Karun Öldü mü?

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
KUR’ÂN OKURKEN EN ziyade dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, âyetleri yalnız iniş anı ve iniş sebebi uyarınca düşünmemektir. Bu hususa dikkat edilmezse, bütün zamanlara ve bütün insanlara yönelik ilahî hitab, belli bir andaki belli insanlara münhasır kalıverir. ‘Esbâb-ı nüzûl’e dair çalışmaların ilahî mesajı anlama noktasında elbette çok büyük faydaları vardır; ama, dikkatsiz nazarlar için, böyle bir tehlike de sözkonusudur.


Hele hele nefislerin olabildiğince azgınlaştığı şu çağda, gafil kafalara bir tokmak gibi inen âyet-i celileler karşısında, bu tehlike daha bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Nitekim, ya doğrudan nefse dokunan, veya bizi modern çağın lâdinî fikriyatıyla doğrudan karşı karşıya getiren âyetler hakkında, onları ‘bağlamında ele almak’tan söz ediliyor. Böylesi bir yafta altında, şu asrın itiyadına esir olmuş nefis ve hevamızı âyetin hududundan kaçırma planları yapılıyor.


Oysa, âyetlerin yalnız indiği ‘bağlam’a münhasır kılınması demek, bizim o âyetten hissesiz kalışımız demektir. Meselâ Mücadele sûresinin ilk âyetlerinin, yalnız Hz. Havle ile ilgili bir olaya ve dolayısıyla fıkhî bir hükme münhasır bırakılması demektir. Oysa bu âyetler, cüz’î bir olayı küllî bir hakikatin anahtarı kılmakta; özelde her nefsin ihtiyacı olan bir dersi, Allah’ın Semî ve Basîr olduğu, herşeyi işitip gördüğü dersini vermektedir.


Keza, yine ‘iniş bağlamı’na münhasır tutulduğunda, Hucurat sûresinin ikinci âyetiyle, yalnızca Resulullah’a karşı yüksek sesle konuşan birileri hatıra gelmektedir. Oysa bu âyet, Kelâm-ı Ezelînin manidar bir âyeti olarak, bize ‘sünnet-i seniyye’ye tam bir itaati ve bid’alara bulaşmamayı da emreder. Resulullah’ın ne yapıp nasıl davrandığı ortadayken, onun davranışına zıt bir davranış tarzı geliştirmek, sesini onun sesinin önüne geçirmek değil midir? Yahut, çağın itiyadlarına mahkum olup sünnet-i seniyyeden tavizler vermek, çağın sesini Resul’ün sesine tercih etmek değil midir?


Bu bakımdan, ‘bağlamında inceleme’ gibi tumturaklı ifadelere aldanarak, her bir âyeti doğrudan bize yönelik bir hitab-ı ilahî olarak okumadığımız sürece, âyetler dünyamızı fethetmeyecek, iç dünyamız ihtizaza gelmeyecek, kalbimiz hakikate açılmayacaktır.


Pek çok Kur’ân âyeti karşısında nefsimizin bizi dûçar kıldığı bu ciddi hata, Peygamber kıssalarında özellikle yoğunlaşır. Meselâ Benî İsrail’e dair bahisler yalnızca o günün insanlarına münhasır kılınır. Bu tavrı aşanlar, bu kez, aynı kıssaları olsa olsa yalnızca Yahudi ırkına ilişkin kıssalar nazarıyla okurlar. O kıssalar ya tarihî bir olay, yahut yalnızca Yahudilerin kötü haline ışık tutan bir delil olarak görülür.


Kalb ve ruhumuza, Kur’ân’ın nuruyla nurlanmasına engel olması için yapılacak daha büyük bir kötülük, bilmem var mıdır?


Gerçekte, o kıssaların her birinde zikredilen her bir insanın şahsında, hepimize, tüm duygularımıza yönelik dersler vardır.


Çünkü, Kur’ân herhangi birinin sözü değildir. Küçücük bir incir tanesine koca bir incir ağacının programını yazan, tek bir insanı koca kâinatın küçük bir misali hükmüne getiren bir Zât-ı Zülcelâlin kelâmıdır. Onda cüz’î, geçici, ânlık birşey yoktur. Tek bir âna, tek bir olaya ve yalnızca belli insanlara bakan birşey yoktur. En cüz’î görünen âyetleri bile, bütün zamanları kuşatan ve bütün insanlara bakan küllî dersler sunmaktadır.


İnsan, bunun belki binlerce örneğinden biriyle, Kasas sûresinin son âyetlerinde karşılaşır. Bu âyetler, zahiren tek bir insanı, Kârun’u anlatır; ve ona muhatap olan iki grup insandan söz eder. Ama insan kendine ve bugününe bu kıssanın dürbünüyle baktığında, kendi içinde saklı bir Kârun’u, ve Kârunlaşmış bir çağın evrensel nefs-i emmaresini keşfeder.


Kârun, Benî İsrail’den biridir ve Hz. Musa ile aynı dönemde yaşamıştır. Hatta kimi rivayetlerde Hz. Musa’nın amcası veya amcasının oğlu olarak geçmektedir. Rabbi tarafından kendisine büyük bir servet verilmiştir. O kadar ki, hazinelerinin anahtarını dahi güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşımaktadır. Fakat, bu servet Kârun’u azdıracaktır. Hz. Musa ona, Rabbinin kendisine sunduğu bu servetten Allah yolunda infak etmesini ister. Bu, Rabbinin emridir. Ama Kârun, servetine sahip çıkarak, tek kuruş harcamaya dahi razı olmaz. Bu tavrının gerekçesi şudur:


AYET GİRECEK, KASAS, 78


"İnnemâ ûtituhû alâ ilmin indî."


"Muhakkak ki, bu, bana kendimdeki bilgi sayesinde verildi."


Kur’ân’da, Kârun’un emr-i ilahîye isyan ediş sebebi olarak bu söz aktarılır. Gerçekten, bu sözde, sonu isyana varacak manidar bir düşünce çizgisi sergilenmektedir.


Umumen Kur’ân âyetlerinden anladığımıza göre, açık açık "Bir Yaratıcı yoktur" diye işe girişen hiçbir münkir yoktur. Bir Allah’ın varlığını kabul etmemek, hiçbir aklın kaldıramayacağı derecede ağır bir deliliktir. Herşey, ‘şirk’le, Allah’ın uluhiyetine gizli-açık ortaklar koşmakla başlamakta; gerisi çorap söküğü gibi gelmektedir.


En başta İblis’i önce kibirli, sonra kâfir, ve en sonunda şeytan kılan hal budur. İblis, şeytanlığa ilk adımını zahiren doğru gibi gelen "Beni ateşten, onu topraktan yarattın" sözünün içerdiği "Ateş topraktan üstündür" hükmüyle Allah’ın yaratışını alt-üst sıralamasına koyması, ve beraberinde kendine bir üstünlük biçmesi yüzünden atmıştır. Ama, bir kez daha vurgulayalım, sözün zahirinde pek yanlış yoktur. İblis Yaratıcıyı kabul etmekte; Allah’ı kendisinin ve herşeyin Yaratıcısı olarak bilmektedir. Ama bunu biliyor olması, ‘şirk’ kapısını araladığı andan itibaren küfür ve tuğyan derelerinde yüzmesine engel olamamıştır.


Aynı şekilde, Kârun da bir Yaratıcıyı kabul etmektedir. Kendisinden servetinin bir kısmını ona o serveti veren Allah için infak etmesi istendiğinde, "Bunu ben kendim kazandım" dememiştir. Bilakis, zahirde çok masum yönler barındıran bir söz söylemiştir. Kasas sûresinin 78. âyetinde geçen bu sözde dört manidar husus vardır:


(a) "Bu, verildi." Bu söz doğrudur. Kârun "Kendim ettim, kendim buldum" dememekte; ondaki servetin Allah tarafından verildiğini kabul etmektedir. Ağzından, hâşâ, "Allah da kim oluyormuş? O mu verdi ki istiyor?" gibi bir söz çıkmamaktadır.


(b) "Bu, bana verildi." Allah’ın ona servet verdiği de doğrudur. Gerçekten, başka birine değil, ona bu servet verilmiştir. Meselâ Hârun, Musa veya Yûşâ’da değil, onda böylesi bir servet vardır. Ama "Bu, bana verildi" ifadesi, tıpkı İblis’in ateşten yaratılmış olmayı topraktan yaratılmış dem karşısında üstünlük gerekçesi kılması gibi, bir seçilmişlik ve üstünlük iması taşır. Kârun, ihtimal ki, böylesi bir servetin kendisine verilmiş olmasında, kendindeki bazı özelliklerin de rol oynadığını düşünmektedir. Bu bakımdan, ‘bana verildi’de tehlike çanları çalmaya başlamış; nefis kendine bir hisse koparmış sayılabilir. Allah’ın yarattığı bir kula, Allah’ın yarattığı bir servet, Allah’ın ihsanıyla verilmiş; ama o, nefsine bir pay vererek, ‘şirk-i hafî’yi gerçekleştirmiştir.


(c) "Bu, bana, bilgi [ilm] sayesinde verildi." Burada ise, esbabperestliğin ayak sesleri duyulur. Gizli şirkin ardından, sıra, ‘esbâb şirki’ne gelir. Allah’ın birşeyi ihsan etmesi ‘ilm’ şartına bağlanır; ve bir kere ‘ilm’ olduktan sonra, Allah’ın servet vermeye mecbur olduğu düşünülür. Bu servet ‘bilgi sayesinde’ veriliyorsa, sözkonusu olayda, bilginin de hissesi vardır. ‘Bilgi sayesinde’ ifadesiyle başlayan esbab şirki, bu bilgiyi edinme vasıtası olarak görülen akıl, zeka, anne-baba, soy, okul, hayat tecrübesi, ders kitabı, öğretmen.. gibi bir dizi unsura da bir ‘etken faktör’ pâyesi verilmesiyle uzayıp gidecektir.


(d) "Bu, bana kendimdeki bilgi sayesinde verildi." Bu söz ise, nefis ve esbab şirkinin nasıl da birbiriyle kaynaştığının, küçük âlemde ene ve büyük âlemde tabiatın nasıl beraberce bizim ‘tağut’umuz haline geldiğinin özetidir. Bu sözle özetlenen nihaî düşünceye göre, Kârun’a birşey verilmiştir; ama verilmesi, ilim sayesindedir. O ilim olduktan sonra, Allah vermeye mecburdur. Eh, o ilim de Kârun’un kendisinde olduğuna göre, Allah’a karşı bir borcu yok sayılır. İş, kendindeki ilimde düğümlenmektedir. Kendindeki ilim Allah’ın olmadığına göre, Allah adına bir infak zorunluluğu duyması da gerekmez!


Kârun’a ait bu söz, Kur’ân’da ibret için önümüze sunulan başka birçok ‘şirk’ ve ‘tuğyan’ örneğinde de görüldüğü gibi, manidar bir karışım içeriródoğruyla yalanın, asılla sahtenin, hakla bâtılın garip bir karışımı. O yüzden, ortada apaçık bir küfür tablosu görünmez. Apaçık bir küfür görülmediği için ne vicdan tam anlamıyla uyanır, ne kalb tam anlamıyla titreşime geçer. Vicdana ve kalbe karşı, cevap hazırdır: "Ben bunun bana verildiğini reddetmiyorum." O halde bunu O’nun namına kullan, çağrısı geldiğinde, cevap yine hazırdır: "Ama bu, bendeki ilim sayesinde bana verildi."


Şirkin içerdiği bu ikili hal, insanın önündeki en ciddi tehlike durumundadır. Bu hal ile, bir yanda, Samed âyinesi olan kalbin ve nokta-i istinad olarak yalnız Allah’ı bulduğunda huzura kavuşan vicdanın uyarıları "Ben O’nu inkâr etmiyorum" diyerek susturulur. Ama, alttan alta, şirk derelerinden küfür girdabına ve tuğyan batağına doğru o ölümcül yolculuk devam etmektedir.


Sûrenin sonraki iki âyeti, bu çelişik durum karşısında, iki grup insandan söz eder. Bir grup insan, bu sözlerin sahibi olan Kârun karşısında, onun servetinin zahirî büyüsüne kapılmış gibidir. Kârun, bu servetin ‘kendindeki ilim sayesinde verildiği’ni anlatır ve servetini herkesin gözlerini kamaştırır biçimde sergilerken, nefislerinin iştihası kabaran ve âyette ‘dünya hayatını arzulayanlar’ olarak geçen pek çok insan, Kârun gibi olmanın özlemi içindedir. Böylesi insanların bir sonraki adımda yapacağı şey, Kârun’un bu servetin ona verilmesinde etken olarak gösterdiği ilmi edinmeye çalışmak; sonuçta, kendilerine de servet verilecek olsa, Kârun’un sergilediği tavrı ve ürettiği felsefeyi tekrarlamaktır.


Ama bir de, kendilerine Kârun gibi servet verilmeyen, ama ‘ilim verilen’ler (ûtu’l-ilm) vardır. Bu ifade, pek çok Kur’ân âyetiyle birlikte Kasas: 80’de de geçer. Bu ilm, elbette, maddî ve zahirî bir mâlûmat değildir. İman ilmidir. Marifetullahtır. Cenab-ı Hakkın tüm isimleriyle bilinmesi; o imanî marifet ışığında, küfranî fikirlerin incelikle tahlil ve teşhis edilmesidir. Kendilerine ilim verilenler, başta nebiler olmak üzere, nefisperestliği ve esbabperestliği vahye muhatap olarak aşmışlardır. Ve, gerek gizli şirkten, gerek esbab şirkinden uzaklaşmış insanlar olarak, Kârun’un isyanını ve ‘dünya hayatını arzulayanlar’ın ona özenmesini esefle izlemekte; binler veyl ve teessüf ederek, onları ‘iman edip iyi işler yapanlar’dan olmaya çağırmaktadırlar.


Sonuç, âyetin hatırlattığı üzere, ‘önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok malı olan kimseleri helâk eden’ Zât-ı Zülcelâlin Kârun’u ve avenesini helâk etmesi; ikinci güruhun esbab ve nefis şirkinin izalesiyle Muhsin-i Kerîm ve Rezzak-ı Rahîm’in yalnız O olduğunu anlaması; diğer güruhun ise imanlarına yeni bir delil ve şahid daha eklenmesidir.


Manidar bir husus, Kasas sûresinde yalnızca Kârun’a izafe edilen sözün, Zümer sûresinin 49. âyetinde, umumî bir ifade olarak belirtilmesidir. Bu ise, sözkonusu zihniyetin yalnızca Kârun’a has olmadığının; her nefse ârız olabildiğinin açık bir delilidir.


Bu ikinci âyetin ihtarını da hatırda tutarak, bir an için Kârun’un ve o günün diğer insanlarının ortamından çıkalım ve bu kıssanın dürbünüyle şu günümüze bakalım:


Bugün de, ortada, bir dizi Kârun taslağı bulunuyor. Ve her biri, bir yanda onlara verilmiş serveti başkalarının ağzının suyunu akıtırcasına sergilerken, öte yanda bu serveti nasıl hak kazandığına dair her türlü ukalâlığı her yerde sergiliyor. Ama hiçbiri, vaktiyle onlardan da fazla serveti olduğu halde şu an müflis ve beş parasız kalan veya onca servetin ölümlerine mani olmadığı insanların durumunu bir ibret olarak hafızasına kaydetmiyor. Geri kalan milyonlarca, milyarlarca insan, dünyanın neresinde olursa olsun, zenginliğe ulaşmış bu insanların şirk kokan gevezeliklerini izleyerek, ‘milyarder olma kitabı’ alarak, ekonomi dergileri ve yönetim kitapları okuyarak, işletme eğitimi görerek aynı sonuca ulaşmayı hedefliyor. Sonuçta, insanı yaratanın; insana o aklı, hafızayı, kolu, gözü verenin; insanın sahiplendiği, ama tek bir zerresinin işleyişini bile elinde tutmaktan aciz olduğu onca serveti de yaratıp verenin Kim olduğu unutuluyor. Ortalık, nefislere ve sebeplere mal edilmiş servet manzaralarıyla dolup taşıyor.


Bir bütün olarak dünyanın şu an içinde olduğu hal Hz. Musa döneminden farklı olmadığı gibi, kendi iç dünyamıza baktığımızda da, aynı kıssanın bir özetini kendimizin yaşadığını görüyoruz. Samed âyinesi olan kalb, zîşuur fıtratımız olan vicdan, Rabbimizin emrinden olan ruh birer ‘ûtu’l-ilm’ nümunesi olarak bize Rabbimizi her daim hatırlatırken, nefis tam bir Kârun olarak çalışıyor. Akıl gibi bazı duygularımız ise, akıntıya göre yön, rüzgâra göre taraf değiştiriyor. Kâh nefsin güdümüne giriyor, kâh kalb ve ruhun ikazlarıyla hakikate uyanıyor.


Ve bu hengâmda, ya kendi kalb ve ruhumuzdan, ya da ‘ûtu’l-ilm’den olarak marifetullaha mazhar olmuş insanlardan imanî bir uyarı geldiğinde, nefsimizin Kârun’u hiç mi hiç aratmayan felsefeler geliştirdiğini görüyoruz. Bize verilmiş olan bir nimet karşısında, nefsimiz, Kârun’un çizdiği tavrın bir benzerini sergiliyor.


Meselâ, Rabbimiz bize servet mi vermiş? Vicdanımız, ya da vicdanlı bir muhatabımız "Allah’a şükret, Ondan bil ve Onun adına sarfet" mi dedi? Hemencecik, o tehlikeli "İyi ama..." çarkı dönmeye başlıyor. "İyi ama, Allah çalışmayana vermez. Ben de iyi çalıştım."


Veya, Rabbimiz bizi insanların imrendiği bir makama mı ulaştırmış? Kendisine ilim verilen, esbab perdesinin gerisinde Müsebbibü’l-Esbâbı gören, herşeyde Rabbine giden bir yol bulan hakikatli bir muhatabımız "Bu makam, Onun ihsanıdır" diyecek olsun. İç dünyamızdan anında itiraz sesleri yükseliyor: "İyi ama, çok emek verdim. Gayret göstermesem, olmazdı."


Ve, bu ilk cevabın ardından, nefsimizi binlerce kez kendileriyle okşadığımız notlar sıralanıyor. Çocukluktan beri bu işe nasıl gönül verdiğimiz, ne şekilde çalıştığımız, kaç geceler nasıl uykusuz kaldığımız, hangi zorlukların üstesinden geldiğimiz, hangi hallere karşı mücadele ettiğimiz, ne gibi uyanıklıklar sergilediğimiz, nasıl da tedbirli davrandığımız.. çoğu kez dilimizde, ama en azından zihnimizde kırık plak gibi dönüp duruyor.


Bu bakımdan, insanın Kârun kıssasından hisse kapıp, şunu her daim akılda tutması gerekiyor: Eğer bu asrın Kârun’ları karşısında bir özenti duyuyor; ve büyük ya da küçük, bize birşeylerin ihsan edildiği herhangi bir noktada zihnimizin kıvrımlarında ‘bendeki ilim sayesinde bu sonuca ulaşıldı’ türünden kayıtlar taşıyorsak, Kârun’un akıbetine açık bir vaziyetteyiz demektir.


Şirk kapısını kapayıp Kârun’un akıbetinden kurtulmak ise, öncelikle bu vâkıayı dürüstçe tesbit etmemizle mümkündür. İkinci adım, Rabbimizden, Kârun’un nefislerin gözünü kamaştıran serveti karşısında kalb gözlerinin açıklığı sayesinde zerre kadar ubudiyet tavizi vermeyen Musa’nın dirayetinden, Hârun’un ferasetinden, Yûşâ’nın sadakatinden bizi de hissedar kılmasını istemek ve yönümüzü buna göre çizmek olacaktır.


Böylece, umulur ki, Rabbimiz bize de bir asâ-yı Musa versin.





Metin Karabaşoğlu
Metin KARABAŞOĞLU
www.karakalem.net
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Tespİt

KUR’ÂN OKURKEN EN ziyade dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, âyetleri yalnız iniş anı ve iniş sebebi uyarınca düşünmemektir. Bu hususa dikkat edilmezse, bütün zamanlara ve bütün insanlara yönelik ilahî hitab, belli bir andaki belli insanlara münhasır kalıverir. ‘Esbâb-ı nüzûl’e dair çalışmaların ilahî mesajı anlama noktasında elbette çok büyük faydaları vardır; ama, dikkatsiz nazarlar için, böyle bir tehlike de sözkonusudur.


Hele hele nefislerin olabildiğince azgınlaştığı şu çağda, gafil kafalara bir tokmak gibi inen âyet-i celileler karşısında, bu tehlike daha bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Nitekim, ya doğrudan nefse dokunan, veya bizi modern çağın lâdinî fikriyatıyla doğrudan karşı karşıya getiren âyetler hakkında, onları ‘bağlamında ele almak’tan söz ediliyor. Böylesi bir yafta altında, şu asrın itiyadına esir olmuş nefis ve hevamızı âyetin hududundan kaçırma planları yapılıyor.


Oysa, âyetlerin yalnız indiği ‘bağlam’a münhasır kılınması demek, bizim o âyetten hissesiz kalışımız demektir. Meselâ Mücadele sûresinin ilk âyetlerinin, yalnız Hz. Havle ile ilgili bir olaya ve dolayısıyla fıkhî bir hükme münhasır bırakılması demektir. Oysa bu âyetler, cüz’î bir olayı küllî bir hakikatin anahtarı kılmakta; özelde her nefsin ihtiyacı olan bir dersi, Allah’ın Semî ve Basîr olduğu, herşeyi işitip gördüğü dersini vermektedir.








Metin Karabaşoğlu
Metin KARABAŞOĞLU
www.karakalem.net
GÜZEL TESPİT DEĞİL Mİ?
 
Üst