Istasyon

laedri

Profesör
Katılım
2 Mar 2007
Mesajlar
1,487
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
lamekan
Ruhi ERİŞ



Yusuf'un iç dünyası, daha önce yaşamadığı hisler sebebiyle karışıktı. İstasyon merdivenlerinden çıkıp peronda beklemeye başladığından beri, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissediyordu. Annesini memlekete yolcu etmek için gelmişti. Annenin durumu da oğlununkinden pek farklı değildi. Ana oğul göz göze gelmemeye çalışıyordu.
...

İstasyona telâş hâkimdi. En telâşlı olanlar ise, her zamanki gibi annelerdi. Yan tarafta bir anne, oğluna kim bilir kaçıncı defa aynı tembihleri yapıyordu: "Trene binince şu valizi yukarı bagaja koy. Diğeri ayaklarının yanında dursun. Sakın karıştırma..." Genç, söylenenleri çoktan ezberlemişti. "Tamam anne karıştırmam" dedi ve çok iyi anladığını belirtmek için tekrarladı: "Konserve kavanozları, reçel kavanozları ve yiyecek erzak paketleri bu çantada. Yukarıya koysam kırılır, dökülür, etrafa saçılır." Çanta yukarıya kaldıramayacağı kadar ağırdı. Genç, mütebessim bir çehreyle kendilerini izleyen babasına döndü: "Baba sen söyle Allah aşkına, bu çanta yukarıya nasıl kalkar? Üç kişinin buraya kadar zor getirdiği bu çantaları, tek başıma trenden nasıl indireceğim? Hadi indirdim diyelim, sonrasında nasıl taşıyacağım?" Babası gülümseyen bakışlarını annesine çevirerek; "Ne yapalım oğlum ana yüreği işte." dedi ve ekledi: "Delikanlı adamsın, bulursun bir çaresini."

Biraz ötede başka bir anne, kızına son hatırlatmaları nı yaparken, bir taraftan da trenin geleceği tarafa bakıyordu: "Havalar iyiden iyiye serinledi. Gittiğin yer buradan daha soğuk. Kazaklarını valizin en üstüne koydum. Sıkı sıkı giyinmeden de sokağa çıkma. Bak az daha en önemlisini unutuyordum. Tanımadığın kişilerin verdiği yiyecek-içecekleri sakın alma."
...

Yusuf ve annesinin duygu/düşünceleri diğer seyahatlerdekinden oldukça farklıydı. Dışa yansıyan burukluk, sadece ayrılık hüznünden kaynaklanmıyordu. Yusuf göz ucuyla annesine baktı, onun da boğazında bir şeylerin düğümlendiği belliydi. Gözleri yağmaya hazır bulutlar gibiydi.

Yusuf'un babası vefat edeli altı ay olmuştu. O günlerin acısını biraz olsun hafifletmek için, evde tek başına kalan annesini yanına almıştı. Bugün de onu memlekete uğurluyordu. Annesi kırk sene sonra tek başına bir yolculuk yapacaktı. Şimdiye kadar ana-babasını bu istasyonda karşılamış, buradan uğurlamıştı. Babasıyla istasyonda yaşadıkları hatıralar taptazeydi. Bir şeyler konuşarak annesini saran hüzünlü havayı dağıtmak istedi: "Anne hatırlıyorsun değil mi? Babam olsaydı, trenin hareketinden en az bir saat önce bizi buraya getirir, bineceğimiz kompartımanın tahminî olarak duracağı yerde bekletirdi." Sözlerini bitirmeden annesi zorlukla zaptettiği gözyaşlarını salıvermişti. Babasının her yolculukta tekrarladığı; "Tren seni beklemez, sen treni beklemelisin. " cümlesini söylemesine fırsat kalmamıştı. Kırk sene her yere beraber gelip gittiği hayat arkadaşının artık yanında olmamasına alışabilmek kolay değildi. Aslında herkes için kaçınılmaz bir mukadderattı ölüm. Buna rağmen geride kalanların ona alışması zordu. "Haşir ve Âhiret inancı olmayan insanlar yakınlarının vefatlarına nasıl dayanabiliyorlar acaba?" diye düşünmekten kendisini alamadı Yusuf.

Trenin gelişinin ikindi sonrasına kayması ve sonbahar mevsiminin tesirini göstermeye başlamış olması istasyondaki manzaraya ayrı bir hüzün katıyordu. Hafiften esmeye başlayan rüzgâr, yere düşmüş yaprakları oraya buraya savuruyordu. Aslında istasyonda yaşanan hatıralar, guruba meyleden güneş, yerlerde savrulan sarı yapraklar lisan-ı hâlleriyle bu dünyada hiçbir şeyin bâki olmadığını söylüyordu. Günün ikindi vakti nasıl gelip çattıysa, ömrün ikindisi de hemen yanı başlarındaydı. Bir gün annesi, hattâ kendisi de buralarda olmayacaktı. Geride kalanlar da onu hatıralarıyla yâd edeceklerdi. Babasını kabre yerleştirirken kendisini derinden sarsan; "Yerin üstünde olan herkes fânîdir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zâtı bâkî kalır." (Rahman, 26–27) ulvî hakikatinin dersini bir kere daha ruhunda hissetti.

Hissettiklerini, seyahatleri 'bir yerden bir yere gitmek' olarak düşünen etrafındakilere anlatma arzusu kapladı içini. Evlâtlarını bir şehirden diğerine uğurlayan ana-babalar, bir gün gelecek bu dünyadan öbür dünyaya uğurlanacaklardı . Yüz sene önce bu istasyon varken, buradaki yolcuların hiçbirisi yoktu. İstasyonlar sabitti; ancak yolcular ve onları karşılayıp uğurlayanlar sürekli değişiyordu.

Daldığı düşüncelerden bir anonsla uyandı. Trenin birazdan geleceği duyuruluyordu. Yolcularda hareketlenme başlamıştı. Nihayet tren gelmiş ve yolcuları alarak, bir sonraki istasyona doğru yola koyulmuştu. Annesini uğurlayan Yusuf, yolun karşısındaki caminin minarelerinden şehre yayılan İlâhî davete icabet etti. Ötelerden kopup gelen bu lâhûtî davet, hislerine taptaze ufuklar açıyordu.
 
Üst