ihvanistanbul
AkhenAton
İrşadü'l Müridin | Nakşî Tarikatında Allah Teâlâ’ya Vasıl Olma Yolları Ve Âdâbı
Nakşî Tarikatında Allah Teâlâ’ya Vasıl Olma Yolları Ve Âdâbı
Büyükler edep öğretiyorlar bize, kemale ermek için edepli olmak lazım. Edebi de ancak şeyhlerden ve onların kitaplarından öğrenebiliriz. Mürşitler de Resûlullah’tan öğrenir. Resûlullah da Mevlâ Teâlâ’dan öğrenir. Edep olmadı mı iyi olmuyor!
Allah’a veli ve yakîn olmanın şartı; “edebe riayettir”. Bir kimse edebi terk ederse, Allah da onu terk eder, yalnız bırakır.
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
اَدَّبَن۪ى رَبّ۪ى فَاَحْسَنَ تَأْد۪يب۪ى
“Beni Rabbim edeplendirdi, edebimi ne güzel yaptı!”[1]
Edep, Mevlâ Teâlâ’dan öğrenilirse çok güzeldir. Mevlâ Teâlâ, Cebrâil (aleyhisselâm) vasıtasıyla edebi, Resûlullah’a öğretiyor. Resûlullah Efendimiz de baş halifesine öğretiyor, o da kendi baş halifesine öğretiyor. Böylece edeb ondan ona, ondan ona silsile yoluyla geliyor.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (kuddise sirruh) şöyle buyuruyor:
اَزْ خُدَا جُويَمْ تَوْف۪يقِ اَدَبْ
ب۪ى اَدَبْ مَحْرُومْ كَشْتْ اَزْ لُطْفِ رَبْ
Mevlâ Teâlâ’dan edebe muvaffakiyet istiyorum.
Zira edebi olmayan, Rabbin lütfundan mahrumdur.
İsmet Garibullah (kuddise sirruh) da şöyle buyurur:
طَر۪يقَتْ ذَوْقِن۪ى كُوكْلُنْدَه كَلْ اٰلْ
Tarikat zevkini gönlünde gel al.
Tarikatın da kendine has bir zevki vardır. O zevki almak lâzımdır. Bu zevk ne ile bulunur? Tarikatın bir takım düsturları vardır, onları erbabından öğrenip yapmak ile.
Her halin, her makamın her vaktin kendine has uygun bir edebi vardır. Bu hususların gerektirdiği edebe riayet eden “Ricâlullah“ (Allah Teâlâ’nın hususi kulları) derecesine yükselir. Bundan mahrum olan kimse de, yakınlık beklediği yerden uzak kalır, kabul edileceğini umduğu yerden reddedilir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ
“Allah’ın zikretmek hususunda kalpleri katılaşmış olanlanrın vay haline!”[2]
Ayet-i celileye iki türlü mana verilebilir:
· Allah Teâlâ’nın zikrinden uzak kalıp kalpleri katı olanların vay haline!
· Allah’ın zikrinden dolayı kalpleri katı olanlara vay haline!
Birinci mânadan ne kastedildiği anlaşılıyor. “Allah’ı zikretmiyorlar kalpleri katılaşıyor onun için vay hallerine!” buyruluyor.
Peki ya ikincisi! “Zikretmekten dolayı kalbi katılaşanlar!” buyruluyor, bu nasıl olur? Zikir, kalbi yumuşatırken bunlarınkini neden katılaştırıyor da veyle müstahak kılıyor? Evet… Zikrediyorlar ama âdâbına riayet etmiyorlar. Böyle bir zikir de kalbi katılaştırıyor.
Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulur:
“Kim bir namaz kılar da kıldığı namaz kendisini hayâsızlık ve kötülükten alıkoymazsa o namazla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey artmaz”[3]
Meşayihten Feyiz Almak İçin Gerekli Üç Şart
· İhlâs,
· Edep,
· Mürşidi (şeriat sevgisi ile) sevmek.
Bir müridin kalbi ihlâslı olmazsa, onun şeyhi o kalbe feyiz vermez. O lekeli kalp, ihlâs elbisesini giyinmemiş olursa, o kalbe feyiz tecelli etmez.
Bir hadis-i kudsîde şöyle buyruldu:
لاَ يَسَعُنِى اَرْضىِ وَلاَ سَمَائِى وَلٰكِنْ يَسَعُنىِ قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ
“Ben, ne göklere ne de yere sığarım; ben ancak mümin kulumun kalbine sığarım.”[4]
Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir. Dünya, bir mekândır. Kim ki dünyaya meylederse, Cenâb-ı Hak o kulunun kalbine girmez. Kim ki “Lâ-mekân” ise, Cenâb-ı Hak o kulunun kalbine tecelli eder.
İnsanın arşı, gönüldür. Sadece Cenâb-ı Hakk’ı seven bir insanın kalbine Allah’ın nuru tecelli eder.
Bir insan yerinden öğrenmeden bin sene “Allah” diyerek zikretse, tesir etmiyor. En kolay meslek sepet örmek. Onu dahi ustasından öğrenmeden yapamazsınız. Öyle ise, tarikat ki en ince meslektir, o nasıl kendi başına yapılabilir.
Mevlâ Teâlâ, seyr u sülûk vasıtasıyla aranır. Onun yolu da zikir, râbıta, murâkabe ve sohbetlerdir.
Erbabından ders almadan “ben kendim yaparım, işte böyle beceririm” demek olmaz. Nitekim Mevlâna Hazretleri Mesnevî‘sinde şöyle buyuruyor:
هِيچي کَسْ رَاپِشِ خُدْ نَشُدْ
هِيچْ آهَنْ خَنْچَرِى تِيزِى نَشُدْ
Hiç kimse kendi başına bir şey olmadı.
Hiç bir demir kendi başına keskin kılıç olmadı.
هِيچْ مَوْلاَنَا نَشُدْ مَوْلاَىِ رُومْ
تَامُ رِيـدِ شَمْسِ تَبْـرِيزِى نَشُدْ
Mevlâna, asla Mevlâ-i Rum (Rum diyarının efendisi) olamadı.
Ta ki Şems-i Tebrizî‘nin müridi olmadıkça.
Bir beyitte de şöyle gelir:
بِقَدَرِ الْكَدِّ تَكْتَسِبُ الْمَعَالِىَ
وَمَنْ طَلَبَ الْعُلٰى سَهَرَ الَّيَالِىَ
Yüksek makamlar, çekilen sıkıntılar ölçüsünde elde edilir,
Kim yükseklik talep ederse, gecelerde uyanık olur.
وَمَنْ رَامَ الْعُلٰى مِنْ غَيْرِ كَدٍّ
اَضَاعَ الْعُمْرَ فِى طَلَبِ الْمُحَالِ
Kim çalışmaksızın yükseklik ararsa…
İmkânsızı talep etmekte ömrünü zâyi etmiş olur.
Allah Teâlâ, Sure-i Zâriyat’ta manevî yücelik bulanların vasıflarını beyan ederken şöyle buyuruyor:
اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ { اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ { كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ { وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ {
“Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyi davrananlardı. Şüphesiz onlar, bundan önce (dünyada) iyilik edelerdi (güzel davrananlardı). Geceden az bir şey uyurlar, seher vakitlerinde de mağfiret isterlerdi.” [5]
Sen sabaha kadar uyuyacaksın, hatta uyurken üzerine güneş de doğacak. Bir de bu haline “zarar yok, nefsimin dediği olsun” dercesine Allah Teâlâ’dan af istemeyeceksin. Sonra da Mevlâ Teâlâ’nın sevdiği kul olacaksın öyle mi?
Ama şimdi insanlar paralarını nerelere harcıyorlar. Avrupa yollarına, şarkılı, türkülü düğünlere, içkilere, kumarlara harcıyorlar. Tarikatlı bir insan böyle yapıyorsa, tarikattan zevk almaz. Televizyondan zevk alan da, yine tarikattan zevk almaz. Bir ibarede şöyle gelir:
اَلضِّدَّانِ لاَ يَجْتَمِعَانِ
İki zıt bir araya gelmez.
Tarikata giren bazı kimseler tarikat derslerinden hızlı biçimde etkilenmiyorlar. Acaba neden? Kabiliyetsizliklerin mi? Hayır, dikkatli çalışmadıklarından, kurallara uymadıklarından! Hâlbuki dikkatli çalışsalar mürşidin bir teveccühü vasıtası ile Allah Teâlâ onlara manevi zevk kapılarını açar. Tarikat dersleri üç gün üst üste tam manası ile yapılırsa, alışılır.
Ey tarikat yoluna girmiş kimseler! Dersinize neden dikkat etmiyorsunuz? Dersinizi neden tam manası ile yapmıyorsunuz? Dersinizi güzel ve düzenli yapınız. Her gün, her hafta, her ay, her sene bir ömür boyu dikkatli yapınız.
Boş işlerde ne kârımız var, başka işlerle niçin uğraşılıyor? Şu da var ki zevk için, lezzet için zikretmeyeceğiz. Mevlâ Teâlâ razı olsun diye zikredeceğiz.
Zikrederken her yüz tesbih başında ne diyoruz:
اِلٰه۪ى اَنْتَ مَقْصُود۪ى وَرِضَاكَ مَطْلوُب۪ى
Allahım! Maksudum sensin. İstediğim de senin rızandır.
Bu ne demektir? “Ya Rabbi! Seni zikrediyorum, bu zikrimden ve diğer ibadetlerimden kastım senin cemaline kavuşmak, isteğim senin rızandır, başka bir şey istemiyorum.” demektir.
Tarikat derslerine hâlis bir niyetle sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için çalışmak gerekir. “Falancayı geçeyim” gibi bir kasıtla değil. Bütün makamlara ulaşılmış olsa dahi ismi duyulmamış nice ince makamlar vardır.
Hulasa her bir ibadetin âdâbını öğrenip riayet etmek gerektiği gibi, zikrin de âdâbını öğrenmek ve riayet etmek gerekir. Aksi halde:
مَنْ ضَيَّعَ اْلاُصُولَ حُرِمَ الْوُصُولَ
“Usûlü (edebi) terk eden vusûlden (hedefine ulaşmaktan) mahrum kalır” sözünün gereğince zikretmekten hâsıl olması gereken tesir meydana gelmez.
[1] Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/228; Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, nr. 310; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/224, 225; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 164; İbnu’l-Cevzî, Safvetü’s-Safve, 1/201; Sem’ânî, Edebü’l-İmlâ ve’l-İstimlâ, s. 1.
[2] Zümer 39/22.
[3] Taberânî, el-Kebîr, 11/54, (nr. 11025); Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, nr. 508; Deylemî, el-Firdevs, nr. 5944; Taberî, Câmi’u’l-Beyân, 20/155; Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 13/148; İbnu Kesîr, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 3/413; Heysemî, Mecma’u’z-Zevâ’id, 2/258; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6/221; Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 7/192, 8/51; İbnu Ebî Hâtim, el-İlel, 1/54; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 2602.
[4] Deylemî, el-Firdevs, nr. 4466; Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, nr. 990; Zerkeşî, et-Tezkire fi’l-Ahâdîsi’l-Müştehira, s. 135; İbnu Receb, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem, 2/346; Fettenî, Tezkiretü’l-Mevdû’ât, s. 30; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, nr. 362; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 1884, 2256.
[5] Zâriyât 51/15-18.
Nakşî Tarikatında Allah Teâlâ’ya Vasıl Olma Yolları Ve Âdâbı
Büyükler edep öğretiyorlar bize, kemale ermek için edepli olmak lazım. Edebi de ancak şeyhlerden ve onların kitaplarından öğrenebiliriz. Mürşitler de Resûlullah’tan öğrenir. Resûlullah da Mevlâ Teâlâ’dan öğrenir. Edep olmadı mı iyi olmuyor!
Allah’a veli ve yakîn olmanın şartı; “edebe riayettir”. Bir kimse edebi terk ederse, Allah da onu terk eder, yalnız bırakır.
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
اَدَّبَن۪ى رَبّ۪ى فَاَحْسَنَ تَأْد۪يب۪ى
“Beni Rabbim edeplendirdi, edebimi ne güzel yaptı!”[1]
Edep, Mevlâ Teâlâ’dan öğrenilirse çok güzeldir. Mevlâ Teâlâ, Cebrâil (aleyhisselâm) vasıtasıyla edebi, Resûlullah’a öğretiyor. Resûlullah Efendimiz de baş halifesine öğretiyor, o da kendi baş halifesine öğretiyor. Böylece edeb ondan ona, ondan ona silsile yoluyla geliyor.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (kuddise sirruh) şöyle buyuruyor:
اَزْ خُدَا جُويَمْ تَوْف۪يقِ اَدَبْ
ب۪ى اَدَبْ مَحْرُومْ كَشْتْ اَزْ لُطْفِ رَبْ
Mevlâ Teâlâ’dan edebe muvaffakiyet istiyorum.
Zira edebi olmayan, Rabbin lütfundan mahrumdur.
İsmet Garibullah (kuddise sirruh) da şöyle buyurur:
طَر۪يقَتْ ذَوْقِن۪ى كُوكْلُنْدَه كَلْ اٰلْ
Tarikat zevkini gönlünde gel al.
Tarikatın da kendine has bir zevki vardır. O zevki almak lâzımdır. Bu zevk ne ile bulunur? Tarikatın bir takım düsturları vardır, onları erbabından öğrenip yapmak ile.
Her halin, her makamın her vaktin kendine has uygun bir edebi vardır. Bu hususların gerektirdiği edebe riayet eden “Ricâlullah“ (Allah Teâlâ’nın hususi kulları) derecesine yükselir. Bundan mahrum olan kimse de, yakınlık beklediği yerden uzak kalır, kabul edileceğini umduğu yerden reddedilir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ
“Allah’ın zikretmek hususunda kalpleri katılaşmış olanlanrın vay haline!”[2]
Ayet-i celileye iki türlü mana verilebilir:
· Allah Teâlâ’nın zikrinden uzak kalıp kalpleri katı olanların vay haline!
· Allah’ın zikrinden dolayı kalpleri katı olanlara vay haline!
Birinci mânadan ne kastedildiği anlaşılıyor. “Allah’ı zikretmiyorlar kalpleri katılaşıyor onun için vay hallerine!” buyruluyor.
Peki ya ikincisi! “Zikretmekten dolayı kalbi katılaşanlar!” buyruluyor, bu nasıl olur? Zikir, kalbi yumuşatırken bunlarınkini neden katılaştırıyor da veyle müstahak kılıyor? Evet… Zikrediyorlar ama âdâbına riayet etmiyorlar. Böyle bir zikir de kalbi katılaştırıyor.
Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulur:
“Kim bir namaz kılar da kıldığı namaz kendisini hayâsızlık ve kötülükten alıkoymazsa o namazla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey artmaz”[3]
Meşayihten Feyiz Almak İçin Gerekli Üç Şart
· İhlâs,
· Edep,
· Mürşidi (şeriat sevgisi ile) sevmek.
Bir müridin kalbi ihlâslı olmazsa, onun şeyhi o kalbe feyiz vermez. O lekeli kalp, ihlâs elbisesini giyinmemiş olursa, o kalbe feyiz tecelli etmez.
Bir hadis-i kudsîde şöyle buyruldu:
لاَ يَسَعُنِى اَرْضىِ وَلاَ سَمَائِى وَلٰكِنْ يَسَعُنىِ قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ
“Ben, ne göklere ne de yere sığarım; ben ancak mümin kulumun kalbine sığarım.”[4]
Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir. Dünya, bir mekândır. Kim ki dünyaya meylederse, Cenâb-ı Hak o kulunun kalbine girmez. Kim ki “Lâ-mekân” ise, Cenâb-ı Hak o kulunun kalbine tecelli eder.
İnsanın arşı, gönüldür. Sadece Cenâb-ı Hakk’ı seven bir insanın kalbine Allah’ın nuru tecelli eder.
Bir insan yerinden öğrenmeden bin sene “Allah” diyerek zikretse, tesir etmiyor. En kolay meslek sepet örmek. Onu dahi ustasından öğrenmeden yapamazsınız. Öyle ise, tarikat ki en ince meslektir, o nasıl kendi başına yapılabilir.
Mevlâ Teâlâ, seyr u sülûk vasıtasıyla aranır. Onun yolu da zikir, râbıta, murâkabe ve sohbetlerdir.
Erbabından ders almadan “ben kendim yaparım, işte böyle beceririm” demek olmaz. Nitekim Mevlâna Hazretleri Mesnevî‘sinde şöyle buyuruyor:
هِيچي کَسْ رَاپِشِ خُدْ نَشُدْ
هِيچْ آهَنْ خَنْچَرِى تِيزِى نَشُدْ
Hiç kimse kendi başına bir şey olmadı.
Hiç bir demir kendi başına keskin kılıç olmadı.
هِيچْ مَوْلاَنَا نَشُدْ مَوْلاَىِ رُومْ
تَامُ رِيـدِ شَمْسِ تَبْـرِيزِى نَشُدْ
Mevlâna, asla Mevlâ-i Rum (Rum diyarının efendisi) olamadı.
Ta ki Şems-i Tebrizî‘nin müridi olmadıkça.
Bir beyitte de şöyle gelir:
بِقَدَرِ الْكَدِّ تَكْتَسِبُ الْمَعَالِىَ
وَمَنْ طَلَبَ الْعُلٰى سَهَرَ الَّيَالِىَ
Yüksek makamlar, çekilen sıkıntılar ölçüsünde elde edilir,
Kim yükseklik talep ederse, gecelerde uyanık olur.
وَمَنْ رَامَ الْعُلٰى مِنْ غَيْرِ كَدٍّ
اَضَاعَ الْعُمْرَ فِى طَلَبِ الْمُحَالِ
Kim çalışmaksızın yükseklik ararsa…
İmkânsızı talep etmekte ömrünü zâyi etmiş olur.
Allah Teâlâ, Sure-i Zâriyat’ta manevî yücelik bulanların vasıflarını beyan ederken şöyle buyuruyor:
اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ { اٰخِذ۪ينَ مَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُحْسِن۪ينَۜ { كَانُوا قَل۪يلاً مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ { وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ {
“Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyi davrananlardı. Şüphesiz onlar, bundan önce (dünyada) iyilik edelerdi (güzel davrananlardı). Geceden az bir şey uyurlar, seher vakitlerinde de mağfiret isterlerdi.” [5]
Sen sabaha kadar uyuyacaksın, hatta uyurken üzerine güneş de doğacak. Bir de bu haline “zarar yok, nefsimin dediği olsun” dercesine Allah Teâlâ’dan af istemeyeceksin. Sonra da Mevlâ Teâlâ’nın sevdiği kul olacaksın öyle mi?
Ama şimdi insanlar paralarını nerelere harcıyorlar. Avrupa yollarına, şarkılı, türkülü düğünlere, içkilere, kumarlara harcıyorlar. Tarikatlı bir insan böyle yapıyorsa, tarikattan zevk almaz. Televizyondan zevk alan da, yine tarikattan zevk almaz. Bir ibarede şöyle gelir:
اَلضِّدَّانِ لاَ يَجْتَمِعَانِ
İki zıt bir araya gelmez.
Tarikata giren bazı kimseler tarikat derslerinden hızlı biçimde etkilenmiyorlar. Acaba neden? Kabiliyetsizliklerin mi? Hayır, dikkatli çalışmadıklarından, kurallara uymadıklarından! Hâlbuki dikkatli çalışsalar mürşidin bir teveccühü vasıtası ile Allah Teâlâ onlara manevi zevk kapılarını açar. Tarikat dersleri üç gün üst üste tam manası ile yapılırsa, alışılır.
Ey tarikat yoluna girmiş kimseler! Dersinize neden dikkat etmiyorsunuz? Dersinizi neden tam manası ile yapmıyorsunuz? Dersinizi güzel ve düzenli yapınız. Her gün, her hafta, her ay, her sene bir ömür boyu dikkatli yapınız.
Boş işlerde ne kârımız var, başka işlerle niçin uğraşılıyor? Şu da var ki zevk için, lezzet için zikretmeyeceğiz. Mevlâ Teâlâ razı olsun diye zikredeceğiz.
Zikrederken her yüz tesbih başında ne diyoruz:
اِلٰه۪ى اَنْتَ مَقْصُود۪ى وَرِضَاكَ مَطْلوُب۪ى
Allahım! Maksudum sensin. İstediğim de senin rızandır.
Bu ne demektir? “Ya Rabbi! Seni zikrediyorum, bu zikrimden ve diğer ibadetlerimden kastım senin cemaline kavuşmak, isteğim senin rızandır, başka bir şey istemiyorum.” demektir.
Tarikat derslerine hâlis bir niyetle sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için çalışmak gerekir. “Falancayı geçeyim” gibi bir kasıtla değil. Bütün makamlara ulaşılmış olsa dahi ismi duyulmamış nice ince makamlar vardır.
Hulasa her bir ibadetin âdâbını öğrenip riayet etmek gerektiği gibi, zikrin de âdâbını öğrenmek ve riayet etmek gerekir. Aksi halde:
مَنْ ضَيَّعَ اْلاُصُولَ حُرِمَ الْوُصُولَ
“Usûlü (edebi) terk eden vusûlden (hedefine ulaşmaktan) mahrum kalır” sözünün gereğince zikretmekten hâsıl olması gereken tesir meydana gelmez.
[1] Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/228; Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, nr. 310; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/224, 225; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 164; İbnu’l-Cevzî, Safvetü’s-Safve, 1/201; Sem’ânî, Edebü’l-İmlâ ve’l-İstimlâ, s. 1.
[2] Zümer 39/22.
[3] Taberânî, el-Kebîr, 11/54, (nr. 11025); Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, nr. 508; Deylemî, el-Firdevs, nr. 5944; Taberî, Câmi’u’l-Beyân, 20/155; Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 13/148; İbnu Kesîr, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 3/413; Heysemî, Mecma’u’z-Zevâ’id, 2/258; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6/221; Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 7/192, 8/51; İbnu Ebî Hâtim, el-İlel, 1/54; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 2602.
[4] Deylemî, el-Firdevs, nr. 4466; Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, nr. 990; Zerkeşî, et-Tezkire fi’l-Ahâdîsi’l-Müştehira, s. 135; İbnu Receb, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem, 2/346; Fettenî, Tezkiretü’l-Mevdû’ât, s. 30; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, nr. 362; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, nr. 1884, 2256.
[5] Zâriyât 51/15-18.