Islamda fikir birliği ve içtihad

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
İSLAMDA FİKİR BİRLİĞİ VE İÇTİHAD

ALPEREN GÜRBÜZER

İcmâ denildiğinde bilgi üretimine yönelik fikir birliği faaliyeti akla gelir elbet. Gerçekten de bilge insanların kendi aralarında fikir yürütüp görüş birliğine varması önemli bir hadisedir. Hatta müçtehit topluluğundan bir iki kişi aksi görüş bildirse de fikir birlikteliğine (icmâ’ya) gölge düşürmez, bu noktada çoğunluğun ortak fikri kayda değerdir. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v) bu hususta; “En büyük topluluğa tabii olunuz”buyurmakta. Hakeza yine âlimlerin sosyal hayatta olup bitenleri sorgulayıp ortaya net hüküm koyma çabaları ve halkın kabulüne mazhar olması da icmâ olarak değerlendirilir. Nitekim ‘Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir’ hadis-i şerifi bunu teyit ediyor. Yeter ki, paylaşılan fikirler müçtehitlerin ittifakıyla delil özelliği kazansın güzel görülmesi gayet tabiidir. Dikkat edin bilge insanların ittifakı diyoruz, niye? Sebebi gayet açık ve net; bir kere adı üzerinde bilge insan, yani havas ehli olmaları icmâ ehli olmalarına kâfidir. Malum, halk avam olması hasebiyle herhangi bir konuda ittifak etmiş olsa da bu ittifak icmâ olarak karşılık bulmaz.

Şurası muhakkak icmâ’nın gücü etkisinde gizlidir. Ki, bu fikir birliği gücüdür. Her ne kadar bazı konularda yüzde yüz fikir birlikteliği sağlanmasa da icmâ’nın o birleştirici gücüne gölge düşürmez. Topluluk içerisinde birkaç farklı görüş çıktı diye asla yadırganmaz. Zira Peygamberimiz; ‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır’ beyanı meseleyi vuzuha kavuşturmaya yetmiştir. Gerçekten öyle bir rahmet ki; görünürde ihtilaf gibi görünen fikirler zaman içerisinde kuvve-i icmâ’ya dönüşebiliyor. Önemli olan farklı görüşlerin bir takım kişisel hesaplara dayanmayıp kuvve-i icmâ ekseninde yürümesidir. Kaldı ki icmâ faaliyeti ‘ben haklıyım, sen haklısın’ tartışma içerikli bir fikir çabası değildir, tam aksine fikir birliğine yönelik bir çabadır. Nasıl ki derelerin birleşmesiyle nehir, nehirlerin birleşmesiyle deniz, denizlerin birleşmesiyle okyanus oluşuyorsa, fikirlerin birleşmesiyle de hakikat doğmaktadır. Yani hakikat iksiri fikir birliğinin neticesi doğan bir güneştir. Dahası “Hak geldi batıl zail oldu” ifadesinin tâ kendisidir.

Malum, ekser fıkıh âlimler, icmâ’nın oluşabilmesi için üzerinden bir asrın geçmesi şart olmadığını belirtmişlerdir. Yine ekser âlimlerin görüşüne göre herhangi bir asırdaki müçtehitlerin usulüne uygun yaptıkları yorumlarda icmâ kapsamındadır. Ancak bunu şarta bağlamışlardır. Şöyle ki; herhangi bir asırda müçtehitlerin ittifak etmedikleri hususlara, bir sonraki asır müçtehitlerin itiraz edip şerh düşmeleri icma olarak görülmez. Ya da bunun tam tersi önceden ittifakla kabul görmüş hususları sonraki asır müçtehitlerin reddedici görüş belirtmeleri de icmâ olarak kabul görmez. Şayet müçtehitlerin ittifak ettiği bir mesele karşısında ne itiraz ne de kabulü noktasında görüş belitmeyip sükût ediliyorsa bu icmâ kapsamında değerlendirilir. Zira sükût ikrardan sayılır.

Sakın ola ki; ilmi ile amil olan âlimleri ve onların görüşlerini hafife alanların sözlerine itibar etmeyelim. Nitekim elfaz-ı küfür (küfür lafızları) konusuna giren bir husustur bu. Öyle ki; icmâ’nın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfrü gerektirir. Fakat sükûtu icmâ’yı inkâr eden bundan istisnadır. Tevatür yoluyla gelen icmâ’yı kabul etmemek ise bidattir. İcmâ edilen meselenin sadece âlimlerce bilinenin inkârı küfrü gerektirmez, yine de o kişinin sapıklığına hükmedilir. Bir kere icmâ’nın şer’i delil addedilmesi Allah’ın kullarına bir ikramı olup, Ümmeti Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Ki; bu konuda Resulü Ekrem (s.a.v); “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” beyan buyurarak fikir birlikteliğinin önemine dikkat çekmiş bile. Gerçektende müçtehitlerin içtihad çalışmaları sayesinde günümüze kadar gelen yüz binlerce mesele çözüm bulmuş ta. Hatta yeni içtihada gerek kalmayacak derecede nerdeyse tüm meselelerin çözümünü önümüze koymuşlarda. Madem bu kadar yoğun bir çalışmayla çok mühim bir faaliyette bulunmuşlar, o halde icmâ’nın delil olduğunu gösteren birkaç ayet zikretmekte fayda var:

-“Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir” (Nisa/115).

İşte ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ibaresi icmâ’dır.

-“Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i imran/110).

İşte ayette geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi de icmâ’dır.

-“Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız.” (Bakara/143)

İşte ayette geçen ‘Şahitler’ ibaresi de icmâ’dır. Ancak bunun istisnası Rasulullah (s.a.v)’ın; “Huzeyme her kime şahitlik ederse yeterlidir” hadis-i şerifidir. Çünkü bu hadis-i şerifte zikredilen şahitlik Huzeyme’ye has ayrıcalık bir şahitliktir. Anlaşılan o ki; istisnai durumlar dışında asla İslam’da tek başına şahitlik kabul görmez.

İÇTİHAD

El-Mâverdi’ye göre içtihad sekiz bölümde ele alınacak bir husus olup, bu sekiz bölümün yedisi vahyi yorum, diğer bir bölümü ise mantık gücüne dayalı yorumdur. Dolayısıyla içtihad, kitabi kaynağa dayanan yorum olmanın ötesinde kısmen mantık gücüne dayalı yorumlama biçimidir. Mesela Hz. Ömer (r.a) devrin şartlarını göz önünde bulundurarak daha önceki uygulamaların aksine Müslüman toplumun yararına içtihatta bulunmuş bir halifedir. Öyle ki, Hz. Ömer (r.anh) daha önce Hayber fethinde ele geçirilen menkul ve gayrimenkullerin gazilere dağıtılma usulünün aksine bir yol izleyip fethedilen Irak’ın Sevad arazilerine ikta sistemi uygulamış ve akabinde bu topraklardan elde edilen gelirleri Beytülmale (Hazineye) aktarmıştır. Böylece Hz. Ömer'in (r.a) bu uygulamasıyla birlikte İslam toplumuna sıçrama ihtimal dâhilinde feodalite sisteminin doğmasına fırsat verilmeksizin daha ileri bir aşamaya geçilmiştir. Her şeyden önce bu uygulama İslam âleminde sosyal ve iktisadi organizasyonlara yeni bir veçhe kazandırdığı gibi zihni canlılığın oluşumuna vesile olmuş ta. Bilhassa Hz. Ömer (r.anh)’ın bu uygulamasından bizim çıkarımımız şu ki, tüm karşı koymalara rağmen çağın şartları göz önünde bulundurularak sahabenin onayını almış bir fikir birlikteliği aktivitesidir.

Hiç kuşkusuz icma’nın en güçlü biçimi sahabe içtihadıdır. Güçlü olmasında en büyük etken unsur ilk nüzul olan ayetlerin imanla ilgili hususları içermiş olmasıdır. Hatta ilk ayetler ashabın hayatına takva olarak yansımışta, bu yüzden sahabe daha çok ilahi emir ve ahlaki kaidelerle alakadar olmuştur. Zaten İslam toplumunun ilk nüvesinde tevhidi maya olmasaydı ileriki aşamalarda medeniyetle yüzleşemezdik. Daha çok tartışmacı ve hizipçi bir yapıya bürünmüş statükocu bir yapıyla yüzleşecektik. İşte bu gerçeklere binaen; ilk oluşum veya ilk maya sahabe için imanda sebat etmeyi zaruri kılıyordu. Sonrası malum; ilk maya tutar tutmaz akabinde müesseseleşme ve şehirleşmede kendimizi bulmuşuz. Ve İslam güneşi sayesinde bedevilikten medeniliğe geçiş vuku bulurda.

Elbette bedeviyetten medenileşmeye geçmekle de her şey bitmiş sayılmazdı. Bir kere her ilerleyişin kendine özgü geçiş sıkıntıları söz konusudur. Yani müesseseleşmiş ve şehirleşmiş İslam toplumları bir sonra ki aşamanın geçiş sancısını yaşamaması için yeni çözümler ve yeni bilgiler üretmeleri noktasında ihmalkâr davranmamaları gerekiyordu. Ki; bu noktada içtihat müessesi bu ihtiyacı karşılayacak can simidi olur da. Malum, daha sonraki ilerleyen dönemlerin geçiş safhalarında ise ümmetin can simidi bu kez kıyas-ı fukaha olur. Öyle ki, kıyas yoluyla işinden çıkılmaz birçok mesele, mesele olmaktan çıkıp çözüm bulmuşta. Böylece Kur’an, Sünnet ve İcmâ ümmetten sonra Kıyas-ı fukaha’da vazgeçilmez bir şer’i delil olmuştur. İşte görüyorsunuz ana kaynaktan uzaklaştıkça bir başka içtihadı delil kıyasta ümmetin ihtiyacını giderici kaynak olabiliyor. Yeter ki, kaynaklardan usanılmasın nice sıkıntılar giderilir elbet. Sonuçta edille-i şer’iyye hiyerarşisini oluşturan bu dört delilden hangisine başvurursak vuralım dördününde geldiği kaynak belli; iki kanaldan kök salmıştır. İşte bu söz konusu bu iki kanaldan biri hadis ağırlıklı kanaldan, diğeri de re’y ağırlıklı kanaldan beslenmiştir. Nitekim Mekke ve Medine halkı için kaynağa yakınlık ‘hadis halkı’ denmesine sebep etken unsur olurken, Irak halkı içinde ilahi kaynaktan uzak kalış ‘rey halkı’denmesine etken unsur olmuştur. Bir başka ifadeyle, Mekke ve Medine’ye yakın beldelerde hadis ağırlıklı içtihat baz alınırken, Mekke ve Medine’den uzak Irak gibi şehirlerde ise rey (görüş) ağırlıklı ictihad esas alınmıştır. Ama şu bir gerçek her iki halkta neyi baz alırsalar alsınlar sonuçta buluştukları güzergah aynıdır, yani ehlisünnet caddesidir. Kelimenin tam anlamıyla yolun başlangıcında sadece hadis ve sünnet kavramında olduğu gibi aralarında ince bir nüans farkı varken, yolun sonunda ise ehlisünnet çizgisinde buluşmak vardır.

Madem hadis, sünnet dedik, o halde bu iki kavramı tanımlamadan geçmek olmaz. Şöyle ki hadis daha çok sözlü ifadeleri kapsar, sünnette uygulamaya yönelik bir fiili kaidedir. Bir başka ifadeyle Peygamberimiz (s.a.v)’in mübarek lisanından dökülen her billur söz hadis-i şerif kapsamında anlam kazanırken, beşeri hayatın kapsam alanına giren her fiili yaşayış tarzı da sünnet adını alır. Bu yüzden İslam toplumunda sünnet, Kur'an’dan sonra yüz yüzebildiğin derecede deryayı umman bir kaynaktır. Gerçekten öyle bir deryayı umman bir kaynak ki; Ebu Davud bir hadis-i şerifi beyan ettiğinde zikrettiği hadis içerisinde beş sünnetin varlığını tespit etmiştir. Böylece sünnetin beş pratik kuralını ortaya koymuştur. Demek oluyor ki, hadis daha çok kelam ağırlıklı kaynak, sünnet ise uygulama ağırlıklı bir kaynaktır. Ve bu kaynaklar sahabe ve tabiine ışık olmuşta. Hatta sahabe bu ışığı daha da ileri ufuklara taşımış ta. Nitekim Hulefa-i Râşidin devrinin sonlarına doğru bir kısım sahabe bu duygu düşünceler eşliğinde irşat gayesiyle İslam âleminin çeşitli yerlerine dağılmayı vazife bilmişlerdir. Mesela Hz. Ömer'in (r.a) Abdullah b. Mesudu irşat maksadıyla uzak diyarlara göndermesi bunu teyid ediyor. Besbelli ki sahabe gittikleri beldelerde vahiy ve sünnet yayıcıları olarak adından söz ettirip fikri üretime katkıda bulunmuşlar bile. Hakeza Hz. Ali'nin (k.v) idare merkezini Kûfe’ye nakletmesi bu amaca yönelik bir nakildir. Ne var ki bu iyi niyetli duygu ve düşünceler Emevi’lerin idareyi ele almalarından sonra durum vaziyet değişmiştir. Öyle ki Emevilerin baskısından bunalan ilmiyle amil bir kısım sahabe Hicazda toplanmak zorunda kalmışlardır. Zira bilgi üretiminde hür düşünmek esas olduğundan böyle tutum sergilemeyi zaruri kılar.

Peki ya Tabiin! Malum, Peygamberimizin yaşadığı dönem ve sonrası dört halife döneminin ardından Mekke ve Irak civarını mesken tutmuş sahabe halkasının rahle-i tedrisatında yetişmiş Tabiin nesli doğmuştur. İşte gün yüzüne çıkan bu ilk neslin içerisinden yukarıda adından Mekke ekolü (Hadis ağırlıklı fikir üretiminin önderi) ve Irak ekolü (rey ağırlıklı bilgi üretimin kapısı) diye sözünü ettiğimiz iki ışık kaynak teşekkül etmiştir. İşte bu iki ışık kaynaktan biri Medine merkezli Hicaz Medresesinden, diğeri de Kûfe merkezli Irak Medresesinden doğmuştur. Böylece her iki ekolde zaman içerisinde dal budak salıp aydınlık penceremiz olmuşlardır.

Şurası muhakkak; Tabiin devrinde henüz daha kesin hatlarla belirlenmiş mezhepler zuhur etmemişti. Fakat zaman geçtikçe ümmetin sıkıntılarını karşılayacak yeni içtihatlara ihtiyaç hâsıl oluyordu. Ve bu noktada Tabiin ehlinin içtihatları tıpkı sahabe içtihadında olduğu gibi çözüm bulabiliyordu. Tabiinin sahabeden tek farkı rey’lerini ortaya koyarken, kıyas, örf, adet, maslahat, gibi tali delilleri de kullanıyor olmalarıdır. Bu da yetmez, kendi aralarında Hicaz Medreselilik ve Irak Medreselikten kaynaklanan yorum farklarını karşılaştırıp harmanladıktan sonra çıkacak sonuçta onlara bir başka ufuk açıyordu. Böylece Kur’an ve hadisten sonra icmâ ve kıyasta hayatımızda yer alıp içtihad alanına bir bambaşka renk katmıştır. Öyle ki tüm bu çabalar sonuç verip Ümmeti Muhammed’in önüne çıkan bir dizi meselelerin çözümüne yönelik mezhepler sahne almıştır. Anlaşıldığı üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden gelip ictihad farklılıklarından doğmuştur. Bir başka ifadeyle dördüncü asra gelindiğinde içtihadın yerini mukallit, asıl kaynakların yerini mezhep-kavl hükümler almıştır. Hatta içtihad alanında yaşanan bu hızlı yükselişin karşısında nihai noktaya geldiğini düşünenler içtihat kapısının kapandığı zannına kapılmışlar bile. Derken ilmin zirve yaptığı noktada fıkıh ilmi sahasında:

-İçtihatçılar (fikir üreticileri).
-Taklitçiler (tekrarcılar) diye iki gurup ortaya çıkmıştır.

Malum, içtihat; rey, fıkıh, kıyas vs. tüm bilgi üretim faaliyetlerini içine alan bir kavramdır. Taklit ise hazır ya da birikmiş bilgilerin tekrarı bir kavramdır. Tabii bu arada asl olan bize miras kalan bu bilgi külliyatları karşısında ne yapmamız gerektiğidir. Bir kere avamın (halkın genel seviyesi) kendini riske etmeme açısından ehlisünnet dört hak mezhepten birine mensup olmasında çok büyük fayda var. Çünkü içtihad ilmi çaba gerektiren bir bilgi gücü olduğundan herkes fikir üretemez. Şu da bir gerçek mezhep imamları fikir üretirken ya da içtihatta bulunurken mezhep kurmak maksadıyla ortaya çıkmamışlar, tamamen bizlerin cahil kalmamamız için çıkmışlar. İşte hayatta iken öğretme maksatlı talebelerine okuttukları dersler derlenip toparlanıp bir kurala bağlanmasıyla mezhep adını almıştır. İyi ki de bu büyük imamların dizinin dibinde yetişmiş talebeler öğrendiklerini derleyip toparlamışlar, bu sayede hem hayatımızı tanzim etme imkânı doğmuş, hem de firak-ı dalle’ye (sapık fırkaların yoluna) düşmekten kurtulmuşuz. Zaten istikamet üzere yürümeyi ilke edinmiş her Müslüman şunu iyi bilsin ki; geldiğimiz noktada İslam’ın ana caddesinde sapmadan yürüyüşümüzü bu müçtehit imamlara borçluyuz. Dikkat edin cami imamından söz etmiyoruz, ısrarla ‘müçtehit imam’ diyoruz. Niye, çünkü onlar ilmiyle amil olmuş imamlardır. Hüküm çıkarmak öyle oturup ta bulunduğumuz yerden ahkâm kesmeye benzemez, kılı kırk yarmak gerektiren bir beyin faaliyetidir. İşte kılı kırk yaran bilge zatlar sayesinde ehlisünnet dışı sapık fikirlerin ağına düşmeksizin çok şükür bugünlere gelebildik. Ki, onlar Peygamberimizin (s.a.v); ‘Ümmetimin âlimleri, beni İsrail peygamberleri gibidir’ hadis-i şerifine mazhar olmuş müçtehit imamlarımızdır.

Madem hayat devam ediyor. O halde devam eden hayat için fikri üretim için çaba sarf eden âlimlerin çalışmalarına destek vermek icap eder. Malum, içtihadın durması dinin sosyal hayattan çekilmesi demektir. Asla içtihat farklılığı, ayrılık olarak telakki edilmemeli, bilakis içtihat farklılığı fikri zenginliğimizi ortaya koyan güçtür. Bu öyle bir güç ki; dört büyük mezhep imamının birbirlerini düşman görmeksizin yaptıkları içtihadlar sayesinde zihni gelişmenin en üst zirvesine çıkmışız da. Bu yüzden onlar fikir ve bilgi üretiminin baş mimarları olarak gönlümüzde yaşamaya devam edecektir. Nasıl gönlümüzde olmasın ki, bugün onların içtihatları elimizde olmasaydı İslam toplumuna yönelik her türlü yıkıcı fikir akımlara karşı verecek cevabımız olamayacaktı. Ancak bu arada aklımıza: “Edille-i şer’iyye hiyerarşisinde yer alan şer'i delillerin bütünü her devri kapsayıcı geçerli hükümler midir?” soru takılabilir.

Cevaben ne diyebiliriz ki, belki fark etmişsinizdir bu sorunun cevabı için bile içtihat gerektiriyor. Yine de her şeye rağmen Mecellede geçen hukuki bir kaideye dayanarak ancak şunu söyleyebiliriz; nassda olsa her devrin örf ve adetlerine göre değişiklik gösterebileceğini, icabında bu değişikliğin takdiri veya takibi için bile yeni bir içtihada ihtiyaç olabileceğidir. Anlaşılan o ki; her meselenin çözüme kavuşması noktasında işin ehli âlimlerin reyine başvurmak zarureti vardır. Aksi takdirde her karşılaşacağımız meselelerin altında ezilmek an be an mümkün. Hiç kuşkusuz sahabenin bize göre avantajı herhangi bir meseleyle karşılaştığında direk birinci elden sorup hallediyor olmasıdır. Hiç kuşkusuz içtihad kapısının birinci elden ilk önderi peygamberimizdir. İlginçtir Resulullah (s.a.v) ilk elden kaynak olmasına rağmen yine de arkadaşlarının görüşünü almaktan imtina etmemiştir. Nitekim Ashabı Kiram Efendimiz (s.a.v)’in huzurunda veya gıyabında fikir teatinde bulunmuşlar bile. Bu aynı zamanda İslâm’da dogmaya yer olmadığının ispatıdır. Düşünsenize Peygamberimiz (s.a.v) asli risalet ve elçilik görevinin dışında yeri geldiğinde bir kadı, yeri geldiğinde bir müftü, yeri geldiğinde devlet reisi rol üstlenmiştir. Şimdi ilahi kaynaklarımıza burun kıvıranlara sormak lazım gelir, bu din nasıl dogma olabilir ki. İşte görüyorsunuz bizatihi dinin elçisi birçok fonksiyonu icra etmekle geleceğe ışık olmuş ta. Resulullah (s.a.v) karşılaştığı herhangi bir meselede icabında vahyi beklemeyip, istişare ve içtihada başvurduğu bir sır değil. Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta; ‘Bana vahiy olmayan hususlarda aramızda (ki davalarda) rey’imle hükmederim’ beyan buyurmuştur. Yine bir hadisi şeriflerde ise; “Size kendi rey’imle bir şeyi emredersem unutmayın ki ben ancak beşerim” ve “Sizler şahid misiniz ki bana itaat Allah'a itaattir, bana isyan da Allah’a isyan etmektir” diye beyan buyurmuşlardır. İşte İmam-ı Azam Ebu Hanife bu gerçekler ışığında; “Kim ölü bir araziyi imar ve ihya ederse orası onundur” hadis-i şerifinin bir devlet reisi sıfatıyla söylenmiş bir hadis olduğunu dile getirmiştir. Tabii bu arada bizde İmam-ı Azam gibi bilge imam sayesinde ul’ul emr sıfatıyla söylenilmiş bu hadisin devlet izin vermediği müddetçe hiçbir şahsın sahipsiz bir araziyi imar edemeyeceğini fark etmiş oluruz. Hatta fark etmekle kalmayıp bu hadis-i şerifin detayına indiğimizde Hicaz mıntıkası ahalisine yönelik tarımcılık, şehirleşme ve medenileşmeye teşvik bir hadis olduğunu görürüz.

BİLGE ŞAHSİYETLER


Bilhassa Emevilerin son devri ile Abbasilerin yükselme çağında yetişmiş müçtehit imamlar ve dört büyük imamın içtihatları Ümmet-i Muhammed'e büyük soluk aldırmıştır. Bu müçtehit imamlar ve talebeleri sayesinde Tabiin devrindeki hadis ve rey (görüş) kaynaklı içtihatlar derlenip, toparlanıp birleştirilerek gelecek nesillere fikri külliyatlar olarak aktarılmış bile. Bu arada Müçtehit imamların içtihatları mezheplerin teşekkülünü doğurmuş ve böylece bilgi taklitçiliğinin ve tekrarcılığın önüne geçilmiştir. Ne var ki; müçtehit imamlar döneminden sonra, içtihat yapmada gerileme görülmüş, yerini daha çok içtihat ve taklitçilik konusu tartışmaları almıştır. Aslında tartışmak yerine meseleye “müçtehidin rey’ini benimsemek taklit değil mutabaattır” açısından da bakılabilirdi. Hele söz konusu avam olunca mutabaat şart olurda. Asıl anormal olan kendi başına gelin güvey kalmaktır, hatta daha da vahim olanı bilgi sahibi olmadan fikir yürütme işgüzarlığında bulunmaktır.

Tabii, söz konusu müçtehit olunca iş değişir, taklit etmesi gerekmez. Ancak burada da en göze batacak husus âlimin bilgisini kullanmayıp kendi kabına çekilmesidir. Ki, bu tutum uygun değildir, âlimden her daim fikir üretmesi ve çaba sarf etmesi beklenilir. Bakın Gavs-ı Bilvanis-i Abdülhakim el Hüseyni (k.s) der ki; mürşit o dur ki kendinden üstün mürşit yetiştire. İşte bu müthiş sözden bizim anladığımız şu ki; ilim yolunda durmak yok, yola devam esastır. Zira Peygamber'in (s.a.v); ‘İki günü birbirine eşit kılan zarardadır’ beyanı her alanda fikir üretimin gerekliliğine işarettir. Madem öyle üretim denilince sadece ekonomik faaliyetler anlaşılmamalı, insanın kendi kendini işlemesi de üretimdir. Bu yüzden insanın kendini bilmesi ilimden sayılmıştır. Nasıl ki tabiatı işleyerek ekonomik faaliyetler işlerlik kazanıyorsa, pekâlâ insan da bir âlimin eşiğinde işlenip bilgi küpü hale gelebiliyor.

Fikir üretmekten geri durup sırf taklitle yola devam edildiğinde pansuman tedbir türünden öte bir işe yaramayacaktır. Taklitte ısrarcılık cehalete davetiye çıkarmak olacaktır. Oysa fikri ilerleme bir döneme mahsus olmayıp her devir için ihtiyaç gerektiren bir husustur. Maalesef günümüzde bilge kişilerin azlığı toplumu koyu cehalet bataklığına sürükleyebiliyor. Dolayısıyla toplumun bilgi kirliliğine maruz kalmaması için, gerçek manada bilge şahsiyetlerin varlığına ihtiyaç vardır. Bakın İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İbn-i Haldun, İmamı Azam gibi âlimler yaşadıkları devirlerde toplum içerisinde cereyan eden birçok ihtilafları gidermişler bile. Malum, İmamı Gazali döneminde mevcut hastalığın baş çıbanı felsefi fırkalardı. İşte Gazali, bu hastalık tablosu karşısında bütün bu yıkıcı felsefi akımları ehlisünnet ekolü içtihatlarıyla çürütüp İslam âlemine yönelik zararlı fikirlerin yayılmasının önüne geçmesini bilmiştir. Hakeza İmamı Rabbanide (k.s) öyledir. O da tarikat şeriat çekişmelerine son verip tarikatın şeriattan ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis her ikisinin iç dış misali bir bütün olduğunu ortaya koymuştur. Derken birbirinden kıymetli böylesi müçtehit imamlar sayesinde İslam âlemi rahat nefes alır da. Bu noktada her yüz senede müceddit gelecektir (müceddit dinde bilgi üreticisi ve irşat edici demektir) ilahi prensibi bizim için müjde olmanın ötesinde büyük bir lütuf olmuşta. Bu lütuf karşısında ne kadar şükretsek azdır. Hakeza 20. yüzyılda da Said Nursi Hazretleri yüz akımız olmuştur. Bilhassa onun o müthiş kayda değer fikri mücadelesi birçok karanlık sis perdeleri ortadan kaldırıp İslam’ın gür sesi ve aydınlık yüzü olmaya yetmiştir. İyi ki de insanlık bu yüzle yüzleşmiş. Bakın Haşir (ahret) risalesini okuyan bir gayrimüslim öyle etkilenmiş ki:
—Bunu derhal yok edin deyip telaşa kapılmış bile. Tabii insanlar merak edip nedenini sorduklarında verdiği cevap bir hayretin ifadesidir;
“—Evet, elimdeki haşir risalesi sanki beni ahret sokaklarında gezdiriyor gibi, biraz daha okursam…”

İşte bu itiraf Bediüzzaman’ın çağa damga vurduğunun bir göstergesidir. Cemil Meriç bu yüzden Bediüzzamanın hakkını şu cümlelerle teslim etmiştir; çağımızda iki görüş hâkim. Her ikisi de ben-i âdem, ama Bediüzzaman bize çok daha yakın.

Gerçekten de insan Risaleyi Nurları okuyunca devrin birçok karmaşık meselelerin üstesinden gelebiliyor. Besbelli ki; Bediüzzaman yirminci asrın üstatları arasında kendinden söz ettiren bir dehadır. Dünya döndükçe böyle daha nice üstatlar yeryüzüne şeref vereceği muhakkak. Çünkü Allah'ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye. Böylece İslam âlemi, hatta tüm insanlık bu tür umut ışıklarından yoksun kalmayacaktır. Madem kıyamete kadar böyle zatların var olacağına inancımız tam, o halde halkın üçler yediler, kırklar dediği böylesi Rabbani âlimleri aramaya koyulmalıdır. Tabi arama deyince ister istemez İmam-ı Rabbaniyi hatırlarız. Bakın İmamı Rabbani (k.s); “Ne mutlu murad mürşit bulana” diyor. İlginçtir “Ne mutlu muradı olana” demiyor, “murat mürşit” diyor. Niye acaba? Nedeni gayet açık; murat mürşit bulduğunda kurtuluşa ermek vardır. Bu yol zaten bir gönül sultanının kalbine girip ötelere kanatlanma yoludur, işte aranılan murad budur. Dünya var oldukça böyle zatlar tükenmeyecektir. Nasıl tükensin ki, Allah’ın hazinesi sonsuzdur. Dolayısıyla gönül sultanları şu devirle, bu devirle sınırlı tutulamaz. Yeter ki İmamı Rabbani'nin (k.s) dediği gibi arayıp bulmayı murad edinelim gerisi gelir elbet, sonunda arayan bulur misali gerçek Mevla’sına kavuşur da. Aramaktan imtina edip geri durursak ateizmin kol gezdiği şu dünyada koruyucu zırhtan mahrum kalmakta var. Kaldı ki, âlimler bile aramaya koyulmuşlar, biz armışız çok mu? Hatta deminden beri sözünün ettiğimiz Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri de ömrünün büyük bir bölümünü hep arayışla geçirmiştir. Öyle ki, küçük yaştaki arayışını şu sözlerle dile getirmiştir; “Dokuz yaşımda Şeyh Abdurrahman Tahi’yi tanıdım. Bu zat velilere makam aldıran zattır.”

Bu sözlerden de anlaşılan o ki, bir insanı tanımak ancak bir arayışın sonucu gerçekleşebiliyor. Öyle bir arayış ki; “velilere makam aldıran zat, kim bilir kendi makamı nasıldır” merakını gidermeye yönelik yeni bir arayış doğuruyor da? Derken bu arayış içerisinde Bediüzzaman’ın dilinden Abdurrahman Tahi (k.s)’nin Nakşî silsilesinin büyüklerinden olduğunu idrak etmiş oluruz da.

İşte her devirde böylesi deha çapında büyük derya âlimlerin çıkması İslam’ın kabına sığmaz engin bilgi potansiyeline sahip bir din olmasındandır. Kaldı ki İslam hür tefekkürü zindana hapsetmez, düşünceyi irşat vasıtası olarak görür. Ancak irşadın olması içinde irşat olunmak gerekir. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi (k.s) şöyle demiştir: ‘İrşat olmayan irşat edemez.’

FİKRİ ÜRETİM


Fikir üretmemekte ve statik kalmakta direnenler dogmatik fikirleriyle birlikte er geç yıkılmaya mahkûmdur. Bu kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Malum; statükoculuğun en bariz göstergesi tekrarcılık illetidir. Bu illete bir insan tutulmaya dursun eline tutuşturulmuş reçeteyle ya da ezberlediği nakaratla ömür boyu monotonluğun pençesinde debelenip duracaktır. Oysa fikir üretimi toplumda gelişmeyi tetikleyen ve topluma dinamizm kazandıran bir güçtür. Dahası her yeni fikir, toplumun alışılmış düşünce kalıplarından kopuşu demektir. Elbette ki yenilik derken müspet manada yenilik, yeniden doğma (Rönesans), kendini keşfetmek ve gelişmeyi kast ederiz. Madem öyle kendi öz Rönesans’ımızı keşfedip fikir veya aksiyonumuzu yeniden vizyona koymak icap eder.

Fikri üretim olmadığı zaman ne idrak kalır ne beyin kalır, ne de kalp huzuru kalır. A’dan Z’ye her şey durağanlaşır da. Nasıl mı? İşte 28 Şubat post modern darbesi bunun en hazin tablosu. Malum zihniyet “28 Şubat post modern” usullerle üniversiteleri kışlaya çevirdikleri gibi, toplum mühendisliği uygulamalarıyla da aklı karaya oturtmuşlardır. İşte statükoculuk böyle bir şeydir, bu vesayet zihniyetten başka ne beklenebilirdi ki. Bir kere o günlerde hür düşünceye pranga vurulmuş, bu ahval ve şerait içerisinde nasıl fikir birlikteliği doğsun ki. Maalesef her on yılda bir tekrarlanan darbelerle hür düşünceye kement vurulabiliyor. Bakın, tıpkı bizim 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubatta yaşadığımız sürece benzer süreçleri batıda yaşamış. Batı, ne zaman ki kilisenin tahakkümünden kurtulup hür düşünmeyi keşfetti, işte o zaman rahat nefes alıp gelişmenin merkezi olmuşlardır. Malum, Avrupa’nın orta çağda düşünceye kilit vuran kiliseyle başı çok büyük dertteydi. Nasıl başı dertte olmasın ki, nice deha çapta fikirler engizisyon ve giyotine kurban verilmiştir. Hatta fikri ve ilmi çalışmalarından dolayı nice aydınlar canından olmuşlardır. Neyse ki batı, aydınlanma uğruna büyük bedeller ödemenin akabinde Rönesans’ını gerçekleştirmesini bilmiştir. Peki ya biz! Biz ise o arada gelişme çağımızda durağanlaşıp kendi kendimizin orta çağını hazırlamışız.

Evet, batı bu! Ancak şu da bir gerçek; batı şuan ki haline pekte fazla sevinmesin. Çünkü batı şimdilerde başka problemlerle karşı karşıyadır. Bu sefer ki problemin niteliği eskisine pek benzemez, ortada daha vahim bir durum var. Kilisenin köleliğinden kurtulan batı, bu sefer makinenin kölesi olmuş durumda. Meğer aklında bir sınırı varmış. Bu sınırda ruh devre dışıysa artık ortada akıl tutulması denen olağanüstühal durum var demektir. Dahası olağanüstü amansız bir hastalığa tutulmuş gözüküyorlar. Başka ne diyelim ruhunu yitirmişlik denen maraz illet bu olsa gerektir. Baksana hayatının büyük bölümünü makine ve bilgisayar üzerine tanzim eden batı bir anda robotik toplum olmuşlar. Bu yüzden batı sil baştan yeniden köledir, şimdiki köleliğin geçmişten tek farkı genlerine kadar işlemiş akıl tutulması köleliğidir. Üstelik insan makineyi yönetmiyor, yöneten makinedir. Şayet bu bunalım böyle devam ederse, galiba en son yardım dileyecekleri tek güç Hollywood filmlerine konu olan uzaylı yaratıklar olacaktır.

Anlaşılan modernite hayat dedikleri model; insana robot hayat sunuyor. Ve insan bu düzende bir hiçtir. Bu modelde insan ancak üretip tükettiği sürece değer kazanabiliyor. Ne hazindir ki insan yaşadığı anla ilgisi olmadığı gibi çevreye bakışı da şaşkıncadır. İnsanoğlu bu düzende bir hiçtir, asla bu sistemde ruhunun açlığını giderecek iklim bulamaz. Nasıl bulsun ki, ortada akla köle olmaya razılık vardır. Ruh bedende tutsak ve özgürlüğe hasrettir. Ah şu ruhunu bedenine esir kılmış insanlar bir kez olsun İslamiyet’le yüzleşebilseler, işte o an gerçek hürriyetin tadına ulaşmaları an be an mümkün olabilir. Ama ne var ki daha henüz o ışığı görmüş değiller. Nasıl görsünler ki, vahiyden bihaberler. Bu büyük bunalım daha da derinleşirse o çok övündükleri modernize hayat başlarına çöküp enkaz yığını hale geleceklerdir. Yazık, hem de ne yazık bir hiç uğruna insanlık telef oluyor.

Belli ki dayanışma, yardımlaşma ve sevgiden yoksunluk kitleleri huzursuz kılıyor, soluklamaya ihtiyaçları var. Nasıl mı? İşte salt aklın hükümranlığına son verip insana nefes alma imkânı sunan İslamiyet’le buluşmakla elbet. Böyle bir buluşma gerçekleştiğinde ebedi saadetin kapıları açılacağına inancımız tam. Vahiy; felsefenin, aklın, ideolojinin mantığın ve her şeyin üstünde… Kur’an bu anlamda; hem nur, hem ışık, hem de topyekûn beşeriyeti huzura götüren tek rehberdir. Kuran’ın muhatabı tüm insanlıktır. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz karmaşık yapıya son verecek kılavuzu vahiyde aramak gerektir.

Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/islmda-fikir-birligi-ve-ictihad-makale,6959.html
 
Üst