dedekorkut1
Doçent
KÂLÙ BELÂ’DA VERİLEN SÖZ
SELİM GÜRBÜZER
Düşünsenize beşeri münasebetlerde sözleşme olurda Yüce Yaradan ile mahlûkat arasında sözleşme olmaz mı? Elbette olur, bikere her mahlûk boşa yaratılmadığına göre Yüce Allah’la arasında ilahi sözleşmenin olmasından gayet tabii ne olabilir ki. Hele bu mahlûk insansa bu sözleşmenin apayrı bir anlam kazanacağı muhakkak. Zira Yüce Allah ilahi emaneti dağa, taşa, toprağa yüklemeyi teklif etmiş ama gel gör ki tüm cemadat bu sorumluluğu üstlenmekten imtina etmiştir. Neden imtina ettiklerini şu ayet-i kerimenin mana ve ruhundan anlayabiliyoruz da: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve parçalanmış görürdün”(Haşr suresi, 21).
Tabii söz konusu insan olunca İlahi emaneti hiç tereddütsüz üstleniverecektir. İşte insanın diğer yaratıklardan en farklı bu yönü sayesinde cümle eşrefi mahlûkat olarak ilan edilir de. Tabii bitmedi dahası var, Yüce Yaradanın ruhlar âleminde insanla yaptığı ilahi sözleşmede diğer mahlûkata göre daha bir önem kazanıp bezm-i eleste (kâlù belâ’da) yankı bulurda. Üstelik bu sözleşme kâlù belâ’dan başlayıp kıyamete dek sürecek bir süreci kapsar bile. Yani bu demektir ki, daha insanoğlu dünyaya gelmeden Yüce Allah’ın kâlù belâ’da ruhlarla yaptığı ahit ezelden ebede akan bir sürecin ötesinde bir ahitleşmedir. Zaten dünyaya gelişimizin asıl sebebi bezm-i eleste verilen sözün ne derecede yerine getirilip getirilmemesine yönelik imtihan olmak içindir. Ta ki bu dünyada ebed müddetimiz son bulur işte o zaman maksat hâsıl olur da. Nasıl mı? Ruz-i mahşerde mizan kurulduğunda sözümüzü yerine getirip getirmediğimizin izhar olmasıyla birlikte elbet. Madem öyle, bu işi mizana bırakmadan bir mümine yaraşan dünyada iken kâlù belâ’da verilen sözün gereğini yerine getirmek yaraşır. Aksi takdirde o gün geldiğinde ilahi emaneti yüklenmekten imtina eden dağa taşa toprağa gıpta ederekten kendimizi değersiz kılıp ‘keşke bizde dağ taş toprak olsaydık’ demek durumuna düşeriz.
O gün geldiğinde ‘Ne de olsa dağ taş görünürde cansız varlıklar canı acıyacak değil ya’ diye düşünüyor olmak zorunda kalsak da, sonuçta kıyametin dehşetinden canımız sıkıştığında kendimizi muhtaç hissedip cansız addettiğimiz dağa taşa toprağa bile gıpta edeceğimiz gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle ya, gerçekten de şöyle düşündüğümüzde özü itibariyle dağ, taş, toprak statik, durağan ve hareketsiz görünüm verdiği için akla cemadat âlemi akla gelmekte iken, bitkilerde dağa taşa göre daha bir büyüme istidadı gösterdiği içindir akla nebatat âlemi akla gelmekte. Hayvanlar söz konusu olduğunda ise zaten artık canlılığın hemen hemen tüm emarelerinin üzerinde görüldüğü içindir akla hayvanat âlemi düşmesi gayet tabiidir. Şimdi burdan nereye varacağımızı az çok tahmin etmişsinizdir elbet, işin özü şu ki, her ne kadar cemadat görünürde bize cansız gibi görünse de aslında görünmeyen yüzü iyi analiz edildiğinde gayet dinamik yapıda oldukları görülecektir. Nitekim maddenin en küçük temel taşı atomun yapısına baktığımızda çekirdeğin içerisinde proton, nötron çekim gücü oluştururken etrafında dizilmiş elektronların ise harekât halinde deveran olduklarını müşahede ederiz. O halde şimdi tamda kendi kendimizi sorgulamak zamanıdır, hani cansız sandığımız cemadat durağandı, hareketsizdi, demek öyle değilmiş. Neyse ki, Kur’anı Mucizül Beyan tâ asırlar öncesinden “Sen dağları görür de onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır” (Neml suresi ayet 88) diye bildirdi de hareketsiz sanılan cemadatın hareketli olduğunu idrak etmiş olduk. Tabii dahası var. Bakın Rabbü’l Âlemin “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) diye beyan buyurmakla maddenin en küçük biriminden tutunda buna en büyük birimde dâhil tüm mahlûkatın durağan olmadığını bilakis kendine özgü bir yapı içerisinde ölçülü ve ahenkli bir şekilde hareket ettiğini idrak etmiş olduk. Şimdi gel de bu müthiş kâinat nizamının dinamizmi karşısında Yüce Allah’ın azametini ruhunda hissetme, ne mümkün. İyi ki de Kur’an’ı Muciz’ül Beyan varda bu sayede bu müthiş nizamın işleyişinden haberdar olabildik. Bu müthiş hatırlatma olmasa kim bilir kaç yüz yıl daha dağı taşı, toprağı hep böyle hareketsiz camid varlıklar olarak niteleyip yerinde çakılı zannedecektik. Kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, meğer hareket halinde deveran oldukları gibi kolon-sütun görevi yapıp dünyanın dengesini de sağlamaktalar. Kim bilir dünya dengemiz olmasaydı halimiz nice olurdu. Allah bilir ya, dünya her an, her saniye, her salise depremlerden, sel felaketlerinden, fırtınalardan, geçilmeyecekti. Besbelli ki bir ilahi güç tüm mevcudata ‘denge içerisinde olun’ diye talimat vermiş olsa gerek ki, milim sapmadan ilahi talimatın gereğini yerine getirmek için deveran oluyorlar. Örnek mi? İşte dünyamız 23,5 derecelik bir eğimle bir yandan kendi ekseninde deveran olurken diğer yandan da güneş etrafından seyr-i âlem eylemekte. Böylece bu sayede dünyamız kendi ekseni etrafında yirmi dört saatlik yaptığı bir turluk deveranla hem günlüğümüz hem de namaz vakitlerimiz belirlenirken, güneş etrafında 365 gün dönmesiyle de hem yıllığımız hem de bir yıllık yaşımız belirlenmekte. Ne diyelim işte görüyorsunuz ilahi sözleşme nedir diye sorulduğunda bunun cevabı tüm kâinat okumalarında gizlidir elbet. Yeter ki kâinatta olan biteni doğru okumaya çalışalım bak o zaman ezelden ebede yapılan tüm ilahi sözleşmelerin idrakine ve bilincine ermiş oluruz da. Öyle ya, madem tüm mevcudat Rabbi ile olan sözleşmenin gereği eşrefi mahlûkat insana hizmet için deveran olmuşken, bu arada bize de bu müthiş kâinat nizamını doğru okuyup nimetlerinden faydalanmak düşer.
Evet, tüm dengeler eşrefi mahlûkat insan için ayarlanmış. Allah korsun şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyıla kalmadan erimeye yüz tutup denizleri buzla kuşatacaktı. Ya da dünyanın eğimi 22 derece olduğun varsayalım, bu kez ekvatora yakın bölgeler hariç Avrupa kıtasının tamamına yakını buzul kütleleri istila edecekti. Haydi, eğimden vazgeçtik, varsayalım ki dünyamız kendi ekseni etrafında 24 saatte değil de 30 saatte turunu tamamlamış olsa bak o zaman gümbürtüyü, fırtınalar ve kasırgalardan başımızı alamayacaktık. Peki, 20 saatte tamamlamış olsa ne olur? Allah korusun bu kez dünyamız kuraklık baş gösterip açlık sefalet diz boyu olacaktı. İşte tüm bu ihtimali örnekler bize gösteriyor ki; kâinat dengesi bir ilahi sözleşmeyle bir kurala ve bir nizama bağlanmıştır. Dolayısıyla Yüce Rabbimize bize bahşettiği tüm nimetlerinden dolayı ne kadar şükretsek azdır.
SELİM GÜRBÜZER
Düşünsenize beşeri münasebetlerde sözleşme olurda Yüce Yaradan ile mahlûkat arasında sözleşme olmaz mı? Elbette olur, bikere her mahlûk boşa yaratılmadığına göre Yüce Allah’la arasında ilahi sözleşmenin olmasından gayet tabii ne olabilir ki. Hele bu mahlûk insansa bu sözleşmenin apayrı bir anlam kazanacağı muhakkak. Zira Yüce Allah ilahi emaneti dağa, taşa, toprağa yüklemeyi teklif etmiş ama gel gör ki tüm cemadat bu sorumluluğu üstlenmekten imtina etmiştir. Neden imtina ettiklerini şu ayet-i kerimenin mana ve ruhundan anlayabiliyoruz da: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve parçalanmış görürdün”(Haşr suresi, 21).
Tabii söz konusu insan olunca İlahi emaneti hiç tereddütsüz üstleniverecektir. İşte insanın diğer yaratıklardan en farklı bu yönü sayesinde cümle eşrefi mahlûkat olarak ilan edilir de. Tabii bitmedi dahası var, Yüce Yaradanın ruhlar âleminde insanla yaptığı ilahi sözleşmede diğer mahlûkata göre daha bir önem kazanıp bezm-i eleste (kâlù belâ’da) yankı bulurda. Üstelik bu sözleşme kâlù belâ’dan başlayıp kıyamete dek sürecek bir süreci kapsar bile. Yani bu demektir ki, daha insanoğlu dünyaya gelmeden Yüce Allah’ın kâlù belâ’da ruhlarla yaptığı ahit ezelden ebede akan bir sürecin ötesinde bir ahitleşmedir. Zaten dünyaya gelişimizin asıl sebebi bezm-i eleste verilen sözün ne derecede yerine getirilip getirilmemesine yönelik imtihan olmak içindir. Ta ki bu dünyada ebed müddetimiz son bulur işte o zaman maksat hâsıl olur da. Nasıl mı? Ruz-i mahşerde mizan kurulduğunda sözümüzü yerine getirip getirmediğimizin izhar olmasıyla birlikte elbet. Madem öyle, bu işi mizana bırakmadan bir mümine yaraşan dünyada iken kâlù belâ’da verilen sözün gereğini yerine getirmek yaraşır. Aksi takdirde o gün geldiğinde ilahi emaneti yüklenmekten imtina eden dağa taşa toprağa gıpta ederekten kendimizi değersiz kılıp ‘keşke bizde dağ taş toprak olsaydık’ demek durumuna düşeriz.
O gün geldiğinde ‘Ne de olsa dağ taş görünürde cansız varlıklar canı acıyacak değil ya’ diye düşünüyor olmak zorunda kalsak da, sonuçta kıyametin dehşetinden canımız sıkıştığında kendimizi muhtaç hissedip cansız addettiğimiz dağa taşa toprağa bile gıpta edeceğimiz gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle ya, gerçekten de şöyle düşündüğümüzde özü itibariyle dağ, taş, toprak statik, durağan ve hareketsiz görünüm verdiği için akla cemadat âlemi akla gelmekte iken, bitkilerde dağa taşa göre daha bir büyüme istidadı gösterdiği içindir akla nebatat âlemi akla gelmekte. Hayvanlar söz konusu olduğunda ise zaten artık canlılığın hemen hemen tüm emarelerinin üzerinde görüldüğü içindir akla hayvanat âlemi düşmesi gayet tabiidir. Şimdi burdan nereye varacağımızı az çok tahmin etmişsinizdir elbet, işin özü şu ki, her ne kadar cemadat görünürde bize cansız gibi görünse de aslında görünmeyen yüzü iyi analiz edildiğinde gayet dinamik yapıda oldukları görülecektir. Nitekim maddenin en küçük temel taşı atomun yapısına baktığımızda çekirdeğin içerisinde proton, nötron çekim gücü oluştururken etrafında dizilmiş elektronların ise harekât halinde deveran olduklarını müşahede ederiz. O halde şimdi tamda kendi kendimizi sorgulamak zamanıdır, hani cansız sandığımız cemadat durağandı, hareketsizdi, demek öyle değilmiş. Neyse ki, Kur’anı Mucizül Beyan tâ asırlar öncesinden “Sen dağları görür de onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır” (Neml suresi ayet 88) diye bildirdi de hareketsiz sanılan cemadatın hareketli olduğunu idrak etmiş olduk. Tabii dahası var. Bakın Rabbü’l Âlemin “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) diye beyan buyurmakla maddenin en küçük biriminden tutunda buna en büyük birimde dâhil tüm mahlûkatın durağan olmadığını bilakis kendine özgü bir yapı içerisinde ölçülü ve ahenkli bir şekilde hareket ettiğini idrak etmiş olduk. Şimdi gel de bu müthiş kâinat nizamının dinamizmi karşısında Yüce Allah’ın azametini ruhunda hissetme, ne mümkün. İyi ki de Kur’an’ı Muciz’ül Beyan varda bu sayede bu müthiş nizamın işleyişinden haberdar olabildik. Bu müthiş hatırlatma olmasa kim bilir kaç yüz yıl daha dağı taşı, toprağı hep böyle hareketsiz camid varlıklar olarak niteleyip yerinde çakılı zannedecektik. Kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, meğer hareket halinde deveran oldukları gibi kolon-sütun görevi yapıp dünyanın dengesini de sağlamaktalar. Kim bilir dünya dengemiz olmasaydı halimiz nice olurdu. Allah bilir ya, dünya her an, her saniye, her salise depremlerden, sel felaketlerinden, fırtınalardan, geçilmeyecekti. Besbelli ki bir ilahi güç tüm mevcudata ‘denge içerisinde olun’ diye talimat vermiş olsa gerek ki, milim sapmadan ilahi talimatın gereğini yerine getirmek için deveran oluyorlar. Örnek mi? İşte dünyamız 23,5 derecelik bir eğimle bir yandan kendi ekseninde deveran olurken diğer yandan da güneş etrafından seyr-i âlem eylemekte. Böylece bu sayede dünyamız kendi ekseni etrafında yirmi dört saatlik yaptığı bir turluk deveranla hem günlüğümüz hem de namaz vakitlerimiz belirlenirken, güneş etrafında 365 gün dönmesiyle de hem yıllığımız hem de bir yıllık yaşımız belirlenmekte. Ne diyelim işte görüyorsunuz ilahi sözleşme nedir diye sorulduğunda bunun cevabı tüm kâinat okumalarında gizlidir elbet. Yeter ki kâinatta olan biteni doğru okumaya çalışalım bak o zaman ezelden ebede yapılan tüm ilahi sözleşmelerin idrakine ve bilincine ermiş oluruz da. Öyle ya, madem tüm mevcudat Rabbi ile olan sözleşmenin gereği eşrefi mahlûkat insana hizmet için deveran olmuşken, bu arada bize de bu müthiş kâinat nizamını doğru okuyup nimetlerinden faydalanmak düşer.
Evet, tüm dengeler eşrefi mahlûkat insan için ayarlanmış. Allah korsun şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyıla kalmadan erimeye yüz tutup denizleri buzla kuşatacaktı. Ya da dünyanın eğimi 22 derece olduğun varsayalım, bu kez ekvatora yakın bölgeler hariç Avrupa kıtasının tamamına yakını buzul kütleleri istila edecekti. Haydi, eğimden vazgeçtik, varsayalım ki dünyamız kendi ekseni etrafında 24 saatte değil de 30 saatte turunu tamamlamış olsa bak o zaman gümbürtüyü, fırtınalar ve kasırgalardan başımızı alamayacaktık. Peki, 20 saatte tamamlamış olsa ne olur? Allah korusun bu kez dünyamız kuraklık baş gösterip açlık sefalet diz boyu olacaktı. İşte tüm bu ihtimali örnekler bize gösteriyor ki; kâinat dengesi bir ilahi sözleşmeyle bir kurala ve bir nizama bağlanmıştır. Dolayısıyla Yüce Rabbimize bize bahşettiği tüm nimetlerinden dolayı ne kadar şükretsek azdır.