İslam sosyalizmi, aslında eski bir tartışmadır. Bu tartışma 1940’lı yıllardan başlayarak başta Mısır olmak üzere Suriye, İran ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman aydınları ciddî olarak meşgul etmiştir. Türkiye’de ise, özellikle Mustafa Sıbai, Seyyid Kutub ve Ali Şeraiti gibi düşünürlerin tercümeleriyle ülke Müslümanlarının gündemine girmişse de hiçbir zaman o ülkelerdeki ciddiyetine erişememiştir. En fazla yer yer partilerin sağcılığı solculuğu veya bizzat sağcılık ve solculuğun Türkiye’deki anlaşılmaz kaypaklığı söz konusu olduğunda ya da Orta Doğu’daki emperyalist işgallerde sosyalistlerle İslamcıların kendilerini aynı safta bulmalarından kaynaklanan şaşkınlıklarla hatırlanır. Ama ilk zamanlardan bu yana Türkiye’de bu konunun ne ciddî olarak aydınlar arasında tartışma yarattığı ne de bir taraftar kitlesi bulduğu söylenebilir. En son da eski iki siyasetçinin başını çektiği cılız ve akîm bir “Müslüman sol” hareketiyle yüzeysel olarak da olsa hatırlanmış ve böylece tekrar bir takım köşe yazarlarının gündemine düşmüşse de yine hak ettiği ilgiyi bulamamıştır.1
Bilinen bir gerçektir ki dağılan Sovyet Rusya’yla birlikte sosyalizm, bütün dünyada artık eski cazibesini yitirmiş ve bugün için hem aydınlar hem de kitleler arasında tartışmaların ve beklentilerin odağı olmaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Ama bu, sosyalizmin bugün için dişe dokunur hiçbir teorisinin olmadığı anlamına gelmediği gibi bir ideoloji olarak sahneden çekildiği anlamına da gelmez. Ama görsel kültürün egemen olduğu dünyamızda teorilerin ve özellikle sosyalizm gibi toplumcu ideolojilerin eski cazibesini yitirdiğini söylemek bile fazladır. O halde böyle bir konuyu yeniden tartışmanın ne gereği olduğu düşünülebilir. Belirtmeliyim ki bu konuyu ele almaktaki maksadım, böylesine güncelliğini yitirmiş eski bir tartışmayı yeniden gündeme getirmek değildir elbette. Yapmak istediğim, İslam ile sosyalizm arasında bir izdivacın olabilirliği veya olamazlığını savunmak da değildir. Amacım, yakın dönem İslam düşüncesinin bu denli ciddî bir tartışmasını hatırlatmak ve bu düşüncenin her devirde sosyo-politik şartlarından bağımsız düşünülmemesi gerektiğini vurgulamaktır.
Bitimsiz Tartışma: İslam Sosyalizmi
İslam sosyalizmi tartışmalarının başlangıcı Ali Bulaç’ın belirttiğine göre Faik Bercâvî’nin “İslam Sosyalizmi” adlı kitabının yayımlandığı 1945 yılına kadar götürülebilir. Ancak bu, o tarihlerde bile yeni bir konu değildir. Çünkü 20. yy.ın başlarında İzmirli İsmail Hakkı’nın bir makalesi yayımlanmıştı.2 Hatta daha erken tarihlerde Mısırlı meşhur şair Ahmed Şevkî (1868–1932) bir şiirinde Hz. Peygamber’i “sosyalistlerin imamı” olarak nitelendiriyordu.3 Cemil Meriç daha da gerilere gitmek gerektiğini düşünür. Ona göre sosyalizmin İslamileştirilmesi veya Araplaştırılması işinde başrolü Afganî (1838–1897) oynamıştır.4 Meriç’e hak vermemek mümkün değildir. Gerçekten de İslam düşüncesinin olumlu veya olumsuz hemen her damarının temelinde Afganî vardır. İslam toplumlarındaki milliyetçiliğin de, İttihad-ı İslam fikrinin de, İslam sosyalizminin de temelinde bir parça onun tezlerini bulmak her zaman mümkündür. Ama İslam sosyalizmi için bu kaynaklık, belki bir ilham veya fikir vermek nispetindedir. Yoksa kavramı ona mal etmek elbette ki doğru olmayacaktır. Diğer İslam ülkelerinde tartışmanın alevlendiği yıllarla eşzamanlı olarak Türkiye’de de, Nurettin Topçu, “Anadolu sosyalizmi” kavramsallaştırmasıyla aynı konuyu gündeme getirir. Hatta Topçu, Hareket dergisinde yazdığı bir yazıda “sosyalizm devrimizin şeriatıdır” diyecek kadar ileriye gitmiş fakat sonra ne kendisi bu konuda ısrar etmiş ne de beklediği ilgiyi görebilmiştir. Hemen hemen aynı yıllarda biri telif diğeri tercüme iki kitap yayımlanır. Birincisi, Hüseyin Hatemi tarafından yazılmış “İslam Açısından Sosyalizm” adında bir telif kitaptır. İkincisi ise ihtida etmiş Fransalı büyük Marksist düşünür Roger Garaudy’nin sonradan Türkçeye tercüme edilmiş “Sosyalizm ve İslamiyet” kitabıdır. Fakat bütün bunlar bu tartışmanın Türkiye dışında geliştiği ve tartışıldığı gerçeğini değiştirecek nitelikte değildir.
İslam sosyalizmle uyuşur mu? Amacımın böyle eski bir soruyu veya daha doğrusu tartışmayı yeniden tartışmak olmadığını yukarıda da belirttim. Fakat bu soruya verilen cevapları bilmemizin, İslamî düşünce geleneğinin aştığı merhaleleri ve ulaştığı yeri bilmemiz açısından hayatî bir önem taşıdığını da belirtmem gerekiyor. Kuşku yok ki geleneği olmayan veya var olan geleneği bilinmeyen bir düşüncenin geleceği de olamaz. Şimdi bir devrin bu müşkül sorusunun yarattığı zihin bunalımını ve bitimsiz tartışmayı irdeleyelim.
İslam Sosyalizmle Uyuşur mu?
İranlı siyaset bilimi profesörü Hamid İnayet’e göre 20. yy.daki sosyo-politik düzenleme sistemleri içerisinde İslam’ın yüksek mizacına en fazla uyum belirteni sosyalizm olmuştur. Her ikisi de kolektivizm veya kamu ve birey menfaatlerindeki denge, devlet kontrolü, servetin eşitçe dağıtımı gibi konularda birbirine çok yaklaşmışlardır. İnayet, hemen şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Sosyalizm, Hegelci Avrupai üstünlük anlayışıyla ya da Marksçı tanrıtanımazlıkla ilişkilendirildiğinde ya da İslam, özel mülkiyetin dokunulmazlığını savunan bir düşünce sistemi olarak sunulduğunda bu ikisi arasında hiç şüphesiz ihtilaflar çıkmaktadır. Ancak yine, ne Hegelcilik ve Marksizm sosyalizmin ayrılmaz parçalarıdır, ne de özel mülkiyet İslam’ın esas ve değişmez doktrinlerindendir.”5
İnayet, üzerinde durulması gereken üç İslam sosyalizm türü olduğunu söyler: Resmî versiyon, fundamentalist versiyon ve radikal versiyon. Şimdi İnayet’in bu sınıflandırmasını takip ederek İslam sosyalizminin gelişimini izleyelim.
Resmî Versiyon
Sosyalizmin bu versiyonu, 1961’de Mısır’la Suriye’nin birliklerinin (Birleşik Arap Cumhuriyeti) bozulduğu ve Nasır’ın siyasî ağırlığını Arap birliği fikrinden Mısır’ı endüstrileşmiş bir devlete dönüştürme aracı olarak sosyalizme kaydırmasıyla başlar.6 Fakat daha önce bu yolda ilk adımlar, toprak mülkiyetini 200 feddanla sınırlayan ve bu miktarı aşan arazinin çiftçilere dağıtılmasını öngören 1954 tarihli Toprak Reformu Yasası’yla atılmıştı. Bu yasanın çıkarılması, Eylül devriminin sosyalist yöneliminin ilk emaresi mesabesinde idi, ki bu yönelim, 60’lı yılların, bütün üretim araçlarının mülkiyetini devlete devreden kararları ile aleniyet kazanacaktı.7
1962’deki Ulusal Sözleşme’de sistem benimsediği sosyalizmi “Arap Sosyalizmi” olarak tanımlamak suretiyle bunun mevcut sosyalist toplumlardan alındığını ima edecek bütün nitelemeleri de reddediyordu. Dolayısıyla bu, ilhamını İslam’daki adalet ilkesinden alan İslamî nitelikli bir sosyalizmdi.8
Öteden beri bu yönde bir eğilimi olan Nasır, küçük küçük adımlarla arzuladığı siyasî yapıya erişmek istiyordu. Sistemini “Arap Sosyalizmi” olarak nitelemekle de bu yönde en önemli basamaklardan birini atlamıştı. Hamid İnayet’e göre Nasır’ın amacı sınıfsız bir toplum değil sadece sınıf farklılıklarının giderilmesi, istibdattan ve istismardan bağımsız çeşitli sınıfların barışçı bir şekilde bir arada yaşayabileceği şartları oluşturmaktı.9
Elbette Nasır bu tepki çekmeyen fikirlerle kalmayacak giderek özel mülkiyete sınırlandırmalar getirecek ve İslamî kitleyle arasındaki tansiyonu yükseltecekti. Kuşkusuz Nasır’ın zihni karışıktı. Ulusal heyecanı onu Arap ulusçuluğuna, idealleri ve elbette küresel konjonktür sosyalizme yöneltirken nihayet toplumsal realite ve belki kişisel hayatı onu İslam’la karşı karşıya bırakıyordu. Nitekim yazdığı The Philosophy of Revolution (Devrimin Felsefesi) adlı manifestoda İslam’ı Mısır’ın üçlü sacayağından biri olarak nitelendiriyordu. Fakat İslam, giderek ağırlık kazanan sosyalizm düşüncesi ile Arap ulusçuluğu arasında boğulmaya başlayacak ve bu durum İslamî çevrelerde rahatsızlık ve gelecekle ilgili büyük kaygılar doğuracaktı.
İnayet’in belirttiğine göre Mısır’da İslam sosyalizminin öncüleri Suriye’li Mustafa Sıbai’nin El-İştirakıyyetü’l-İslam (İslam Sosyalizmi) adlı öncü çalışmasına minnetlerini ifade ediyorlardı ve her araştırmacıya sosyalizmin İslam’la imtizacını gösteren en makul kaynak olarak onu tavsiye ediyorlardı. Kitabın resmî yayınevi tarafından da basılmış olduğu gerçeğini bildiren İnayet, haklı olarak bunu oldukça garip bulur. Evet, oldukça garip bir durumdur bu. Zira, Suriye İhvan-ı Müslimîn cemaatinin lideri Sıbai’nin yoldaşları Mısır’da yargılanır idam edilirken aynı ülkede kendisi devlet ideolojisinin güvenilir bir İslamî doğrulayıcısı olarak sunuluyordu.10 Elbette bu kitap Nasır’ın teorilerinden önce (1959) ve çok daha saf niyetlerle yazılmıştı. Ama durum, sosyo-politik şartların aynı cemaatin üyeleri arasında bile ne derece farklılıklar yarattığını göstermesi açısından ibretamizdir.
Elbette Sıbai bu heteredoks atılımı sebebiyle yakasını eleştirilerden kurtaramayacaktır. Nitekim hem dava arkadaşlarından hem farklı ekol mensuplarından kendisine çok ciddî eleştiriler yöneltilir. İlk eleştirilerden biri Baas rejimi tarafından 1968 yılında idam edilen Iraklı Abdülaziz el-Bedri’den gelir. Bedri, tartışmaların yükseldiğini ve bu tezin Irak rejimince de desteklendiğini görünce bir reddiye olarak, Türkçe’ye de çevrilmiş bulunan İslam ve Sosyalizm kitabını yazar. Daha sonra Şeyh M. Mahmud Hamid onun yolundan yürüyerek Sıbai’ye cevap verir. Şeyh Hamid, Suriye İhvan’ının en güçlü isimlerinden ve aynı zamanda Sıbai’nin yakın arkadaşlarındandır. Sıbai’nin El-İştirakıyyetü’l-İslam kitabına Nazarât fi kitâbi İştirakıyyetü’l-İslam adında bir kitapla cevap verir.
Sıbai’nin bu denli tartışma yaratan tezleri nelerdi? Öncelikle bunları ele alalım. Aslında Sıbai sosyalizm ile İslam arasında çok fazla teferruatlara girmeden üstünkörü bir benzerlik bulmaya çalışıyordu. Ona göre İslam sosyalizmi dört unsurdan oluşur: Bütün vatandaşlara doğal haklar, bu hakları teminat altına alan ve düzenleyen yasalar, karşılıklı sorumluluk yasaları ve son olarak da ilk üç hususun uygulanmasını garanti altına alacak müeyyideler.11
Elbette ki İslam ile sosyalizmin bu te’lifi gayretinde en önemli meselelerden biri belki de birincisi mülkiyet meselesidir. Sıbai, İslam’da millîleştirmeyi (te’mîm) İslam sosyalizminin hayatî bir yönü haline getiren birçok hüküm ve kurum bulunduğu düşüncesindedir. Delil olarak da Ebu Davud ve Ahmed ibn-i Hanbel’in rivayet ettiği şu hadisi gösterir: “Üç şey halkın müşterek mülkiyetindedir: Su, otlar ve ateş.” Bir başka rivayette tuz da bulunmaktadır. Sıbai, bu maddelerin Peygamber dönemindeki çöl hayatında temel ihtiyaçlar olduğunu ve bunların çoğaltılmasının mümkün olduğunu söyler. Dolayısıyla günümüz için su, su arzıyla ilgili bütün yapı ve vasıtaları; ateş, elektrik ve benzeri enerji kaynaklarını; ot ve tuz gibi şeyler de modern hayatın bütün vazgeçilmez ihtiyaçlarını içine alacak şekilde genişletilebilir.12 Sıbai, ayrıca vakıf ve hima gibi kurumların da mülkiyetin millîleştirilmesinden başka bir şey olmadığını savunur.
Sıbai’yi eleştirenlerden bir diğeri de Kahire Üniversitesi hocalarından “edebî tefsir” ekolünün kurucusu Emin el-Hûlî (1895–1966)’dir. Hûlî, daha 1944–52 yılları arasında yani Sıbai’nin eserinden ve sosyalizmin resmî ideoloji haline gelmesinden önce Kur’an’daki servetle ilgili bütün ayetleri bir araya getirmiş ve onları -kendi ifadesiyle- “Kur’an’ın realizm ve idealizm boyutları arasındaki diyalektik gerilime göre” tefsir etmiştir. Sonuçta şu teze ulaşmıştır: Kur’an sadece söyledikleriyle değil aynı zamanda işaret ve imada bulunduklarıyla da geçerlidir. Buradan da şu kanıya varır: Kuran “öyle bir zemin hazırlar ki, servet tamamen kamu malı olsa, herkes ona ortak olsa ve bireysellik tamamen ortadan kalksa, Kur’an bunda ne bir sakınca görür ne de buna engel olur.” Bu ifadelerine dayanarak Nasr Hâmid Ebu Zeyd onun ilk İslam solcusu, gerçek bir sosyalist olduğunu söyler.13
Yöntem ve yaklaşım farklılıklarına rağmen tezleri Sıbai ile aynı doğrultuda olan Hûlî, Sıbai’nin kitabı yayımlanınca ona ciddî eleştiriler getirmekten de geri durmaz. Hûlî, Kur’anî yöntemin en önemli ilkesinin tikelleri ve ayrıntıları değil tümelleri ve ilkeleri ihtiva etmesi olduğunu söyler. Bu yöntemin dinin temelleri olan ibadetler konusunda bile bu ilkeye bağlı kaldığını, öyle ki en bilinen ve en çok uygulanan namaz konusunda dahi Kuran’ın hiçbir ayrıntı vermediğini belirtir. Oruç, hac ve zekât konularında da durum böyledir. Sonra Hûlî, bir nevi, fikirlerinin istemediği yönlere çekilerek kendisinin itham edilmesine engel olmak veya bu konuda oluşabilecek bir yanlışlığı tashih etmek istercesine şu ifadeleri kullanır:
“Planı bu olan Kur’an’ın, insanların servetine ilişkin konularda tikel ve ayrıntı kabilinden hususlara temas etmemesi ve buna rağmen bizim bunu İslam olarak kabul etmemiz karşısında, Kur’an’ıyla ve Kur’an’ın açıklaması olarak gönderilenleriyle birlikte, onun şu ekole, falan cemaate veya filan fırkaya bağlı olduğunu söyleyebilir misiniz? Hayır! Ne bunlarla, ne de benzer şeylerle Kur’an’ın bir ilgisi olabilir. Bugünün İslam sosyalizminden, dünün İslam kapitalizminden veya yarının İslam komünizminden bahsetmekle, İslam’ın herhangi bir zamanda akaidde şu mezhepten, ibadet veya muamelatta bu mezhepten ibaret olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. İslam, Kur’an’ıyla, bütün bu mezhep/ideolojilerden daha yüce maksatlara, daha uzak hedeflere, daha derin bakış açılarına ve daha manevi bir kalıcılığa sahiptir. Kur’an’ı ele alma konusundaki bu yöntemden ve Kur’an’ın yönteminde dikkat çeken bu yönelimden dolayı, Kur’an hakkında, aslâ toplumsal bir akıma aidiyetinden söz etmedim…”14
Fundamentalist Versiyon
Sosyalizmin bu versiyonu için de Hamid İnayet, Seyyid Kutub’u zikreder. Ona göre Kutub, ulemanın tersine aynı hadise dayanarak bireysel mülkiyet hakkını mutlak ve mukaddes olarak görmüyor, dolayısıyla bu hakkı hayatın temel gerekliliklerinin toplumsallaştırılması konusunda bir engel olarak da kabul etmiyordu. Fakat Sıbai’nin İslamî idealleri açıklamakta yabancı sembolleri kullanmasına rağmen Seyyid Kutub buna karşı çıkıyordu. İslam sosyalizmi, İslam demokrasisi gibi deyimleri onaylamıyor, bunların ilahî nizamla insan yapımı sistemlerin karıştırılması sonucu ortaya çıktığını savunuyordu.15
Kutub’un yalnız sosyalizm için değil bütün ideolojilere karşı tavrı nettir. Hatta ilahî nizamdan kaynağını almayan bütün düşünceleri “beşerî sistemler” diye niteleyerek “ilahî nizam”ın karşısına alır ve bütün bunlara “cahiliyye” sıfatını verir. Bu niteleme en bilinen anlamıyla Peygamber devrindeki müşrik toplumu kast eder. İslam’da Sosyal Adalet’te, İslam Düşüncesi’nde, İslam ve Kapitalizm Çatışması’nda ve diğerlerinde bu tutumunu açıkça ortaya koyar. Onun manifesto niteliğindeki Yoldaki İşaretler kitabından alıntılar yaparak bu tavrını daha açık gösterelim:
“Hiç şüphesiz ki İslam cahiliyye ile ortaklaşa çözümlere girişmeyi kabul etmez. Ne düşünce açısından ne de bu düşünceye dayanan idare tarzları bakımından… Ya İslam, ya cahiliyye!.. Ortada İslam’ın kabul edip razı olduğu, yarısı İslam yarısı cahiliyye olan bir başka sistem yoktur. İslam’ın görüşü açıktır. Hak bir tanedir, birkaç tane değil. Bu hakkın dışında kalan her şey dalâlettir. Bunların birbirine karıştırılması, birbirine kaynaştırılması mümkün değildir. Şu halde ya Allah’ın hükmü, ya da cahiliyyenin hükmü… Ya Allah’ın şeriatı, ya da nefislerin heva ve arzusu…”16
Kutub, bir başka yerde biri Allah’a diğeri insanların heva ve heveslerine dayanan bu iki ayrı sistemi aynı nizam içerisinde bir araya getirmeye çalışmayı, bir sentez gayretinde bulunmayı şirkle eşdeğer bulur.17 Sonra bu tür gayretlerin aslında bir zavallılık ve alçaklık psikolojisinin ürünü olduğunu söyler:
“İslam ile bir kısım mevcut düzenler arasında, İslam ile kimi mevcut doktrinler arasında ve yine İslam ile kimi modalaşmış düşünceler arasında benzerlik arayacak şekilde bir aşağılık duygusuna kapılmayalım. Biz bu düzenleri Doğuda da Batıda da temelden tümü ile reddediyoruz, çünkü İslam’ın insanlığı yüceltmek istediği seviyeye nisbette bunların tümü geri ve düşük düzenlerdir.”18
Hamid İnayet, Kutub’tan başka savunucusunu göstermediği bu fundamentalist versiyonun İslam sosyalizmine eleştirilerini şu şekilde özetler:
1-İslam ve sosyalizm iki ayrı, kapsamlı ve bölünmez düşünce ve hayat sistemleridir. Dolayısıyla bunlar arasında hiçbir uzlaşma ya da sentez mümkün değildir.
2-İslam’da iman ancak Allah’ın irade ve egemenliğine tam bir bağlılıkla oluşur.
3-Fikirler alanında bugünkü tercih İslam ile cahiliyye arasındadır. Yani İslam ile diğer bütün sistem ve düzenler arasındadır.
4-Komünizm ve kapitalizm gibi sosyalizm de cahilî düşüncenin bir uzantısıdır. Ahlakın yok olması pahasına sosyal refah ve maddî zenginlik gibi kavramlara önem vermektedir.
5-Mısır sosyalizmi ulusçulukla çok yakın bir ilişki içindedir. Ulusçuluk ise İslam’ın özüne aykırı bulunan bir başka sistemdir.
6-İslam hukukunun gelişimindeki fasıla nedeniyle bazı İslamî esaslar yeniden yoruma ihtiyaç gösteriyorsa da bunu başarmanın yolu Batı siyaset felsefesinin herhangi bir türünü kaynak edinmek ya da materyalist fikirlere yönelmek değildir.19
İslam sosyalizmi fikrine bu denli karşı çıkan Seyyid Kutub’un bütün bu eleştirilerine ve bu konudaki bütün zihin berraklığına rağmen tartışmanın bir yerinde adının anılması kimilerince haklı olarak eleştirilecektir. Elbette Kutub’a hiçbir zaman “İslam sosyalisti” veya “Müslüman solcu” gibi yakıştırmalar yapılamaz. Fakat onun İslam’daki ‘sosyal adalet’ konusunda geleneksel ulemadan farklı düşündüğü ve düşüncelerinde eski dönemlerinin etkisiyle yer yer sosyalizan çizgiler taşıdığı da inkâr edilemez. Nitekim gerek Hamid İnayet ve gerekse ileride değineceğimiz Hasan Hanefî, Seyyid Kutub’u sosyalizan eğilimli bir ıslahatçı ve “aydınlanmacı” düşünür olarak görürler. Yine hiç şüphesiz, bu tartışmanın yalnızca dökümünü çıkarmak amacında olan bu makalenin haddinin biraz da üstünde olarak, sahih İslam düşüncesine en yakın tavrın da Seyyid Kutub’a ait olduğunu itiraf etmek gerekir.
Arapların 1967 yenilgisi bütün Arap dünyasında çok ciddî tereddütlere, kendilerini yeniden gözden geçirmelerine ve var olan siyasî ideolojilerin sorgulanmasına yol açtı. Özellikle Mısır’da bu hezimet üzerine yoğun tartışmalar yaşanırken aynı sıralarda Sudan’da da bir adam statükoya ağır eleştiriler getiriyordu: Mahmud Muhammed Tâhâ (1909–1985). İhvan Partisi’nin de lideri olan bu uslanmaz aydının sonu gelmeyen ağır eleştirileri en sonunda 70 yaşını aşkın olmasına rağmen onu ipe götürecek ve fikirlerinin bedelini hayatıyla ödetecektir.
Tâhâ, yöntem bakımından Selefîliğe mensup olsa da düşünce bakımından sol hanesinde değerlendirilmesi gereken bir düşünürdür. Nitekim şöyle diyordu: “İslam’ın sunduğu adalet kanunu, üç temel ilkeye dayanır: Ekonomik eşitlik (sosyalizm), siyasî eşitlik (demokrasi), sosyal eşitlik (her renk, ırk ve dinden insan arasında).”20 Muhammed Tâhâ, dünyanın iki kutba ayrıldığını, biri kapitalist diğeri komünist olan bu iki blok arasında İslam dünyasının yeni bir kutup yani alternatif oluşturması gerektiğini söylüyordu. Ona göre “bu yeni grup, demokrasiyle sosyalizmi birleştiren bir organ içerisinde bir araya gel[melidir.]”21 Aslında bu çözümü sunarken zihni 7. yy.’a gidiyor ve 20. yy. ile 7. yy. arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyordu. Çünkü ilk Müslümanlar da doğuda İran, batıda Bizans medeniyetleri arasında üçüncü bir grup oluşturmuş ve her iki kutuba da İslam’ı aşılamışlardı. Bugün de Müslümanlar, doğuda komünizm batıda ise kapitalizme İslam aşısını yapmak sorumluluğundadır diyordu.22
Bu şehit aydından sonra İslam sosyalizmi tartışmalarında bir diğer isimden; Hasan Hanefî’den söz etmek gerekir. Hanefî, İslam sosyalizmi tartışmalarına yeni bir kavramla girer: ‘İslamî sol’ (el-yesâru’l-islâmî). 80’li yıllarda daha iyi düşünülmüş ve sistematize edilmiş bir ilerlemeci proje olarak ‘İslamî sol’ kavramsallaştırmasıyla Afganî ve Abduh’un ihya projelerini yeniden canlandırmak istiyordu. Hanefî’ye göre ‘İslamî sol’ projesi, Doğu’dan ve Batı’dan, Marksizm ve liberalizmden, Şia ve Haricîlikten uzak; ümmetin içinde bulunduğu gerçekleri ifade eden, fikrî, ictimaî, medenî ve siyasî bir söylemdir. Kökü, Kitap ve sünnete uzanır ve sadece ümmetin maslahatını arar.23 İlk elden yapılacak eleştirilere de peşinen cevap vermiştir. Ona göre ‘İslamî sol’, İslam’ın Marksist bir elbise içinde sunulması değildir. Bu İslam’a hakarettir. Ortaya konan değerlerin hepsi bizzat İslam’dan ve kültürden alınmıştır. Bu proje, ümmetin ihtiyaçlarını dile getirir.24
Hanefi doğrudan sosyalizm kelimesini kullanmaz. Ama onun ‘İslamî sol’ düşüncesi, İslam’ın heteredoks çizgisi üzerinde yürüyen ve kişisel yorumlarıyla birlikte İslam sosyalizmi tezine eklenmesi gereken bir düşüncedir. Sıbai, sosyalizmin sönecek bir moda olmadığına inanıyordu. Hanefi de muhtemelen aynı kanaatle bu maşukaya sevdalanmıştı. Sıbai, bu alımlı maşukanın bütün güzelliğinin makyaj olduğunu, boyalar dökülünce bütün cazibesini yitirdiğini göremedi. Fakat Hanefî buna şahit oldu. Nitekim Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte sosyalizmin eski cazibesini yitirdiğini görünce projesine ‘İslamî sol’ demekten vazgeçip ‘Aydınlanmacı sol’ demeyi tercih etti.
Radikal Versiyon
Hamid İnayet, Nasır’cılığın 60’ların ortalarından sonra düştüğü bunalımın Mısır’da İslam sosyalizmi tezlerinin zayıflamasına yol açtığını, 1967’de de Arapların yenilgisiyle kitlelerin bu tezden soğuyarak daha etkin bir siyasî doktrin arayışına girdiklerini söyler. İslam sosyalizminin bu radikal versiyonu, Sıbai’nin ve Suriye ve Mısır’daki taklitçilerinin sunduğu modelden sadece resmî bir anlayış haline gelmemesi konusunda değil, ayrıca o zamanlar düşünülemez olan bir yenilik, Marksizmle uzlaşan bir yaklaşım dolayısıyla da farklıydı.25 Elbette bu durumun dünya siyasetinde yükselen trendlerle ve sosyo-politik süreçlerle çok fazla ilgisi vardır. Stalin’in ölümü sonrasında Sovyet Rusya’nın üçüncü dünya ülkelerine ilgisi artıyor ve Amerika’yla aralarındaki bloklaşma giderek bütün dünya ülkelerini kendilerine karşı konumlanmaya (yandaş veya karşıt) mecbur ediyordu.
İnayet, bu İslam-Marksizm sentezi eğiliminin en güçlü temsilcisinin 60’ların başında İran’da kurulmuş olan Sâzman-ı Mücahidîn-i Halk (Halkın Mücahidleri Örgütü) olduğunu söyler. Bu grubun emperyalizm ve despotizm eleştirilerinin yanı sıra en önem verdiği konu, bütün sosyal kötülüklerin sebebi gördükleri özel mülkiyet ve sınıf mücadelesidir. Bu husus beraberinde bütün üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olmasını savunan bir çağrıyı getiriyordu. Kapitalist sistem ve emperyalizm dünyasının toplumun tarihsel gerçeklikleriyle artık uyum sağlayamayacağını, kendi yanlarında kendi düşmanlarını yani çalışan sınıfları beslemek durumunda kalacaklarını savunuyorlardı. Sonuçta ezilen sınıfların devrimiyle birlikte kapitalizmin iktidarı yıkılacak, iktidara ve üretim araçlarına çalışan sınıf mirasçı olacak ve dahası, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri durumuna geleceklerdi. İşin ilginç yanı bu tezlerine Kasas Sûresi’nin “Yeryüzünde zayıf düşürülenlere ihsan edelim, onları önderler, mirasçılar kılalım istedik.” şeklindeki beşinci ayetini delil getiriyorlardı.26 Bununla Marx’ın insanlık tarihinin son merhalesi olarak öngördüğü sınıfsız komünal toplumu kastediyorlarlardı. Marksizmin İslam’la uyuşmayan daha birçok görüşü dinî referanslarla desteklenmeye veya yorumlanmaya çalışılıyordu. Bu tutum, söz konusu gruba mahsus bir durum değildi. Aynı şey nerdeyse iki asırdan beri Batı medeniyetiyle karşılaşan ve pozitif bilimler ile nasslar arasında çelişkiye düşen birçok ulema tarafından da yapılmaktaydı. Burada farklı olan şey İnayet’in de belirttiği gibi; “…kutsal metinlerin eylemci bir siyasal ideolojinin isterlerine uygun bir biçimde bilimsel bir anlayışla yorumlanmasıdır.”27
Prof. Hamid İnayet’in yerinde tespitiyle “bu eğilim hakkındaki genel izlenim bu eğilimin, siyasete ağırlık vermek kaydıyla dinle siyaseti terkip ettiğidir. Diyalektik ya da tarihsel materyalizmden pek farklı olmayan, ancak kuruluşlarında dinî deyimler ve kutsal ifadelerin kullanıldığı prensipler üzerinde bina edilmiştir.”28
Şimdi bu versiyon içinde değerlendireceğimiz ve bu bakış sahiplerinin çoğu için İslam radikalizminin en popüler teorisyeni olan Ali Şeriati’yi ve onun genelde İslam sosyalizminin ve özelde de bu fikrin radikal versiyonunun neresinde olduğunu irdeleyelim.
devamı... “Allahperest Sosyalist: Ali Şeriati”
………………………………………………………….
1 Söz konusu siyasetçiler Ertuğrul Günay’la Prof. Dr. Mehmet Bekâroğlu’dur. Bütün bir medyanın da ilgisiyle başlayan bu teorisiz ve ciddiyetsiz hareket, bir iki ay sonra akîm kaldı. Fakat hemen bütün aydınlarımıza (!) bu ciddî tartışmaları hatırlatmasına ve hemen ülkenin bütün büyük gazetelerinde bu konuda bir veya birkaç köşe yazısı kaleme alınmasına rağmen zihin tembelliğiyle malul köşe yazarlarımızdan hiçbiri derinlikli bir yazı yazmayı düşünmedi. O günlerde gazetelerde görülen köşe yazılarından bir kısmını buraya almak istiyorum:
1-Ahmet Hakan; “Müslüman Sol geliyor”, Hürriyet, 11 Aralık 2006
2- Davut Dursun; ““Müslüman Sol” mu? O da ne?”, Yeni Şafak, 14 Aralık 2006
3- Nuray Mert; “Müslüman sol veya sol Müslümanlık”, Radikal, 19 Aralık 2006
4- Dr. Lütfü Özşahin; “Müslüman Sol” ölü doğan bir harekettir”, Milli Gazete, 20 Aralık 2006
5- Zafer Akgül; “Müslüman Sol tutar mı?” Yeni Asya, 21 Aralık 2006
6- Hüseyin Akın; “Sol vicdanını mı arıyor?” Milli Gazete, 21 Aralık 2006
7- Dücane Cündioğlu; “Türkiye’nin Ruhu ve İslamî Sol”, Yeni Şafak, 24 Aralık 2006
8- Mustafa Akyol; “‘İslamî sol’ kavramını düşünmek: Sosyalizm, İslam’a uyar mı?” Radikal, 29 Aralık 2006
9- Nuray Mert; “‘Müslüman sol’a ne oldu?”, Radikal, 7 Haziran 2007
2 BULAÇ, Ali; Bir Aydın Sapması, İz yay., 4. bsk. İst. 1995 s.150. (Burada yeri gelmişken Bercâvî’nin kitabının 1945’te değil 1946’da yayımlandığını belirtelim. Kimdir bu Faik Bercâvî? Aslen Lübnanlı olan bu ilginç şahsiyet, 1916 yılında Beyrut yakınlarındaki Bercâ kasabasında doğduktan sonra 1924’te ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eder. Edebiyat Fakültesi’nin ikinci sınıfında okurken “Nazım Hikmet’in Adamı” iddiasıyla tutuklanır. Eylül 1934’te tahliye olduktan sonra gazeteciliğe başlar. II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın değişik yerlerinde faşizme karşı gönüllü olarak savaştıktan sonra 1948–59 arasında New York’tan Beyrut’a, Paris’ten Kahire’ye dek birçok şehirde yaşar. 1959’da kesin olarak Paris’e yerleşen Bercâvî’nin 1946 yılında İslam’da Sosyalizm isimli kitabı yayımlandığı halde Fransa’da yaşamını sürdürür. Nazım Hikmet’le yakın arkadaş olan Bercâvî’nin Türkiye’de Nâzım’la 1933–1938 Yılları adlı bir de anı kitabı yayımlandı.) (Cumhuriyet Kitap, 12 Ekim 1995, Sayı 295)
3 EBU ZEYD, Nasr Hâmid; İslami Sol –Genel Bir Bakış-, İslâmiyât V (2002), sayı 2, s. 22
4 MERİÇ, Cemil; Mağaradakiler, İletişim yay. 12. bsk. İst. 2005, s. 223
5 İNAYET, Hamid; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, Yöneliş yay. İst. 1988, s.257–258
6 A.g.e. s. 259
7 EBU ZEYD, Nasr Hâmid; İslami Sol –Genel Bir Bakış-, İslâmiyât V (2002), sayı 2, s. 23
8 A.g.m. s. 23-24
9 İNAYET, Hamid; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, Yöneliş yay. İst. 1988, s.260
10 A.g.e. s. 266
11 A.g.e. s. 269
12 A.g.e. s. 271
13 EBU ZEYD, Nasr Hâmid; İslami Sol –Genel Bir Bakış-, İslâmiyât V (2002), sayı 2, s. 26–27
14 A.g.m. s.27
15 İNAYET, Hamid; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, Yöneliş yay. İst. 1988, s. 277–278
16 KUTUB, Seyyid; Yoldaki İşaretler, Çev. Salih Karataş, Dünya Yay. İst. 1997 s. 179
17 A. g. e. s. 182
18 A. g. e. s. 189
19 İNAYET, Hamid; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, Yöneliş yay. İst. 1988, s. 278–279
20 EBU ZEYD, Nasr Hâmid; İslami Sol –Genel Bir Bakış-, İslâmiyât V (2002), sayı 2, s. 29–30
21 A.g.m. s. 31
22 A.g.m. s. 31
23 GÜLER, İlhami; Hasan Hanefî ve ‘İslamî Sol’, İslâmiyât V (2002), sayı 2, s. 155
24 A.g.m. s. 156
25 İNAYET, Hamid; Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, Yöneliş yay. İst. 1988, s. 279–280
26 A. g. e. s. 283
27 A. g. e. s. 284
28 A. g. e. s. 284
Mehmed Saîd