İstanbul'un fethi

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
İSTANBUL'UN FETHİ (29 MAYIS 1453):

İSTANBUL'UN FETHİNİ GEREKTİREN SEBEPLER:
1)- Bizans'ın Osmanlı şehzadelerini koruyarak ve kışkırtarak, taht kavgalarına neden olması,
2)- Bizans'ın Osmanlı'ya karşı düzenlenen Haçlı seferlerini teşvik etmesi,
3)- Osmanlı toprak bütünlüğünü bozan bir konumda olması (Osmanlı topraklarıyla çevrili bir ada görünümündeydi. Osmanlı'nın Anadolu'dan Rumeli'ye, Rumeli'den Anadolu'ya geçişi zordu)
4)- İstanbul'un boğaza hakim bir konumda olması ve bu yüzden Karadeniz Akdeniz su yolunun anahtarı konumunda olması.
5)Hz Muhammed’in Hadisi

FATİH'İN FETHİ KOLAYLAŞTIRMAK İÇİN ALDIĞI TEDBİRLER:
1)Bizans'a denizden gelebilecek yardımı önlemek amacıyla Anadolu Hisarı'nın karşısına Rumeli hisarını yaptırdı.
2)Bizans'a Balkanlardan gelebilecek muhtemel Haçlı yardımını önlemek için sınır boylarına akıncı birlikleri gönderdi.
3)Surlara karşılık, Şahi adı verilen büyük toplar döktürdü.
4)Haliçteki zincire karşılık donanmayı güçlendirdi. gemileri karadan yürüterek Haliç'e soktu.

İSTANBUL'UN FETHİNİ KOLAYLAŞTIRAN NEDENLER:
1)Bizans ordu ve donanmasının zayıf oluşu,
2)Kuşatma sırasında Avrupa'dan yardım alamaması.
NOT: Bizans kuşatma sırasında sadece Venedik ve Cenevizlilerden yardım alabilmiştir.
NOT: Cenevizliler kuşatma sırasında ticari kaygılarından dolayı hem Osmanlılara, hem de Bizans'a yardım etmişlerdir.

İSTANBUL'UN FETHİNİN DÜNYA TARİHİ BAKIMINDAN SONUÇLARI:
1)Bin yıllık Bizans imparatorluğu(Doğu Roma İmp.) tarihe karışmıştır.
2)Ortaçağ kapanmış, Yeniçağ başlamıştır.
3)İstanbul'dan kaçan Bizanslı bilim adamları Avrupa'da Rönesans ve reform hareketlerinin başlamasında etkili olmuşlardır.
4)Surların büyük toplarla yıkılabileceği anlaşılınca Feodalite(derebeylik) sistemi çözülmeye başlamış, Krallıklar güçlenmiştir
5.Ticaret yolları Osmanlıya geçince Avrupalılar Coğrafi Keşifleri başlattı.
İSTANBUL'UN FETHİNİN TÜRK TARİHİ BAKIMINDAN SONUÇLARI:
1)Osmanlı Devleti Yükselme dönemine girmiştir.
2)Başkent Edirne'den İstanbul'a taşınmıştır.
3)Osmanlı toprak bütünlüğü sağlanmıştır. Osmanlı'nın Anadolu - Rumeli geçişi kolaylaşmıştır.
4)-Osmanlı toprakları arasında sürekli sorun çıkaran bir fitne yuvası ortadan kaldırılmıştır.
5)Karadeniz - Akdeniz deniz ticaret yolunun denetimi Osmanlılara geçmiştir.
6)Osmanlı Devleti İslam dünyasında haklı bir şöhret ve itibara kavuşmuştur.
7)İstanbul başkent yapıldı.
8)Devlet, imparatorluğa dönüştü
 

Kimya_ı Saadet

Ordinaryus
Katılım
1 Nis 2013
Mesajlar
2,052
Tepkime puanı
219
Puanları
0
FETH-İ MÜBİN, FETH-İ ŞİRİN, FETH-İ AZİZ, İSTANBUL…

İstanbul’u bana söyletmeyin. İstanbul demek bile başlı başına bir depremdir ruhumda. İstanbul, “Zahide” ismini seven birine en büyük engel... Kalbinde dünyadan bir toprak parçasına ayrılmış bir köşe olana İstanbul dedirtmek, “işte bir imtihan daha al ve içinde sakla” demektir.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

İstanbul, en uzakken en yakın olandır. Eğer yeryüzünde bir şey olmuyorsa bu insanların yani bizlerin yapmayışındandır. Ve eğer bir şeyler oluyorsa şu arz üzerinde o olanlar da kudreti ile her şeyi kuşatanın fazlındandır. İstanbul, bize bu fazlın genişliğinden verilendir ve Rahman’ın hoşuna giden azmin, sebatın iç iklimimizdeki mevcudiyetindendir. Fatihlerin, rabıtay-ı ilahi ile güçlenmiş cisim ve ruhlarındandır. Mehmetlerin, “ol” diyenin olduracağına olan güvenindendir.

FETH-İ MÜBİN, FETH-İ ŞİRİN, FETH-İ AZİZ İSTANBUL
Tarihin gözleri var, surlarda delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...


Necip Fazıl Kısakürek

Mayıs ayının anlamı büyüktür. Her ayda bir anlam, bir tarih özelliği varsa da mayıs ayı ile hiç birini kıyas etmek mümkün olmaz. O öyle bir zamandır ki, batının kıyameti kopmuş doğunun cennet bahçelerinde nisanda tomurcuklanan en güzel gül açılmıştır o ayda.
29 Mayıs 1453. Dünyanın bildiği tarihtir. Batıda bilir, doğu da. Küçük de bilir, büyük de, yaşlı da bilir, genç de. Destandır. İmandır. Muzafferiyettir.

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul...


Necip Fazıl Kısakürek

Her fethin kendi içinde temeli, tarihi ve coğrafyası vardır. Siyaseti, şahsîdir. İstanbul’un fethindeki şahsiyet ise ilay-ı kelimetullahtır. Allah’ın adının ve hükmünün anılmadığı tek bir toprak parçasının kalmasına sabrı olmayanların, küffara karşı şedit olan şahsiyetidir. İstanbul fethinin; Kuran ve Fetih suresi temelli bu şahsiyeti, Rabbimizin “Fettah” isminin tecellisi ile cisim kazanmıştır.
“Onun beraberindekiler ise, kâfirlere karşı çok çetin, kendi aralarında son derece merhametlidirler.”(FetihSuresi, 29. Ayet)Fetih bu tecelliden sonra görünüm kazanmıştır. Karadan açılmayan yollar, aşılmayan engeller, denizden aşılmıştır.

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! ...


Arif Nihat Asya

FETHİN ANATOMİSİ, MÜSLÜMANIN KALBÎ DERİNLİĞİ
İstanbul’un fethi ilkokul kitaplarından başlayarak anlatılan, üzerinde en çok durulan fetihlerden olması münasebetiyle en bilindik fetihtir. Ancak anlatılanların dışında araştırılması gereken hususlar, düşünülmesi gereken şeyler vardır. Olay ilkokullarda derslerde anlatılanlar, liselerde ezberletilenlerle sınırlı değildir. Sonuçta gerçekleşen şey yani fetih, madde madde ezber yapılacak sonuç ve sebeplerden ibaret olamaz. Küllî bir İslam tarihi ve dünya tarihi olayı olduğu öncelikle idrak edilmelidir.Savaşın ciddi manadaki bütün sıkıntılarının kat kat yaşandığı yine de ortaya bir yılgınlığın çıkmadığı göz önünde bulundurulduğunda Fatih ve ordusunun niyet ve amel dünyası tefekkürümüzde yansıma bulacaktır. Gemilerin kızaklarla yürütülmesi ve İstanbul’un; barutla toplarla surları dövülerek alınması elbette destansı bir durumdur; ancak mühim olan cephe, fethin gerçekleşmesidir. Bu noktanın mühim olmasının sebebi ise 29 Mayıs 1453’e kadar İstanbul’un fethi noktasında birçok millet tarafından birçok girişimde bulunulmuş olmasıdır. O halde Fatih Sultan’a nasip olan bu nimetin sadece II. Mehmet’in savaşçılığıyla ya da uygun olmayan bir kelime olan şansla ya da tarihin fethi hazırlayacak şekildeki seyriyle açıklamak mümkün değildir. Aslında her şey birden denilebilir. Ancak savaş stratejisi ve kuşatma ısrarı, evliyaullahın, arifûnun manevî desteği, tarihin olgunluk kazandıran, tecrübe olan birikimi ve ilahî izin ile fetih gerçekleşmiştir. Ordu müstakim, komutan müstakim; ordu teslim, komutan teslim olunca ve izin Hakk’ın katından çıkınca fetih hakikat olmuştur.Kuran’ın ifadesi ile dünyanın bütün güçleri bir araya toplanacak Allah’a ve İslam’a karşı duracak olsalar da galibiyete güç yetiremezler. İstanbul da bu karşı duruşun yaşandığı bütün bir Avrupa’nın ittifak içinde direnç gösterdiği bir zamanda fethedilmiştir.

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan...
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! ...
Arif Nihat Asya

İstanbul’un fethi bilindiği üzere karadan surların toplarla dövülmesi ile başlamıştır. Bizans’a ağır şartlarla birlikte teslim olma teklifinde bulunulmuştur ancak Bizans buna yanaşmamıştır. Anadolu’daki gücünü yitiren İstanbul’da kale duvarları arasında sıkışan Bizans, her şeye rağmen ciddi bir direnç göstermiştir. Kara kuşatması sırasındaki yoğun top atışına rağmen açılan gedikleri tamir etmiş, kaleye yer altından açılan tüneller aracılığıyla girmeyi planlayan Osmanlı’nın tünellerine su verip bu tünellerde görevli askerleri katlederek cevap vermiştir. Her türlü hücuma karşı ciddi bir savunma ile karşı koymuştur. Ancak hakikatte görünen güçlerin çarpışmasından ziyade karşılaşan ve birbiriyle zıtlaşan şey, küffar ile imanın inadıdır; sebatıdır.
Avrupa tek bilek direnç içinde İstanbul’da birleşmiştir. Günlerce süren savaşta II. Mehmet şehri teslim almak için her yolu deneyecekti. Nitekim kara saldırılarıyla etkili olamayınca zincirlerle çevrilmiş Haliç’e yağlı kütükler üzerinde gemileri indirmeyi tasarlamıştı. Ve bir gece bu tasarısına hayat verdiğinde, sebat eden imanın galibiyeti için en büyük adım atılmış olacaktı. Bu büyük adımla 29 Mayıs sabahı bir devrin kapsına varılmıştı. Bir devrin eşiği terk edilmişti. Müslüman Osmanlı, vazifesini icra etmişti. Artık Ulubatlı Hasan eliyle dikilen bayrak, fatih unvanını hak eden II. Mehmet’in, zafer resmi olarak Bizans surlarında dalgalanmaktadır. Atını denize süren Fatih, “ya ben teslim ya o” derken samimiydi demek.

KONSTANTİNOPOLİS MÜSLÜMAN
OLUYOR…
Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde bir engel olan Bizans yıkılmış, arada engel kalmamıştı. Birçok kere Osmanlı şehzadelerini ve Avrupa ülkelerini kışkırtan Bizans artık bunu yapamayacaktı. Dünyanın en büyük imparatorluklarından olan Doğu Roma İmparatorluğu tamamen yok olmuştu.Zağanos Paşa, Akşemseddin ve padişah oğlu Mehmet ve fethin daha birçok kahramanı, adı İstanbul olan bir cennetin baş mimarları olarak yeryüzünde inşallah ebed müddet Müslüman olacak bir şehri İslam’a hediye ettiler. Peygamberin işareti ufuk çizgisinde belirginleşti. Ufuk çizgisinde bir at, şahî ile şahlandı. Esmemiş bir saba rüzgârı esti. Haliç’in dalgalarına İslam’ın izleri karıştı. Bulutlar bıraktı yükünü, parladı gökler. Mabetler Müslüman oldu. Atlar, azmin dizginleri gibi yol tutturdu.Bizans batarken geceden sonra gelen güneş gibi Osmanlı belirdi Konstantinopolis tepelerinde.Fatih Sultan, ebediyete işte bu fetihle, ebedî bir hizmetle, İstanbul ile doğdu.İstanbul, iki cihan serverinin müjdesi, mucizesi ve işareti ile mutlu bir ordu ve komutanın mirası olarak tarihimizin türlü ifadeler taşıyan çehresindeki en nadide ve nadir gamzesi remzine böylece layık oldu. Solmayacak tazelikte, tükenmeyecek gençlikte, kaybolmayacak güzellikte bir cennet vatana bizleri evlat kılan ceddimize tarifsiz minnet ve şükran duyuyoruz.

Çok yaşa padişahım! Ve imanı bütün İstanbul!
İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel
Pençe-i Âlî`deki şemşîr aşkına
Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına
Ey leşker-i müfettihü`l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihângîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm`un, eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk`ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına

Yahya Kemal Beyatlı

YAZAR: Zahide Erol
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Fatih ve Fetih
Muzaffer Taşyürek | Mayıs 1999 | SEMERKAND DERGİSİ



Onüç yaşında ilk taht tecrübesi edinmiş, onaltı yaşında II. Kosova zaferinde mücahid bir şehzade ve cephe komutanı. Ondokuz yaşında genç bir padişah. Yirmibir yaşında “Fatih” ünvanını kazanmış, tarihçilerin “Sultanül Guzâti vel Mücahidin” (Gazilerin ve Mücahidlerin Sultanı) ve “Hakanül Berreyn ve’l Bayreyn” (Karaların ve Denizlerin Hakanı) diye andığı II. Mehmed, matematik, felsefe ve mühendislikte alim. Balistik, mekanik ve dinamik dallarında kaşif. Devlet yönetiminde “Kanunname” sahibi. Edebiyatta “Avnî” müstear ismiyle şair… Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca, İbranice dilleri ile Uygur-Çağatay lehçelerini bilen, mütefekkir, devlet adamı ve kumandan. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarıydı.


30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya geldi. Daha çocukluğundan itibaren emin ellerde talim ve terbiyesine itina gösterilerek yetiştirildi. Hocaları arasında devrin meşhur alimlerinden Molla Güranî, Akşemseddin, Molla Hayreddin gibi isimlerin yanında, yabancılardan Ankonalı Griaco ve Giovanni Maria bulunuyordu.
Devrin Mürşid-i Kamili Ak Şemseddin Hazretlerinin bir numaralı müridi, madde ve manada fatih olmaya aday. Tahta oturduğunda hemen yanıbaşında Çandarlızade Halil Paşa ile İshak, Sarıca, Zağanos, Şehabeddin Paşalar gibi engin devlet tecrübesine sahip gazi devlet erkanı bulunuyordu.


Büyük dedesi Osman Gazi’nin kulağına söylenen “İstanbul’u aç, gülzar yap” sözleri ona da söylenmişti. Gözü, Doğu Roma’nın son kalıntısı ve başkenti “Konstantiniyye”de idi. Bu şehir çocukluğundan beri rüyalarına giriyordu. Kulaklarında yankılanan “Konstaniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden, ne güzel kumandan ve o asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifinde geçen “güzel kumandan” muştusuna erişmek için yanıp tutuşuyordu. Peygamber övgüsüne mazhar olmaktan yüce daha ne olabilirdi? Bu sevda onda adeta aşka dönüşmüştü.


Edirne’de toplanan ve İstanbul için tarihi kararın alındığı meşveret meclisinde yaptığı tarihi konuşma bu aşkın bir tezahürüydü:

“Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Bu uğurda pek çok yiğitler ebedî aleme göçtü; fakat onların kahramanlık hatıraları içimizde yaşamaktadır. … Şimdi bize düşen vazife, atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şâd etmektir. Hepiniz biliyorsunuz ki, İstanbul memleketimizin ortasında eşsiz bir beldedir. Uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır. Bizans hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları bilirsiniz. Dedem Bayezid’e karşı Fransız, Germen, Macar ve Ulah Krallarını kışkırtmadı mı? Askerlerini Tuna’dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli’den ve hatta Anadolu’dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin, dedem onları, Allah’ın yardımı ile, Tuna’nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Daha dün babam hakana karşı yaptığı hilelere hâlâ devam etmekte ve fırsat kollamaktadır. Bu şehir fethedilmedikçe Bizans’ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zira memleketimizi ortadan parçalayan bu şehir Rumlar elinde kaldıkça devletimizin güvenliği tehlikede olacaktır.”


Fetih için hazırlıklar başladı. Bu hazırlık içinde çağı aşan çalışmalar vardı. Metalurji alanında o güne kadar görülmeyen imalat ile yeni toplar dökülmeye, roketler ve havan topları icad edilmeye başladı.

Diğer taraftan 1452’de dedesi Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Güzelce (Anadolu) Hisarı’nın karşısına, Boğazın Rumeli yakasında “Boğazkesen (Rumeli) Hisarının temellerini attı.

Hisarın planı, “Muhammed” isminin karaya atılmış bir imzası şeklinde çizilmişti. Planları, mimar Muslihiddin tarafından çizilen bu kalenin inşaatına Padişah ve vezirler bizzat nezaret etmişti.

Hisarın yapılmasından rahatsız olan Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes, Sultan’a elçi göndererek, inşaattan vazgeçilmesini isteyince Sultan Mehmed’in cevabı şöyle oldu:

“İmparatorunuz Macarlar’la birleşip de babamın Rumeli’ye geçmesini engelledikleri zaman ne kadar güç bir durumda kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğaz’ı kapadı. Babam Sultan Murad, Cenevizliler’den yardım istemek mecburiyetinde bırakıldı. Ben o zamanlar henüz pek genç olarak Edirne’de idim. Müslümanlar da, o zamanlar dehşetten titriyorlardı. Siz, onların musibetlerine karşı hakaretlerde bulunuyordunuz. Babam, Rumeli yakasında bir hisar yapmaya, daha Varna Savaşı’nda and içmişti. O andı şimdi ben yerine getiriyorum. Kendi topraklarım üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmama karşı gelmek için elinizde ne hak, ne de güç vardır. İki yaka da benimdir. Anadolu sahili benimdir, çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Padişahı kendinden öncekilere hiç benzemez. Şimdi benim iktidarımın eriştiği yerlere, İmparatorunuzun hayalleri bile yetişemez.”


Kuşatma planı bizzat Sultan tarafından çizilip, uygulamaya konulmuştu. Şehrin haritasını eline alan Fatih, topların ve kuşatma araçlarının nerelere konulacağını, nerelerden lağım açılarak, yerin altından şehre hücum edileceğini, hendeklerin nerelerine merdiven dayanacağını, kara ve deniz birliklerinin yerlerini bizzat tespit edip, harekatı başlattı.

Maddi hazırlıkları bu şekilde tamamladıktan sonra, sıra manâ Sultanı Mürşidi’nin kapısını çalmaya geldi. Bizansı tir tir titreten Sultan Mehmed, Akşemseddin’in huzurunda edep tutuyordu. Ak Şemseddin Hazretleri, Kâmil bir insandı. Müridini, Padişah olmasına bakmadan terbiye sisteminde bir gevşeme, bir iltimas, bir hatır-gönüle yer vermeyecek kıvamda yetiştirmişti. Mürid de o mürid idi ki, hükümdar olması, mürşidin varlığında tecelli eden Rabbanî işaretleri fani bir kul olarak kabullenmesine engel değildi. Tarihe “çadır gecesi” olarak geçen o vuslat gecesinde Ak Şemseddin, müridini olması gereken makamlara ulaştırmış, gönlünü aşk iksiriyle yıkamış, kalbini ateşlemiş ve “Cihada var!. Ben de seninle bileyim…” diyerek gazâ meydanına salmıştı.
Medine’nin İstanbul’daki misafiri Hz. Peygamber (A.S.)’ın ev sahibi Eyyüb el-Ensari’nin (R.A.) kabri şerifinin yeri tespit edilerek, Konstantiniyye’nin İstanbul olması için son hazırlık da tamamlanmıştı.

53 gün süren kuşatma, 28 Mayıs 1453’te fetihle neticelendi.

29 Mayıs günü Topkapı’dan merasimle şehre giren 21 yaşındaki Fatih’in yüzünde “ne güzel kumandan” övgüsüne mazhar olmanın mutluluğu vardı. Ayasofya’ya yönelen Sultan Mehmed, bu büyük mabede doluşmuş ve akibetlerini bekleyen ahaliye ve patrike:
Ayağa kalk, ben Sultan Mehmed; sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayın” dedi. Sonra ordusunun kumandanlarına dönerek askerin halka hiç bir fenalık yapmamalarını emretmelerini ve herhangi birisi bu emre itaat etmezse ölümle cezalandırılacağını bildirdi.

Bu esnada Akşemseddin Hazretleri askere doğru dönerek: “Ey gaziler bilin ki cümleniz hakkında ahir zaman peygamberi, ol serveri kainat ‘Ne güzel askerdir onlar’ buyurmuştur. İnşaallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gazâ malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayır ve hasenata sarf ve padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.” dedi. Sonra da padişahın başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve “Padişahım, bütün Âl-i Osman’ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücahid-i fi sebilillah ol!” diyerek gülbank-ı Muhammedî çekmiştir.

İki çatal sorguç ile Şark ve Garb’a, aynı zamanda madde ve manaya işaret etmiş olduğu anlaşılan mürşidin, her fırsatta teyid ettiği “fi sebilillah mücahid” olmak fikrini böyle bir zevk ve sürur anında bile tekrar etmesi, prensiplerinin asli kıymetlerle ne derece aynîleşmiş olduğunu gösteriyordu.
Fatih, şehrin binalarının kendisine ait olduğunu ilan ettirerek, tahribatın önüne geçti. Verdiği bir emirle Ayasofya’ya minber ve mahfil yapılarak Cuma namazına yetiştirilmesini istedi. Ayasofya’da ilk cuma namazı 1 Haziran 1453’te kılındı. Mücahid gaziler büyük bir manevi coşku ile fethin sembolu Ayasofya’yı doldurmuşlardı. Akşemseddin Hazretleri, Sultan Mehmed’in koltuğuna girip, hürmetle minbere çıkardı. Fatih, elinde seyf-i Muhammedî ile yüksek ve heybetli bir sesle “Elhamdülillah, Elhamdülillah” diye hutbe iradına başladığında, Ayasofya’yı dolduran mücahid gazilerde acayip haller zuhur edip, neşe, zevk ve cezbe içinde gözlerden yaşlar dökülmeye başladı.

Hutbeden sonra minberden inen Fatih, Akşemseddin Hazretlerini imamete geçirerek, İstanbul’un manevi fatihi arkasında İslam mücahidleriyle birlikte saf tuttu.

İstanbul’un fethi, başlangıçta Avrupa’da büyük bir korku uyandırdı. Osmanlılar’ın bütün Avrupa’yı istila edeceğinden korkan Hıristiyan aleminde siyasetten sanata; günlük yaşantıdan toplum hayatına kadar, cemiyetin ve ferdin sorgulaması yapıldı. Rönesans ve Reform hareketleri ile Avrupa’nın siyasi ve kültürel coğrafyasında büyük değişiklikler görüldü. Bu sebeple İstanbul’un fethi, batılılar nazarında bir çağın kapanıp, yeni bir çağın başlangıcı sayılır.
Papalık yeni haçlı seferleri peşine düştü. Fatih Avrupa haçlı birliği bozmak için Ortodoksların ruhani liderini Patrik’e yeni bir statü tanıyarak, İstanbul’u bir dünya başkenti haline getirmek için yeni stratejiler geliştirdi. Pây-i taht, Edirne’den İstanbul’a taşındı. Fatih, harab olmuş, ahalisi boşalmış şehri “İslambol” yapmak için yeni imar ve iskan politikaları uyguladı. Bir taraftan Rumeli ve Anadolu’dan beş bin ailenin İstanbul’a naklini sağlarken, diğer taraftan fetih sonrası şehirden kaçan Rum ve Yahudileri geri çağırarak onlara ekonomik haklar verdi.

İstanbul’a, kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Semaniye medreselerini kurdurarak, devrin alim ve fazıl kişileriyle ilim ve irfan meclisleri oluşturdu. İlmi tartışmalar başlatarak kendisi de “ulema sarığı” ile bu toplantılara katıldı.

İslami bilgilerin yanı sıra, Hıristiyan kültürünü de öğrenmek isteyen Fatih, Patrik’ten bu konuda bir risale isteyince onun bu davranışı, Avrupa’da şaşkınlık ve hayranlıkla karşılandı. Papa, Fatih’e bir mektup yazarak “Hıristiyan olursanız, bütün Hıristiyan dünyası ve İtalya senin malındır” deme gafletine düştü. Fatih bu küstah mektuba cevap yerine, Gedik Ahmed Paşa’yı İtalya’nın fethine memur ederek, kendisi de gizlice İtalya seferine hazırlandı. Ama ömrü vefa etmedi.
Fatih’in 30 yıl süren hükümdarlığı 3 Mayıs 1481’de sona erdiğinde İslam dünyasında büyük bir elem ve acı, Hıristiyan aleminde bayram vardı. Avrupa kiliseleri çanlarını şükür ayinleri için çalarak La Grande Aguila e Morta! (Büyük Kartal öldü) diye bayram ettiler.
Hıristiyan tarihçisi Trabzonlu Georgios’un onun hakkındaki hükmü şöyleydi:

“II. Mehmed, şüphesiz Kirus’tan, Büyük İskender’den ve Sezar’dan büyüktür. Hatta bir kelimeyle söylemek lazım gelirse, gelmiş geçmiş bütün hükümdarların üstündedir.”
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Karar

Merhum Sultan Mehemmed Han yirmi bir yaşında padişah idi. Bir yıl sonra Edirne’de vezirleri, bilgin ve bilgeleri, arif ve erenleri topladı. Kostantiniyye fethin birbirine danıştılar. Bir çok sözler söyleştiler. Hiç birisi bu denlu bir savaşa rıza göstermedi. Söz birliği ettiler kim, genç padişahı bu sevdâdan alalar ve derûnuna kuşku salalar.
İçlerinden bir bölük etti: “Kostantiniyye fethi Mehdi’nindir, andan başka kimesne alamaz.” Bir bölük etti: “Kâfir askerlerine haber salunur ki, bizi arkadan vuralar.”

Akşemseddin bunların ayak diretmesini işitti, söze koşup ulaştı. Anlara cevap verdi kim “ Öncileyin İstanbul’u Sultan Mehemmed fetheyler , sonra andan Beni Asfer (sarı ırk) alır, Beni Asfer elinden yine Mehdi alır ve anda kalır.” dedi.
Paşalar beyler ayak dirediler. Bir çok mubahase oldu, söz uzun gitti

…Ve Akşemseddin etti
Baktı Hünkârın yüzüne
Gördü kim âyetler ışıl ışıldı
Ve arkasında dururdu
ordu ordu
kalabalık
Gördü kim gün ağardı
Gördü kim ağaran günün ötesinde
Süt beyaz ordular vardı
ve uğulduyordu ortalık
göklere dek
Akşemseddin kelâma ağaz etti
Dedi kim
sultanım
gerektir cenk
Bu kuşku niye
Resul’un emri sende, kastı sendedir
Müyesserdir bu erle bu serdara
feth-i Kostantiniyye
Başın çevirdi Hünkâr
hocası Molla Gürânî’ye
Padişahlar hocası
söze yetti
Ağır ağır kelâma ağaz etti
Dedi kim beliii
Şeyhin kerameti var
mahal kalmadı şekke
Bir savaş türküsü mırıldanır gibi
döküldü dudaklarından
İNNA FETAHNA LEKE
Genç Padişah
Bir derin nefes aldı
Ulular ulusu Akşemseddin
Kemikli elleriyle tel tel
sakalını sıvazladı.
Akibet Sultan Mehemmed Şeyhin sözüne itibar etti
Ve feth için revan olundu yola
Haberler salındı sağa ve sola
Bütün bir âlem-i İslâm
Hadis-i Nebevî’ye
uyarak etti kıyam
Büyük namaz
Edirne’de büyük toplar dövüldü, Sultan Mehmed topçularla sabahlara kadar çalıştı.
Altı Nisan’da İstanbul Surlarına varıldı.
Genç padişah, ermişler sultanı Akşemseddin Hazretleri’ni ve hocası Molla Gürânî’yi , Akbıyık Sultan’ı Cebe Ali’yi, vezirlerini, beylerini, kola aldı; ordusunu dolaştı. Bir surlara, bir tepeleri ve sahraları dolduran insan harmanlarına baktı.
Öğle yaklaşıyor, güneş deniz üstünde sedefleşiyordu. Tekbir sadâları her tarafta bir çeşme gibi akıyordu. Gülbânk , kudüm sesleri havada rüzgâr olmuştu, surlara dalga dalga çarpıyordu.
Bizans dinliyordu, Bizans bakıyordu, Bizans görüyordu, Bizans korkuyordu…
Bir ezan sesiyle hava duruldu. Akşemseddin Eyüp sahrasının her yandan görünür bir tepesine ağır ağır ilerledi . Mavi gök kubbesi, sanki duvarları ufukta son bulan tanrısal bir tapınak oldu. Ağaçlar hışırtısını, deniz mırıltısını ve rüzgâr uğultusunu kesti.
Genç padişah Sultan Mehmed , Akşemseddin’in hemen arkasında idi. Sağında ve solunda ümerâ ve erleri, bilgin ve vezirleri vardı. Namaza kıyam ettiler. Yüz bin kişi bir anda saf oldu; insan bedenlerinden yapılı duvarlar, ovanın iniş ve çıkışlarına uyarak, ufka doğru uzanıyordu. Bir anda beyaz sarıklar, iri kavuklar bu insan gövdelerinden kurulmuş duvarlar üstünde birer sütun başlığı oluvermiş ve Eyüp Sahrasının ortasında canlı bir tapınak kurulmuştu. Allahu Ekber sadâlarının dalgalandırdığı bu canlı tapınak karşısında Bizans surları yoksul bir yıkıntıyı andırıyordu.
Akşemseddin imam, cami tamam, cemaat tamdı.
…Ve aylardan yedi Nisandı
gün cuma
vakit kuşluk
Bir insan ormanıyla dalgalandı boşluk
Yüz binlerin alnı secdede
İnsan değil sanki bunlar
bir canlı tekbirdi
Toprak çıldırdı sevincinden
Eyüp sahrası din değiştirdi
Gülbânk tekbir davul kudüm
Bir cezbede İklim-i Rum
Ehli tevhid’e uyup gitti
İnsan bedenleri duvar duvar
saf saf
Secdeye kapanan yüzleri bir bir
Sanki melekler eyliyordu tavaf
Bir namaz kılındı ki o gün
bildiğiniz namaz değil
Bir niyaz edildi ki o gün
bildiğiniz niyaz değil
Bir tekbir çekildi ki yıkıldı gök kubbesi
Varna’dan Niğbolu’dan karıştı şehitlerin sesi
Kıyam
rükû
secde
Allahu ekber sadâsiyle yer gök geldi vecde
İnanç dalgaları akıyordu çeşmelerden
oluk oluk
Bir anda bir ateş rüzgârı oldu kalabalık
Akşemseddîn
hutbesin tamam etti
erenlerim
Genç Padişah söze yetti
şahbazlarım
Bir anda taş gibi dondu ortalık
Ve elin kaldırdı göklere
Ve başın surlara çevirdi
Bu hem dua
hem emirdi
Akşemseddin
ak elleriyle sıvazladı
omuzlarını Pâdişah’ın
Huzurunda kıyam durdu
Ve tuttu ellerini
şöyle buyurdu

Şeriatın
şeriatların en güzeli
Girdiğin her ülkede
toprağı ayıran çit
Ve sınıflar silinmeli
Yeryüzünde haşre dek senin adın
Senin adaletin bilinmeli
Sen hem işçi hem hükümdar
Berhudar ol
berhudar ol
berhudar
Senin bayrağın gök olsun
senin bayrağın ateş
Senin bayrağın altında
batmasın güneş
Ve senin gölgende
Kamu mezhepler dinler
Korunsun haşredek
Ayrı dillerle göklere kalkan eller
Elin ak
yüzün ak
işin ak
Gölgenin düştüğü yerde
bölüşülmez toprak
Sen hem işçi hem hükümdar
berhudar ol
berhudar ol
berhudar
Bu namaz değil bir seferdi
Hakikatte
Bizans o gün çöküverdi
Kuşatma hazırlığı
Askerler yerli yerine konuldu Hisardan Kasımpaşa sırtlarına, Kâğıthane deresinden Eyüp ve Tokmak tepesine kadar dağ taş insandı.
Çetin savaşlar oldu… Hendekler şehitlerle doldu. Kale düşmedi, kapılar açılmadı. Ol zaman bir haber çıktı ki Frengistan’dan kâfirlere yardım vardır. İstanbul’a büyük gemiler geldi, denildi. Ulema ve ümera cem oldu, meşveret kuruldu. Bütün Diyar-ı Rum ve Mısır ve İran hep ayakta idiler. Hepsi Kostantiniyye fethinin müjdesini dört gözle beklerlerdi. Sultan Mehemmed Han kâfirin dayanmasına kati üzüldü. Bir kısım vezirler ve beyler kuşatmanın kaldırılmasını söylediler, “almak ümidi yoktur” dediler. Bir kısım vezirler savaşa devam dilediler.
Söz Akşemseddin’e ulaştı. Akş emseddin “zafer nasiptir” dedi. Molla Gürânî’ye soruldu, “zafer nasiptir” dedi. Zağanos Paşa’ya danı ş ıldı . “Zafer nasiptir” dedi. Ve daha bir çokları da savaşta ayak dirediler. Padişah’ın gönlü de onlarla birlikti.
Kapılarda büyük cenk oldu. Surlar ve hisarlar top ateşine tutuldu. Gök duman kesildi. Elli üç gün kanlı dövüş oldu, hendekler, kapılar cesetlerle doldu. Gaziler üzerine kızgın yağlar döküldü. Toplar duvarlarda büyük gedikler açtı, kâfirin hisarları söküldü, sabaha dek yeniden örüldü.
Paşalar, vezirler Padişah’ı savaşa ara versin deyu sıkıştırdılar: “Bir dervişin sözüyle nice asker helak ettirdin ve denlû hazine telef eyledin, fetholmak ümidi kalmadı” dediler.
Padişah, Akşemseddin’in çadırına haber saldı. Veziri Veliyeddin oğlu Ahmed Paşa’yı Şeyh’e yolladı, “ Kal’ayı feth etmek ve düşman üzerinde zafer var mıdır?” diye sordurdu. Akşemseddin : “Bu kadar yiğit ve İslâm Ümmeti ayağa kalksın, elbette fetih vardır!” dedi.
Padişah bu kadar işarete kanaat etmedi. “Vaktin saatin söylesin” deyu haber saldı.
Akşemseddin gördü kim, Padişah Hazretleri dardadır. Başın secdeye koyup dua etti. Sonra çadırından çıktı. Padişaha vardı. Bütün vezirler oradaydı. Yalnız kapılarda savaşanlar gelmedi. Potea Kapısından ( Cibali Kapısı) hücum ve tekbir sesleri, Orea Kapısından (Şehitler Kapısı – Yeni Cami Kapısı) Allah Allah sedaları meclise geldi. Padişah, Akşemseddin Hazretlerinden “ tâbir -i vakt ” diledi. Akşemseddin etti: “Bu gece her tarafta ateşler yakıla, şenlikler yapıla ve askere zafer tebşir edile!” dedi.
Akşamdı, bulutlara vuran kızıllık Liküs deresinde (Bayrampaşa deresi) toplanan şehit kanlarına karışmıştı. Gök kızıllığı altında surlar sanki ateşten bir duvardı. Akşemseddin genç Padişahın yüzüne baktı. Gözleri çakmak çakmaktı, yüzünde bir bulut kızıllığı vardı.
Günün doğduğu yerde, gece gibi karanlık bir bulut göğe doğru ağdı. Bizans’ı doğudan ve batıdan iki gece sardı. Ömrü şu iki gece arasında dalgalanan kızıllıktaydı.

Bir derin sükût oldu
Ve bir yıldız kaydı
Akşemseddin
günleri bir bir saydı
Dedi ki
Mayıs yirmi dokuz
gün salı
vakit fecir
Düşecek burçlar hisarlar bir bir
Avarlar Kapısında büyük cenk olacak
Ve Bizans
İman-ı Muhammed’le yoğrulacak
…Ve çadırına çekildi. Şeyhin bu tebşiri bütün orduya duyuruldu. Harman harman ateş yakıldı. Tekbir salındı, davul çalındı, oklar atıldı. Askerler, dervişler, beyler yerlerinde duramaz oldular. Sultan Mehemmed Han, beyaz bir türkmen atının üstünde bütün kapıları dolaştı. Asker, Padi ş ahın görünce çılgına döndü, surlar alkışla yıkandı. Yiğit Padişahlarının uğruna ölmeye can attılar.
Sultanım, efendim, emirim
Yirmi iki yaşında cihangirim
Önümde tek sen ol yeter
Uğrunda bin kerre öleyim
emir ver
dediler . Ve Padişahı sevince boğdular.
Ferman
…Ve fecir sökmek üzeredir
Dalgalandı birden insan denizi
Çepçevre bütün surda
Gün çözüldü yay gerildi
Otağ-ı Hümâyundan ferman verildi
Gök tanık, yer tanık olsun
Bilinsin haşre dek
nasıl can verildi
İnsanlar
-ölüme rağmen-
kendi cesetlerini çiğneyerek
Surlara saldırdılar akın akın
Belli ki
Bir büyük olay vardı fecre yakın
Gece
bir kara bulut ve gök gürültüsü vardı
Ayasofya kubbelerini
dört bir yandan
Şehit oymakları sardı
Böylece
Bizans’ın üstünde kol kol
ölüler dövüştüler
Surlar ve hisarlar yıkılmadan önce
Ve sanki
onların dudaklarındaki
son söz
Allahu ekber
Karanlığa çarparak bulutlaştı
Ve sonra
Bir yıldırım kasırgası oldu
çenber çenber
Deniz dayanamadı taştı
Yıldırım çekildi
bulut dağıldı
Ufuk aklaştı aklaştı
Başladı son hücum kasırgası
ordular yaklaştı
yaklaştı
Sura tırmanan yiğit râyet oldu
Atıldı, vuruldu, kalktı yürüdü
Toprağa düştü âyet oldu
Askerlerinin en yiğidi en genci
Yirmi iki yaşında sultan
Altında beyaz türkmen atı
Bir elinde gürz bir elinde kalkan
Atıldı safların ilk katına
Bakışlarında rüzgârlanıyordu
en büyük inan
Ardında yirmi bin yeniçeri
Gülbânk çeker, pala tutar elleri
Bunu görür nasıl dayanır insan
Nitekim şehitler bir bir
kalktı mezarlarından
Giyindiler kendi bedenlerini
Kıyametsiz haşroldu
Irmaklar gibi aktılar
bir bir ardından
Evrene bir yeni düzen neşroldu
Kösemen bir dervişin aydınlığını
Alıp götürdü fecre erenler yığını
Kapılarda
Fecir sökmek üzredir
ha söktü ha sökecek
Kapılarda başladı bir ulu cenk
Potea Kapısında
Cübbü Ali
Çalarak def ve kudüm
İki bin derviş ile etti hücum
Cümleten şehit oldu
Allah’a şükür ki unutuldu
Bizi bilmiş olsalardı eğer
toprak kudururdu
Fecir sökmek üzredir
ha söktü ha sökecek
Kapılarda başladı bir ulu cenk
Orea Kapısında
Germeyanoğlu Kâmikâr
Üç bin yiğitle hücuma kalktı
Ecel onlara etmedi kâr
Cümleten şehit oldu
Kendi kanlarıyla kefenlenip
Kendi kanlarıyla yıkandılar
Allah’a şükür
Allah’a şükür ki unutuldu
Bizi bilmiş olsalardı eğer
Toprak kudurur
kudururdu
Fecir sökmek üzeredir.
ha söktü ha sökecek
Liküs vadisinde başladı bir ulu cenk
Ne kelâma sığar ne merâma
ULUBATLI HASAN adlı yiğit kişi
Allah’ın adın andı
ve sonra
Şehit harmanlarının üstünden
Sura tırmandı
Ard arda üç kerre şehit oldu
Kâr etmedi ne taş, ne gülle, ne ateş
Kanının kızıllığı vursun diye evrene
Doğmadı o gün güneş
Ve işte böyle öldüler
Kendi kanlarıyla kefenlenip
kendi kanlarıyla gömüldüler
Fecir sökmek üzeredir
söktü
gedikler yerle bir oldu
Ve Bizans ebediyyen çöktü
Destanımız ne bir masal
ne âyettir
İnsanlar inanınca böyle yaşar
böyle ölür
Küffara kıyamettir.

Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı, Semerkand Yay, 2004
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Hacı Bayram’ın Zinciri Fatih’in hocası ve İstanbul’un manevi fatihlerinden Akşemseddin Hazretleri (1390-1459) Şam’da doğmuş, yedi yaşında babası Şeyh Hamza ile Amasya’ya gelip yerleşmiş, zamanında okunan islâmî ilimleri tahsil ettikten sonra Osmancık’ta müderris olarak ders vermeye başlamıştı. Henüz yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid arayan Akşemseddin, önce şöhretini duyduğu Hacı Bayram Veli’ye intisap etmeyi düşünmüşse de, onun dervişlerle halktan yardım topladığını öğrenince -dilencilik yaptığını zannederek- bu isteğinden vazgeçti. Aslında toplanan yardımlar muhtaçların ihtiyacına sarfediliyordu.
Osmancık’tan ayrılan Akşemseddin, meşhur mutasavvıflardan Zeynüddin Hafî’ye intisap için Haleb’e gitti. Ancak rüyasında gördü ki, bir ucu kendi boynuna takılmış, diğer ucu Hacı Bayram’ın elinde bir zincirle Ankara’ya doğru çekiliyor. Bu berrak rüya üzerine Osmancık’a dönerek, oradan Ankara’ya giden Akşemseddin, Hacı Bayram’ın bağlılarıyla imece halinde tarlada burçak hasadı yaptığını gördü, varıp onlara katıldı. Tarlada kendisine iltifat edilmedi. Daha sonra Hacı Bayram eliyle herkese yemek taksimatı yapılarak, oradaki köpeklere de yiyecek ayrılırken, ona yemekten bir pay verilmedi. Sonunda o da köpeklere ayrılan yemeğin yanına oturuverdi!
Bu hali gören Hacı Bayram Hazretleri: “Ey köse, gönlümüze girdin, beru gel!” diyerek onu kendi sofrasına çağırdı. “Zincir ile zorla gelen misafiri bu şekilde ağırlarlar!” dedi.
Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i kendi isteğiyle sıkı bir riyazet ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra, ona irşad hilafeti verdi. Bazıları sormuşlar:
- Diğerlerine kırk yıldır hilafet vermedin; buna erken hilafetin hikmeti ne?
Hacı Bayram Hazretleri şu cevabı vermişler:
- Bu zeki ve anlayışlı biriymiş. Görüp işittiklerine inandı, hikmetini sonra kendisi anladı. Ama kırk yıllık diğer dervişler, bizden görüp duyduklarının hemen aslını ve hikmetini sorarlar. (Akşemseddin’in içinde çile çıkardığı hücre, bugün de Ankara, Hacı Bayram Camii bodrumundadır.)

Mecdî, Hadâiku’ş-Şakâik, s. 240-41; Camî/Lamiî Çelebi, Nefahâtü’l-Üns (İst. 1998), s. 835-36; Ali İhsan Yurd, Akşemseddin (İst. 1994), s.130.



Akşemseddin’in Fetih Görüşü Fatih Sultan Mehmed, hükümdar olduktan bir müddet sonra Edirne’de alimler ve amirlerle, memleketin ileri gelenleriyle istişare ederek, İstanbul’un fethi hususunda fikir alışverişinde bulunuyordu. (Müşavere heyetinde Molla Hüsrev, Molla Güranî ve Akşemseddin gibi büyükler de vardı.) Müzakere sırasında meclisteki alimler, ağırlıklı olarak görüş ve kanaatlerini şu şekilde ortaya koymuşlardı:
“Ashab-ı Kiram’dan itibaren nice hükümdarlar ve kumandanlar İstanbul’un fethine teşebbüs etmişler, fakat muvaffak olamamışlardır. Bazı hadis rivayetlerinde, Kostantiniyye (İstanbul) fethinin Benî Asfar ile yapılan bir savaştan sonra Rasul-i Ekrem s.a.v.’in soyundan olan bir zat (Mehdi) tarafından tesbih ve tehlil desteğiyle fetholunacağı haber verilmiştir. Binaenaleyh, İstanbul’un fethi Mehdi’nin işidir.”
Sultan Mehmed’in danışma meclisindeki alimler bu çerçevede görüş bildirmek suretiyle, İstanbul fethinin Sultan Fatih zamanında mümkün olmayacağını ileri sürüyorlar, padişahı böyle bir teşebbüsten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ancak mevcut rivayetlere daha farklı ve tutarlı bir yorum getiren Akşemseddin Hazretleri, heyette hakim olan kanaatin aksine şu görüşü sunmuştur: Önce Kostantiniyye’yi Sultan Mehmed fetheder, daha sonra bir zaman gelir Benî Asfar (Sarıoğulları) İstanbul’u işgal eder. Mehdi’nin fethi ise bu hadiselerden daha sonrasıyla ilgilidir.
İşte bu tesbiti muteber ve isabetli bulan Padişah, İstanbul’un fethine karar verir.
İstanbul kuşatmasından elli gün sonra zaferden ümidi kesen ileri gelen alimler ve devlet adamları padişaha geldiler: “Bir sufinin sözüyle bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan da kâfire yardım geldi, fetih ümidi kalmadı.” dediler.
Sultan Fatih işin sonunu merak ederek Akşemseddin’e haber saldı, fethin ne zaman mümkün olacağı hakkında görüş istedi. “Falan günün sabahı.” cevabını aldı. Gerçekten onun belirttiği vakitte (Salı günü) şehir fethedildi. Üç gün sonra Ayasofya camiye çevrildi. Orada ilk Cuma hutbesi de Akşemseddin tarafından okundu.

Emir Hüseyin Enisî, Menakıb-ı Akşemseddin; Ali İhsan Yurd, Akşemseddin, s.134.




Eyüp Sultan’ın Keşfedilmesi İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Akşemseddin Hazretleri’nden, Eyüb Sultan (Ebu Eyyûb Halid el-Ensarî) Hazretleri’nin mezar yerinin bulunmasını rica etti. Ebu Eyyûb Hazretleri, Emevîler döneminde İstanbul kuşatmasına katılmış ve hastalanarak vefat edince, surlar dışındaki bugünkü yerine gömülmüştü. Ancak zamanla mezarın yeri kaybolmuştu. Akşemseddin, Padişah’ı keşfettiği mezar yerine götürdü. İki ağaç dalını alıp işaret ederek kabrin baş ve ayak hizasına dikti. “Yeri burasıdır!” diyerek oradan ayrıldılar.
Ancak Fatih bir adam göndererek, dalları yirmişer adım güney tarafa çektirdi ve kendi mührünü de ilk işaret dallarının orta yerine gömdürdü.
Sabah olunca, Fatih kabrin tekrar bulunmasını rica etti ve Akşemseddin’le aynı yere geldiler. Akşemseddin doğruca ilk işaret yerine gidip; “Dalların yeri değişmiş!” dedi. Sonra da: “Sultan Hazretlerinin mührünü çıkarıp teslim edin!” dedi. Kabrin başından biraz kazılınca “Bu Halid b. Zeyd’in kabridir.” manasında yazılı bir taş çıkacağını haber verdi. Orası kazıldı, aynen dediği gibi çıktı. Bunun üzerine Fatih: “Zamanımda Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir.” diyerek Allah’a şükretti. Mezar üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırdı.
Fatih, Akşemseddin Hazretleri’nden kendini tarikatına kabul buyurmasını rica etmişti. O ise padişaha şöyle bir cevap verdi: “Sultanım, sen tasavvufta bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir. Adalet eylemek padişah için keramet sayılır. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni bozulabilir. Bunun da vebali büyük olur.”
Fatih, arzusunda ısrar ettiği ve hocası Akşemseddin’in İstanbul’da kalmasını istediği halde, o bu teklifi kabul etmedi; daha önce yerleştiği mekânı olan Göynük ilçesine döndü. Mart 1459’da orada vefat etti. Türbesi Göynük’te, Süleyman Paşa Camii yanındadır.
Onun bir sözü şöyledir: “Veli, insanlardan gelen sıkıntılara tahammül eden kimsedir. O toprak gibidir. Üstüne kötü şeyler atılsa da, topraktan hep güzel şeyler biter.”

Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 7/397-401; Akşemseddin, s.136.
 
Üst