Kader Perspektifinden İslam Aleminin Geleceği

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Hemen hemen herkesin bildiği bu kıssa, Mûsa -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında geçmiş olan vak’adır. Önce mâlûmâtımızı tazelemek kabîlinden kıssayı anlatalım ve sonra da bunun bir şablon gibi Türkiye’nin, hem geçmişine ve hem de geleceğine tetâbukunu îzah edelim.

Mûsa -aleyhisselâm- Hızır -aleyhisselâm- ile arkadaşlık etmek istedi. Peygamberler Allah’ın bildirdiğini bilebilirler.Hızır -aleyhisselam-‘a ise Dünya’nın sonuna kadar ömür verilmiş ve Ona “ledün ilmi” ihsan edilmiştir. Bundan dolayıHızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisi ile arkadaşlık yapamayacağını, zira bazı hareketlerinin O’na ters geleceğini söyledi. O da böyle hallerde kendine bir suâl sormamak va’dinde bulundu. Böylece arkadaş olup, bir yola girdiler.

Önlerine bir nehir veya göl geldi. Karşıdan karşıya geçmeleri için orada hazır bulunan ihtiyar bir kayıkçıya ricâda bulundular. Kendisine verecek paraları olmadığından, bu kayıkçı, onları rızâ-yı Bârî için karşıdan karşıya geçirdi. Akşam karanlığı bastırmak üzereydi. Kayıkçı yolcularını indirdikten sonra kayığını kıyıya çekmeye uğraşırken Hızır -aleyhisselâm- orada bir miktar oyalandı. Kayıkçı evinin yolunu tutunca da onun köhne kayığını, kocaman kaya parçalarıyla kırıp sakatlattı.

Bu hâdiseyi seyreden Mûsa -aleyhisselâm- canı sıkıldı. Söz vermiş olmasına rağmen i’tizâr ile Hızır -aleyhisselâm-‘ın bu yaptığının sebebini sordu. Çünkü kendilerini bilâbedel karşıya geçirerek iyilik etmiş olan bu ihtiyarın kayığını böylece sakatlatmak akla, mantığa aykırı ve zâhir hâle nazaran yakışıksızdı.

Hızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisine sual sormamak husûsundaki taahhüdünü hatırlatmakla beraber, durumu izah etmekten geri kalmadı ve:

“-Birkaç güne kadar bu beldede harb çıkacak. Hükümet “Bana lâzımdır” diyerek milletin elindeki atı, arabayı ve kayıkları kendine alacak.

Buna “tekâlif-i harbiye” derler. Tekâlif-i Harbiye heyeti, bu kayığın başına geldiği zaman onu, şu sakatlığından dolayı beğenip almayacak. O da böylece ihtiyar kayıkçıya kalmış olacak. Kendisi bunu alâkülli hâl tâmir edip işine devam edebilecek. Bu adamın yetim torunları vardır. Onlara bu kayığın geliriyle bakmaktadır. Hem bu yetimlere bir iyilik olsun ve hem de ihtiyarın bize karşı hareketine bir karşılık teşkil etsin diye kayığı sakatlattım”dedi.

Yollarına devam ettiler. Ve güzergâhta bir köye misafir oldular. Köyde bir âile kendilerini misafir etti. Îzâz ve ikrâmda bulundu. Sabahleyin çıkıp giderken köy meydanında oynayan çocuklar arasında, bu âilenin oğullarını gördüler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerine bunca iyilik etmiş olan bu hayırsever âilenin çocuklarının kafasını kopartıp onu öldürdü.

Mûsa -aleyhisselâm- Hızır ‘ın bu tavrı karşısında yine darlandı. Binbir i’tizâr ile bu yaptığının sebebini sordu. Hızır -aleyhisselâm- Ona vaadini hatırlatmakla beraber yine de sualini cevaplandırdı ve:

“-Bu çocuk çok şerîr bir insan olacaktı. Bize iyilik etmiş olan o âile bu çocuk yüzünden rezil rüsvay olacak ve çok ızdırab çekecekti. Onu öldürerek kendilerini büyük bir belâdan kurtardım. Gençtirler; başka çocukları da olur. Hayatları boyu ızdırab çekmektense bu çocuğun ölümünden dolayı birkaç gün ağlayıp sızlamaları çok daha ehvendir.”dedi.

Yollarına devam ettiler. Bir köyden geçiyorlardı ki, o köyün halkı çoluk çocuk büyük küçük kendilerini taş yağmuruna tuttular.
“-Hırsızlar, uğursuzlar, köyümüze niye geldiniz? Defolun!” sayhalarıyla tehdidler savurdular.

Bu esnâda Hızır -aleyhisselâm- o köyde yıkılmaya yüz tutmuş olan bir bahçe duvarını alelacele taş yağmuru altında tamir edip düzeltti.
Mûsa -aleyhisselâm- son olarak bu yaptığının da sebebini izah etmesi talebinde bulundu ve hakîkaten Hızır ‘ın işlerine akıl sır ermeyeceği düşüncesiyle, bu noktada birbirlerinden ayrılmalarını kabul etti. Hızır cevâben dedi ki:

“-Senin de gördüğün gibi bu köyün halkı şerîr insanlardır. Burada iyi bir insan vardı. O da öldü. Parasını bu şerîr lerin eline geçmesin diye o duvarın arkasına saklamıştı. Duvar yıkılmaya yüz tutmuş olduğundan saklanmış olan para neredeyse meydana çıkacak ve bu kötü insanların eline geçecekti. Halbuki o adamın yetim çocukları vardır. Bunlar henüz çok küçüktürler. Bu şerîr lerle mücadele ederek babalarının parasına sahip olamazlar. Duvarı tâmir ettim ki, o yetimler büyüyüp güç kuvvet kazanıncaya kadar para saklı kalsın!”
Bu kıssa, Türkiye’nin gerçekleri muvâcehesinde değerlendirilince ortaya şu durum çıkar:

Hızır ‘ın sakatlaşmış olduğu kayık, aziz vatanımız Türkiye ‘dir. Avrupa Birliği bir Tekâlif-i Harbiyeheyeti gibi onun başında durmuş, kendisini gasbedip yutmak istiyor. Lâkin o da ihtiyar kayıkçının kayığı gibi devralmak hususunda câzip görünmüyor. Bunun sebebi Türkiye’nin 200 milyar doları aşan iç ve dış borçları ile 15-20 milyon işsizi vesâir buna benzer sebeblerdir. Onu bu hâliyle devraldıkları takdirde başlarına belâ olacağını düşünüyorlar. Bu vatanın sahibi olan milletimiz de o ihtiyarın yetimleri mesâbesindedir. Kayığını gasb olmaktan kurtarabilirsek, düzeltip yolumuza devam edebiliriz. İhtiyarın kayığını Hızır , bizim kayığımızı ise Allah sakatlatmıştır. Siz Türkiye ‘yi AB için câzib olmaktan çıkaran borç, işsizlik.. vesâireyi birtakım beceriksiz idarecilerden bilebilirsiniz. Lâkin onlar, kaderin me’mûru ve mağlûbu olduklarını bilmeden doğru yapıyorum zannederek bu neticeye ulaşmışlardır.
Kıssadaki ikinci nokta da Türkiye ‘nin geçmişine ve geleceğine aynen mutâbıktır.
Ahlâkî ve îmânî bozulma, Osmanlı’nın son zamanlarında başlamıştı.

Bu o günkü Dünya şartlarının -az çok- tabiî bir neticesiydi. Bir lâğım patlarcasına bu keyfiyette daha sonra görülen fezeyân (taşma), Osmanlı devam etseydi dahî -bu kadar olmasa bile- yine vâkî olacaktı. O zaman bütün bu seyyiât İslâm’ın itibarına zarar verecek ve sanki Onun tatbikâtının tabiî bir neticesi gibi görünecekti. Yâhud da en azından onun bu ahlâkî tereddîyi önleyemediği yolunda bir düşünce revâç bulacak ve bundan da o muazzez dâvâ itibar bakımından zarar görecekti. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:

Köylerde gençlerin bir “güveyilik elbiseleri” olur. Düğünden sonra bu elbise saklanır, normal günlerde giyilmez. Ancak şehre inildiğinde hatırlanır. Böyle bir kimse güveyilik elbiselerini giyinerek, büyük bir şehirde ameliyat masasına yatmak için hastaneye müracaat etse, ona bu mûtenâ elbiseyi çıkarttırıp âdî bir pijama giydirirler. Çünkü ameliyat neticesinde kendisinden kan, irin, cerahat boşalacak ve giydiği elbise bunlarla kirlenecektir. Kıymetli bir elbisenin bu sûretle kirlenmesi mâkul görülmez. Pijama ise, iş bitip akıntı kesildikten sonra atılabilir. Bunda bir beis yoktur.

Türkiye ‘de de aynen böyle olmuştur. Ahlâkî tereddînin -mikrop almış bir bünye gibi- yakın bir gelecekte bir mânevî ameliyatı îcâb ettireceği gerçeğinden dolayı, Cenâb-ı Hakk İslâm’ı ref’ etmiş, onun yerine bugün herkesin müştekî olduğu şu düzen teessüs etmiştir. Artık dehhâmeleşen yolsuzluk ve ahlâksızlıklardan İslâm mes’ûl değildir. Çünkü O, iktidar da değildir.

Her türlü seyyiâtın bu bozuk düzene izâfesi istisnâsız bir temâyüldür. Hatta kötülükleri yaza yaza defterler dolduğu için olacak ki, yakın bir geçmişte Tansu Çiller -sevk-i kaderle- “yeni ve beyaz bir sayfa açtığını” söylemiştir. O sayfa ve sayfalar da hortumcuların mârifetleriyle kısa zamanda sonuna kadar lebâleb dolmuş bulunmaktadır.

Bu arada mü’minler, günahlarının kefâretini teşkil edecek eziyet çektikten sonra -murâd-ı ilâhî iktizası olarak- sebepler zuhûr edecek ve ameliyat öncesi gardroba kapatılmış güveyilik elbisenin taburculuk gününde çıkartılıp giyilmesi nev’inden bir tecellîye şâhit olacaktır ki, bugünler o günlerin arefesi mesâbesindedir.

Kıssamızın üçüncü kısmı da aynen Türkiye gerçeklerinin bir fotoğrafı gibidir. Kıssadaki ölmüş iyi insan, Osmanlı ve bizim cedlerimizdir. Bizler de onun geride kalmış yetimleri gibiyiz. Henüz malımıza sahip olacak dirâyet noktasına kadar gelişmemizi tamamlamamış bulunduğumuzdan Allâhu Azimüşşân ülkemiz üzerinde “Settâr” sıfât-ı ilâhiyyesi ile tecelli etmektedir. Bu hulâsatan şu demektir:

Türkiyemiz, aslında çok zengindir. Fakat bu zenginlik, kıssamızdaki duvar altına saklı hazine gibidir. Bunu saklayan duvarı isimlendirmek gerekirse, ona “güvensizlik” diyebiliriz.
Türkiye, 70-80 milyon nüfusuyla Amerika ‘nın takrîben üçte biri kadardır. Amerika’yı üç parçaya ayırarak, Türkiye’yle eşitlesek; o parçaların her birinde halkın elindeki dolar, Türkiye’deki kadar yoktur. Üstelik dolar, Amerika’nın millî parasıdır. Mark vesâir paralar için de durum aynıdır. Şu farkla ki, o ülkelerdeki dolar vs. paralar iktisâdî hayata dâhil ve müessir olduğu halde, Türkiye’dekiler yastık altındadır. Bunun sebebi, Türk halkının kendisini idâre edenlere karşı duyduğu güvensizliktir. Bir Almanın cebinde bir tek dolar bile olmaz. Niye olsun ki!.. Çünkü kendi parasına güveni vardır. Doları Amerika’ya seyahat edecekse gider bankadan alır. Bunun manası Almanya ‘ya giren her doları devlet satın alır. Halk buna itibar etmez. Devletin satın aldığı dolarsa, markın (şimdi euro’nun) değerini takviye eden bir faktördür.

Altın için de durum aynıdır. Bir Alman’ın olsa olsa altın bir evlilik yüzüğü vardır. Alman kadınları, bizim gelinlerimiz gibi boğazlarına liraları dizseler, kollarını bileziklerle donatsalar; kocaları onları bir psikiyatrist doktora götürür. Bunun manası da, ülkeye giren her gram altının devlet tarafından satın alınması ve Alman parasının takviyesine medâr olmasıdır.

Buna ilâveten Türkiye’nin “stratejik madenleri” ni de zikretmek lazımdır. Ülkemizde bilfarz petrol beş bin metre derindeyse, biz onu -düşman telkin ve te’siriyle- üç bin metrelik sondaj makineleriyle arayıp durarak vakit kaybediyoruz. Bu bir kader plânıdır. Çünkü mü’minlerin toparlanmak için zamana ihtiyacı vardır. Onlar bir defa derlenip toparlanarak ülkeye sahip oldukları gün, halkımızla devletimiz arasındaki güvensizlik duvarı yıkılacak dövizler, altınlar işe yarar bir vasata kavuşacaktır. Aynı şekilde toprakların derûnundaki kıymetli madenler de gün yüzüne çıkacaktır.

İlâhî plânı kavramak istîdâdında olmayanların, bütün bu oluşları, Ali’nin Veli’nin zaaflarıyla izah etmeye çalışmaları bir kör döğüşünden farksızdır. Bize düşen vazife, mâruz bulunduğumuz zulümlere sabır ve tevekkülle katlanarak; bunun kendimizin ve babalarımızın günahlarına kefâret teşkil edeceği güne kadar, -kemmiyet ve keyfiyet itibariyle- hazırlığımızı ikmâl etmektir. Zira o dönüm noktasına hazırlıksız yakalanmak da bir başka vebâli ve çileyi mûcip olabilir.

C-Kader Perspektifinden İslâm Âlemi’nin Geleceği
a-Büyük Ortadoğu Projesi
Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla ortaya atılan dâvâ aslında “İslâm Âlemi Projesi” dir. Bu keyfiyet muhtevâsında Uzakdoğu’daki müslüman memleketlerinden Fas’a kadar pek çok ülkenin mevcud olmasıyla sâbittir. Peki öyleyse neden “İslâm Âlemi” adı yerine “Ortadoğu” sözü kullanılmaktadır.

Bu, sadece ve sadece yahudi emellerini setr içindir. İslâm Dünyası’na yeni bir şekil vermek istenmesinin yahudi siyâsî emelleri ve İsrail’in geleceği kadar Amerika’nın müstakbel menfaatleri de rol oynamaktadır. İsrail’in İslam Dünyası’na kendi bekasını sağlamak maksadıyla vermek istediği şekil, bütün müslüman devletleri üçe-beşe bölerek gelecekte hiçbirinin kendisi için bir tehlike arzetmemesi olduğunu daha önce bir nebze izah etmiş bulunmaktayız.

Amerika’nın menfaati ise bu âlemin tabii kaynaklarını istismardır. Şöyle ki, Dünya’da günde seksen milyon varil petrol tüketilmektedir. Bunun dörtte biri Amerika tarafından tüketildiğine nazaran o en büyük petrol müstehlikidir. İstihlâk eylediği petrolün ise ancak on iki milyon varilini çıkarabilmektedir.

Bu petrol üreticileri arasında rekor olmakla beraber Amerika yine de “petrol fakiri” dir. Günde beş buçuk milyon varil petrol çıkaran Suudî Arabistan, bunun kendisi yüzden birini bile istihlâk edemediğinden “petrol zengini” sayılmaktadır. Amerika’nın ise günlük sekiz milyon varil dışarıdan satın almak mecbûriyetinde olmaktadır. Bu miktar on yıl içinde on milyon varilin üztüne çıkacaktır. Zira bir çok kuyularında petrol tükenmeye yüz tutmuştur. Amerika, Suud petrolunü “Aramko” adıyla kurduğu bir şirket mârifetiyle çıkartmakta ve bu petrolün yüzde ellisini çıkarma külfeti mukabilinde bedelsiz alabilmektedir. Diğer müslüman memleketlerinde de aynı durumu gerçekleştirmek istemektedir. Bugün onun Saddam Hüseyin ‘i bahane ederek Irak’a girmesinin sebebi budur.

Afganistan’a yerleşme sebebini ise yukarıda izah edildiği üzere Çin ve Hindistan’ı kontrol altında tutabileceği bir üssü’l-harekeye sahip olma ihtiyacıdır. Buna ilâveten o ülkede mevcud bulunan ve yeni keşfedilmiş olan “pallatyum”adlı stratejik madeni ele geçirmektir. İsrail’in İslâm Âlemi üzerindeki plan ve düşüncelerinin yukarıda zikredilen sebeplere ilâveten bir de su ihtiyacına bağlı olduğunu burada ehemmiyetle tebârüz ettirmek gerekir. Gerçekten gelecekte Ortadoğu’da su ihtiyacı artan nüfus muvâcehesinde –daha da çoğalacak ve bu durum bilhassa İsrail için hayatî bir değer kazanacaktır.

Bugün onun Golan Tepeleri’nden sağlayabildiği içme suyu tamamıyla kifâyetsiz olduğu gibi çölü yeşertmek gâyesiyle giriştiği teşebbüsler de suya olan ihtiyacını her an arttırmaktadır.
Amerika’yı nice zamandan beri kendi siyâsî emellerine mâhirâne bir sûrette kullanmış olan İsrail, Amerika’nın petrol ihtiyacını bu devlet için bir yem gibi kullanarak onu kendi emellerine paralel bir mevkîye sevkedebilmiştir. Tıpkı 19. asır nihâyetinde İngilizlere yaptığı gibi.. Fakat Amerika, girdiği her Ortadoğu memleketinde bir bünyeye dâhil olmuş yabancı unsur gibi telakkî edilip tevâlî eden yanlışları sebebiyle “Çirkin Amerikalı” hüviyetiyle arz-ı endâm edince emellerine re’sen ulaşmak yerine bir vâsıta aramak mecbûriyetini hissetmiş ve bunun için de Türkiye’yi bulmuştur.

Yahudi siyâsî emelleri icâbı olarak bölünmüş olan İslâm Âlemi’ni daha da bölünmüşlüğe müncer olsa bile bir “ağabey”vâsıtasıyla tek elden güdümüne almak ihtiyacı Amerika için an-be-an artmaktadır. Girdiği her yerde istenmeyen bir müstevlî mevkiine düşmekten kurtulamaması, bu ihtiyacı gittikçe vazgeçilmez hâle getirmektedir. Bu sebeplerdir ki, Türkiye’yi onun tarihî mirasını kullanmak sûretiyle bu iş için bir “taşeronluk” a imâle etmeye çalışmaktadır. Son günlerde Türkiye’de laik ve kemalist bir düzen yerine “ılımlı İslâm” adıyla vâkî olan telkinlerin derûnî sebebi budur. Zira laik ve kemalist bir Türkiye, Âlem-i İslâm’da yadırganacağı cihetle bundan vazgeçmesi istenmektedir. Âlem-i İslâm’da Türkiye’yi bir “baş” durumuna getiren böyle bir projenin içinde hilâfetin yeniden ihyâ edilmesi arzusu bile mevzubahistir. Bunun için daha şimdiden gizli gizli çalışmalar başlamıştır.

Türkiye’de laikliği ve kemalizmi –âdetâ- bir“din” gibi benimsemiş bulunan bazı çevrelerin “ılımlı İslâm” ifadelerine şiddetle karşı çıkışları, henüz su yüzüne çıkmamış bulunan bu gerçeğe vukûfiyettendir.


Bize gelince, Türk millletinin yeniden ve âlemşümûl bir kudret olmasının önündeki en büyük engel, “sakîm kemalizm ve laiklik anlayışı” olduğuna nazaran, bunların bertaraf edilmesi her türlü hâlukârda zarardan çok kâr tevlid edecektir. Bir tarattan AB, kemalizmin fârik ve mümeyyiz vasfı olan “militarizm” sebebiyle onu reddetmekte, diğer taraftan da Amerika, Ortadoğudaki şahsî emellerine ulaşabilmek için bizi kullanmak istemektedir....


Kadir Mısıroğlu(üstadın yazısı kısaltılarak aktarıldı)



World's Top Web Hosting providers awarded and reviewed. Find a reliable green hosting service, read greengeeks review
 
Üst