Kahvaltı Duası

ahze21

Yasaklı
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
550
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
46
Ahmet Alp Altay

Hiç unutmam o günü. O lüks arabasıyla beni yürürken görmüş ve durmuştu. Sohbet ede ede okula varmıştık. O gün her zamankinin aksine öğretmen masası kahvaltılık malzemelerle doluydu. Herkes geldikten sonra okulun müstahdemi olan Feride Hanım durumu izah etti. “Babam ve annem geçen hafta, sizlere ömür, vefat ettiler. Derler ki, ‘Ölmüş akrabalarınızın ötede aç kalmamalarını istiyorsanız burada onlar için birilerine yemek verin.’ Müdür Bey’den zor izin aldım ama rica ediyorum, Allah rızası için, size hazırladığım kahvaltıdan yiyin, için ve onlar için dua edin.”
Öğretmen arkadaşların çoğu Allah razı olsun diyerek dualarını eksik etmeyeceklerini ifade ettiler. Bülent Bey dışında. Baktım yüzü ekşiydi. ‘Ne oldu?’ dedim. Bana dönerek ‘ Hocam! Hangi çağda yaşıyoruz? Dua acizlerin işi’

“Anne ve babam vefat ettiğinde tek damla gözyaşı dökmedim. Bunu kabullenmek lazım. Onlar toprak oldular. Ne bir duam ulaşır onlara ne de bir gözyaşım.” dedi. Ona göre herkes bir gün kabul etsin, etmesin yok olacaktı. Sevgi bile.
Kendisiyle, her ne kadar, dünya görüşümüz çok farklı da olsa uzun süreler sohbet ederdik. Bazen o ve hanımı bize gelirdi, bazen de biz onlara gider bir yudum çay ile saatler akıp giderdi. O, dünyanın maddi ve göze hoş gelen yüzünden, rejimlerden ve teknolojik gelişmelerinden mevzular açar, insanların ne kadar da kudretli varlıklar haline geldiklerinden bahsederdi. Ben ise, bu kadar rejimin ve teknolojik gelişmenin aslında insanları ne kadar acizleştirdiğinden ve çağdaş köleler haline döndürdüğünden bahseder, asıl hayatın kaynağı olan dua ve ibadetten uzaklaştırdığını, ona anlatmaya çalışırdım. Fakat heyhat! İkimiz de muvaffak olmazdık.
Hanımı da kendisi gibi öğretmendi. Aynı fikir doğrultusunda yola düştükleri yoldaş dediği insanların arasında onu tanımış ve sevmiş. O günden beri can yoldaşı olmuşlar birbirlerinin.
Çok severlerdi birbirlerini. Bir çocuk nasip edilmemişti onlara ama bu durum onların birbirlerine daha da sıkı bağlanmalarına sebep olmuştu. Bazen Bülent Bey onun ne kadar modern görüşlü ve de aydın bir hanım olduğundan bahisler açar dakikalarca onu anlatıp dururdu. Aralarındaki muhabbet dışarıya da aynen yansırdı. Yüz yüze konuşurlarken, telefonda söyleşiyorken birbirlerine hitapları her zaman ‘bir tanem, gülüm gibi olurdu.
Hayalini kurdukları ideal toplum tipini oluşturmaya çalışıyorlardı. Bir çocukları olsaydı onu nasıl çağdaş fikirli yetiştireceklerini planlardı. Hayatlarında maneviyata sadece mistik müzik dinleyecek kadar yer vardı. Maneviyat onlara göre mistisizmden başka bir şey değildi.
Şık giyimi, alafranga tavırları ve düzgün diksiyonuyla Bülent Bey hemen fark edilirdi. Başı önde yürümez, dik yürürdü. İçinde büyümüş olduğu toplum ve ailesi gibi o da modern düşünceye ve özgürlüğe taraftardı. Öğrencileriyle baş başa yaptığı sohbetlerde de bu konuyu işlerdi. ‘Hepiniz özgür bireylersiniz. Kendi iradelerinizi kullanmalısınız. Gericiliğe ve aslen yok olan dua gibi acizlerin limanı olan basiretsizliğe düşmemelisiniz. Çok kitap okumalı, çalışmalı ve zengin insanlar olmalısınız. İşte o zaman saadet denen meçhul ana ulaşabilirsiniz.’
Bizimle yaptığı sohbetlerde de: ‘Çocuklar karanlık değil aksine gelişmelerin aydınlattığı bir çağa gözlerini açıyorlar. Fakat sonra aileleri onları aydınlık dünyada gelenek ve görenek karanlığına duçar ediyorlar. Onları ailelerinden ve karanlık dünyalarından kurtarmak gerek. Hepsini aydınlık bireyler haline getirmeli. Bunun için çalışmalı.’ derdi.
Talebeleri de Bülent Bey’i çok severdi. Teknolojik çalışmalardan ve magazin haberlerinden seçmeler yapması çocukları mest eder ağzı açık dinlerlerdi onu.
Bir gün hanımının hastalandığını duyduk.
Ailece hastaneye gittik. Başında öylece duruyordu. Ses ettim, kalktı ve yanıma geldi. ‘Kanser’ dedi, sesini titremesine engel olamadan. İçim o an cız etti. Gözlerini benden uzaklaştırmaya çalıştı. Onun dua hakkında düşüncelerini unutarak ‘duamız sizinle.’ Dedim. Beni duymazlıktan geldi. İçinde bulunduğumuz hastanenin imkânlarından bahsetmeye başladı ve doktorların alanlarında ne kadar uzman olduklarından. Yüzüne baktım; bir endişeyi okuyabiliyordum ama sözleri bunu doğrulamıyordu. Yüzündeki ızdırabı saklamakta başarılı değildi. Teselliye ihtiyacı olmadığını kibar bir şekilde ifade etti. Yanından ayrılırken ‘unutma. Bir şeye ihtiyacın olursa hemen gelirim.’ Diyerek ayrıldım. Asansörü beklerken bir şey söylemeyi unuttuğumu hatırlayarak geri döndüm. Odanın kapısı aralıktı. Hanımının yanına oturmuştu ve elleri avuçlarında, başını üzerine eğmiş içli içli ağlıyordu. Bozamadım o anlarını.
Bir hafta sonra Bülent Bey’in hanımının vefat haberini aldık. Cenazesinde bulunduk. Bülent Bey’ i aradı gözlerim fakat bulamadım. Cenazesine gelmemişti. Mezar başında sadece hanımının anne ve babası ve akrabalarından birkaç kişi vardı. Hoca efendi Kuran’dan sureler okurken onların yüzlerine baktım; ağlıyorlardı.
Bir hafta Bülent Bey’siz geçti okulda. İdareye sorduğumda ‘izinli’ dediler. Telefonunu aradığımda hep kapalıydı. Bir inziva olmalı düşündüm. Bir kendini dinlendirme. Belki yorgunluğunu atma.
Bir gün sabah yine erken kalkmış ve okula gitmiştim. Okulun dış kapısından girdiğimde gözüme çok tanıdık bir araba ilişti. Heyecanla sınıflara baktım. Öğretmenler odasına girdiğimde masanın üzerinin en güzel kahvaltılıklarla döşenmiş olduğunu gördüm. Bir koltukta başı önünde, gözünden boncuk boncuk yaş dökülen Bülent Bey oturuyordu. Ağlıyordu. ‘Bülent Bey’ dedim. Başını kaldırdı bana baktı. Yüzündeki gözyaşları çenesinden gömleğine ve kravatına damlıyordu. Beni görünce tebessüm etti ve ayağa kalkarak bana doğru yürüdü. Gözyaşlarını silmeye çalışarak biraz güldü. El ele tutuştuk ve birbirimize baktık. Yüzündeki kederi görebiliyordum. Bakmaya dayanamadı, başını omzuma dayadı ve ağlamaya başladı yine. Bir süre sonra sakinleşti ve şöyle dedi:
‘’Sebebsiz hiçbir şey olmazmış. Can yoldaşım olan biricik eşimin ölümü içimde fırtınalara yol açtı. Durulmadı hiç. Kendimle çatışıyordum. Şimdi o çok sevdiğim eşim, tıpkı annem ve babam gibi toprak olup yok olacak. O, senelerin yüzündeki gülücükleri yok edemediği insanı bir daha göremeyecek miydim? Bunlar benim senelerdir inandığım biricik imanımdı.
Ama ben gerçekte bugüne kadar hiç yalnız kalmamıştım. Hanımımı yoğun bakıma aldıkları gün odada yapayalnız kalmıştım. Bir gün sonra öldüğünü söylediler. Eve yalnız döndüm ve yalnız başına yattım ilk defa o gece. Bir başıma ben ve derin efkarım. Hayat ne kadar da boştu. Koca kainat ne kadar anlamsız geldi. Her şey bu kadar da anlamsız bir mezar taşının üzerinde yazanlar kadar olmamalıydı.
Bu dünyaya gözlerini kapar kapamaz, başka âleme gözlerini açacağına, orada bütün sevdiklerini, sevgilerini bulacağına inanmak arzusu doğmuştu gönlüme. Ölenlerin ayrı ayrı mezarlarda çürüyüp gittiklerini düşünmek benim kalbimde eşim için yer açmadığım bir şeydi.
Rüyamda o gece eşimi gördüm.
Annem ve babam gibi, cennet bağlarında geziyordu. Simalarında iç huzurunun simgesi olan tebessümler vardı. Sabah kalktığımda hissettiğim o duygu; ne saadetti Allah’ım! İnanmak ne kadar da güzeldi. Onları bir daha göreceğimi bilmek ne güzeldi.
İnanır mısın güzel dostum, ben artık birbirini anlayıp sevmeyen, birbirlerine karşı sade insanlık vazifesini yapmakla yetinen insanlarla, sadece fikirlerin meşalesiyle dolan dünyaya inanmıyorum.’
Eliyle masadaki kahvaltılıkları göstererek:
‘Benim hanımım, annem ve babam için de, şu kahvaltıdan yiyip içip, dua eder misiniz? Onlar için de ‘Allah yattığı yeri cennet eylesin’ der misiniz?’
O günden sonra Bülent Bey her hafta masrafını kendisi karşılayarak kahvaltı yaptırdı öğretmen arkadaşlarına. Biz de her kahvaltıdan sonra dua ettik hem hanımına hem kendisine.
Tayini çıkmıştı ve ayrılmıştı bizden dualar eşliğinde. Uzak bir şehirde olmasına rağmen haberleşiyorduk. Şimdi oradakilere kahvaltı ziyafeti veriyor ve dua istiyormuş
 
Üst