu Allah’ın lutf-i ilahisi. Ondan sonra ifademizi aldılar. Kastamonu’da Muallim Murad Bey vardı. O, Kastamonu’da Şeyh Esad ile ilgili kimse yoktur diye rapor vermiş, iş böylece bitti. Hâlbuki Kastamonu’da 32 kişi vardık.

E.C. : Kastamonu’da?

Hasib Efendi : Evet, Pir Efendimize mensup 32 kişiydik. İçlerinde ben de dâhil olmak üzere. O rapordan sonra bir daha ifade alınmadı. Böylece kaldı.

E.C. : Onlara bir zarar geldi mi?

Hasib Efendi : Yok, yalnız ben bir gece nezarethanede kaldım, o kadar. Ama o emanetler, o kitaplar hepsi kayboldu gitti, ona hala acırım.

E.C. : Efendim Carl Vett, Kelami Dergâhında hatıralarını anlatırken “Ben dergâhta kaldığım süre içinde üç profesör beni ziyarete geldi. Ferid Kam, Mehmet Ali Ayni, .... Siz bu zatları gördünüz mü?

Hasib Efendi : Efendim onların hepsi zaten dergâha sık sık geliyorlardı.

E.C. : Tanışıyorsunuz onlarla.

Hasib Efendi : Efendim onlar serbest. Ancak bazen dergâhta ikamet ederlerdi. Ben de yanlarına çıkardım. Hepsi profesör, paşa, bakan, âlim…

E.C. : Evet, Münir Paşa, Mahmud Muhtar Paşalar geliyorlardı.

Hasib Efendi : Büyük insanlar geliyorlardı.

E.C. : Yani Osmanlının eliti, münevverleri geliyorlardı.

Hasib Efendi : Efendim kusura bakmayın burada bir şey söyleyeceğim, “Akıllı gördüğünü, ahmak işittiğini konuşur” derler. Beni ahmak kabul edin.

E.C. : Estağfirullah efendim lütfen anlatınız.

Hasib Efendi : Sultan Reşat tahta çıktıktan sonra, bir cüppe diktirir, terziye “Yakasını dikme!” der. Sultan Reşat, küçük bir kâğıda Kur’ân’ı Kerim’den bir ayet yazar, yakanın içine kor ve onu terziye diktirir. Terziye; “Sen yanımda kal” diyerek yaveri olan paşaya cübbeyi vererek Pir Efendimize gönderir ve tembihler: “Esad Efendi giyerken ağzından ne çıkarsa bir kâğıda yaz ve bana getir!” Bunun üzerine paşa dergâha gelir ve bizzat kendi eliyle cübbeyi giydirmek ister. Esad Efendi önce “Olmaz, kendim giyerim!” diye itiraz edecek gibi olsa da paşa; “Olmaz, padişahımızın emri, ben giydireceğim” deyince, ulu’l-emre itaat gerek diyerek cübbeyi paşanın elinden giyer. Giyerken besmele çekip Fecr suresinin son dört ayetini okur. “Ey mutmain olmuş (huzura kavuşmuş) nefs! Sen Allah’tan, Allah da senden razı (hoşnut) olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!” Meğer Sultan Reşad’ın cübbenin yakasının içine yazıp koyduğu ayetlermiş bunlar.

Sultan Reşad bu durum karşısında duygulanıp ağlar ve Pir Efendimize intisab eder.


E.C. : Keşfen bilmiş yani Pir Efendimiz!

Hasib Efendi : Evet efendim bilmiş ve Sultan Reşad da ona bağlanmış.

E.C. : Efendim Abdulhamid, Pir Efendimizi sürgün olarak Erbil’e yolladı diye biliyoruz. Nedir bunun mahiyeti?

Hasib Efendi : Efendim o bir siyasetti. Kuzey Irak’ta İngilizler faaliyet yapıyormuş. Onlara engel olmak için oraya gönderildi. Hatta orada Türk Muhibleri Cemiyeti kuruldu. Neticede İngilizler bertaraf olunca İstanbul’a avdet etti Pir Efendimiz.

E.C. : Efendim, o sırada Sami Efendi Hazretleri de dergâhta imiş galiba?

Hasib Efendi : Hayır. Ben ordayken yoktu, ama daha önce orada epeyce bulunmuş.

E.C. : Kendisini hiç gördünüz mü?

Hasib Efendi : Hayır efendim. Sami Efendi Hazretlerini görmek hiç nasib olmadı. Ancak müridan dergâhta ondan bahsederken “Otuz yaşında Pir Efendimizin en genç halifesi!” diye konuşurlardı. Özellikle Hafız Nuri Efendi onun hakkında sitayişle çok bahsederdi.

E.C. : Adana’da mıydı o sıralar?

Hasib Efendi : Evet efendim Adana’daydı. İstanbul’da yoktu. Eğer olsaydı o bulunduğu sürede onu mutlaka görürdüm.

E.C. : Dergâhta kimleri tanıdınız?

Hasib Efendi : Pek çok hulefayı tanıdım. Kavak imamı Hulusi Efendi, Sütlüce imamı Ömer Efendi, Hoca Tayfur Efendi, Asım Efendi, Kastamonulu Hafız Nuri Efendi, Trabzonlu Süleyman Efendi, Lütfü Efendi, Kayseri dersiâmı Hafız Abdullah Efendi, Konya resiu’l-kurrası Konyalı Hafız Efendi, İstanbul reisu’l-kurrası Hafız Hayrullah Efendi, Hoca Yusuf Efendi, Fatih dersiâmı Hafız Abdullah Efendi. Bunlar her gün akın akın gelirlerdi.

E.C. : Halifelerden başka tanıdık var mı efendim?

Hasib Efendi : Hepsini tanırım, isimlerini saydım ya?

E.C. : Hepsi de hilafet mertebesine nail oldular yani?

Hasib Efendi : Evet, hepsinin icazeti vardı.

E.C. : Tekkelerin kapatılmasından sonra Kelami Dergâhı ne oldu efendim?

Hasib Efendi : Kelami Dergâhı da kapatıldı. Pir Efendimiz Erenköy’de Mustafa Zihni Paşa’nın köşkünü aldı. Oraya taşındı. Sonradan ortalık yatışınca gittim köşkte birkaç gün kaldım.

E.C. : Efendim Esat Erbili Hazretlerine hizmet ettiniz, biraz onun suretinden, siretinden, karakterinden, halinden bahseder misiniz?

Hasib Efendi : Hâlim, selim, pamuk gibiydi. Cemal tezahürü vardı. Biraz boynu hafif kalbe doğru eğik olurdu daima, orta boyluydu, kâmil, âlim, fazıl, latif bir zattı. Size bir şey daha anlatayım. Sabahları her gün üç-dört sayfa Kur’ân okurdu. Bediüzzaman da gelirdi.


devamı var...
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
E.C. : Ben de onu soracaktım efendim, Bediüzzaman gelir miydi?

H.Efendi : Evet, Bediüzzaman da gelirdi. Pir Efendimiz sedire otururdu. Bediüzzaman hürmetinden dolayı kapı dibine diz çökerdi. Sohbet bazen çok ilerlerdi. İlerlediği zaman Bediüzzaman Hazretleri “Efendi Hazretlerini yormayalım!” der, Pir Efendimiz de istirahata çekilirlerdi. Sohbeti Bediüzzaman devam ettirirdi. Kendisi Pir Efendimizden Kadirilik sulükü üzere terbiye almıştı zaten.

E.C. : Bediüzzaman Hazretleri sık sık gelir miydi dergâha?

H.Efendi : Bediüzzaman Hazretlerin on-on beş günde veya ayda bir defa mutlaka dergâha gelirdi.

E.C. : Yani bizzat buna kendiniz şahitsiniz?

H.Efendi : Evet efendim, o Pir Efendimizin Kadiri müntesibiydi. Merhum Bediüzzaman, Pir Efendimizin şehadetinden çok sonraları Kastamonu’ya gelmişti. Bizim köyümüzde bir hoca var, onu ziyarete gitmiş, yağ, peynir, yoğurt götürmüş ama Bediüzzaman kabul etmemiş. Köye dönünce; “Bediüzzaman diye biri gelmiş, ziyarete gittim, iyi biri, ama götürdüğüm hediyeleri kabul etmedi!” dedi. “Ben bir şeyler hazırlayayım da götür” dedim. “Peki, dedi ama bir şey almıyor ki!” dedi. “Sen karışma götür” dedim. Zaten Bediüzzaman ona; “Sizin köyde efendi olarak biri var mı?” diye sormuş, o da benim adımı vermiş. Neyse bizim hanım tereyağı, çörek, yumurta, peynir falan hazırladı ve hoca onları Bediüzzaman’a götürdü. Bediüzzaman kabul etmiş ve “Şuraya koy” demiş. Hiç kimseden hediye almamış hâlbuki. Beni dergâhtan tanıdığı için hediyeyi kabul etmiş.

E.C. : Yani sizi hatırladı Bediüzzaman.

H.Efendi : Evet, dergâhtan hatırlamış. Şimdi size bir olay anlatayım, izin verirseniz.

E.C. : Buyrun efendim, estağfirullah!

H.Efendi : Kayseri’nin Develi kazasından iki hoca Ramazanda İstanbul’u ziyarete gelmişler. Mevsim kıştı.

E.C. : Dergâha mı?

H.Efendi : Hayır İstanbul’a. Cerre gelmişler. Ramazan-ı şerif bitmiş, bayram olmuş, aldıklarını yemişler, hiç paraları kalmamış. Bayramın ikinci günü bu iki hoca efendi geldi. “Biz Kayseri’nin Develi kazasındanız, ziyarete geldik. Ekmek paramız da tükendi. Memlekete mektup yazdık, para gönderecekler, sonra gideceğiz. Burada kalmak arzu ediyoruz” dediler. “Hay hay!” dedik, Pir Efendiye bildirdik. “Münasiptir” dediler iki akşam kaldılar. Ertesi gün Efendi Hazretleri beni çağırdı, gittim. “Şu iki yirmi beş liradan elliliği al, ben çıktıktan sonra o efendilere bu parayı ver” dedi.

E.C. : Onlar Efendi Hazretleriyle özel olarak görüşmediler mi?

H.Efendi : Yok yok, öyle özel görüşme yok. Yirmi beş liralıkları aldım, sohbet bitince Efendi Hazretleri ayrıldı. Parayı hoca efendilere verdim, birisi ağladı, öteki üzüldü. Ertesi gün Efendi Hazretlerinin elini öpüp gittiler. Yani Efendi Hazretlerinin hali buydu.

E.C. : Evet efendim. Başka ilginç hatıralarınız var mı?

H.Efendi : Pir Efendimiz Bursa’ya gitti. Kimse yok. Telgraf geldi. İskeleden haber geldi. “Reşit Paşa vapurunda on koyun, dört inek var gelin alın bunları, size gönderilmiş!” diye. Vapur denize açılacak, sıkıntı olacak. Rüştü Efendi vardı. “Hadi seninle gidelim!” dedim, gittik. “Şeyh Esat Efendinin mührü varsa veriyoruz, yoksa vermiyoruz” dediler. Gittik mühürcüye, tarif ettim mührü hazırlattım. Mührü aldık, muameleyi yaptık, koyunları, hayvanları çıkardık. Adam tuttuk, dergâha geldik, ondan sonra Efendi Hazretleri Bursa’dan dönünce “Böyle böyle oldu” dedik, tebessüm etti. Sonra yaptığım mühre baktı; “Ne güzel benzetmişsin!” dedi.

E.C. : Ne güzel, incitmeden, bu kadar nazik bir insan, niye böyle yaptırdın diye azarlamıyor.

H.Efendi : Evet, sonra; “Bu sende kalsın!” dedi “Yanında kullanırsın” dedi.

E.C. : Yani bir tür yetki veriyor.

H.Efendi : Yaa en çok ta o mührü kaybettiğime acırım. Tahkikat sırasında, çekiçle ezip toprağa gömmüştüm.

E.C. : Pir Efendimizin günlük yaşayışı nasıldı efendim?

H.Efendi : Abdest alışını görmek hiç kısmet olmadı. Çünkü harem bölümünde abdest alıyordu. Kendisi sohbetlerini daima Kur’ân’ı Kerim ile hadis-i şeriflerle açardı. Şeriat ahkâmına çok dikkat ederdi. Kayseri’ye Tabur imamı İbrahim Efendiyi vekil olarak yollamıştı. Orayı irşat için. O oraya varınca tarikata itiraz etmişler, kabul etmemişler. Fakat buna rağmen de Kayseri’de Emval-i Erkan Emlak Müdürü (?) ve Hafız Abdullah Efendiler daha sonra İstanbul’a gelmişler. Mahmut Paşa yokuşunda bir otele yerleşmişler. İbrahim Efendi, Pir Efendimize anlattı, Kayseri tarikatı kabul etmiyor, diye. “Hafız Abdullah Efendiyle, Emval-i Erkan müdürü geldi, sizinle görüşecekler, tarikat hakkında sizden malumat istiyorlar” dedi. Pir Efendimiz nerde olduklarını öğrenince “Hadi kalk oğlum, hemen onları buraya getir! Eşyalarıyla gelsinler, burada misafir olsunlar!” dedi. Hemen gittik. Eşyalarıyla birlikte onları getirdik. Tahminimize göre ya dört ya da beş gün dergâhta kaldılar. Sonra tarikatı kabul ettiler. Niyeyse hocaların tarikata karşı bir kibri var.

E.C. : İlmin getirdiği kibir!..

H.Efendi : Evet, ancak orada yapılan sohbetlerde onların kibri kayboldu. Teslim oldular. İbrahim Efendi Kayseri’ye tekrar gönderildi. Orada irşatta bulundu. Daha sonra orada Kayseri reisu’l-kurrası geldi. Hatta yanında da yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk vardı. Pir Efendimiz sordu “oğlunuz mu? Torununuz mu?” diye. Reisu’l-kurra “Yok!” dedi. “Niçin getirdiniz İstanbul’a?” “Çok zeki onun için getirdim, burada iki üç ay kalacağım.” “Ne kadar oldu yanına geleli?” diye sordu, “Üç ay!” dedi.

E.C. : Dergâha mı getirmiş onu?

H.Efendi : Evet, Kelami Dergâhına. Pir Efendimiz; “Üç ayda ne öğrettiniz?” diye sordu. “Vehüve’yi öğrettim” dedi. Bunun üzerine Pir Efendimiz “maşallah tebarekallah, zeki çocukmuş! Aman bunu bırakma” dedi reisu’l-kurraya. Onlar bu minval üzerine konuşunca tuhafıma gitti. Sadece “vehüve” nin tâlimi üç ay… Hayret ettim. Şaşkın şaşkın Pir Efendimize ve Reisu’l-kurra Hafız Hayrullah Efendinin yüzlerine bakakaldım. “Ne bakıyorsun öyle oğlum?” diye sordu Hafız Hayrullah Efendi. “Efendim” dedim. “Üç harfi üç ayda öğrendiği için takdir ettiniz. Bunun hikmetini zahmet olmazsa öğrenebilir miyim?” dedim. “vehüve” dedi “iki vav ortasında bir he…. Vavlar zaten iki iki ötre, ortasındaki he’de bir ötre var, iki ötrenin arasında, bir ötreli he’yi hakkıyla çıkarmak kolay bir iş değil” dedi ve ekledi “Hikmeti işte budur. Ve bu çocuk gerçekten üç ayda öğrenebildiği için çok zeki!”

E.C. : Sanki bize göre bir “vehüve” telaffuza dıştan bakınca çok basit görünüyor gerçekten. Efendim Esat Efendi Hazretlerinin dergâhında kedi, köpek, tavuk güvercin vesaire hayvan var mıydı? Hayvanlara şefkati nasıldı?

H.Efendi : Bahçede kümeste tavuklar vardı. Ara sıra gelir, onlara şefkatle bakardı, yavrularının yemlerini bizzat verir, onlarla yakın ilgilenirdi. Çok şefkatli ve rikkatliydiler.

E.C. : Efendim gelen misafirlere karşı ilgisi, davranışı nasıldı?

H.Efendi : Efendim gayetle çok ikram ederdi misafirlerine. Onlara günde üç öğün yemek çıkarırdı. Her sofrada mutlaka 5-6 kişi bulunurdu. Dergâhta yatan da olurdu. Sahavet yerinde, ikram yerinde, ilmiyyet yerinde, gelene karşı sohbet, ona ikram yerinde, sadece o kadar gelen giden içinde bir tek kişi ağlayarak gitti. Ordulu biri. Birkaç gün kaldıktan sonra ağlaya ağlaya eşyalarını topladı gitti. Sordum Kavak imamı Hulusi Efendiye “Ne oldu?” diye. “Sorma” dedi, “Efendi Hazretleri gitsin dedi, kabul etmedi, bir tek onu kabul etmedi. O da yaşlı, sakallı bir adamdı.”

E.C. : Niye gönderdiği sır yani.

H.Efendi : Tabi efendim o bir sır. Onu biz bilemeyiz. Bir hikmeti var elbet. Bu kadar kişiye ikram edip de bir kişinin gitmesinde mutlaka bir hikmet var.

E.C. : Pir Efendimizin hangi yabancı dilleri bildiğini söyleyebilir misiniz?

H.Efendi : Arapçası, Farsçası mükemmeldi.

E.C. : Hatm-i hacegan ne zaman icra olunurdu?

H.Efendi : Cuma günleri namazdan sonra hatme yapılırdı. Hatta hatme yapılırken (Carl Vett) fotoğraf çekti. O gün pek çok kimse buna canı sıkılıp elini kolunu sallayarak gitti. Ben tabi boş verdim, aldırmadım bu fotoğraf işine. Çünkü ben Efendi Hazretlerinin yaptığını yaparım, ondan ötesine aklım ermez. Carl Vett o gün fotoğraf çekti. Çoğu kişiler fotoğraf çektirmek günah diye ikindi namazına geç gelince, Efendi Hazretleri onları ilmen ikna etti. Onlar da heykelin günah olduğunu, fotoğrafın günah olmadığını kabul edip ikna oldular.

E.C. : Çok hoşgörülü ve geniş bir insan. Ne âlim bir zat! Onlar kuru bilgi sahibi oldukları için itiraz ettiler demek zikir esnasında fotoğraf çekilmesine.

H.Efendi : Evet efendim zikir esnasında çekildi, hutbedeyken çekildi. Oğlu Mehmet Ali Efendi minberde hutbe okurken…

E.C. : Kitapta Carl Vett Müslüman olmadığını söylüyor.

H.Efendi : Olmadı, olmadı.

E.C. : Siz de öyle söylüyorsunuz. Dergâhtayken Müslüman olmadı. Ama kim bilir belki de hayatının sonraki döneminde Müslüman olmuştur. Mektubatta onunla ilgili Pir Efendimizin yazdığı mektup kalbimizde öyle bir ümit doğuruyor efendim.

H.Efendi : Kim bilir, belki de öyledir.

E.C. : Dergâhta Müslüman olmasa da zikirlere katılmış o hatırata göre.

H.Efendi : Evet zikirlere katıldı. Sohbetleri, okunan K.Kerimleri dinledi. O, murakabeyi tarif ederdi, hatta aynı odada kalıyoruz. Bir gece beni uyandırdı. “Ne var” dedim. “Dört dört” dedi, ardından “Ebubekir, Ömer, Osman, Ali dört dört” dedi.

E.C. : Hulfa-i raşidini görmüş yani.

H.Efendi : Evet Efendim rüyasında onları görmüş.

E.C. : Acayip adam efendim. Hatıratında yazdığına göre bütün dinleri gezmiş, araştırmış.

H.Efendi : Evet efendim bütün dinleri gezmiş. Bu adam Avrupa’da Taharri-i Edyan Cemiyeti’nin umumi kâtibi (genel sekreterleri) imiş. Bilgili adam, yani…

E.C. : Pir Efendimizle konuşurken tercümanlığı yapanlar kimlerdi?

H.Efendi : Münir Paşa Fransızcayı iyi biliyordu. Münir Paşa vasıtasıyla çok şeyler konuştular. Muhtar Paşa değil de daha ziyade Münir Paşa yaptı tercümanlığı.

E.C. :Mahmut Muhtar Paşa Pir Efendimize intisaplı mıydı?

H.Efendi : Bilmiyorum ama olmalıydı galiba. Ancak babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa Efendimize intisap etmişti. Ahmet Amiş Efendinin vefatından sonra (1920).

E.C. : O dönemde başka meşhurlardan hatırladığınız var mı Osmanlı Devleti ileri gelenlerinden?

H.Efendi : Efendim büyüklerden pek çok insan dergâha gelirdi. Seyyid Abdulhakim-i Arvasi, Maraşal Fevzi Çakmak’ın şeyhi Küçük Hüseyin Efendi. Şu an çoğu aklıma gelmiyor.

E.C. : Haftada kaç kez sohbet oluyordu mutad olarak?

H.Efendi : Her sabah alaturka saat 2:30 da doktor gelir Efendiyi muayene eder, lüzumlu şeyleri yaptıktan sonra saat 3’te Hafız Sadri Efendi gelirdi. Üç sayfa Kur’ân’ı Kerim okurdu. Ardından Fatiha çekilir, Efendi Hazretleri euzu-besmeleyle Allah (cc) şu ayeti kerimede şöyle buyuruyor der ve sohbeti açardı…

E.C. : İrticalen mi konuşurdu?

H.Efendi : Evet öyleydi. Konuşurken hiç not görmedim elinde. Ne kâğıt, ne kalem hiçbir şey görmedim diye yemin etsem günah olmaz. Unkapanı imamı Hoca Yusuf Efendi vardı, âlim bir zattı. Bazen Pir Efendimize itiraz ederdi. Efendimiz de şu ayette şu var, şu hadiste şu var diye, şunlar şunlar var diye genişçe açıklamalar yapar, sonunda Hoca Yusuf Efendi boynunu büker teslim olur, özür dilemek zorunda kalırdı.

E.C. : O devir uleması kıymetini takdir ediyordu yani?

H.Efendi : Evet, onun kıymetini biliyorlar, onun karşısında susup diz çöküyor, konuştuklarını dikkatle dinliyorlardı.

E.C. : Siyasetle ilgisi var mıydı?

H.Efendi : Siyasetle hiçbir alakası yoktu. Hiçbir şeye karışmıyordu. Hatta Şeyh Said isyanında bile fitne çıkmasın, kan dökülmesin diye Seyyid Abdulkadir ile Körsâdi’yi ona yolladı. Bıraksın bu işi, vazgeçsin dedi.

E.C. : Efendim özel bir sorumuz olacaktı. Dergâhta kaldığınız sürede seyr-ü sülukunuzu tamamlama fırsatı bulabildiniz mi?

H.Efendi : Maalesef hayır. Ama hamdolsun kaldığımız altı-yedi aylık sürede doya doya feyiz aldık. Sonradan oradan ayrılıp memleketimiz Kastamonu’ya geldik.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
İnkar ateşi içerisinde kıvrananlar, kendi günlerini gece etmektedirler. Başkalarının tarikatına engel olanlar da elbet yaptıklarını bulacaklardır.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Bediüzzaman'ı Mehdi ya da Müceddid olarak görenler, Esad Efendi'den tarikat dersi almasını nedense Bediüzzaman'a yakıştıramıyorlar heralde. Özellikle sorularlarisale.com isimli sitenin ehl-î tasavvufa karşı takındığı tavrın çok çirkin olduğunu söylemek gerek.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Herkes kendine yakışanı yapar ;)

Büyüklerin şahitlikleri binlerce yoruma bedeldir. Gerisi lafu güzaftır sadece.
 
Üst