dedekorkut1
Doçent
KADIN VE İŞ HAYATI
SELİM GÜRBÜZER
Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Ancak ne var ki çağımızda kadını erkekleştirmeye yönelik çabalar maalesef bu annelik duygularını altüst edip yerle yeksan etmekte adeta. Hele magazin dünyasına baktığımızda, sanki kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle yarış içerisindelerdir.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir kenara itilmiş yerini reklam aracı teşhircilik almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tarzı fast food yemek kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde çocuklarının başında kalma duygusunu yitirmiş durumdadır, böyle olunca da kadına pansiyon varı bir hayat daha cazip hale gelmekte. Şöyle etrafınıza baksanıza birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp ve derbeder haldedir. Gerçek hayatla alakaları yok gibisine anlık bir hayat yaşamakta. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşmasıyla mümkün olacak.
Hiç kuşkusuz kadınların en dikkat çeken yönleri yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya, bir anda erkeği kendine bend edebiliyor. Ancak bu tür çekicilikler insan nefsine hoş gelse de çoğu kez insanı nefsine esir edecek cinsten aldatıcı koz olabiliyor. Oysa gerçek anlamda içi seni yakar dışı beni misali bunların Allah indinde hiç bir kıymet değeri yoktur, yani her bir çekici unsur ruh dünyamızda karşılığı olmayan yokluk sefaletinin ta kendisi viraneliktir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an meselesidir.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler kalp kalbe karşılık gelmeyince ne sevenden, ne de sevilenden söz etmek mümkün, sadece ortada özden uzak içi boş bir beden birlikteliğinin varlığından söz edebiliriz ancak. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ortada kalplerin kaynaştığı sevgiden eser kalmayınca etrafımız bir anda hayvani arzu ve heveslerle kuşatıldığını hisseder bir haldeyiz. Hele bu kuşatılmışlık içerisinde aile bilincinden söz edelim desek burada da durum vaziyet pek iç açıcı görünmüyor, öyle ki evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Baksanıza aile yapımız öyle dağılmaya yüz tutmuş bir haldedir ki, artık ömür boyu bir baş yastıkta kocamaktan söz edemez olduk, pek çok kadının varsa yoksa biricik davası ekonomik özgürlük olmuştur. Artık ekonomik özgürlük hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte hep. İşte bu noktada Cemil Meriç şöyle der; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır.” Gerçekten de öyle değil midir, düşünsenize bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada dışarılarda avare avare dolaşır halde kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerinin farkında bile değillerdir. Bu nasıl feministlik davası ise kadınlar artık kalabalık yığınlar arasında kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Tabi feminist propaganda dünyasında kadın erkek karışık ortamlar alabildiğine medyatik kanallar aracılığıyla sürekli olarak kitlelere empoze edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Feministler kadınlar üzerinden algı operasyonu çeke dursunlar, oysa bizim açımızdan kadın hiçte başıboş bırakılacak varlıklar değildir, hem kaldı ki adı üzerinde kadın, koyun değil ki sürü misali gelişi güzel ortamlara salınıversin, bizim kültürümüzde kadın en nadide konumda konumlanması gereken başköşe taçlarımızdır. Besbelli ki; dedelerimiz, ninelerimiz bizlere “her şeyin bir usul, bir yol yordam ve bir adabı var' diye öğüt verirken laf ola beri gele türünden olsun diye bize öğüt vermemişler, bilakis onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi kadın erkek ilişkilerinde yol yordamın olması gerektiğidir. Gelişi güzel ulu ortamlarda kadının bulunması kadının ruh dünyasını alt üst edeceği muhakkak. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Cennet anaların ayakları altındadır” diye beyan buyurduğu hadis-i şerif tamda bu ruhun muhafazasına yönelik bir buyruktur. Bu ruhu koruyamayan bir kadın asla ayağı öpülür annelik konuma ulaşamaz. Yeter ki, tüm kadınlar bu ruh üzere hareket etsinler tüm evlatlar analarının ayağını altını öpmeyi kendine vecibe addeder de. Böyle addetmeyenlerse malum “özgürlük” havariliğine soyunaraktan kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse edenlerdir. Üstelik lanse ederken de kendini elit görüp anne eli öpmemeyi çağdaşlık olarak addetmekteler. Bu neyin kafası, bu neyin çağdaşlığı doğrusu şaşmamak elde değil, aslında özgürlük dedikleri şey doymak bilmeyen nefsin gemi azıya alınıp ruhun tutsak kılınmasıdır. Şimdi sormak gerekir bu mudur çağdaşlık? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, insanı nefsin hegemonyasından kurtarıp azad etmekte. Ki, bizi nefsin tasallutundan azad edecek değerler ‘hayâ, iffet, namus, adap, usul, erkân’ gibi ulvi değerlerden başkası değildir elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp engin köklü kültür kodlarımıza baktığımızda, bu tabloda ceddimizin her hal ve şartlarda hiçbir şekilde bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Mesela bir bakıyorsun ninelerimiz yeri geldiğinde kutsal addettiği değerler uğruna ‘Bacıyan-ı Rum’ kadın teşkilat yapısı içerisinde düşman süngüsüne karşı cansiperane duruş sergilemişler de. Örnek mi? İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Hakeza ninelerimiz gayet şunu da iyi biliyorlardı ki; İslamiyet asla kadına çalışma mecburiyeti yüklememiştir. İşte bu nedenledir ki ninelerimiz evin dışında çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Yetmedi gerektiğinde Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp vatan savunmasına da iştirak etmişlerdir. Derken bizim kültür kodlarımızda var olan bu öz verilik “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup böylece ninelerimiz nesiller boyu evin kraliçeleri olarak adından söz ettirmişlerdir. İyi ki de adlarından bu şekilde söz ettirmişler, derken bizde bu arada böylesi bir kültür kodu anlayışı sayesinde yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir kültürünü adet edinmiş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, kadına asıl değer katan evin baş tacı kraliçe oluşlarıdır. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi asla engel konulmaz, hatta çalışmaya koyulduğunda iş sahibine onu yücelik katacak iş verilmesi gerektiği hatırlatılır, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşürecek çer çöp işlerden mümkün mertebe uzak kalması sağlanırdı, icabında memurluk işi de verilmezdi, müdüre olması uygun görülürdü. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadının müfettişlik ya da müdüre gibi görevlere layık görülmesi kadına ne derece önem verdiğimizin bariz göstergesidir.
Anlaşılan o ki, bizim yerli kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ki ulvi makamlar gökten zembille inmez, bilakis bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde bu nasıl kadın hakları savunuculuğuysa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar vardır. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böylesi vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın bir bakıyorsun bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur hale gelmiştir. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark edebilmiştir. Zaten durum vaziyet fark edilmeyecek gibide değil, baksanıza tüm dünya sathında tüketim çılgınlığının tetikçisi vahşi kapitalizmin ortaya koyduğu o ağır çalışma şartlarından bitap hale düşmüş kadınların bu halleri öyle yüz ifadelerinden o kadar kendini belli ediyor ki; ‘Ah bir emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, yaşadığı hayattan bezmiş bir kadın ah çekmesinde ya kimler çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye görsün bu ağdan çık çıkabilirse. Ah zavallı kadınlar, meğer tüketim çılgınlığı uğruna itile kalkıla bir oradan bir oraya sürüklenerekten ne hale düşmüşler de sanki haberimiz olmamışcasına ya da ortada hiçbir şey yokmuşçasına davranmışız hep. Erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri kadınların omuzuna yüklemişiz maalesef. Bilerek ya da bilmeyerek kadınlarımızın birçoğu gelinen noktada onca ağır yükün altına girdiklerine bin pişman olmuşlar olmasına ama iş işten geçmiş olduktan sonra son pişmanlıkları ve son ahu vahları hiçbir fayda etmeyecektir. Dahası son çırpınışlar kanayan yaraya da merhem olmaz. Allah aşkına şu düştüğümüz hale bir bakar mısınız, kadınlarımızın büyük çoğunluğu evinden koparılarak hayata küsmüş buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evvel sözde kadın hakları savunucuları pişkin bir vaziyette yüzümüze karşı birde şunu demezler mi; “Aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapmalıdır.” Oysa kadın erkek eşitliğinden illa ki söz edilecekse de hiçbir şekilde cinsiyet kıyası yapmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyetinin hak hukukunu gözetecek bir eşitlikten söz etmek daha inandırıcı kadın hakları savunuculuğu olacaktır. Şayet insan haysiyet ve şerefini gözetip kollayan hak hukuk eşitlik ilkesi esasına göre bir bakış açısıyla meselelere insani yönden yaklaşırsak hiç kuşkusuz her iki cinsiyet açısından da bir ömre bedel diyebileceğimiz kıymet değer ödüllendirme ve kıymet değer eşit muameleye tabii tutmak olacaktır. İşte böylesi hak hukuk eşitliğin dışında şu iyi bilinsin ki; kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Yüce Allah (c.c) “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) diye beyan buyurmakla kadın erkek eşitliğinde tek alınacak kıstasın hak ve hukuk noktası olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden hiç kimse kadın hakları savunuculuğu hususunda sırça köşkünden oturduğu yerden ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkışmasın, bizler sadece Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerimde beyan buyurduğu ahkâm-ı şer’iyye neyse ona göre hareket ederiz. Nitekim Kur’an’da zikredilen işaret edilen ahkâm ayetlerden hareketle hak hukukun dışında asla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları eşitlemeye kalkışmayız. Zaten eşitlemeye kalkışsak da eşitleyemeyiz, baksanıza insan dünyaya daha doğa gelmeden tâ baştan doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıkları söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelirken doğum sonrasında ise kız çocuklarının erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı ve erken konuşup yürüdüğü bilinen bir vakadır. Keza her şey göründüğü gibi olmayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela kız çocuklarının beyinleri küçük olmasına küçük ama bir bakıyorsun erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa erip hayat koşusunda erken yol aldıklarını gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz bu bilinen gerçekliklere rağmen hala bir takım sözde kadın erkek eşitliği savunucuları bu bilinen fıtri farklılıkları gözden kaçırmış gözüküyorlar. Onlar fıtri ve fiziki farklılıkları gözden kaçıra dursunlar bizim için kıstas kabul edeceğimiz esasın “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.
SELİM GÜRBÜZER
Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Ancak ne var ki çağımızda kadını erkekleştirmeye yönelik çabalar maalesef bu annelik duygularını altüst edip yerle yeksan etmekte adeta. Hele magazin dünyasına baktığımızda, sanki kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle yarış içerisindelerdir.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir kenara itilmiş yerini reklam aracı teşhircilik almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tarzı fast food yemek kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde çocuklarının başında kalma duygusunu yitirmiş durumdadır, böyle olunca da kadına pansiyon varı bir hayat daha cazip hale gelmekte. Şöyle etrafınıza baksanıza birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp ve derbeder haldedir. Gerçek hayatla alakaları yok gibisine anlık bir hayat yaşamakta. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşmasıyla mümkün olacak.
Hiç kuşkusuz kadınların en dikkat çeken yönleri yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya, bir anda erkeği kendine bend edebiliyor. Ancak bu tür çekicilikler insan nefsine hoş gelse de çoğu kez insanı nefsine esir edecek cinsten aldatıcı koz olabiliyor. Oysa gerçek anlamda içi seni yakar dışı beni misali bunların Allah indinde hiç bir kıymet değeri yoktur, yani her bir çekici unsur ruh dünyamızda karşılığı olmayan yokluk sefaletinin ta kendisi viraneliktir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an meselesidir.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler kalp kalbe karşılık gelmeyince ne sevenden, ne de sevilenden söz etmek mümkün, sadece ortada özden uzak içi boş bir beden birlikteliğinin varlığından söz edebiliriz ancak. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ortada kalplerin kaynaştığı sevgiden eser kalmayınca etrafımız bir anda hayvani arzu ve heveslerle kuşatıldığını hisseder bir haldeyiz. Hele bu kuşatılmışlık içerisinde aile bilincinden söz edelim desek burada da durum vaziyet pek iç açıcı görünmüyor, öyle ki evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Baksanıza aile yapımız öyle dağılmaya yüz tutmuş bir haldedir ki, artık ömür boyu bir baş yastıkta kocamaktan söz edemez olduk, pek çok kadının varsa yoksa biricik davası ekonomik özgürlük olmuştur. Artık ekonomik özgürlük hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte hep. İşte bu noktada Cemil Meriç şöyle der; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır.” Gerçekten de öyle değil midir, düşünsenize bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada dışarılarda avare avare dolaşır halde kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerinin farkında bile değillerdir. Bu nasıl feministlik davası ise kadınlar artık kalabalık yığınlar arasında kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Tabi feminist propaganda dünyasında kadın erkek karışık ortamlar alabildiğine medyatik kanallar aracılığıyla sürekli olarak kitlelere empoze edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Feministler kadınlar üzerinden algı operasyonu çeke dursunlar, oysa bizim açımızdan kadın hiçte başıboş bırakılacak varlıklar değildir, hem kaldı ki adı üzerinde kadın, koyun değil ki sürü misali gelişi güzel ortamlara salınıversin, bizim kültürümüzde kadın en nadide konumda konumlanması gereken başköşe taçlarımızdır. Besbelli ki; dedelerimiz, ninelerimiz bizlere “her şeyin bir usul, bir yol yordam ve bir adabı var' diye öğüt verirken laf ola beri gele türünden olsun diye bize öğüt vermemişler, bilakis onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi kadın erkek ilişkilerinde yol yordamın olması gerektiğidir. Gelişi güzel ulu ortamlarda kadının bulunması kadının ruh dünyasını alt üst edeceği muhakkak. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Cennet anaların ayakları altındadır” diye beyan buyurduğu hadis-i şerif tamda bu ruhun muhafazasına yönelik bir buyruktur. Bu ruhu koruyamayan bir kadın asla ayağı öpülür annelik konuma ulaşamaz. Yeter ki, tüm kadınlar bu ruh üzere hareket etsinler tüm evlatlar analarının ayağını altını öpmeyi kendine vecibe addeder de. Böyle addetmeyenlerse malum “özgürlük” havariliğine soyunaraktan kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse edenlerdir. Üstelik lanse ederken de kendini elit görüp anne eli öpmemeyi çağdaşlık olarak addetmekteler. Bu neyin kafası, bu neyin çağdaşlığı doğrusu şaşmamak elde değil, aslında özgürlük dedikleri şey doymak bilmeyen nefsin gemi azıya alınıp ruhun tutsak kılınmasıdır. Şimdi sormak gerekir bu mudur çağdaşlık? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, insanı nefsin hegemonyasından kurtarıp azad etmekte. Ki, bizi nefsin tasallutundan azad edecek değerler ‘hayâ, iffet, namus, adap, usul, erkân’ gibi ulvi değerlerden başkası değildir elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp engin köklü kültür kodlarımıza baktığımızda, bu tabloda ceddimizin her hal ve şartlarda hiçbir şekilde bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Mesela bir bakıyorsun ninelerimiz yeri geldiğinde kutsal addettiği değerler uğruna ‘Bacıyan-ı Rum’ kadın teşkilat yapısı içerisinde düşman süngüsüne karşı cansiperane duruş sergilemişler de. Örnek mi? İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Hakeza ninelerimiz gayet şunu da iyi biliyorlardı ki; İslamiyet asla kadına çalışma mecburiyeti yüklememiştir. İşte bu nedenledir ki ninelerimiz evin dışında çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Yetmedi gerektiğinde Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp vatan savunmasına da iştirak etmişlerdir. Derken bizim kültür kodlarımızda var olan bu öz verilik “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup böylece ninelerimiz nesiller boyu evin kraliçeleri olarak adından söz ettirmişlerdir. İyi ki de adlarından bu şekilde söz ettirmişler, derken bizde bu arada böylesi bir kültür kodu anlayışı sayesinde yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir kültürünü adet edinmiş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, kadına asıl değer katan evin baş tacı kraliçe oluşlarıdır. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi asla engel konulmaz, hatta çalışmaya koyulduğunda iş sahibine onu yücelik katacak iş verilmesi gerektiği hatırlatılır, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşürecek çer çöp işlerden mümkün mertebe uzak kalması sağlanırdı, icabında memurluk işi de verilmezdi, müdüre olması uygun görülürdü. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadının müfettişlik ya da müdüre gibi görevlere layık görülmesi kadına ne derece önem verdiğimizin bariz göstergesidir.
Anlaşılan o ki, bizim yerli kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ki ulvi makamlar gökten zembille inmez, bilakis bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde bu nasıl kadın hakları savunuculuğuysa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar vardır. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böylesi vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın bir bakıyorsun bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur hale gelmiştir. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark edebilmiştir. Zaten durum vaziyet fark edilmeyecek gibide değil, baksanıza tüm dünya sathında tüketim çılgınlığının tetikçisi vahşi kapitalizmin ortaya koyduğu o ağır çalışma şartlarından bitap hale düşmüş kadınların bu halleri öyle yüz ifadelerinden o kadar kendini belli ediyor ki; ‘Ah bir emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, yaşadığı hayattan bezmiş bir kadın ah çekmesinde ya kimler çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye görsün bu ağdan çık çıkabilirse. Ah zavallı kadınlar, meğer tüketim çılgınlığı uğruna itile kalkıla bir oradan bir oraya sürüklenerekten ne hale düşmüşler de sanki haberimiz olmamışcasına ya da ortada hiçbir şey yokmuşçasına davranmışız hep. Erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri kadınların omuzuna yüklemişiz maalesef. Bilerek ya da bilmeyerek kadınlarımızın birçoğu gelinen noktada onca ağır yükün altına girdiklerine bin pişman olmuşlar olmasına ama iş işten geçmiş olduktan sonra son pişmanlıkları ve son ahu vahları hiçbir fayda etmeyecektir. Dahası son çırpınışlar kanayan yaraya da merhem olmaz. Allah aşkına şu düştüğümüz hale bir bakar mısınız, kadınlarımızın büyük çoğunluğu evinden koparılarak hayata küsmüş buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evvel sözde kadın hakları savunucuları pişkin bir vaziyette yüzümüze karşı birde şunu demezler mi; “Aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapmalıdır.” Oysa kadın erkek eşitliğinden illa ki söz edilecekse de hiçbir şekilde cinsiyet kıyası yapmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyetinin hak hukukunu gözetecek bir eşitlikten söz etmek daha inandırıcı kadın hakları savunuculuğu olacaktır. Şayet insan haysiyet ve şerefini gözetip kollayan hak hukuk eşitlik ilkesi esasına göre bir bakış açısıyla meselelere insani yönden yaklaşırsak hiç kuşkusuz her iki cinsiyet açısından da bir ömre bedel diyebileceğimiz kıymet değer ödüllendirme ve kıymet değer eşit muameleye tabii tutmak olacaktır. İşte böylesi hak hukuk eşitliğin dışında şu iyi bilinsin ki; kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Yüce Allah (c.c) “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) diye beyan buyurmakla kadın erkek eşitliğinde tek alınacak kıstasın hak ve hukuk noktası olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden hiç kimse kadın hakları savunuculuğu hususunda sırça köşkünden oturduğu yerden ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkışmasın, bizler sadece Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerimde beyan buyurduğu ahkâm-ı şer’iyye neyse ona göre hareket ederiz. Nitekim Kur’an’da zikredilen işaret edilen ahkâm ayetlerden hareketle hak hukukun dışında asla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları eşitlemeye kalkışmayız. Zaten eşitlemeye kalkışsak da eşitleyemeyiz, baksanıza insan dünyaya daha doğa gelmeden tâ baştan doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıkları söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelirken doğum sonrasında ise kız çocuklarının erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı ve erken konuşup yürüdüğü bilinen bir vakadır. Keza her şey göründüğü gibi olmayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela kız çocuklarının beyinleri küçük olmasına küçük ama bir bakıyorsun erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa erip hayat koşusunda erken yol aldıklarını gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz bu bilinen gerçekliklere rağmen hala bir takım sözde kadın erkek eşitliği savunucuları bu bilinen fıtri farklılıkları gözden kaçırmış gözüküyorlar. Onlar fıtri ve fiziki farklılıkları gözden kaçıra dursunlar bizim için kıstas kabul edeceğimiz esasın “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.