dedekorkut1
Doçent
İSLÂM’DA NAFAKA VE MİHR
SELİM GÜRBÜZERBir erkeğin ailesine karşı omzunda yüklendiği sorumluğun gereği hem ayni hem de nakdi temel ihtiyaçları karşılaması farz hükmünde nafaka olarak karşılık bulur. Hiç kuşkusuz karşılanması gereken yiyecek, giyecek, barınacak mesken ve ev eşya türünden pek çok temel ihtiyaçlar gerektiğinde yaşanılan zamanın ruhuna ve mekân değişikliğine bağlı olarak örf ve âdet olarak adeta ete kemiğe bürünüp temel ihtiyaç veya nafaka olarak da kabul görebiliyor. Ancak şu da var ki bir kadın hangi devrin örf ve adetleşmiş şartlarında mesken tutmuş olursa olsun öncelikle kocasından alması gereken farz olan nafaka hakkı hiçbir şekilde düşmeyecektir. Öncelikle derken kastımız elbette ki hayatta yaşayan kocasından alması gereken nafakadır. Öyle ki, kadın zengin olsa bile bu hüküm değişmez. Ve bu hüküm kadının maddi durumuna göre şöyle belirlenir:
-Şayet kadın zenginse orta halli bir nafaka alır,
-Şayet karı koca birlikte fakirseler fakir nafakası alır,
-Şayet her ikisi de zenginseler zengin nafakası alması lazım gelir.
Evet, işte görüyorsunuz nafaka her halükarda kadının alması gereken hak olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu öyle haktır ki, bir kadın üstüne üstük aile içi masrafları şer’an kendi malından karşılamak zorunda olmadığı gibi dışarıda çalışmaya gerek kalmayacak şekilde kazanılan bir haktır bu.
Peki, her şey iyi hoşta nafaka hakkı sadece evin kadınıyla mı sınırlı bir hak, elbette ki buna füru (çocuklar ve torunlar) ve usul’de (ana, baba, büyük anneler ve büyük babalar) dâhildir. Ve bu noktada çoluk çocuğun nafakasından hiç kuşkusuz birinci derecede sorumluluk babanın omuzu üzerinedir. Hani halk arasında “Bekâra kadın boşamak kolay” diye sıkça söylenen bir söz var ya, aynen öyle de bu sözden de anlaşıldığı üzere evli adamın yükünün ağır olduğunu, bekâr adamın ise sırtında taşıyacak yükü olmadığını vurgulayan bir sözdür bu. O halde, aile reisinin sorumluluktan kaçma gibi bir lüksü olamaz, her halükarda ister ömür boyu bir baş yastıkta kocayacağı hanımı olsun, ister bakmakla mükellef olduğu çocukları olsun hiç fark etmez, bu hakkı bizatihi karşılaması boynunun borcu bir vaciptir. Ancak bakmakla mükellef olduğu çocuklar erkekse bu durumda nafaka hakkı ancak buluğ çağına erdiğinde iş ve aş’a kavuşacağı vakte kadar nihayet bulur. Yok, eğer çocuklar kızsa buluğ çağına ermiş olsalar bile nafaka hakkı sonlanmaz, tâ ki evleninceye kadar bu hak devam eder. Hakeza bu hak fakir dul kız içinde devamlılık arz eder. Bir başka ifadeyle ne zaman ki kız evlatlar nikâh kıyıp kocaya varırlar ancak o zaman bu hak düşebiliyor. Nitekim evlendiklerinde bu kez nafaka nikâhlı kocasına tebdil edilir. Hele bir erkek evlenmeye karar vermeye görsün, daha evleneceği günde nikâhını daha kıyar kıymaz anında nafaka hakkı omuzlarının üzerine binmiş olur, velev ki nikâh kıydığı kız daha henüz baba evinden koca evine gelmemiş ya da düğün öncesi evine çağrılmamış olsa da bu böyledir. Ancak bir erkek nikâh kıydığı kızı evine çağırdığı halde bu çağrıya icabet etmemişse hiç kuşkusuz böyle bir durumda nafaka yine kızın babasının omuzu üzerinedir.
Bir babanın akıl baliğ olmuş büyük erkek evlatları çalışamaz ya da sakat durumdaysalar gelinlerine (oğulların eşleri) nafaka vermek gibi bir mecburiyeti yoktur. Ama yine de öyle mecburi durumlar hâsıl olur ki; mesela bir baba sakat kalmış evladını iyileşinceye kadar bakmak durumundadır, ancak bu evlat zenginse bakım ihtiyacı öncelikle evladının malından giderilir. Yok, eğer böyle bir mal mülk yoksa evladının karısı bakımı işini üstlenmiş olsa bile bakıcı nafakası düşmez, yine bu hakkı babanın ödemesi gerekir. Şayet baba fakir durumdaysa, bu kez nafaka yükümlülüğü baba üzerinden ödenmek kaydıyla zengin olan anne karşılar. Oldu ya annede fakirse zengin olan dede karşılar. İşte bu ve buna benzer örneklerden çıkan sonuç şudur ki; sorumluluk noktasında dede ve nine tıpkı baba ve ana gibidirler. Öyle ki, aile reisi (baba) hayatta yaşıyor olmasa da ailenin diğer büyükleri ortada kalan muhtaçları kendi hallerine terk edip seyirci kalmaları doğru bir tutum olmaz, sorumluluk üstlenmek durumundadırlar. Hatta bunun tam tersi durumda söz konusudur. Şöyle ki, şayet nafakaya muhtaç durumda çocuklar değil de bu kez ebeveynler muhtaçsalar, hiç kuşkusuz bu durumda da seyirci kalınmayıp bu ihtiyacı hali vakti yerinde olan erkek ve kız evlatlar arasında pay edilerek giderilir. Her ne kadar bu paylaşımdan fakir olan evlatlar muaf tutulsalar da onlar da ebeveynlerini yanlarına almak suretiyle katkı yapabilirler pekâlâ. Nitekim buna şer’an mani bir durum da yoktur.
Muhtaç bir fakir çocuk düşünün ki, dede ve ninesi hayatta yoklar, böyle bir durumda nafaka ihtiyacını yine hali vaktinde yerinde olan zengin kız kardeş, zengin anne, zengin amca üstlenip ortaklaşa halletmeleri lazım gelir. Nasıl mı? İşte böylesi bir paylaşımda üçte birini anne karşılarken, diğer yarısını kardeşi, geriye kalan diğer kısmını ise amca tamamlamak suretiyledir elbet. Böylece hali vaktinde olan yakınların üzerilerine düşen nafaka yükümlülüğünü yerine getirmekle omuzlarından bu sorumluk düşmüş olur. Peki, muhtaç halde bir usul ve füru’dan yoksun ortada kalmış erkek evlatların nafakası nasıl karşılanır denildiğinde, bu kez havaşi diye nitelendirilen yakınlar devreye girmesi lazım gelir. Ancak bu gibi durumlarda yinede ihtiyatı tedbiri elden bırakmayıp nafakalarının karşılanmasında ilk evvela bu ihtiyaç sahiplerinin çalışamaz durumda veya yoksul olma şartlarını taşıyıp taşmadığının araştırılmasın fayda vardır. Ki; bu şart kapsamına çocuk sahibi fakir dul kadın da buna dâhildir. Yani bu demektir ki dul kalmış kadının fakir olması gerekir ki; nafakaya hak kazanmış olsun.
Yine her kim ki hem fakir hem usul ve füru’dan mahrum olmasına mahrum biri ama çalışabilecek güçtedir, elbette ki böyle bir kimse için akrabaların devreye girip nafaka vermesi gerekmez, vacipte değildir zaten. Hele bu arada hali vakti yerinde herhangi bir yakını olmayan kimsesiz, öksüz çocuklar söz konusu olduğunda ise derhal devletin şefkat eli Hızır gibi yetişip maaş bağlanması lazım gelir. Öyle ki, bu dünyada hiç çalacak kapıları olmayan muhtaç her kim varsa müminler olarak asla duyarsız kalamayız. Bilakis “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” Peygamber kavlince ümmeti olarak devlet millet el ele gönül gönüle üzerine düşen ne varsa aça aş, çıplağa bez verilmeli ki manevi kazanç kapımız nafakadan maksat hâsıl olmuş olsun. Derken bu arada geçmişten günümüze dillerden hiç düşmeyen “Allah devletimize zeval vermesin” sözü de yere düşmemiş olsun. Ne diyelim, işte görüyorsunuz İslami hassasiyet ve İslami merhamet budur, gerisi sadece lafı güzaftır.
Bir kimse ebeveynlerinden sadece birine nafaka verecek güçte maddiyata sahipse böyle bir durumda nafaka önceliğini anneden yana kullanması daha evladır. Hatta akraba açısından da nafaka önceliği öyledir. Hele akrabadan nafaka almaya hak kazanan kadınsa öncelikle yoksul olması esas alınır, erkekse hem yoksul oluşu hem de çocuk yaşta olması esas alınır. Meseleye bir de mesleki açıdan baktığımızda hâkim bu hususta nafaka hakkı tayin ederken şayet nafaka verecek olan gündelikçiyse günlük, aylıkçıysa aylık, haftalıksa haftalık, yıllıksa yıllık ödemesi yönünde hak hukuk gözetir. Mesela bunlardan gündelikçiyi örnek verecek olursak bu kişinin nafakayı her günün fecir vaktin başlangıcından itibaren vermesi lazım gelir. Hâkim bunla da yetinmeyip gerektiğinde akıl baliğ olmuş büyükler için her altı ayda bir elbise takdir hakkı kullanır küçükler içinse her dört ayda bir kat elbise takdir hakkı kullanabilme yetkisine sahiptir.
Meseleye bir de mekân yönünden baktığımızda, Şer’an bir erkek hanımıyla birlikte geçireceği meskenin konu komşu haklarını gözeten kimselerin bir arada bulunduğu muhitlerde mesken tutması uygun düşer. Hani atalarımız bu hususta “ev alma, komşu al” demiş ya, aynen öyle de bir kadın için en gerekli ihtiyaçlardan biride hiç kuşkusuz meşrebine uygun sosyal bir ortamda mesken tutmasıdır, hatta bu ihtiyaçtan öte bir zarurettir dersek de yeridir. Nitekim bir kadın komşusuz evde tek başına kala kalmışsa kocanın mutlaka hanımının hasbıhal edeceği ortamı sağlama arayışına girmesi üzerine vazifedir. Oldu ya, karı koca ikamet ettikleri yerde doğru dürüst itikadı düzgün insanın kalmadığı, her türlü bidatin kol gezdiği, fitne fücurun tavan yaptığı mahalleyse mahalle, semtse semt hiç fark etmez derhal oradan taşınması vacib olur. Çünkü dinin muhafazası her şeyden öncelikli bir vecibedir. Bu arada iyi konu komşu edinmiş bir meskende ikamet edenlerse durduk yere bir muhitten diğer muhite taşınmaları noktasında böyle bir arayış içerisine girmeleri lüzumsuzluk olacaktır.
Tabii nafaka hususu bu kadarlıkla sınırlı değil, dahası var elbet. Hele bilhassa Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukuk-ı İslamiye Kamusu’na baktığımızda bir kimsenin nafakaya hak edişinin bir dizi usul ve şartlara bağlandığını görmekteyiz. Ve bu bir dizi şartlardan en dikkat çekenlerini şöyle özetleyebiliriz de;
- Nafaka hakkına haiz olmak bir anlamda nikâhın sahih olmasını gerektirir.
-Nafaka için temel ihtiyaç niteliğinde ki eşyaların satılması uygun değildir. Zira asli eşyalar üstünlük bakımdan başkalarının haklarından önde gelir.
-Bir kadının sırf çocuklarının başında alakadar olması yetmez, bunun yanı sıra erkeğine sadık bir eşte olması icab eder. Bir kadın düşünün ki; kocasının haklı istek ve arzularına hiçbir şekilde aldırış etmeksizin kendi başına buyruk biri, üstelik kocasından izin almaksızın evden çıkıp da bir türlü gidip gelmek bilmeyen biri de, elbette ki böylesi bir kadına nafaka vermemek müstahaktır. Ancak bir erkek Dini bakımdan sefer sayılacak mesafede ki bulunduğu yere hanımını çağırdığında, şayet hanımı yanında mahremi olmadığı için çağrıya icabet etmediğini mazeret olarak bildirmişse bu durumda nafakası kesilmez. Yok, eğer çağrılan yer seferi sınırlarının dışında bir yer değilse çağrıya icabet etmesi gerekir, aksi halde bu durumda nafaka hakkını yitirmiş olur.