dedekorkut1
Doçent
İSLÂM VE EKONOMİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsanın insanla olan alışveriş münasebetlerinde ve insanın tabiatı işlemesiyle olan ilişkilerinden doğan bir bilim dalının adıdır ekonomi. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır. Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha fazladır. Hele bilhassa önemine binaen kâr faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan kâr etmek esastır, bu yüzden haram yoldan elde edilen faiz türü kazançlar asla kabul görmez.
Ekonomik faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır düşüncesinden hareketle sınırsız ihtiyaç ve arzular yatmaktadır. Zaten hammadde kaynaklar hiç tükenmeyecek derecede sınırsız olsaydı ekonomiden bahsetmeye hiç gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla iktisatçıların insanın tabiatın hammadde ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetlerini enine boyuna tartışılmaları son derece tabiidir. Böylece tartışmaların muvacehesinde bu arada toplumda kendi zaviyesinden hangi iktisadi modelin lehine olabileceğinin değerlendirmesini yaparaktan tercihini ortaya koyacaktır. Tabii ki bizim tercihimiz İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan iktisadi modelden yana olacaktır.
Malumunuz ekonomi denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi bir dizi unsurlar akla gelir elbet. Ancak her bir ekonomik unsur kapitalizm, kominizim, sosyalizm ve faşizm gibi ideolojilerde birbirlerinden farklı değerlendirmelere tabii tutularak farklı şekilde karşılık bulur. İdeolojilerin aralarında asla hemfikirlik söz konusu değildir. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır, birbirleriyle tamamen taban tabana zıt kutupta konumlanmışlardır. Velev ki karşıt zıt görüşte olmasalar da yine hiçbir bir şey fark etmeyecekti zaten. Bikere ideoloji dediğiniz ne ki, her biri için ömür biçmeye kalkışsak bir asrı bile geçmeyecek ömürleri ya var ya da yok durumdalar. Sonuçta kul mamulüdürler, insan elinden çıkan her bir sistem er geç çökmeye mahkûmdur. Şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir baktığımızda her bir beşeri iktisadi sistemin topluma sundukları reçetelerin uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi gibi savrulup söndüklerini görürüz. İnsana insan olarak değil de eşya gözüyle bakılırsa, elbette ki savrulurlar, akıbetlerinin böyle olacağı besbelliydi. Kaldı ki insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en canlı şahidi ekonomi tarihinin sayfaları bizatihi şahittir.
Peki, Yüce dinimiz İslâm? Hiç kuşkusuz insanı merkeze alan tek din İslamiyet’tir. Bu yüzden insan olmanın şerefini yaşamak ancak İslam’ı hayatımıza tatbik etmekle mümkündür. Tatbik etmeye mecburuz da. Çünkü yeryüzünde insanı doğrudan muhatab alaraktan eşref-i mahlûkat sıfatıyla değer veren sadece Müberra dinimizdir. Ki, insana değer veren böylesi bir din’in kıyamete kadar devam edeceğinin sırrı da bu noktada gizlidir. Öyle ya, madem tüm mahlûkat içerisinde sadece insan eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş o halde insanın sorumluluk yüklenmesi son derece tabii bir durumdur. Nasıl mı? Mesela insanın ekonomik bakımdan sorumluluğuna baktığımızda İslâm tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf etmemesi yönünde sorumluluk yüklemiştir. Ve Yüce dinimiz bu yönde insana tabiatta ne var ne yok tüm hammadde kaynaklarını helal dairesi içerisinde işlemesini ve işletmesini öğütler. Yeter ki insanoğlu bu öğüt karşısında üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş olsun bak o zaman hem tabiatı har vurup harman savururcasına ölçüsüz bir şekilde işletilmesinin önüne geçmiş olur hem de bu arada bir takım dünyevi ihtirasların ve aşırı maddiyat düşkünlüğünün önüne de set çekmiş olur. İyi ki de Müberra Dinimizin muhataplığına mazhar olmuşuz, bu sayede hem çevremize hem de kendimize çeki düzen fırsatı elde etmiş oluruz. Allah muhafaza aksi takdirde dünyaperest ideolojilerin kucağına düşüp maddi ihtirasların kölesi olacaktık. Ki bu düpedüz nefse ve tabiata mahkûm olmuşluğun ta kendisi bir köleliktir. Şimdi bu tespitlerden sonra gel de İslam’ı sosyal hayatta ve beşeri münasebetler de kendimize ölçü alma, ne mümkün. İslam insana öyle huzur veren bir dindir ki, Allah’a abd olunduğunda insan dünyanın peşinden değil adeta dünyayı insanın peşinen koşturacak şekilde ab-ı hayat bir dindir. Yeter ki böyle bir bilince erişlisin dünya sadece müminin gözünde gaye değil vasıta olacaktır. Zira İslam’da Rıza-i Bari için hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki, İnsanın asıl vazifesi ve yaratılış gayesi Allah’a abd olmaktır. Bakın bir adam Nakşibendî Sadatlarından bir zat’a şöyle bir sual eylemiş:
– Efendim, Sizin göreviniz nedir?
O zat şöyle cevap vermiş;
-Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.
Tabii adam bu cevap karşısında şaşırmış, bu kez:
-Efendim iyi hoşta siz neyi çözüp bağlarsınız ki diye sual eder.
Ve mübarek tebessüm edip cevaben şöyle der:
-Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız.
SELİM GÜRBÜZER
İnsanın insanla olan alışveriş münasebetlerinde ve insanın tabiatı işlemesiyle olan ilişkilerinden doğan bir bilim dalının adıdır ekonomi. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır. Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha fazladır. Hele bilhassa önemine binaen kâr faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan kâr etmek esastır, bu yüzden haram yoldan elde edilen faiz türü kazançlar asla kabul görmez.
Ekonomik faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır düşüncesinden hareketle sınırsız ihtiyaç ve arzular yatmaktadır. Zaten hammadde kaynaklar hiç tükenmeyecek derecede sınırsız olsaydı ekonomiden bahsetmeye hiç gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla iktisatçıların insanın tabiatın hammadde ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetlerini enine boyuna tartışılmaları son derece tabiidir. Böylece tartışmaların muvacehesinde bu arada toplumda kendi zaviyesinden hangi iktisadi modelin lehine olabileceğinin değerlendirmesini yaparaktan tercihini ortaya koyacaktır. Tabii ki bizim tercihimiz İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan iktisadi modelden yana olacaktır.
Malumunuz ekonomi denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi bir dizi unsurlar akla gelir elbet. Ancak her bir ekonomik unsur kapitalizm, kominizim, sosyalizm ve faşizm gibi ideolojilerde birbirlerinden farklı değerlendirmelere tabii tutularak farklı şekilde karşılık bulur. İdeolojilerin aralarında asla hemfikirlik söz konusu değildir. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır, birbirleriyle tamamen taban tabana zıt kutupta konumlanmışlardır. Velev ki karşıt zıt görüşte olmasalar da yine hiçbir bir şey fark etmeyecekti zaten. Bikere ideoloji dediğiniz ne ki, her biri için ömür biçmeye kalkışsak bir asrı bile geçmeyecek ömürleri ya var ya da yok durumdalar. Sonuçta kul mamulüdürler, insan elinden çıkan her bir sistem er geç çökmeye mahkûmdur. Şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir baktığımızda her bir beşeri iktisadi sistemin topluma sundukları reçetelerin uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi gibi savrulup söndüklerini görürüz. İnsana insan olarak değil de eşya gözüyle bakılırsa, elbette ki savrulurlar, akıbetlerinin böyle olacağı besbelliydi. Kaldı ki insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en canlı şahidi ekonomi tarihinin sayfaları bizatihi şahittir.
Peki, Yüce dinimiz İslâm? Hiç kuşkusuz insanı merkeze alan tek din İslamiyet’tir. Bu yüzden insan olmanın şerefini yaşamak ancak İslam’ı hayatımıza tatbik etmekle mümkündür. Tatbik etmeye mecburuz da. Çünkü yeryüzünde insanı doğrudan muhatab alaraktan eşref-i mahlûkat sıfatıyla değer veren sadece Müberra dinimizdir. Ki, insana değer veren böylesi bir din’in kıyamete kadar devam edeceğinin sırrı da bu noktada gizlidir. Öyle ya, madem tüm mahlûkat içerisinde sadece insan eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş o halde insanın sorumluluk yüklenmesi son derece tabii bir durumdur. Nasıl mı? Mesela insanın ekonomik bakımdan sorumluluğuna baktığımızda İslâm tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf etmemesi yönünde sorumluluk yüklemiştir. Ve Yüce dinimiz bu yönde insana tabiatta ne var ne yok tüm hammadde kaynaklarını helal dairesi içerisinde işlemesini ve işletmesini öğütler. Yeter ki insanoğlu bu öğüt karşısında üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş olsun bak o zaman hem tabiatı har vurup harman savururcasına ölçüsüz bir şekilde işletilmesinin önüne geçmiş olur hem de bu arada bir takım dünyevi ihtirasların ve aşırı maddiyat düşkünlüğünün önüne de set çekmiş olur. İyi ki de Müberra Dinimizin muhataplığına mazhar olmuşuz, bu sayede hem çevremize hem de kendimize çeki düzen fırsatı elde etmiş oluruz. Allah muhafaza aksi takdirde dünyaperest ideolojilerin kucağına düşüp maddi ihtirasların kölesi olacaktık. Ki bu düpedüz nefse ve tabiata mahkûm olmuşluğun ta kendisi bir köleliktir. Şimdi bu tespitlerden sonra gel de İslam’ı sosyal hayatta ve beşeri münasebetler de kendimize ölçü alma, ne mümkün. İslam insana öyle huzur veren bir dindir ki, Allah’a abd olunduğunda insan dünyanın peşinden değil adeta dünyayı insanın peşinen koşturacak şekilde ab-ı hayat bir dindir. Yeter ki böyle bir bilince erişlisin dünya sadece müminin gözünde gaye değil vasıta olacaktır. Zira İslam’da Rıza-i Bari için hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki, İnsanın asıl vazifesi ve yaratılış gayesi Allah’a abd olmaktır. Bakın bir adam Nakşibendî Sadatlarından bir zat’a şöyle bir sual eylemiş:
– Efendim, Sizin göreviniz nedir?
O zat şöyle cevap vermiş;
-Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.
Tabii adam bu cevap karşısında şaşırmış, bu kez:
-Efendim iyi hoşta siz neyi çözüp bağlarsınız ki diye sual eder.
Ve mübarek tebessüm edip cevaben şöyle der:
-Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız.