Kadın ezberleri harmanı

Ahter

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2009
Mesajlar
5,252
Tepkime puanı
186
Puanları
0
Konum
antalya
Kadın ezberleri harmanı Cihan Aktaş
cihan-aktas.jpg




Mart, "dünyaya kadın gözüyle bakma" ayı olarak takdim ediliyor. Sanki bütün kadınlar dünyaya aynı gözle bakıyor da... Aslına bakılırsa dünyaya bakış açısı ve hayattan beklentiler açısından tek bir “kadınlık” yok, tek bir “erkeklik” de yok. Genellemeler her zaman bütünüyle yanlış değil elbette, ama büyük genellemelerden üretilen klişeler sıklıkla asli gerçeğin göz ardı edilmesinin paravanı haline getirilebilir.


Sosyetenin moda ikonu ile Filipinler’de bir izbede üç kuruşa marka çanta üretmeye çalışan emekçi kadın arasındaki ortak sorunlara ve duyarlığa nasıl inanabiliriz? Kadın patronun işçisine karşı daha adil ve şefkatli olduğuna dair bir genellemeden söz edilebilir mi? TÜSİAD’ın üst düzey yöneticisi üç kadının fotoğrafı altında şöyle bir cümle okudum: “Gücün fotoğrafı erkeklikte değil kadınlıkta zuhur eder. Beyat edin.”

Nefertiti’nin dünyayı yutacakmış gibi bakan fetihçi Apollonik tek gözlü bakışını irdeliyordu Camilla Paglia, Cinsel Kimlikler/Nefertiti’den Emily Dickinson’a Sanat ve Dekadans kitabında (Epos; 2004). Bu bakış ilginç bir ayrımı ortaya koyuyor: Dünyaya fetihçi, her şeyi yutacak gibi bir bakışla bakmak veya bakmamak.

“Camın ardındaki Batılı ego; açık ve tetikte”, diye yazıyor Paglia. İslam bu konuda ne der? İvan Agueli gibi düşünüyorum. “İslam hiçbir şeyi fethetmez, İslam insanların kalbinde tabii bir şekilde yetişir, büyür.” Bu açıdan bakılacak olursa şöyle özlü bir yoruma ulaşmak da olası: İslam denildiğinde kadınların ezilmişliğini öne sürmek ve “kılıç dini” suçlamasını yapmak anakronik. Bu olgular kendi dönemlerinde her toplumda mevcut hastalıklardı. IŞİD mi? “İslam’ın Vaatleri”ne değil, Afganistan savaşı, Guantamano ve Ebu Garip’e karşılık geliyor.

İslam başka bir şeyi söylemek, bir büyük yanlışı düzeltmek için gelmişti. “O sözü unutturdular” diye söyletiyor Abdülkadir es-Sufi, Gariplerin Kitabı’ndaki başkahramanına. Yani durmuş oturmuş hiçbir şey yok dünyamızda ve biz unutulmuş olanı, unutturulanı bulmak, unutturulmak isteneni ayakta tutmakla mükellefiz.

Kadın-erkek ya da devlet-tebaa arasında; nerede olursa karşı çıkmamız gereken şeydir tahakküm ilişkisi. Aklıma sıklıkla Doğubeyazıt’ta kocası ve ailesi tarafından tuvalette ölüme terk edilen Melek geliyor. Kayınvalidesi tarafından işkence görmüş bir kadındı Melek. Burada anahtar kelime, “tahakküm.” Gücü eline geçiren yürekten yoksunsa zalimleşme potansiyeline sahip.Güçsüz düşürülmüş kadın da mustazaf konumu nedeniyle hemcinsine rekabet duyuran ortamlarda şiddetle yönelebiliyor.

Kadını erkek için yaratılmış sayan ve gerçeklere aykırı bir tasavvurla adeta bir süs nesnesi, bir uzak bahçe perisi olarak idealleştiren, böylelikle de “fabrikanın kızı”nı düşünmeyi “karşı taraf”a bırakan bir ilginç muhafazakar kadın yorumu var ki “İslam’da kadın” konuşmalarının merkezini işgal ediyor sıklıkla. Rana Kabbani ve Mohja Kahf gibi yazarlar bu tür bir söylemi oryantalist külliyat etkileşimiyle oluşturan sürecin nasıl işlediğini layıkıyla irdelediler.

Kuşkusuz kadın genellemelerini kullanışlı hale getiren, kadınlığın hor görüldüğü ve silikleştiği kültürel kalıplar ve dil. Kadınların kültüre katılımı son derece kısıtlıyken kamuya katılmalarının anlamının bir hayli yüzeysel olacağını beklemek şaşırtıcı mıdır? Umberto Eco giyim kuşama dönük toplumsal beklentilerin kadınların düşünsel yoğunlaşmasına izin vermediğini savunuyordu “Günlük Yaşamdan Sanata” kitabında.

"Her kadın çok geçmeden modanın öğrettiği çılgın ve kirletici iç gözlemin kurbanı olacaktır" diyor Kierkegaard da, “Kahkaha Benden Yana”da. Modayla ilgisi olmayanı –B. Sayyid’in ifadesiyle- “daha az kadın” olarak tanımlamaya katkıda bulunan bir ifade bu.

Benzeri bir genelleme hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. Tüketim ideolojisi tarafından yönlendirilen başarı, mutluluk ve güzellik ölçüleri baskısı nihai planda bir yarış yorgunluğu düşürüyor yüzlere. (Güzellik yarışmalarının, araba fuarlarındaki kadın modellerin topluma yaydığı imgelerinkadın hakları savunucuları tarafından Türkiye kadar az tartışıldığı başka bir ülke var mı, bilmiyorum.)

Başka genellemeler de var: Kadınlara dönük şiddeti okur-yazarlıkla ölçme alışkanlığı bunlardan biri. Kadın cinayetlerini kadınların erkekleri çıldırtan taleplerine bağlayan konformist yorum bir hayli revaçta. Cinayetle sonuçlanan cinneti tek tarafın üretemeyeceği, dahası böylesi bir cinnetin geleneksel “koca evinden ancak cenazesi çıkabilecek olan gelin” kabulüyle ilgili boyutları olacağı hatırlanmaktan uzak durulan gerçekler. Bu tür bir kabulü getiren evlilik anlayışının Asrı Saadet evliliklerinde bir dayanağı olabilirmiş gibi.


Cinsler arasında ilişkilerde velayet kavramının belirleyici olmamasının yol açtığı problemler ne tamamen modern dönemlere has ne de sadece belli bir zümre, sınıf için tahripkar bir etkiye sahip oluyor. Modern diyebileceğimiz nitelikleri haiz kadınındürüst ve kendi rızasıyla çilekeş, geleneksel diyebileceğimiz nitelikleri haiz kadının ise sessiz ve rızası sorulmadan çilekeş olduğunu düşünürüm. Mustazaf kadının zalim eşi sineye çekmesini anlayabiliriz, ama kadın modern ve özgür olduğunu öne sürüyorsa çileyi sineye çekmiyor, çeşitli sebeplerle yeğliyordur. Yukarıda değindiğim gibi dil ve ekonomik yapılar kadını güçsüz düşüren yorum ve uygulamalarla birbirlerini etkilemeye devam ediyorlar. Kadın-erkek ilişkisinin “geçindirilme” üzerinden tayini nasıl açıklanırsa açıklansın son tahlilde kadını “kaşık düşmanı” olarak tarif ediyor.

Kaldı ki kadın da evde çalışıyor, dolayısıyla erkeğin kazandığı ikisinin emeğinin ürünü, ancak evdeki iş değersiz bilindiğinden, kadının böylelikle dışavurduğu sıkıntıları basitçe “vıdıvıdı” etiketiyle geçiştiriliyor. Bu ilişki düzeyinde kadın sadece erkek için değil kendisi için de bir yük. Germaine Tillion “Harem ve Kuzenler”de anlatıyor: İslamiyet’in doğuşuyla getirdiği kadına miras hakkı layıkıyla uygulansaydı, süreç içinde başka bir evreye geçilebilirdi.

Statükonun kadınların (ya da hegemonik gücünü tehdit edecek başka herhangi bir unsurun) güçlenmesine izin vermek istememesi ve bazen de böyle bir izin verecek güçten yoksun olması anlaşılabilir. Beri taraftan kadınların önemli bir bölümünün dilinin “kurtarılma” minnetinin grameriyle bulanıklaştığı da muhakkak.

Burada yine “hangi kadın?” sorusuna geri dönüyoruz. Bizde ulusal kamu kendi değerlerine tabi olma üzerinden bir katılım şansı sunuyor ya… Neredeyse 80 yıl boyunca ulusal kamunun gözde aktörleri olan, Serpil Çakır’ın ifadesiyle “eli sopalı” öğretmenlerce eğitildik. Aslında onlar her yerdeydi. Güçlerini kişisel derinliklerinden değil, sistemin sağladığı imkânlardan alıyorlardı. Bugün onarılmaya çalışılan “Kürtçe yarası” bu tür sopalı misyoner “bayan” öğretmenlerin elinde kangrene dönüşmüştü, denilebilir.

Kurtarıldıklarına ve kurtarıcılık misyonlarına duydukları bağlılıkla fetih çabasına düşmüş, her değeri silikleştirerek ideoloji adına kapsamaya çalışıyorlardı. Mehmet Efe “Mızraklı İlmihal”de yazdı. Anadilini hor gören kadın ilkokul öğretmeninin açtığı yara sanki daha derin, daha ağulu.

Bizim zaten ağulu bir kamusal alanımız var, o nedenle de özel alanlarımız kamusaldan beslenmeye çalıştıkça solgun düştü. Şimdilerde ise bu ağulu kamu şifasını özel alanlardan dermeye çalışıyor. Mahremiyet değerlerimizin ağulu kamusal alanı değiştirip dönüştürebileceği umudunu duyabilir miyiz? Ulusçu paradigmalar çöküşe geçtiği halde bile yerine ne konulacağı bilinmediğinden hala etkinken bu konuda müspet bir cevap vermek mümkün mü? Sözgelimi çocuk “suçlular”a sağlam bir gelecek sunma şartlarını hazırlamak adına neler yaptığımızı bilmek isterdim.

Hükümetin kültürel politikaları toplumsal dönüşümü gerçekleştirmede son derece silik. Belediyeler faal ve etkili. Gelgelelim bu faaliyetler bazen son derece savruk, rastgele seçimlerle “dostlar alışverişte görsün” sahneleri sunuyor. İslami kesimin çeşitli aktörleri esefle “çalışmak için evden kopan kadın”dan söz ediyor. Aynı aktörlerin gözleri önünde “muhafazakar” belediyeler 8 Mart kutlama faaliyeti olarak başörtülü kadınlara defile seyrettiriyor ve bu şaşırtıcı tercih layıkıyla görülmüyor, eleştirilmiyor.

İSMEK’lerin etkileyici ve faydalı bulduğum faaliyetlerinin kültürden düşürülmek istenen kadına sağladıklarıyla bu defileler arasındaki uçurum baş döndürücü. Başörtülü kadınların tüketim coşkusunu yansıtan dergilerin yanı başında "şehirli haz" eksiği eleştirisinin belirmesi rastlantı olmasa gerek.

Galiba tuzu kuru steril kir pas bulaşmaz ille de başörtülü de olmayan ANAP Papatyası'nı andıran bir “muhafazakar” kadın fenomeni oluşmakta...

Kurtarıcılar tarafından bağışlananın kadın için özgürleşme anlamına gelmediğini yazmıştı Ali Şeriati. Bir kısım kadınlar bütün mahrumiyetlerine karşılık fıtratları gereği dilde ve kamusal alanda yeniden yerleşmeyi deniyor, bunun mücadelesini veriyorlar.

Büyük bedeller ödemeyi gerektiren bir varlık mücadelesi bu ve erkeklerin bile eşit şartlarda sürdürmediği böylesine zorlu bir varoluş, adeta hasarı endişe duyuran yaygın bir deprem yaşamakla aynı anlama geliyor. Bu konuda toplum olarak ihmallerimiz ve ideolojik heveslerimiz uğruna hayatın acil taleplerine göz yummanın bedellerini ödemekteyiz.

Beri taraftan kadın meseleleri üzerine bunca konuşulurken kamusal alanın hamile ve anne kadınlar açısından hala engellerle dolu olduğu görülmeli.

Bebek bakımı alanında mekânların yeniden düşünülmesi, raylı sistemin yaygınlaşması ve mesai saatleri gibi konularda yapılan iyileştirmeler umut vermekle birlikte ihtiyaç duyulanın çok gerisinde henüz. Dual Borgstena Otomotiv yan sanayi fabrikasında hamile işçilerin gördüğü muamele bir örnek. Hamile kadın işçiler gece vardiyasında ve kimi zaman fazla mesai adı altında 16 saat çalıştırılıyor.

Evrensel gazetesinde okuduğum habere göre 250 kadının ağır hakaretler, küfürler ve cinsel taciz eşliğinde çalıştığı fabrikada kreş yok. Kadın işçiler yasal hakları olan, doğum izni, süt izni gibi izinleri kullanamıyor.

Yukarıda değindim: Kadının ev içi emeğini akılla ilgili olmadığı için küçük gören telakki yüzünden birçok kadın çoktandır “ev hanımı” olarak çağrılmayı bir tür isimsizlik olarak algılıyor. Ev içi emeğinin kamusal alana dağıldığında akılla ilgili bağındaki sorgulamadan muaf hale gelmesinin başlıca açıklamaları maddi bedel ve organizasyon becerisi olmasa gerek. Bu konuya sıklıkla geri dönmek zorunda kalıyoruz:

Üretimle ve iş hayatıyla ilgili ezberlerimizi değiştiren bir hareketlilik ve mekân karmaşası yaşanıyor içinde bulunduğumuz yıllarda. Üretim ilişkileri ve üretimi değerlendirme biçimleri (Negri’nin “Porselen Yapımı”nda irdelediği gibi) günümüzde maddi olmayan emeğin (düşüncel, bilimsel, bilişsel, ilişkisel, iletişimsel, duygusal vs.) hegemonyası altında.

Dijital teknolojiyle birlikte evden çalışmak kadın kadar erkek için de tercihe şayan hale gelmeye başladı. Kuşkusuz geniş kadın kesimlerini içine alan bir tercih değil bu.

Ancak evden çalışmanın yakın geçmişe özgü gözden düşmüşlüğünü silip süpüren bir etkisi olmakta. İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişimlerin yanı sıra bilgisayara ve internete bağlı bir iş düzeninin bu alanda eğitimsiz kadın ve erkekleri nasıl baskı altına aldığını anlatıyor Luce İrigaray, “Ben Sen O”da. “…denetleyemedikleri ve anlayamadıkları kodlara boyun eğme zorunluluğu” nedeniyle oluşan bir tür hırçınlaşmayı da irdeliyor İrigaray.

Teknolojik değişiklikler bağlamında kuşaklar arası iletişimde ortaya çıkan bir tür yabancılaşmanın önemsiz ve kısmi olduğunu düşünmemek gerek. Bu sürecin dijital teknoloji kullanmaktan uzak kalan kadınları ne şekilde etkilediği üzerine yeterince çalışıldığını sanmıyorum.

Kamusal alan tarafından zaten kısmen namevcut sayılan kadınlar bu kez bir de “sanal alem” nüfusunun dışında kalıyorlar. Kuşkusuz görünür ve görünmez duvarları aşmak güçlendiriyor kimi kadınları, ancak birçoğunun da “yorgunum” diye seslendiğini duymak olası. Bu ses kime ulaşıyor acaba?

Dünyanın fethine dönük imajlar kışkırtıcı ve dört bir taraftan varlığımızı kuşatarak bizi alternatifsizliğin mutlaklığına inanmaya zorluyor. Hepimiz insanlığımızda derinleşmek üzere dünyaya fethedilecek bir alan gibi bakmamakla mükellefiz neticede, kadın veya erkek olsun. Gergin Nefertiti’nin dünyaya tek gözüyle ve hırsla bakışının yansıttığı fetihçi (kör) arzuların ikna kabiliyeti karşısında, insanlığımızı geliştirme amacımız açısından söyleyecek farklı sözlerimiz olmalı.


 
Üst