İslam, devletin yedeği değildir!

  • Konbuyu başlatan Kaçak
  • Başlangıç tarihi
K

Kaçak

Guest
İslam, devletin yedeği değildir!
Resim_1262595626.jpg


Kürt sorunu ve açılım hakkında İslami camianın yazar ve STK temsilcileri ne düşünüyor? Anadolu Platformu Yönetim Kurulu Başkanı Turgay Aldemir, Yazar Burhan Kavuncu, İHH Diyarbakır Şube Başkanı Recep İdukut, Yazar Kul Sadi Yüksel, Mazlumder Diyarbakır Şube Başkanı Selahattin Çoban, Mustazaflar ile Dayanışma Derneği Genel Başkanı Av. M.Hüseyin Yılmaz, Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı Av. S.Bülent

Dilaver Demirağ / Özgün Duruş
Geçen Sayıda başlayan İslami Kesim Kürt Sorununda inisiyatif alması için neler yapılmalı ekseninde yaptığımız bu sayıda daha çok bölgenin nabzını tutan sivil kuruluşların temsilcileri ile Kürt sorunu konusunda düşünmüş kanaat önderi ve aydınların nabzını tuttuk. Çıkan ortak sonuç, açılım kuşkusuz önemlidir ama geç kalınmıştır, Kürt sorununda İslami kesim Kürt Müslümanları dışarıda tutarsak genel olarak millici denilen bir çizgide kalmıştır, cemaatin büyük bölümü sağcılığın dışına tam anlamı ile çıkabilmiş değildir. Oysa İslam’ın tevhidi bakışı ile bakıldığında Kürtler ile Türkler din kardeşidir ve Türkler hangi hakka sahipse Kürtler de o hakka sahip olmalıdır. Açılım sürecinde hükümet Kürt Müslümanlar ile konuşmamış, kendini Müslümanların tek temsilcisi gibi sunmuştur, bu yanlıştır ve sonuç almak bakımından elverişsizdir. İslami kesim adına yapılan yanlışlar bölge halkının dindar kesime olan bakışında güvensizlik yaratmıştır, AKP’nin yapacağı ve yaptığı yanlışların faturası bütün dindar kesime çıkarılabilmekte ve halkın bu kesime karşı soğuk bir konum edinmesine neden olmakta. Bütün bunlar PKK’ya yaramakta ve dindar Kürt halkının giderek dinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. İslami kesimin bu süreçte inisiyatif alması için adil, tevhidi bir bakışı içeren somut bir takım girişimleri, somut bir takım projeleri hayata geçirebilmelidir.

Bölge, PKK eliyle dinden uzaklaştırılıyor
TURGAY ALDEMİR / Anadolu Platformu Yönetim Kurulu Başkanı
Bu tür meselelerde iletişimin doğru kurulması önemlidir. Bugün en çok bölge ile sağlıklı bir iletişim kurulmasına gereksinme vardır.
Güneydoğu meselesi Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte inanç değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde topyekûn bir laikleştirilme denendi, buranın dindarları da buna tepki duydular ki Şeyh Sait İsyanı’nın ardında bu vardır. Ne yazık ki bölgenin inanç değerleri PKK eli ile zedelenmektedir. PKK vasıtasıyla bölge halkı dini değerlerinden uzaklaştırılmıştır. Bu iş böyle devam ederse bölge için çok tehlikeli bir durum oluşacaktır.
Eskiden bölge halkı kendi aralarındaki itilaflarda dini otoritelere giderdi, şimdi bu ortadan kalktı özellikle yeni nesil de dini inanç PKK vasıtası ile epeyi zayıflatıldı.
Biz ne yapabiliriz? Bugün bu coğrafyanın kurucu değeri ve iradesi olması gerekenler Müslümanlardır. Çünkü inanç giderse etnik çatışma başta olmak üzere birçok çatışmanın önüne geçmek, iki halk arasındaki kopuşu gidermek zorlaşacaktır.
Bölge içinde kardeşlik duygusunu pekiştirecek, etkin bir biçimde sorumluluk alması gerekecek olan inançlı kesim de kendi arasında ihtilafa düşünce bölge halkının inançlı kesime olan güveni zedelendi bunun önüne geçilmesi gerekli.
Her şeyden önce ümmet bilinci ile din kardeşliği ekseninde bölge halkının taleplerine dönük somut projeler üretmemiz gerekli. Gelir adaletsizliği ve yönetimden kaynaklanan çifte standartları çözecek şekilde somut şeyler yapılmalı, bölge halkı yeniden inanç etrafında toplanmalıdır. Şüphesiz bunlar akşamdan sabaha olacak şeyler değil. Öncelikle bölgedeki gayr-ı meşru kazancın, buna dayalı rantın bitirilmesi lazım, çünkü bunlar kendi çıkarlarıyla çatıştığı için değişime direniyorlar, Bunun için bir yandan meşru kazanç imkânları sağlanırken diğer yandan yasadışı rantın üzerine karalılıkla gitmek gerekiyor. Diğer yandan ümmet birliği içinde insanların kendilerini ifade edecekleri kanalları açmak gerekiyor. Ümmet bilicinin unutulmaması, unutturulmaması lazım. Buradaki sorunla diğer yerlerdeki sorun aynı kaynaktan, toplumun dini değerlerden uzaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Bunun çaresi İslam kardeşliği, bu eksende yakınlaşmayı sağlamak gerekiyor.

Toplum rejimin gerisinde
BURHAN KAVUNCU / Yazar
Sorunun çözümü, Kürtlerin, Türklerle olan beraberliğinin devam etmesi aynı haklara sahip eşit insanlar olarak kabul edilmelerine bağlıdır. Normal şartlarda Kürtlerin de bizden farkı olmayan insanlar olduğunu kabul ederdik. Fakat 85 yıldan beri Türk`ün üstünlüğünü ve egemenliğini dayatan Kemalist rejim halkı şartlandırmıştır. Kürtlerin farklı bir dillerinin, etnik kimliklerinin olabileceğini ve bunları en özgür bir şekilde kullanmaları gerektiğini bir türlü kabullenemiyoruz. Artık devlet bir takım adımlar atıp bazı hakları tanımaya başlasa bile halkımızdaki şovenist duygular hâlâ çok güçlü ve verilen hakları bile kabullenemiyor. Türk halkı içerisindeki hemen bütün eğilimler az veya çok bu zalim duruşu paylaşıyor.
Müslümanlar da maalesef bunun dışına çıkabilmiş değiller. Bu durumda Türkiye`de bir ezen ulus ezilen ulus olgusundan bahsetmek zorundayız. Maalesef. Türkiye Müslümanları bu konuda elbette mesafe almıştır. Ümmetçi altyapımız ve İslami duyarlılıklarımız bizi zaman zaman hakkaniyete sevk etti ama çoğu zaman da egemen ulus kültürünün etkisinde savrulduk.
Tabii herkesin tavrı aynı değil. Genel olarak Sünni ve Türk (daha doğrusu Türkçe konuşan) halkın din anlayışı milli dindarlık çerçevesinde geliştiğinden, bu konuda diğer kesimlerden daha adaletli bir tutum gösterilemedi. Kendilerini halkın üzerinde gören İslamcı çevrelerde de soyut din/ tevhid anlayışı yere inip toprağa basmadığından, evrensel sorunlar veya akidevi sorunlardan, sıra yaşadığımız coğrafyaya bir türlü gelemedi. Yine de Kürt sorununda en olumlu gelişme bu çevrelerde yaşandı.
Ne yapılmalı? Bir kere, marjinal olmak pahasına Allah`ın adaletini yaşadığımız sorunlara uygulamak zorundayız. Yani kendi halkımız, tabanımız, piyasamız, müşterimiz her neyse elbette tepki gösterecektir ama, bu şovenist-ırkçı direncin kırılabilmesi ve Kürtlerle Türklerin gerçek anlamda kardeşliğinin sağlanabilmesi için cesur adımlar atılmalıdır. Bunlar, Kürtçenin kullanılmasının yaygınlaştırılmasından (her türlü toplantı ve eylemde Kürtçe slogan, pankarta yer verilmeli, hatta Kürtçe konuşulan toplantılar yapılmalı, Kürtçenin Türkler tarafından da öğrenilmesi yaygınlaşmalı, periyodik yayınlarda Kürtçeye yer verilmesi) asimilasyona karşı programlı bir mücadelenin başlatılmasına kadar birçok adım bizleri bekliyor. Bunlara karşı engel devletten ve yasalardan değil, kendi tabanımızdan ve halkımızdan gelmektedir. Öyleyse önce kendimize karşı mücadele etmeliyiz.
Açılım elbette olumlu bir adımdır. Olumlu her adım da desteklenmelidir. Ama bu rejim o kadar kokuşmuş ve zulme batmıştır ki, hiç bir siyasi parti iktidarının böyle temel bir değişimi gerçekleştirmesi beklenmemelidir. En büyük zulüm şirktir. Yani başkalarını Allah`a ve onun yasalarına denk görmektir. Günümüzün en büyük insanlık suçlarından birisi olan asimilasyon, yani bir halkın kültürünün ve kimliğinin yok edilmek istenmesi de Allah`a başkaldırıdır. Tarihin en kanlı ve vahşi rejimlerinden birisi olan Kemalist rejimin bu sorunu çözmesini bekleyemeyiz. Bazı Müslümanları hayal âleminde görüyorum. Bu açılımdan ciddi bir netice çıkmadığı zaman hayal kırıklığı yaşamasınlar. Kaldı ki, toplum rejimin de gerisindedir. Öyleyse birçok konuda olduğu gibi toplumun ıslahına öncelik verilmelidir.
Çözüm üretmede Kürt Müslümanlar inisiyatif geliştirmelidirler. Asimilasyondan büyük ölçüde etkilenen ve tahrip olan Kürt kimliğinin, kültür ve dilinin sağlıklı bir şekilde geliştirilmesi için gerekli adımları ancak Kürtler atabilir. Kürt Müslümanlar kınayanların kınamasına aldırmadan kendi meselelerine sahip çıkmalıdırlar. Aksi takdirde inisiyatifin milliyetçi ve seküler çevrelerin elinde kalmasına sebep olacaklardır. Türk Müslümanlar da bütün güçleriyle onlara destek olmalı ve aleyhteki propagandaları engellemelidirler.
Sonuç olarak ırkçılığa ve asimilasyona karşı mücadele akidevi bir zorunluluktur ve derhal başlatılmalıdır.

Sürece Müslümanlar dâhil edilmeli
RECEP İDİKUT / İHH Diyarbakır Şube Başkanı
Batılılaşma çabalarının başlamasıyla birlikte, toplumun batılı normlara göre yeniden yapılandırılmasıyla devlet üzerinde İslam’ın yüzyıllardır oynadığı belirleyici rol kayboldu. Müslüman toplum, ülke siyasetinde ikinci plana itildi ve Müslümanlar ülke geleceği ile ilgili tüm kararlarda seyirci konumuna düşürüldü. Evet, son yüzyılda olup bitenlerle ilgili olarak doğrudan Müslümanları sorumlu tutmak, sistemin ürettiği sorunlar nedeniyle İslam’ı ve Müslümanları suçlamak, Müslümanları etkisizleştirip İslam dışı çözüm yollarına başvurmak insaf dışıdır.
Dünya, Müslüman Kürd halkının insani ve İslami haklı taleplerine seyirci kaldığı gibi, ümmet de bu konuda duyarsız kalarak Kürd meselesine suskun kalması söz konusu zulme, vahyi ölçülerle karşı çıkılacağına, asabiye cahiliyetinin tepkiselliği ile karşı tavır alınması, sorunun kapsamını daha da çetrefilleştirmektedir.
Müslümanlar öncelikle evrensel değerlerini ve duyarlıklarını kendi yakınları ve kendi somutları üzerinde sergilemelidirler. Zira İslam ümmetinin birliği ve suni sınırları aşan ümmettin birlikte hareket etmesi, temennilerle değil, oluşturulacak sağlam halkaların kenetlenmesiyle gerçekleşebilir. Kürtlere yapılan zulmün giderilmesi, Türkiye`deki zulmün giderilmesinden ayrı düşünülemez. Müslümanların, fikri ve evrensel sorunlarını çözme noktasında eskisiyle oranlanması mümkün olmayan imkânlara ve birikime sahiptirler. İslami referans temelli olmayan hiçbir çözüm veya adımın Müslüman Kürd halkının sorununu çözmesi veya derdine çare olması mümkün değildir.
Tarih boyunca birçok Müslüman halk, ümmet geleneğini bırakıp İslam`dan uzaklaştığı halde Müslüman Kürd halkı, ümmet geleneğinin birleştirici kardeşlik ilkelerinden ayrılma bir yana, bilakis bu ilkelere daha sıkı sarılmıştır.
Çözüm sürecine başta Müslümanlar dâhil edilmeli, Müslümanlarda kardeşlik hukukunun gereklerini yerine getirmelidirler. Bir yandan insanlığın kurtuluşuna vesile olmak gibi bir iddia ve çoğunluk nüfusa sahip olacaksınız fakat diğer yandan da olup biten her şeye seyirci kalacaksınız. Ben şuna inanıyorum: İslam bu ülkenin en temel değeridir.

Allah’ın hükmüne sığınarak kurtulabiliriz
KUL SADİ YÜKSEL / Yazar
Çağdaş zalim ve müşrik tağutlar tarafından işgal edilen İslam topraklarında esaret altında yaşayan Müslümanlar,bu esaretlerinin ve sömürücü işgalin farkına vararak hareket etmelidirler…
Aziz İslâm Milleti içinde herhangi bir kavme ve ırka üstünlük veya aşağılama söz konusu olamaz…Ne bir kavmin veya ırkın üstünlüğü, ne de aşağılanması gündeme gelemez…Çünkü mü’min müslamanlar, birbirlerinin kardeşi ve bir vücûdun organlarıdır…Bu, onların katıksız imanının gereği olan bir anlayıştır…Bütün mü’min müslümanlar, kadınıyla, erkeğiyle İslâm ailesinin fertleridirler…Onların arasında kavimcilik, kabilecilik ve ırkçılık gibi cahiliyye dâvâsına aid hiçbir ayrımcılık olamaz, olmamalıdır da!..
İslâm Milleti, Ümmet şuuruyla hareket eder ve idrak ederek bilip inanır ki, yegâne Rabbimiz Allah’a Azze ve Celle:
“Mü’minler, ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’dan korkup sakının, umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurat, 49/10) buyurmuştur.
Birbirlerine kardeşler olan muvahhid mü’min müslümanlar, kardeşlerinin kabilesine, kavmine, aşiretine, rengine ve ırkına itibar etmez… Onlar, kardeşleri olan mü’min müslümanları, katıksız iman, salih amel ve takvalarına göre değerlendirirler… Bu değerlendirmeleri Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın beyanı üzeredir…
Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şübhesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız,(ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şübhesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat, 49/13)
İslâmiyet’i kabul edip gerçekten iman eden kavimler, bütün cahiliyye değersizliklerinden sıyrılıp İslam’ın yüce değerlerini kabul etmişlerdir… Cahiliyyete adit olanların tümünü ayakları altına alıp iman kardeşleri olan muvahhid mü’min müslümanlar, Ümmetin bütünlüğünü bozucu hareketlerde bulunup, bir cahiliyye âdeti olan ırkçılık dâvâsına kalkışmaları, en büyük suçlardan ve en korkunç sapmalardan başkası değildir!..
el-Haris El-eş’arî (r.a.) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Herkim cahiliyye davasını güderse, o kimse cehennem güruhlarındandır.”
Bunun üzerine bir adam:
-Ya Rasulallah, namaz kılsada, oruç tutsa da mı? dedi.
Rasulullah:
“Namaz kılsada, oruç tutsa da!” buyurdu. (Sünen-i Tîrmîzî, Kitabu’l Emsâl, B.3, Hds. 3022)
Tağutî düzenlerin gereği olan şeylerin bütünü Cahiliyyenin işlerindendir… Egemen zalim tağutların dâvâsı, cahiliyye dâvâsından başka bir şey değildir elbet!..
“Ben müslümanım, bizde müslümanlardanız” diyen her ferd ve topluluk, tağutu ve tağuta aid olan her şeyi reddetmekle mükelleftir… Tağutu reddetmek, Allah’a iman etmekten öncedir!.. Tağut reddedilmeden Allah’a iman gerçekleşmez…
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ:
“Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a iman ederse, O, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır, bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/256)
Hiçbir müslüman, kendi kavminden olmayan tağuttan vazgeçip, kavminden olan tağutun emrine boyun bükerek itaat edemez!.. Onun vazifesi, hangi kavimden olursa olsun, bütün egemen tağutları reddetmek ve Ümmet birliği içinde yerini almaktadır… Allah’a ve Rasulü (s.a.s.)’e karşı başkaldıranlar ile dostluk bağı kuramaz, onlara sevgi besleyemezler mü’min müslümanlar!..
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamasın ki, Allah’a ve Rasulü ne başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar. Bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun.” (Mücadele, 58/22) diye buyurmaktadır Rabbimiz Allah Teâlâ…
İslâm topraklarını İşgal eden tağutî güçler ve kurdukları şirk düzenleri, müslümanlar arasında kavmiyetçilik fitnesini soktular ve imandan kaynaklanan kulluk vazifeleri:
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 3/103) olan müslümanlar parti parti, grup gurp, ulus ulus ayırıp parçaladılar… Her partiyi, her gurubu ve her ulusu diğerine düşman ettiler… Düşmanlık neticesinde bunları birbirine kırdırttılar… Onları, en yüce değerlerden uzaklaştırıp cahiliyyetin değersizliklerini kabul eder bir hâle getirdiler…
Rabbimiz Allah, kullarını uyarmıştı:
“Ey iman edenler, eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi topuklarınızın üzerinde gerinsin geriye çevirirler. Böylece büyük hüsrana uğramış olursunuz.” (Âl-İmran, 3/149)
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir guruba boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.” (Âl-i İmrân, 3/100)
İslâm düşmanları olan tağutî dış güçler ile onların yerli işbirlikçileri olan egemen tağutlar, Ümmeti, kavimlere bölerek, onlarda cahiliyye geleneklerini, duygu ve inaçlarını uyandırarak parçalamak peşindedir… Bunun için korkunç şeytanî planlar uygulamakta, felâkete götüren tuzaklar kurmaktadırlar…
Yegâne hayat nizamı İslâm’ın ve mü’min müslümanların düşmanları olan kâfirler ve Ehl-i kitab olanların gayesi, müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak, hem İslâm, hem de birbiriyle yabancılaştırıp aralarını açmaktır… İslâm kardeşliği yerine, kavimdaşlığı, toprakdaşlığı gündeme getirmek, böylece Ümmeti parçalamak, dağıtmak, yenilir-yutulur lokmalar hâlinde rahatça sömürmek istemektedirler…
Hangi kavmin mensubu olursa olursa müslüman olan şahsiyetler, böyle şeytani bir oyuna gelmemeli, Milletinin İslâm Milleti olduğu inancını asla kaybetmemeli,ırkçılığın, kavimciliğin cahiliyye dâvâsı olduğunu bilmeli ve bütün cahiliyye dâvâlarını ayağının altına alıp çiğnemelidir… Bu tuzaklara itaat etmemeli, hangi kavimden olursa olsun bütün tağutları reddedip, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenleri terk ederek yeniden İslâm’a ve İslâmî değerlere sımsıkı sarılmalıdır…
“Allah’a ve Rasulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şübhesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(Enfal, 8/46) diye buyuran Rabbimiz Allah’ın emrine, tek başına bir ümmet olan ve put kıran İbrahim(a.s.)’ın teslimiyetiyle teslim olmalıdırlar…
“Rabbi, O’na: ‘Teslim ol’ dediğinde, (O: )
‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.
Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti. Yakub da: ‘Oğullarım, şübhesiz Allah, sizlere bu dini seçti. Sizde ancak müslüman olarak can verin’ (diye benzer bir vasiyette bulundu).”(Bakara, 2/131-132) Kavmi, ırkı ve rengi ne olursa olsun, bütün mü’min müslümanlar, birbirlerinin kardeşleri ve velîleridirler… Tevhid ailesinin mensubları ve İslâm Milleti’nin ferdleridirler… İşgal edilmiş, küfrün ve şirkin hükümlerinin egemen olduğu İslâm topraklarını tağutların egemenliğinden kurtarıp aradaki yapay sınırları kırdırarak birbirine sarılmalıdırlar… Yüz yıl önce kâfirlere ve Ehl-i Kitaba itaat ile meydana gelen bölünmüşlüğe son vererek bütünleşmek onların kulluk görevi iken, aynı oyuna gelerek yeniden bölünmemeli, elele, omuz omuza, gönül gönüle vererek bu esaretten kurtulmalıdırlar… Kendi kavminden olan tağutu, diğer kavmin tağutuna tercih etmekle değil, bütün tağutları reddedip Allah’ın hükümlerine sarılmakla kurtuluş gerçekleşir…
“İşte bunlar, Allah taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki, hakikaten Allah taraftarları, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.”(Mücadele, 58/22)

Etnik ve dini kimlikler birbirlerine alternatif görülmemeli
SELAHATTİN ÇOBAN, Mazlumder Diyarbakır Şube Başkanı
Toplumda bir kutuplaşma olduğu ve bunun yer yer etnik kimliklerin baskılanması ve yine statükonun tek tipleştirici politikaları sonucunda olduğu doğrudur. Bu ayrışma bu haliyle kaçınılmaz olup, çatışmaya dönüşmesine engel olunmalıdır. Tüm toplum kesimlerinde farklılıkları bir zenginlik olarak kabul eden anlayışın gelişmesi gerekmektedir. Farklı kimlikleri kabul eden ve bu farklılıklarla birlikte bir arada yaşamayı öğreten İslam dininin bu anlayışını İslami kesim; tüm farklı etnik kimlikleri kabul eden ve içselleştiren bir anlayışı tüm topluma anlatmalı ve yaymalıdır.
Etnik veya başka ne nedenle talep edilirse edilsin tüm temel haklar herkese teslim edilmeli, bir ırkın başka bir ırka üstünlüğünün olamayacağı vurgusu net olarak belirtilerek etnik ve dini kimlikler birbirlerine karşı alternatif olarak çıkarılmamalıdır. Hak ve adalet temelinde herkesin kendi dinini, inancını rahatlıkla yaşayacağı bir toplumun inşası için islamın ana kaynakları doğru okunmalıdır.
İnsanı insan yapan temel değerlerin, insanlık onurunun yaşaması için insanların kimlikleri ve kişilikleri devletin asimilasyon ve entegrasyon politikalarına paralel olarak düşünülmemelidir.
İslami kesimin büyük bir kısmı cumhuriyet tarihi boyunca İslâmı Türkî kaynaklardan ve sadece Türklerden alarak Türkçü anlayışla topluma sunduklarından, toplumda farklılıkların kabulünde zorlanmalar oldu, bir Ermeni’nin veya bir kürdün kendi etnik kimliği ile birlikte aynı zamanda Müslüman olabileceği kabul edilmedi. Kendi etnik kimlikleri ile insanlar Asrısaadet döneminde asimile edilmeden kabul görmüşlerdir. Selmani Farisiler ile Bilali Habeşiler bunun örnekleridirler.
İslami kesim yıllarca Kürtleri ve diğer etnik yapıları görmezden geldi. Kendi kimlikleri ile insanların varolabileceği ve Türkleşmeden Müslüman kimliklerinin olabileceği artık kabul edilmelidir. Tüm kimliklere karşı adalet temelinde bir yaklaşım olduğu takdirde ve zülüm kimden gelirse gelsin karşı durulduğu takdirde, birlikte kardeşçe yaşama olanakları olacaktır.
İslami kesimin neden pasif kaldığına gelince biraz eğitim sistemi biraz dini ve toplumsal algının statükonun güdümünde şekillenmesi veya farkında olmadan Türkçü politikalara alet olmaları nedeni iledir. "Eğer biz doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu ve istikameti göstersek" neler olabileceğini, umumî barışın nasıl sağlanacağını hep birlikte göreceğiz.
“Kim olursa olsun zalime karşı, mazlumdan yana” , “mazluma kimliği sorulmaz” şiarları dinimizin bize öğrettiği ölçüler olup önyargı ve korkulardan kurtulan bir İslami kesim, yeniden inisiyatifi ele alabilir ve bu hususta samimi olduğunu gösterirse tüm kesimlerin korkmadığı bir kesim haline gelebilir.

Önce devlet islam ile barışmalıdır
Av. M. HÜSEYİN YILMAZ / Mustazaflar ile Dayanışma Derneği Genel Başkanı
Osmanlının son yıllarından itibaren başlayan ulusçuluk fikriyatı, TC’nin kuruluşundan sonra devlet politikasına dönüştü. Yeni kurulan devlet yüzünü batıya dönmüş ve batı kültürünü esas almıştı. Yüzyıllardır toplumu bir arada tutan İslâmı ve İslami kültürü dışlamış, İslami değerlere savaş açılmıştı. Bu süreçte halkın dinini ve dilini ret ve inkâr etmek devlet politikası olarak benimsendi. İslam kardeşliği yerine Türk milliyetçiliği ikame edildi. Bu inkârcı düşünce, karşıtı olan Kürt milliyetçiliğini doğurdu, besledi ve büyüttü. İnkârcı ve asimilasyoncu politikalar sonucunda, sorun kangren halini aldı.
Bugüne kadar devlet Kürtlerin İslami ve insani haklarını verme konusunda bir girişimde bulunmadı. Sorunu ekonomik olarak gördü. Sorunu terör sorunu olarak gördü. Kürtlerin ayrı bir halk olduğu ve her halk gibi onlarında haklarının olduğunu kabul etmedi. Islâma ve İslami değerlere savaş açan devletin zorda kalınca aklına İslam gelmektedir. Bu gün İslam kardeşliği söylemiyle Müslüman Kürtleri asimile etmeye çalışmaktadır. Devlet, İslam kardeşliği söyleminde samimi ise önce İslam ile barışmalıdır. Kürt açılımı, alevi açılımı, ermeni açılımı, roman açılımı vs. peş peşe açılım yapılmaktadır. İslam açılımı, inanç açılımı veya başörtüsü açılımı nerede? Şayet İslam kardeşliği söylemi ile Müslüman Kürtler laik sisteme entegre edilmek isteniyorsa, kimse kusura kalmasın bu oyunda yokuz.
Mevcut Hükümet, Kürt açılımı adıyla bu sorunu çözme gayreti içine girmiş bulunuyor. Bu konu ile ilgili ilk toplantıların emniyet teşkilatlarında yapılması, bu toplantılara davet edilen şahısların kimlikleri, soruna ‘ekonomik sorun ve güvenlik sorunu’ olarak yaklaştığını göstermektedir.
Yapılan toplantılarda akredite İslami bazı kişi ve kurumlar dışında Müslümanların ve İslami STK’ların muhatap alınmadığı ve dışlandığı görülmektedir. Kürt açılımı adı verilen bu projede yıllardır dışlanan, ötekileştirilen, varlıkları görmezden gelinen Müslüman Kürtlere ve temsilcilerine de söz hakkı verilmemiştir. Sürece dâhil edilmemiş, dışlanmışlardır. Bölgede hiçbir etkinlikleri olmayan belki üyeleri dışında bir tabanları olmayan ve bölge halkını temsil etmeyen bazı STK’lar dahi toplantılara davet edilmişlerdir.
Buna rağmen muhatap alınmayan bölgedeki İslami STK’lar sürece destek verdiklerini değişik vesilelerle deklare etmişlerdir. İslam ile ve İslami değerlerle barışılmadan yapılan her türlü açılım eksik ve yetersiz olacaktır. Kalıcı bir çözüm için devlet halkının dini ve dili ile barışmalıdır, şeklinde çözümün ana çerçevesi çizilmiştir.
Hükümet, destekçisi bazı camialara dayanarak kendisini Müslümanların tek temsilcisi olarak görmektedir. Bu sıfatla sorunu çözmeye çalışmaktadır sanki. Bu nedenle Müslümanları ve İslami STK’ları muhatap almamaktadır. Açılımın adı Kürt açılımı, fakat Müslüman Kürtler muhatap alınmamaktadır. Hele hele bölgede yüz binleri meydanlara toplayabilen İslami STK’ların görmezden gelinmesi, dışlanması neyle izah edilebilir?
Kürt sorununun çözümsüzlüğünden beslenen kesimlerce açılım sabote edilmeye çalışılmaktadır. Derin yapılar devreye girerek provokatif eylemler yapmaktadırlar. Asker ve militan cenazeleri üzerinden bazı hesaplar yapılmaktadır. Halklar karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Yapılan eylemlerle açılım tıkanma noktasına getirilmiştir.
Görünen odur ki; Devlet yetkilileri Kürtlerin İslami ve insani haklarını vermekten ziyade mevcut çatışmaları ve silahlı mücadeleyi bitirmeyi hedeflemektedir. Bu amaca yönelik olarak muhataplarını seçmektedir.
Muhatap alınan DTP ve aynı çizgideki Kürtçü çevreler de Kürtlerin meşru hak ve taleplerini dillendirmekten ziyade, PKK’yı ve Öcalan’ı meşrulaştırma hesapları peşindedirler.
Kürt sorununun kaynağı olan zihniyetin devamı olan CHP ve bu zihniyetin politikalarından beslenen MHP asimilasyoncu, inkârcı tavırlarından taviz vermemektedir.
Muhatap alınan kimi entelektüel kişiler ile akredite STK’ların halk üzerinde ciddi bir etkilerinin bulunmadığı görülmektedir.
Devlet zihniyeti ne zaman sıkışmışsa Islâma sığınmış, İslâmı koltuk değneği yaparak ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu mantık bu günde işlemektedir. Açılım tıkanınca Müslüman Kürtler ve İslami STK’lar akla gelebilmektedir. Nerede İslami STK’lar denmektedir. Sürecin hiçbir yerinde muhatap alınmayan Müslüman Kürtler, hangi mantıkla meydanlara davet edilmektedir. Yıllardır dışlanan, ötekileştirilen, İslami çalışmalarından dolayı devletin işkence merkezlerinden geçirilip cezaevlerine doldurulan Müslümanları görmeyenler, bu güne kadar neredeydi? Ne oldu da birden bire hatırlanıverdiler?
Şurası unutulmasın ki Müslüman Kürtler hiç kimsenin yolda kalınca kullanacağı yedek lastiği değildir. Toplumsal sorunların çözümü için, kendilerine özgün İslami yol ve yöntemleri vardır. Bu süreçte Müslümanların ve İslami STK’ların etkin rol alması isteniyorsa, akreditasyon uygulamasına son verilmelidir. Çözüme katkı sunacak Müslüman Kürt halkının temsilcileri olan İslami STK’lar ve adresleri herkesçe biliniyor. Bu süreçte etkin olmaları isteniyorsa, muhatap alınıp, hazırladıkları raporlardaki çözüm önerileri incelenir ve gereği yapılır.
Toplumsal sorunların hak ve adalet ölçüsüyle çözülebilmesi için; İslami STK’lar, kişi ve kurumlar öncellikle aralarında kardeşlik hukukunu tesis etmelidirler. Meşrep ve cemaat taassubunu bir tarafa bırakmalı, ön yargılardan ve nefsi hastalıklardan arınmalıdırlar. Allah için birbirlerini sevmeli ve kendi aralarında bağışlayıcı olmalıdırlar. Ortak hareket etmeden ve gerçek bir birlik oluşturmadan yapılacak çalışmaların neticeye götürmeyeceği açıktır.
Rabbim, kalplerimizin arasını uzlaştırsın ve bizleri kardeş olanlardan eylesin. Âmin.

İslam, kemalist ulus devletin stepnesi değildir!
Av. SERDAR BÜLENT YILMAZ / Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı
Sorudaki bir eşitlemeye itiraz anlamında ilk defa şunu ifade etmek gerekiyor; toplumun kutuplaşmasının sebebi devletin seksen yıllık ayrımcı uygulamaları, Türk toplumsal zihninin ulusalcı ideolojiyle zehirlenmesi ve Kürtlerin taleplerinin bu güne dek bu zehirlenmenin yarattığı reflekslerle karşılanmasıdır. Burada açıkça şunu söylüyoruz; etnisist davranan bizzat Türk ulusalcılarıdır. Ortamı ajite eden de, linç kültürünü geliştiren de, irritasyona neden olan da bu Türk ulusalcı refleksleridir. Bugüne dek hiçbir Kürt ilinde veya Kürtlerin yoğun yaşadığı batı kentlerinde Kürtlerin Türklere dönük bir linç girişimi söz konusu olmamıştır. Kürtler bugüne dek sorunu Türk halkıyla Kürt halkı arasında değil devlet ile halk arasında görmüşlerdir. Bu sahih bir saptamadır. Bu nedenle gönül rahatlığıyla diyebiliriz ki Kürtler etnisist ayrışmanın ne tarafı ne de müsebbibidirler.
İkinci bir tespiti daha yapmak yerinde olacaktır. Kürt sorununun bu noktaya ulaşmasının nedeni çok genel ve klasik anlamda Osmanlının son yüzyılında belirginleşen İslam’dan uzaklaşma ve onun yerine kurulan cumhuriyetin de İslam’dan tamamen kopmasıdır, denilebilir ancak bu saptama kapsayıcı ve izah edici olmadığı gibi sorunun özel nedenlerini de maskeleyicidir. Nitekim sorunun özel nedeni devletin ayrımcı, inkârcı, asimilasyonist ve imhaya dayanan politikalarıdır. Bu nedenle sorunun özel nedeni İslam olmadığı gibi özel çözümü de İslam üst kimliğinde aramaktan ziyade bu özel nedenleri ortadan kaldırmada aramak gerekir.
Öte yandan İslam’a hiçbir şekilde hürmetkâr olmayan, İslam’ı kamusal alandan kovmuş, özel alanda önemli kısıtlamalar getirmiş bir laik ulus devletin bekasına İslam’ın bazı ilkelerini çare olarak sunmak ise biz Müslümanların asla itibar etmemeleri gereken bir Kemalist hinliktir. Nitekim kışlada namazı yasaklayanlar yeri geldiğinde PKK’lilerin sünnetsizliğinden dem vurduğunu, köylerdeki imamları hutbelerde PKK’nin dinsizliğini anlatmaya zorladığını, helikopterlerle köylülere içinde ayet ve hadislerin olduğu ve PKK’yi zemmeden bildiriler dağıttığını bu meyanda hatırlamakta fayda var. Kemalistler her kritik sorunda “çimento”, “kardeşlik” edebiyatıyla İslam’ı laik devletin stepnesi kılmak istemiş ve maalesef İslami kesimden de destek bulmuştur. Oysa İslam laik Kemalist devletin stepnesi değildir, olamaz. Diğer yandan İslam’ın araçsallaştırıldığı bu yöntemle bırakın kardeşliğin tesisi, zulmün her çeşidine maruz kalmış bu kitlelerde aksine İslam’a veya Müslümanlara karşı bir soğukluğa ve güvensizliğe neden olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Konuyla ilgili bir diğer handikap da şudur ki; kardeşlik ve İslam söylemi sadece İslam’ı bir din olarak seçen ve yaşayan kişiler için anlam ifade edebilir. Oysa bu toplumda hem Kürtler hem de Türkler arasında azımsanmayacak sayıda İslam’la kavgalı veya İslam’a uzak bir kitle var. Bu kitle için İslamî kardeşlik söylemi kuşatıcı değildir. Bu nedenle öncelikli çözümü İslamî kardeşlikten öte etnik farklılıklara saygılı ve toplumsal adaleti kurmuş bir yönetimde aramak gerekir. Bizce bu kısmen mevcut devlet yapısının ıslahıyla da sağlanabilir. Ancak şunu da ifade edelim ki kalıcı ve kuşatıcı adalet ancak, İslam’ın devlet yönetimine hâkim olmasıyla mümkündür. Fakat bu Müslümanların uzun vadeli projesi olabilir, oysa Kürtlerin yaşadığı haksızlıkları ortadan kaldırıcı sistem içi talepler ve sistemi zorlayıcı hamleler öne alınmak zorundadır.
Müslümanların sorunda inisiyatif almayış nedeni de bir anlamda bu sorumlulukları ertelemeyi ima eden “sorun tevhid sorunudur, İslam hâkim olunca zaten sorun da bitecek” mantığıdır. Diğer yandan inisiyatif almak bir süreç işidir. Kürt sorununun uzun tarihi boyunca Şeyh Sait kıyamını saymazsak Müslümanların sorun karşısında şahitlik vazifelerini hakkıyla yerine getirdiklerini söyleyemeyiz. İstisna kişi ve kurumlar elbette vardır ancak bu istisnalar Müslümanların bu genel imajını değiştirecek nicelik ve niteliksellikten uzaktır. Maalesef İslamcı – muhafazakâr kesim yaşanan bunca trajedi karşısında, örneklik olabilecek bir pratik üretememişlerdir. Bunun elbette haklı nedenleri olabilir, biz burada sadece durum tespiti yapıyoruz.
Söylemsel olarak ise ilk ve en ileri söylem 1992 Mazlum-der forumudur ki (sonraki yılların en ileri söylemi 2006 tarihli Özgür-Der Kürt Forumunda dile getirilmiştir) katılımcı birçok kişi haklı olarak oraya sık sık vurgu yapmaktadır. Bu ilk söylemsel duruş önemlidir ancak, aradan geçen bunca zamanda söylemsel duruş pratik duruşa dönüştürülmemiş ve orada söylenenlerin gerçekleşmesi için herhangi bir pratik maalesef üretilmemiştir.
Son yıllarda, daha doğrusu açılım süreciyle birlikte (ki açılımı Ağustos 2005 Diyarbakır konuşmasına kadar götürmek gerekir) İslamcı – muhafazakâr kesimde sorunu sahiplenme anlamında bazı kıpırdanmalar söz konusu. İslami kesime ait dernekler, TGTV gibi STK üst çatı kuruluşları, görsel ve yazılı medya ile yardım kuruluşları sorunu son iki yıldır sahiplenmeye ve inisiyatif almaya veya diğer değişle rol çalmaya çalıştılar; hali hazırda bu devam etmekte.
Ancak burada önemli bir handikabı ifade etmek gerekir. Kürt sorununa yaklaşımdaki bu makas değişimi AK Parti’nin katalizörlüğünde gerçekleşmektedir. Maalesef İslamcı – muhafazakâr kesim bu konuda o kadar geri ki AK Partinin öncülüğünde gerçekleşen bu değişim pozitif ve ileri bir durumu ifade ediyor. Oysaki bu değişim “öz”den kaynaklanmayan ve dolayısıyla hükümetin manipülasyonlarına göre şekil alabilecek türden bir değişim; bu nedenle güven de vermiyor.
Gerçekte adalet duygusundan, empatiden ve İslamî kaygılardan kaynaklanan ve hakkaniyet arayışını ifade eden bir değişim olsaydı hem hükümetin soruna yaklaşımındaki hastalıkları içinde barındırmaz, hem daha sonuç alıcı olabilir hem de hükümetin siyasi mülahazaların etkisiyle değişen yaklaşımlarına bağlı olarak değişme riski barındırmazdı. Böylece bir güven bunalımına da neden olmazdı. Özellikle sözü geçen kesimlerin açılıma, şaşaalı ve bol reklâmlı yardım kampanyalarıyla ve adeta misyonerce başlamaları bölge halkını fazlasıyla rahatsız etmiş ve bu girişimleri etkisiz kılmıştı.
Ayrıca bu kısa süreli soruna müdahil oluşa fazlaca anlam yükleyip çok şey beklemek de bir başka yanlış. Yıllarca suskun kaldıktan sonra iki yıllık bir girişimle halkın temsilini elde etme aceleciliğinin kendisi bizzat sahih bir niyetin ötesinde politik bir girişimi ifade ediyor. Bu tür politik manevraları, kalıcı olumlu etkiler bırakacak sonuç alıcı girişimler olarak değerlendirmediğimi ifade etmek isterim.
İslamî kesimin pasif kalmasının bir diğer nedeni de bizce soruna yaklaşımda bir türlü aşamadığı örtük sağcı kirliliktir. Bu kirlilikten arınmadan, hükümetin öncülüğünde politik mülahazalarla gerçekleşen görece olumlu tavrın, tabanda revaç bulması mümkün değil. Ancak çağa ve topluma şahitlik etmek üzere bir araya gelmiş etkili bir birliktelik sahih niyetlerle toplumsala müdahil olursa orta vadede bir etki meydana getirebilir. O zaman inisiyatif de arızi olmaz, bilakis hakiki ve kalıcı olur.
Kardeşlikle ilgili olarak şunu da ifade etmek isterim ki; kardeşlik sözde değil özde olursa bir anlam ifade eder, aksi takdirde kardeşlik söylemi sadece tüketilmiş ve kirletilmiş olacaktır.
Son olarak temel çıkmazın zihniyet sorunundan kaynaklandığını, bu nedenle de İslamcı kesimin Kürt sorunuyla ilgili olarak oluşturmaları gereken bir “öncelikler hiyerarşisinin” en tepesine “Kürt sorununu yeniden düşünme ve bir takım klişe ezberleri terk etme”yi yerleştirmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Dış dünyadaki ümmete gösterilen duyarlık Kürtlere gösterilmedi
M. FARUK DEMİR / Van Gökkuşağı Derneği Yön. Kur. Bşk.
Kürt toplumu diye bir toplum, Kürtler diye bir kavim ve Kürdistan diye bir coğrafyanın var olduğu bir hakikattir. Kürdistan diye bir coğrafyadan bahsedildiğinde akla gelen Kürtlerin çoğunluk olarak yaşadığı ve Mezopotamya diye bilinen toprak parçasıdır. Bu topraklara Kürtlerin ayak basması Türklerden çok öncedir. Bununla birlikte Kürt diye ayrı bir kavim ya da milletten bahsediyorsak yine bu topluma ait örf, adet, gelenek, dil, kültür, folklor ve hayat tarzını da kabul etmemiz gerekir. Dinî, kültürel ve siyasî açıdan İslam dünyasının tarihî tecrübesi, halkların birlikte yaşamını içeren yönetim modellerini gerektirmektedir. Türkiye halkları İslam dünyası havzasına ait olmanın ötesinde, uzun asırlar çok daha geniş bir çerçevede, çok sayıda din ve kavmin birlikte yaşamasını sağlayan modele başarıyla öncülük etmiştir. Türkiye insanının tarihî deneyimi, birlikte yaşam için önemli bir birikim sayılmalı. İslam dünyası havzasında dinin siyasî, kültürel ve sosyo-ekonomik yaşam üzerindeki belirleyiciliği, kavmi özelliklerin belirleyiciliğinden daima daha müessir olmuştur. İslam, özelde kendi mensupları için, genelde de tüm insanlık için birlikte ve güçlü bir yaşamı önermektedir.
Bu coğrafya 20.yüzyılın başlarında emperyalist güçler tarafından parçalanarak haince planlar kurulmuş ve bölge ülkeleri de bu plana dâhil edilmişlerdir. Daha önce bir arada yaşayan bir toplum bir anda dörde beşe bölünmüştür. Sadece bölünmekle kalmamış birbirlerine geçişler yasaklanarak ticaretleri engellenmiştir. Osmanlı’da Kürtler bir bütün ve özerk olarak yaşamaktaydılar. Yüzyıllar boyunca istikrarın kaynağı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hz. Ömer zamanında Müslüman olan bu millet kendilerini Türklerden ve diğer milletlerden ayrı görmeyen ve kardeş olarak eşit haklar tanıyan Osmanlı zamanında İslam’ın yayılması ve Müslümanların izzeti için mücadele etmişlerdir. Osmanlı’nın son dönemleri de dâhil hiçbir zaman ayrılık ya da ulusçuluk gibi diğer milletlerin tevessül ettiği akımlara kapılmamışlardır. Özellikle son dönemlerde ortaya çıkan 25’e yakın Kürt isyanının temelinde bağımsızlık ya da ulusçuluk fikrinin değil; kendilerine dayatılan ağır vergi ve askeri yükümlülüklerin etkisinin olduğu görülür.
Bu gün 4’e hatta 5’e bölünen Kürtlerin bulundukları ülkelerin hiç birinde rahat olmadıklarını bulundukları yerde kendilerine az ya da çok baskı, asimilasyon, tahkir ve haksızlığın reva görüldüğünü müşahede etmekteyiz. İşin ilginç tarafı bu ülkelerde kendilerini İslam’a nispet etmelerine rağmen aynı dinden olan bu kardeşlerine zulüm ve haksızlık yapmaktadırlar.
Bu durum İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de birbirinden çok da farklı değildir. Çok farklı vaatler ve anlaşmalarla eşit şartlarda kurulan bu devlet de cumhuriyet kurulduktan sonra bütün vaatler ve verilen sözleri unutmuş, tek tipleştirici ve asimilasyoncu politikalarını uygulayarak bölge halkını kuşatamamıştır. Baskıcı laik rejim ulusçu temeller üzerine kurulmak isteyince Kürt sorunu giderek büyü(tül)müş ve kangren halini almıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler değişik baskılarla sindirilmek istenmiştir. Dilleri yok sayılmış, yasaklanmış, ekonomik ve sosyal açıdan bölge bilerek geri bırakılmıştır. Yıllarca uygulanan tek dil, tek kültür, tek ulus resmi dayatmaları halkları birbirinden koparmaya ve soğutmaya başlamıştır.
Oysa Cumhuriyetin ilk yıllarında bizzat kurucular ve yöneticiler tarafından defalarca her bölgenin kendine has özellikleriyle birlikte yaşayabileceği ve özerk yapıda varlığını sürdürebileceği, İslam çatısı altında halkların eşit haklara (eğitim, kültür ve sosyo-ekonomik…v.s..) sahip olduğu vurgulanmıştır. (Atatürk’ün Söylev ve demeçleri)
Bu sorunu temelinde cumhuriyetten bu güne uygulanan zülüm Kürtlere değil İslami kesime de olmuştur. Bir gecede Latin alfabesini uygulanması ile halk cahil bırakılmış. Müslüman kanaat önderleri idam edilmiş sindirilmiş ve baskı altında tutularak alternatif olması önlenmiştir. İslami anlayış bu dönemde dumura uğratılmış. İslami kesim değişik komplolarla ve entrikalarla hep suçlanmıştır.
Türkiye`nin İslam dünyası ile bağlarının koparılmış olması ve laik reformlarda ciddi mesafeler alınmış olmasının payı vardır. İslam coğrafyalardaki akımların evrensel bir çizgiye sahip olmayışı da önemli payı vardır. Bu durum Türkiye`deki İslami uyanışın geç başlamasınave birçok eksiklikle malûl olarak var olmasına yol açmıştı. 60lı yılların sonuna kadar Said Nursi, Süleyman HilmiTunahan gibi İslami şahsiyetlerin laik-Kemalist rejime karşı gösterdikleri muhalif tepkilerin mevcut iktidarı hedeflemeyen ve daha çok halkın İslami duyarlılığını canlı tutmayı amaçlayan bir niteliğe sahip olduğu bilinmektedir.
60 lı yılların sonundan itibaren ortaya çıkan MNP-MSP çizgisi ise o yıllarda ciddi bir adım sayılabilecek bir takım niyetler ve amaçlar taşıyordu. Bu özelliğiyle MSP geleneği İslam’ın yıllar sonra ilk olarak politik düzlemde temsil edilmesini sağladı ve geniş bir halk desteği kazandı.
1970–80 arası dönem MSP` nin ve yan kolu olan MTTB-Akıncılar gibi teşkilatlanmaların kendi içerisinde cemaat, tarikat, hizip vb. farklılıklara sahipti. Türkiye Müslümanlarını temsil ettiği ve temel doğrultusunubelirlediği dönemdi. Bu dönemde gerek düşünsel düz*lemde gerekse kitlelerle bağ kurma noktasında olumlu bir gelişme noktası yakalanamadı. İslami kesim hep “ulusalcı” “milliyetçi” “mukedesatçı” veya genel bir ifade ile hep sağcı gibi oldu. Daha sonra Müslümanlar bu anlayıştan” uzaklaşmaya ve kimlik olarak ayrışmaya çalıştılarsa da Yoğun bir psikolojik savaş yürütüldü Türkiye’de. Refah yol’un iktidar olmasıyla birlikte korkunç bir mücadeleye başladılar. Bütün medyayı olağanüstü tarzda kullandılar. En küçük hatayı abartarak yansıttılar. Ve maalesef o psikolojik savaş darbe ortamı olgunlaştırdı. İnsanların çoğu demek ki biz çok suç isledik, hata bizde diye düşünmeye başladılar. Son zamanlarda da açıkça ortaya çıktığı gibi derin devlet, Ergenekon gibi terör örgütleri oluşturulmuş ve bunlara karşılık yine bölgedeki taşeron örgütler bilerek desteklenmiş bölge halkının acımasız bir çatışma ortamına sürüklenerek malı, canı, geleceği ve ümidi yok edilmiştir.
Son tahlilde soruna en duyarlı kesim olması gereken Müslümanlar da ya korkudan ya da muhafazakâr-milliyetçi tutumlarından dolayı çok azı müstesna olmak üzere gereken ilgi ve alaka gösterilmemiş böylece halkın Müslümanlardan beklentisi seraba dönmüştür. Dış dünyadaki ümmetin diğer unsurlarına gösterdiğimiz duyarlılığın çeyreğini yanı başımızda olan Kürt sorununa gösteremedik
Bunun sonucunda da halk Marksist ve materyalist düşüncede olan örgütler uluslar arası güçlerin desteği ile halka alternatif olarak hazırlatılmıştır. Sistem bilerek Müslüman Kürt halkını emperyalistlerin ve onların yandaşlarının yanında yer almaya zorlamıştır. Sistemli ve bilinçli olarak uygulanan zulüm ve baskıların sonucunda halk bölgede yaşayamaz hale getirilmiş; bunun sonucunda ya göç etmiş ya da şiddete başvurmaya mecbur bırakılmıştır.
Çözüm İçin Öneriler:
Öncelikle toplumun herkesimi (buna Müslümanlar da dâhil) bir zihniyet sorgulamasına giderek özeleştiri yapmalıdır. Toplumsal barışın, kardeşlik ve birlikteliğin tesisi için STK temsilcileri, kanaat önderleri, aydınlar ve siyaset adamlarının katkı sunması engellenmemelidir. Bunun için düşünce özgürlüğünün alanı genişletilmelidir. Toplumda bozulmaya yüz tutan ahlaki yapının düzeltilmesi ve kardeşliğin yeniden tesisi için eskiden olduğu gibi başrol oynayabilecek din eğitiminin önü açılmalıdır. İslami ana kaynaklar ve diğer kitaplar Kürtçeye tercüme edilmelidir. Toplumun her kesiminin kültürünün, dilinin, gelenek ve folklorunun yaşatılması için gereken çalışmalar yapılmalıdır. Ve en önemlisi Kürt halkının da ümmetin bir parçası olduğu unutulmamalıdır.

Yaşadığımız duruma ilişkin ihmalimizin payı küçümsenemez!
Ahmet Kaya / Fıtrat.com Genel Yayın Yönetmeni
Etnik farklılıkların ayrımcılık nedeni olmasının önündeki en büyük engel din olduğu gibi bu farklılığı ayrımcılık yapmaksızın sulh ortamında yaşanılır kılınmayı sağlayan en önemli olgu da din olgusudur. Bu, bütün ilahi dinlerin tahrif edilmemiş halinin ortak özelliğidir.
Son ilahi kitap olan Kur’an-ı Mubin kavim ve şa’blara ayrılmanın bir ayrımcılık nedeni olmaması; aksine bu farklılıkların tabii birer kimlikler olarak tanınması gerektiğini açıkça ilan eder.
İslam, dünya üzerindeki yaşamda insanların farklı kavim, kabile ve şa’blara ayrılmasının bir sorun olarak telakki etmememiz gerektiğini bildirir. Bize bu farklılığı olabildiğince içselleştirmemizi ve bu türden farklılığı bir üstünlük aracı kılmamamızı emreder.
Bütün ayrımcı düşüncelerin temelinde üstünlük taslama gerçeği olduğuna binaen, Kur’an üstünlüğün Allah katında bireysel olarak ve takva ölçüsüyle ele alındığını gayet sarih olarak deklare eder.
Bütün inananları kardeş olarak tavsif eden İslam, inananlar arasında inanç birliğini her şeyden öncelediğini, diğer bütün farklılıkların inanç birliği karşısında ayrıştırıcı hiçbir değerinin olmadığını da hayat düsturu kılar.
Bu zaviyeden bakıldığında yaşadığımız coğrafyada etnik farklılık temelli ayrışmanın nedeni Kur’an’ın yasakladığı kavmi, ulusçu bakışlardır. İlahi mesajın ruhunun yeterince kavranılmamasının ve işlenilmemesinin sonucudur. Bu ayrışıma aynı zamanda ulusçuluğa eklemlenmiş muharref din yorumlarının ortaya çıkardığı sonuçtur da diyebiliriz.
Dinin toplumsal hayatta rolünün azaltılması için dine karşı başlatılan amansız savaş sonucu zaten dinin özüyle bağı çok bilinçli ve güçlü olmayan toplumu sembolik olan ümmet anlayışı gibi anlayışlardan da uzak kıldı. Böylece ulusçu bakışla kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde İslam ve öğretisinin reddettiği etnik ayrımcılık neşv-u nema buldu.
Gelinen aşamada İslam’ın kuşatıcı ve bağdaştırıcı rolünün işlevlik kazanması kaçınılmazdır. Zira etnik ayrımcılık temelli bir ayrışmanın önünde bu bağın dışında bir başka bağın engel olması mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla aslında yaşadığımız bu sorunun çatışmaya dönüşmeden çözülmesinin adresi bellidir.
Bu adres din temelli Kur’an eksenli çözümdedir.
Ama nasıl?
Konunun can alıcı noktası burada yatmaktadır. İslami kesimin süreçte pasif kalmasının en temel nedeni de buradadır. Sorunun çözümüne ilişkin en başta ciddi, sürekli ve bunu dert edinme anlayışıyla bir arayışın yeterli derecede olduğunu söylemek mümkün değildir.
İslami kesim ulusçuluk anlayışının peydahladığı bu soruna milliyetçi bir bakışın ötesinde ve fevkinde bakacak kadrolara Türkiye sathında ancak son çeyrek asırdır kavuşma imkânını bulmuş sayılır. Ki bu kadroların zihinsel ve potansiyel olarak böylesi bir bakışa sahip oluşu onların sorunun çözümüne yönelik İslam fıkhına uygun teorik ve pratik bir projeyi hayata geçirebilme salahiyet ve imkânına sahip oldukları anlamına gelmemektedir. İslami kesimin sözünü ettiğimiz kadroları aynı zamanda bu süreçte ihmallerinin de etkisiyle yeterli derecede yol alabilmiş değillerdir. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi sorunu ciddiyetle ve dert edinme şuuruyla ele aldıklarını söylememiz iyimserlikten başka bir şey değildir. Bu soruna ilişkin birkaç forumdan başka ne ülke sathında ne de uluslar arası düzlemde teorik bir çalışmanın dahi yapılmadığı bir gerçektir.
Bundan sonrası için İslami kesimin inisiyatifi ele alması durumuna gelince: İslami kesim inisiyatifi ele almaya angaje bir bakışla soruna yaklaşmamalıdır. Bunun yerine sorunun çözümüne ilişkin kendi bakışlarını netleştirmeye çaba göstermelidir. Soruna ilkesel bir bakışla yaklaşmayı ve bunu kendi içinde ortak bir program haline getirmeyi hedef edinmelidir.
Örneğin en temel kalkış nokta ve düşünce şu olmalıdır. Bizim dünya tasavvurumuzdaki ümmet anlayışı içinde bir araya gelirken hangi somut ve hangi genel haklar çerçevesinde bir araya geleceğiz? Bizi bir arada tutacak olan kuşatıcı hukuki prensipler, ilkeler ve kurallar nelerdir?
İçini doldurmayı başaramadığımız sürece kuru bir ümmet anlayışının vurgusunun kitleleri cezbetmeyeceğini bilmeliyiz. Bunu başardığımızda ve çerçevesini belirlediğimizde inisiyatifin İslami kesimin eline geçme olasılığı daha yüksektir. Çünkü hayata dair somut ve adil çözümler sunabilecek bir İslam anlayışına Müslüman olan bu halkların teveccüh göstermemesi için bir neden bulunmamaktadır.
 
K

Kaçak

Guest

Kürt Sorununun çözümünde asıl muhatap kimdir?
Resim_1263041725.jpg



Özgün Duruş’un “Kürt sorunu ve Açılım”a ilişkin iki hafta önce başlatmış olduğu soruşturma sürüyor. Bu hafta; Hamza Türkmen, Yılmaz Ensaroğlu, Ayhan Bilgen, Hüseyin Alan, Ali Kaçar ve Üzeyir Yiğit görüşlerini gazetemize açıkladılar. Bu görüşlerin tam metnini yayınlıyoruz:




Hamza TÜRKMEN /Yazar-Haksöz Dergisi İmtiyaz Sahibi
Kürt Sorununun Asli Muhatapları Bilinçlenen Müslümanlardır
Müslümanların tarihi süreçleri içinde kendilerini tevhid ve adaletin tanıklığına sevk eden vahyi ölçülerle irtibatları zayıflamıştı. TC’nin kuruluş sürecinde aidiyet gösterdikleri İslami kimlikleri nedeniyle ezilmişler, acı bir mahrumluk ve sinmişlik psikolojisi içine itilmişlerdi. Şeyh Said önderliğindeki direniş de, Seyyid Rıza liderliğindeki direniş de üst kimlik olarak dayatılan “Türk ulus kimliği”ne dini tepkilerdi. Şeyh Said Ayaklanması da Dersim Direnişi de Kürtçü bir kalkışma değil, dini reflekslere dayanan karşı koyuşlardı. Ama hemen 1925 Şark Islah Planı ile bölgenin çarşı pazarında Kürtçe konuşmak yasaklandı, ana dilini konuşanlara ocağını söndürecek şekilde ağır para cezaları verildi.
Türk ulusal rejimi, İslam’ı veya dini aidiyetlerini üst kimlik olarak kabul eden Türkiye sınırları içindeki Oğuzları da; Zazaları, Kırmancları, Arapları, Lazları, Azerileri, Rumları, Çerkezleri, Gürcüleri, Ermenileri de ya asimile etmeye ya da katliam ve sürgünlerle boyun eğdirmeye çalıştı. İstiklal Mahkemeleri, modernleşme-batılılaşma anlayışına ve dayatılan seküler temelli Türk Ulusu/”Milleti” tanımına direnen kanaat önderlerinden binlercesini idam etti. 1945 yılına kadar dini kimliğini üst kimlik olarak kabul eden bu coğrafyanın geri kalan insanları da yasaklar, takibatlar, işkence, sürgün ve hapis cezalarıyla susturulmaya çalışıldı ve dayatılan Türkçü ve “Milli”/Ulusal Devletçi elbiseyi giymek zorunda bırakıldı. “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişi yeni Türk vatandaşlarının amentüsü haline getirildi.
Dersim Eyaleti’nde gerçekleştirilen katliam, daha önce de Bilad-ı Rum Müslümanlarının bin ikiyüz-bin üçyüz yıldır kullandığı yazı dili ve kültürel birikimi üzerinde yapıldı. İsmet İnönü Dönemi’nde Osmanlı arşivleri vagon vagon hurda fiyatına Bulgaristan’a satıldı. Kur’an öğrenimi, İslami eğitim ve Hacc farizası yasaklandı. Ezan değiştirildi. Bazı merkezi camiler kapatıldı, bazısı da depo veya ahır haline getirildi. Dergâhlar ıslah edilmek yerine imha edildi. Namazın bile kilise formuna uydurularak sıralarda kılınması için resmi plan dâhilinde hazırlıkları yapıldı. Yol ve hayvan vergisi adına dindar köylü borçlandırıldı ve toprakları Atatürk’ün TBMM’ye mebus olarak seçtiği toprak ağalarına yok fiyatına satıldı.
Kürt sorunu konusunda İslami kesimin yeterince inisiyatif alamamasının arka planında yatan neden, işte bu süreçti. Türkiye Müslümanları bu bilinçlenme sürecinden itibaren sağcı, devletçi, milliyetçi ve mezhepçi kirlerden elbiselerini temizlemeye, tevhidi değerler gözlüğüyle halkın sorunlarıyla ilgilenmeye adım attılar. Bu geç kalmış bilinçlenme süreci içinde de Kürt sorunu yeni yeni okunmaya ve Şeyh Said’ten kalan izlerimizi Necip Fazıl, Sadık Albayrak, Mustafa İslamoğlu gibi müelliflerin çalışmalarından tekrar öğrenmeye başladık.
Müslümanlar bugünkü reel ortamda Kürt sorununun üçüncü tarafı, tarihi itibariyle ise birinci muhataplarıdırlar. Çünkü İslami aidiyetleri tezyif edilen ve ana dili yasaklanan Kürt halkı, içinde yaşadığımız coğrafyada aidiyet olarak görece İslam’a en bağlı bir halktı. Kürtler, Türk ideolojisinin batılılaşma ve uluslaşma dayatmasına karşı çıktığı ve hem İslami aidiyetine hem fıtri aidiyetine sahip çıktığı için Türkiye’de en fazla zulme uğramış bir halktı.
Kürt sorunu ve Türkiye’de yaşanan diğer sorunlar karşısında her İslami çözüm teklifimizin Türk ve Kürt laikleri tarafından tepkiyle karşılanacağını, hatta Müslümanların güçlenmesi karşısında bu iki laik ulusalcı yapının ittifak bile yapacağını gözden kaçırmamamız gerekir. Bizler köklü çözüm ve dönüşümlere, kendi oluşum veya mücadele safhamızdaki inkılap süreçlerini yaşaya yaşaya adım atabiliriz. Zaten Rabbimiz de “yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” diye bizi uyarmaktadır.
…………………………………
Yılmaz ENSAROĞLU/Mazlum Der Eski Genel Başkanı
“Hükümet Sadece İslami Kesimden Değil Aslında Tüm Toplumdan Uzak Duruyor.”
Açılım meselesini siyasi ve toplumsal açıdan ayrı ayrı değerlendirmek gerek diye düşünüyorum. Çünkü Kürt sorununun ve açılım sürecinin gelip dayandığı noktanın, bu her iki boyuttan kaynaklanan farklı temelleri bulunmaktadır. Hükümet, açılım konusunda bir hamle başlattı ama tek başına açılımın uğradığı isim değişiklikleri bile, bu hamlenin üzerinde ayrıntılı çalışılmış ve nihai karara bağlanmış politikalara dayanmadığının düşünülmesine yol açtı. Buna karşılık, hükümet, ortaya bir paketle çıkmak yerine, sorunun toplumda geniş biçimde tartışılmasını ve sürecin deyim yerindeyse, bütün bir toplumla birlikte yürütülmesini, alınacak kararların geniş bir toplumsal mutabakatla alınmasını tercih ettiğini belirterek, başlattıkları hamlenin bir süreç olarak algılanmasını istedi.
Ne var ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, ne ortaya bir paketin konulabildiğini, ne de bu sürecin iyi yönetilebildiğini görüyoruz. Özellikle muhalefet, on yıllardır uygulanan ve çözümsüzlükten başka bir sonuç doğurmamış olan güvenlikçi inkâr ve asimilasyon politikalarında ısrar etti. Hatta ısrar etmekle de kalmadı; bu doğrultuda toplumu ciddi ölçüde provoke etti. Siyasilerin kışkırtmaları, toplumda da ciddi bir karşılık buldu ve bunun sonucu olarak, yılların siyasi sorunu, kısa bir zamanda toplumsallaşmaya yüz tuttu.
Kürt sorunu etrafında yaşanan toplumsal kutuplaşmadan mütedeyyin kesimlerin de etkilenmesi gayet normal. Çünkü Müslüman dindar kesimler, dinlerini, laik olduğunu iddia eden ama aslında tüm topluma bir resmi ideoloji dayatan devletten öğreniyorlar. Bu dindar kesimlerin din algısı, dinlerini tanımlama ve öğretme yetkisini tekelinde tutan devlet tarafından şekillendiriliyor. Bu resmi din politikası da, önemli ölçüde resmi ideolojinin temel dayanaklarından birini oluşturan “milliyetçilik” anlayışından besleniyor. Sonuç olarak önümüzde şöyle bir tablo olduğunu itiraf ve kabul etmek durumundayız: Günümüz dindar Müslümanlarının düşünce dünyalarını, değer yargılarını ve nihayet davranışlarını, sahih dini kaynaklardan çok, devlet ve devletin din politikası belirliyor. Bu da, doğal olarak, kendilerini söz konusu kutuplaşmadan kurtaramamalarına yol açıyor ve nihayet Türk’le Müslüman’ı ayırt edebilenler azınlıkta kalıyorlar.
Öte yandan, İslami kesimin, hükümetin kendilerinden uzak durduğunu düşünüp alınmalarına bence hiç gerek yok. Çünkü hükümet, politikalarını belirlerken sadece İslami kesimden değil, aslında tüm toplumdan uzak duruyor. Daha doğrusu, bu ülkede halkı, halka rağmen yönetmek geleneksel bir devlet politikasıdır ve maalesef AK Parti hükümetleri de bunun dışına çık(a)madılar.
Başından itibaren, hükümetin açılımla ilgili birtakım hazırlıklar yapmamış, bazı kararları vermemiş olması, en önemli eksiklik ve hata olarak öne çıkıyor. Dahası, geçen zaman, hükümetin hâlâ sorunu, sorunun ciddiyet ve vahametini, taraflarını ve tarafların kapasitelerini iyi incelemediğini ve dolayısıyla da sorunu bir bütün olarak doğru kavrayamadığını gösteriyor. Bunun yanı sıra, yeterli risk analizinin yapılmadığı anlaşılıyor. Çünkü böylesine devasa bir sorunu çözmek iddiasıyla ortaya çıkan bir hükümetin, hangi aşamada ne gibi engellerle ve tehditlerle karşılaşabileceğini de öngörmesi ve buna göre hazırlıklarını yapması beklenir.
İslami kesim, hâlâ bu kutuplaşmanın önüne geçebilecek en önemli sosyal dinamik durumundadır. Ne var ki, İslami kesim çok uzun bir süredir, hem ciddi bir ambargo ve kuşatma altındadır hem de biraz kendisi de kendisini gettosuna hapsetmiş durumdadır. Bunlardan ötürü de, kendisinden bekleneni vermede zorlanmaktadır. İslami kesim, bilgimizi ve düşüncemizi İslamileştirecek, bugünün sorunlarını tartışabileceğimiz çağdaş bir dil ve politika geliştirememektedir. Sonuç olarak, İslami kesim, bizleri ayrıştırmaya yönelik dalgalara karşı açılacak savaşa öncülük etmekle yükümlüdür.
…………………………………
Ayhan Bilgen / Barış Meclisi
İslami çevreler tarafsız kalamazlar
Bir sorunu adaletle değerlendirmenin ilk adımı sebep ve sonuç ayrımını sağlıklı yaparak atılır. Bu noktaya gelinmesinde ana sebebi, tektipleştirici modernleştirme politikalarının zor kullanılarak hayata geçirilmek istenmesidir. Buna tepki olarak ortaya çıkan örgütlenmeler ya da mücadele biçimlerine karşı çıkarken, sorunun sebebi olan resmi ideolojiye dayalı uygulamalarla eşitleyici tutum takınmak tipik üçüncü yolcu yaklaşımı yansıtmaktadır.
İslami çevreler zulmedenle zulme uğrayan arasında tarafsızlık pozisyonunu seçemezler. Bu davranış,28 Şubat döneminde "Ne Şeriat, Ne Darbe" söylemine sığınan sol tepkilere benzemektedir.İslami çevreler duruşlarını reaksiyoner değil aksiyoner olarak belirlemelidir.
Ortada hem devam eden açık hak ihlalleri hem de çatışma sorunu bulunmaktadır. Çatışma ortamını sonlandırmak için daha aktif rol üstlenilebileceği gibi yaşanan haksızlıklar karşısında da daha yüksek sesle tepki konarak güven ortamı sağlanabilir.
Açılımın ne yazık ki en önemli eksikliği konuya yönelik ciddi bilgi eksikliğidir. Yıllardan beri bu alanda yönlendirme amaçlı bilgi servis eden odaklar yine süreci yönlendirmektedir. Ne yazık ki ne bütüncül bir özgürlük perspektifi ne de silahsızlandırma yöntemi zihinlerde henüz oturmamıştır.Sadece dengeleri gözeten bir strateji ile bu denli zor bir süreci yönetmek neredeyse imkansızdır. Olayın darbe anayasasına dayanan boyutları mutlaka acilen masaya yatırılmalıdır.. Radikal hamleler yapılamazsa sorunun çözümü imkansızlaşır.Ne Kürtlerin beklentilerini karşılayan, ne de Türk milliyetçilerinin kaygılarını gideren bir yerde kalmak en kötü senaryo olarak önümüzde durmaktadır...
………………………………
Hüseyin Alan / Araştırmacı-Yazar
Doğru Oturup Doğru Konuşmalı
Hükümetin, meselenin tam olarak adını koymaktan bile çekinerek yürüttüğü “açılım” politikalarına dayalı hamleleri, karşı darbelerde kapanma görüntüsü verince, sorunu çözmek için önceden tasarlanmış esaslı bir planlarının olmadığını hissettirmektedir. Sorunun yapısı gereği, gösterilmesi gereken yerde kararlı ve güçlü bir iradenin aksine ürkek görüntülerin sergilendiği her aşamada, Türk ve Kürt kamuoyunda ürpertici rahatsızlıklar doğurması kaçınılmazdı.
İki taraftan da, birçok sebebe bağlanabilir kutuplaşma yapısından beslenenlerinin hep olabileceği bu tür puslu havalarda, açıklığa, dürüstlüğe, tartışmaya, ifade ve ikna etmeye cesareti olanların değil, varlığını ve iktidarını kine, hileye, şiddete ve yok etmeye ayarlamış olanların daha aktif olması beklenmeliydi. Onların karşı hamleler yapabilecek yetenekte oldukları da bilinmeliydi. Şu an olanlar da budur.
Bu adamlar, buradan hareketle bir Türk-Kürt kutuplaşması hatta çatışması çıkartabilirler mi? Baştan ifade edeyim, hayır, asla. Şayet böyle bir işi becerilebilecek olsalardı, bu işi çoktan yapmış olacaklardı ve bizler şu an başka şeyleri konuşuyor olacaktık!
Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet yapısı, iktidar eliti, resmi ideolojisi ve politikası ile
kuruluşundan bu yana kendi ürettiği ve taşıdığı yapısal sorunlarla uğraşmaktadır. Kürt ulusal hareketinin dayatması ile de tetiklenen yeni durumda, ikinci dünya savaşı sonrası gelişmelerinde olduğu gibi, kendini yeniden üretmeye, toplumsal yapıyı da yeniden gözden geçirmeye çalışmaktadır. Küresel gelişmeleri de dikkate alarak iç iktidar yapısını, sosyal grupların pozisyonunu yeniden tasarlamak durumunda kalmıştır. Süreç sorunlarla yüklüdür. En büyük sorun da, TC iktidar bloğunun, dar bir çerçeve ile sınırlı olması ve bu haliyle esneme kabiliyetini gösteremeyişidir.
Dolayısı ile AKP dahil hiçbir partinin, resmi ideolojiye dair, ulusal yapıya dair, resmi devlet politikalarına dair, çözüme yönelik farklı bir paradigmaları ve ilan edilmiş programları yoktur ki, temsil yetkisini haiz sorun çözme kabiliyetleri de ellerinde olsun veya beklensin. Kaldı ki, AKP’nin de gerektiğinde sık sık vurguladığı “üniter devlet”, “tek dil”, “tek ulus”, “tek vatan” “tek bayrak” gibi “tek” ci ulus toplum-devlet ilkelerini ve tabularını savunması da gösterir ki, en azından kırmızıçizgiler noktasında, zihinsel olarak gerçek iktidar sahipleri ile aynı düşünceyi taşımakta olduğunu görebiliriz.
Hükümetin sorunu çözme yaklaşımı olarak sunduğu “demokratik açılım” politikası, gerçek iktidar sahiplerince “bireysel özgürlük” sınırları ile sınırlandırılınca, maksadın sorunu çözmekten daha çok ulusalcı Kürt hareketinin taleplerinin geriletilmesi veya küçültülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Türkiye’deki rejimin bürokratik-oligarşik niteliğini ve kendi geleceklerini düşüneceklerini de göz önüne alarak, gerçekten bir çözüm yerine, sorunun, mevcut pozisyondan daha ilerde bir görüntü ile kabul edilebilir sınırlara ulaşmasını temin iradesi gösterebileceğini umabiliriz.
Soruna müdahil olamayan, hükümetin açılım ile ilgili olarak uzak durduğu ifade edilen “Müslüman” kesimin durumuna gelince; Şüphesiz tüm yorumlar, değerlendirmeler ve çözüm önerileri, belli bir ideolojik bakışın ürünleridir. Müslümanlar olarak evvela, sorunun adını doğru koymak gibi bir sorumluluğumuz vardır. Türklüğü Müslümanlığının önüne geçmiş hatta dinin belirleyeni olmuş hayli kalabalık bir grup dindar; vahyin kurucu, inşa edici, değiştirici veya gerektiğinde dönüştürücü en temel özelliğini ihmal edip, her hangi bir düşüncenin, ideolojinin eklentisi, belirleneni, tamamlayıcı bir unsuru derekesine düşürerek hakikati gölgelemek istiyorlar. Kürtlüğünü Müslümanlığının önüne geçirmiş benzerleri için de aynı yargıda bulunabilmeliyiz.
Türk Müslümanları alakadar ettiği kadar Kürt Müslümanları da alakadar edecek ve peşinden koşturacak olan görüş veya çözüm önerisi, özetle ümmet perspektifidir. Bu gibi bir soruna karşı da vahyin en güzel uygulayıcısı peygamberde görebileceğimiz çözümün, insanlar ve diğer topluluklar arasında, inanç temelli bir kardeşliğin inşa edildiği, insanlar arasında hayra yed eden bir topluluğun iradi olarak kurulduğu ve işletildiğidir. Ümmet açısından meseleye bakmak, bizleri bambaşka bir mecraya sürükleyecek açılımı getirecektir. Her konuda olduğu gibi özellikle de bu gibi konularda. Hakk değerlerin yaşayan örnekleri, insanları hakikate çağıran daileri olmanın, her şeye rağmen, elimizden bir şey gelmiyor olsa da, tarihteki ensar-muhacir kardeşliği modelinin bir hayal olmadığını, bir esatir de olmadığını haykırarak yeniden dillendirebilir ve gerçek kurtuluşu birbirimize yeniden hatırlatabiliriz.
………………………………
Ali Kaçar / Genç Birikim Dergisi

Sorun, Sistem Sorunudur!..

Türkiye’de, Kürt sorunu, TC Devleti ile yaşıt bir sorundur. Bu ülke insanları, uzun yıllar, çok kısa denebilecek bir süre öncesine kadar, resmi ideoloji tarafından Kürdüm demenin ve Kürtçe konuşmanın yasak olduğu, Kürtçe konuşanların para ve hapis cezalarının çarptırıldığı, dağ, tepe, ova, köy ve mezraların isimlerinin zorla değiştirildiği, kısacası bir kavmin toptan yok sayıldığı günleri yaşamıştır.

Bugün, geçmişe göre Kürt kavmine yönelik kısmi düzelmeler olsa da, yapılan bu düzenlemelerin yeterli olduğunu söylemek elbette ki mümkün değildir. Adına başlangıçta Kürt açılımı denilen bu düzenlemeler sayesinde, ‘TRT Şeş’ten, Kürtçe konuşmanın önündeki engellerin –kısmen- kaldırılmasına kadar, bazı haklar verilmeye başlanmıştır. Ancak iade edilen bu hakları, sansasyonel bir şekilde gündeme getirilen ‘Kürt/Demokratik/Birlik Projesi’ olarak değerlendirmek mümkün değildir.

Çünkü iade edilen bu haklar, adı üzerinde, daha önce Kemalist elitler tarafından zorla, baskıyla, idamla, sürgünle, cezaeviyle alınan/gasbedilen hakların sadece küçücük bir parçasıdır. Bu nedenle bu düzenlemelere açılım demek mümkün değildir..

Bir şeye açılım ya da proje diyebilmek, ancak, o şeyde köklü bir takım değişiklikler yapmakla mümkün olabilir. O da, sadece geçmişte gasp edilmiş hakların verilmesiyle olmaz. Çünkü zaten bu hakların iadesi, her normal yönetimin sorumluluğudur. Kürt açılımı ya da Birlik projesi, ancak, inançlarından dolayı Müslümanlara ve ırklarından dolayı da Kürtlere zulmeden, onları yok sayan Kemalist zihniyetle hesaplaşılması halinde hedefine ulaşabilir. Aksi halde bu, yeniden yeşeren umutların sönmesine yol açacaktır. Bu ise, onarılması zor bir sürece kapı aralayacaktır.

Kürt sorunu, Türkiye’de, Cumhuriyet rejimi ile yaşıt olan birçok sorundan birisidir. PKK da, Kürt sorunu bahanesiyle ortaya çıkmış eli kanlı bir terör örgütüdür. Bu örgütün ortaya çıkış nedeni ise, ülkeye egemen olan laik, ırkçı, totaliter ve jakobenist sistemdir. Bu sistem, zulme ve asimilasyona dayanan uygulamalarıyla kendisi gibi ırkçı, şovenist, sosyalist ve İslam düşmanı PKK’yı doğurmuş ve beslemiştir. Eğer bugün bir Kürtçülük belası varsa –ki vardır- bu, Türkiye’de 1900’lu yıllardan beri ve özellikle de Cumhuriyet’in kuruluşu itibariyle uygulanan Türkçü, ırkçı ve şovenist politikalardan kaynaklanmıştır.

Bu sorunun oluşmasında ne Müslüman Kürtlerin, ne de Müslüman Türklerin bir kabahati ve katkısı vardır. Çünkü bu topraklarda yaşayan diğer Müslüman halklar ve kavimler gibi Kürtlerin de kimlik dokusunda İslamiyet vardır. Tarihleri, kültürleri, günümüzde ortaya koydukları pratikleri, yaşam biçimleri, dünyaya bakışları, örf, adet ve gelenekleri bunun müşahhas göstergesidir. Durum bu minval üzereyken, Kemalist sistemin kuruluşundan beri Kürt kavmini Türkleştirme yönündeki dayatmalarını ve Türkçü kimliği kabul noktasındaki baskısını kabullenmek elbette ki mümkün değildir.Türkiye’de asıl sorun, halkını düşman gören içinde yaşadığımız sistemdir.

Bu konuda Müslümanlar ne yapmalıdır? Sorusunun cevabına gelince, aslında bu sorunun cevabı yukarıda yapılan izahta mevcuttur. Ancak, her ne kadar, bu sorunun ortaya çıkmasında Müslümanların ve mensup oldukları İslam dininin hiçbir dahli yoksa da, Müslümanların, mazlumların yanında yer alma ve onların sorunlarına İslam’ın öngördüğü çerçevede çözüm üretme gibi bir sorumlulukları vardır.

Türkiye’de, bir Türk’ün, dilini kullanma ve ana dilde eğitim yapma dahil, sahip oldukları bütün haklara, bir Kürt, bir Arap, bir Çerkez… de sahip olmadıkça, ırkçılık belasının önüne geçilemez. Bu ise, ancak, İslam’ın egemen olduğu bir toplumda mümkün olabilir. Çünkü insanın –Müslüman olsun ya da olmasın- insanca yaşayabileceği yegâne sistem, İslam’ın egemen olduğu sistemdir.

………………………………
Üzeyir YİĞİT / Bab-Ali Vakfı Genel Sekreteri
Kürt Sorununda Çözümsüzlük Talebi Malum Senaryonun Devamıdır

2000’yılından itibaren başlayan ve Ak Parti ile süratlenen AB uyum çerçevesinde ki demokratikleşme süreci önündeki aşılması gereken en önemli sorun, kuşkusuz bir yandan teröre de bulaşmış bir zümreyi içinde barındıran Kürt sorunudur. Beşeri sistemler dâhilinde her an kaşınma ihtimali olan bu sorun, hiçbir siyasi iradenin çözüm için adım atmaya cesaret edemediği bir tabu olarak ülkemizin önünde durmakta idi.

AK Parti’nin şu veya bu sebepten ötürü adım attığı demokratikleşme isteği önemli bir adımdır.

Kürt sorunu diye meşhurlaşan bu sorunun çözümsüzlük yoluna girmiş olması ve toplum içinde derinleşen ayrıcalıklara yol açmaya başlaması yıllardır oynanan bir senaryonun devamıdır. Sivas olayları, dersim katliamı, sol sağ çatışması vb. örneklerin devamıdır. Bu sorunun çözümü İslami kardeşliğin ana konusunda yatmakta iken İslami kesimin sessizliği ise düşündürücüdür.

Bence muhafazakâr kanat yanlışlara müdahale etmeyi AK Partiye muhalefet etme olarak algılamakta, AK Parti’de kendi tabanını ve İslami kesimi fazla ciddiye almamaktadır. Bu durum AK Partinin kendi siyasi argümanlarını ret etmesidir.

İslami camia; “iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma” ruhu ile hareket edip, özellikle yanlış içinde bulunan kendisinden olunca daha fazla ses çıkaran bir toplum inşa etmelidir. Aynı zamanda hali hazırda toplum içinde oluşan ayrımcılığa karşı itidal ile peygamberi bir çizgide kardeşlik hukukunu tahsis etmenin gayretine girmelidir.
 
Üst