Milliyetçilik
Güz 95 [ 52. Sayı ]
Irklar Ötesi Dava
Prof. Dr. Alâaddin Başar
Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Her yatsı namazından sonra okuduğumuz bir aşr-ı şerif var. Hepiniz bilirsiniz. Son kısmı bir dizi dua ile ruhumuza gıda olur, kalbimizi rahatlatır. Duygularımızı ulvî gayelere yöneltir.
Bu aşrın en önemli bir yanı da Mi'raç'tan bize hediye gelmesi. Bütün alemlerin Rabbi; o en müstesna, en mükemmel, en ileri kulunu, bütün âlemlerde gezdirdikten sonra, insanlara onunla bazı hediyeler gönderir. İşte bu aşr-ı şerif de o mukaddes hediyelerden. Onu bu nazar ile değerlendirmek, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.
Ben son âyet üzerinde biraz durmak isterim.
"Ente mevlâna," (Sahibimiz Sensin) diye başlar ve "Kâfirler kavmine (güruhuna) karşı bize ntısret ihsan eyle, bizi galip kıl" diye son bulur.
Her mü'min bu âyeti okudukça; hem sahipsiz, mâliksiz, başıboş olmadığını bir kez daha hatırlar; hem de düşmanlarına karşı kalbinde zafer iştiyakı yeniden yanır.
Burada bütün kâfirler için kullanılan bir tâbir var, bizim için çok, ama çok Önemli: kavim. Biz bu tâbiri ırk mânâsında kullanıyor ve ırkçılığa "kavmiyetçilik diyoruz.
Ama görüyoruz ki, âyette şu veya bu ırk ayırdedilmeksizin bütün kâfirler bir kavim olarak tavsif ediliyor.
Bizde şu veya bu ırka mensup mü'minler olarak bu duayı birlikte okuyoruz
Müslüman bir İngiliz, hidayete ermiş bir Fransız, aynen bir Arap ile, bir Türk ile, bir Kürt ile, bir Endonezyalı ile ağız birliği etmişçesine aynı duayı okuyorlar.
Biz bir milletiz, kâfirler de ayrı bir millet. Biz bir kavimiz, inanmayanlar da ayrı kavim. Biz bir cepheyiz, onlar da ayrı bir cephe.
Biz imana hizmet ediyoruz, onlar küfre. Biz insanları hidayete davet ediyoruz, onlar dalâlete. Biz Allah'ın kullarını Ona ibadet etmeye çağırıyoruz, onlar ise isyana, fıska. Biz, ahlâktan yanayız, onlar ahlâksızlıktan. Biz namus mefhumunun her âilede hâkim olmasını istiyoruz, onlar hayvanlar gibi karışık bir hayattan yanalar.
Ve Allah hepimizin Hâlıkı hepimizin Mâliki. Biz O Rabbimize "Mevlâmız!" diye hitap ediyor ve bu mücadelede rahmetiyle bize sahip çıkmasını diliyoruz.
"Bizi muvaffakı kıl, bize nusret ver. Galibiyet bizim için olsun," diye O Hâlıkımıza, O Mâlikimize, O Rabbimize niyaz ediyoruz.
Bu niyazı, bu duayı bize O öğretti: hem de Mi'raç'tan bir hediye olarak.
Bu âyeti her gün tekrar ede ede, kavim denilince aklımızda hemen "mü'minler" ve "kâfirler" olmak üzere iki ordu canlanır. Böylece ırkçılık yapmaktan her gün men edilmiş, bu büyük fitneye karşı uyarılmış oluruz.
Mü'min Arap, inanmayan Araba karşı; mü'min Türk inanmayan Türke karşı; mü'min Alman, inanmayan Almana karşı aynı duayı okuyor ve Allah'ın nusretini, yardımını diliyor.
Bu ruhun hâkim olduğu kalbe, artık ırkçılık nasıl yol bulup girebilir?
Bu kalp ancak Allah sevgisiyle doludur. Ve takva ile çarpar durur.
Üstünlüğün Ölçüsü
Irkçılığı men eden ve insanların aynı asıldan geldiğini ders veren âyet-i kerimede "Muhakkak ki, Allah indinde en kerim olanınız, takvada en ileri olanınızdır" buyuruluyor.
Demek ki, Allah'tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma da dahil.
Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.
Takva, Allah'tan korkmak, Onun yasaklarından şiddetle kaçmmak, hassasiyetle uzak durmak mânasına geliyor, ama takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâmı bütünüyle yaşamanın âdeta simgesi, alâmeti olduğunu görürüz.
Al-i İmrân Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine çağırıyor; çağırmaktan da öte; "Koşunuz" diyor. Ve âyetin sonu; bu Cennetin muttakîler için hazırlandığını beyan ile geliyor. Dolayısıyla âyet, Müslümanları takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış Cennete girmek üzere.
Ayetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:
"Onlar darda ve genişlikte infâk ederler."
(Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)
"Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar."
"İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar."
Sonraki âyette de, bu sıfatlar sayılmaya devam edilir.
"Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettiklerinde, hemen Allah'ı hatırlarlar da günahları için istifar ederler."
"Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler."
İşte Allah'ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun.
Allah'ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her mü'min de Allah'm sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi? Allah bu kullarını severken, bir mü'min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?
Fatiha'yı hemen takip eden sûrede de "Kur'ân-ı Kerim'in muttakiler için bir hidayet olduğu"nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat çekilmesi ne kadar mânidardır! Bu sûrede muttakinin sıfatları: "gayba iman etmek," "namaz kılmak," "Allah'ın ihsan ettiklerinden infâk etmek," "Kur'ân'a ve daha önce inen kitaplara iman etmek," "Ahirete şüphesiz inanmak" şeklinde sıralanır.
Bu sûrede de, ırktan, kabileden, âmirden, memurdan, köleden, efendiden söz edilmez.
Bu âyetler sadece iki misâl. Bu nazarla baktığımızda Kur'ân'ın bütün âyetlerinin ırk ayrımını reddettiğini açık açık görürüz.
Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü'minleredir.
Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne ırk, ne kabile ne makam, ne rütbe gözetilme? Bir Arabın hidayete ermesi, bir İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.
İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü'minleredir. Bu hususta mü'minleri arasında hiçbir ayırım yapılmaz: "Allah'a ibadet edin," "Ona secde edin," "Zekâtlarınızı verin," gibi emirler ve "Faiz yemeyin," "Zinaya yaklaşmayın," "Gıybet etmeyin," gibi nehiyler mü'minlerin tamamınadır. Bu emirlere uymanın ve bu yasakların kaçınmanın fazileti bütün kavimdan için aynı.
Bir de azap âyetleri var-geçmiş kavimlerin başma gelen azaplarla ilgili ikaz âyetleri. Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara, tekziplere azgınlıklara ve peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara dikkat çekilir. Azap bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden oldukları için değil.
Onlar, peygamberlerini dinlememenin, onları rencide etmenin cezasını çektiler.
Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti, ama her an ümmetiyle alâkadar.
Her isyanımız onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine dokunuyor.
Bunları niçin yazıyorum? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için.
"Sizi kabile kabile yarattım," âyet-i kerimesi "Hucûrât Sûresinde." Bu sûrenin başında Ashab-ı Kiram, seslerini, Resîılullahın (a.s.m.) sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar.
O Rahmeten li'l-Alemini incitmekten sakındırmak üzere.
Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup bedevinin Resûlullah Efendimizi (a.s.m.) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları hâdisesi.
Bu sûre bir bakıma mü'minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu. Dolayısıyla da Resûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla.
Dokuzuncu âyette, "Mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah'ın hükmüne dönünceye kadar savaşın" emri verilir ve mü'minler fitne çıkartmaktan şiddetle menedilir.
Bir sonraki âyette, mü'minlerin birbiriyle kardeş oldukları hükmü getirilir ve "Kardeşlerinizin arasını düzeltin" diye emir verilir.
Onu takip eden âyette, mü'minlerin birbirlerini alaya almaları yasaklanır.
Hemen peşindeki âyette, mü'minler diğer mü'min kardeşleri hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır.
Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, mü'minler ırkçılıktan menedilir ve "Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır" buyurulur.
Bu sûreden tam dersini alan bir mü'min, büyüklerinin yanında sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeye, sû-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık gütmeye kadar her kötülükten şiddetle sakınır. Bu hususta Allah'tan korkar. Zaten sûrenin ilk âyeti de "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah'tan korkun" buyurarak; mü'mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan men etmiyor mu?
Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü'min, sûrenin devamında gelen, "Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır" ölçüsüne sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten şiddetle kaçınır.
İslâmın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: ucb. Yani, amele güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini Cehennemden uzak zannetme.
Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.
Şimdi insafla düşünelim. Kendi irademizle ve Allah'ın emrine uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz? Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?
Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya koyar: "asabiyyet-i cahiliyye."
İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyinin ve kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi, her vicdan da yakinen bilir. Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız. Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir. Yoksa, falan adam iyidir, çünkü Türktür yahut Kürttür desek, kendimizi maskara ederiz.
Asabiyyet-i cahiliyye. Neresinden bakarsanız bakınız, ırkçılık davası cahiliyyetten başka bir şey değil.
Ruh Yönünden
Meseleye ruh yönünden nazar etmek gerek. İnsanı yükselten, ona Hak katında değer kazandıran bütün hususiyetler, onun ruhuyla alâkadardır, bedeniyle değil.
Allah katında uzun boylular kısalardan daha şerefli değildir. O mizanda, kilolular zayıflardan daha ağır basmaz. Yine Onun katında siyahlar çirkin de beyazlar güzel değildir. Bunların hepsini yaratan O. İnsan bedenine bu hususiyetleri O yerleştirmiş. Bunlardan dolayı kulunu ne metheder, ne de zemm. Yani kınamaz da, övmez de. O, bizim ne bedenimize, ne malımıza değil, sadece ve sadece kalbimize nazar eder.
Kime inanıyoruz, kimi seviyor, kimden korkuyoruz? Gayemiz, hedefimiz ulvî mi, süflî mi? Günahlara ne derece karşıyız? Sevaplara meylimiz nasıl? Allah'ın dostlarıyla mı dostuz, yoksa düşmanlarıyla mı? Nefse esir mi olmuşuz, yoksa onunla mücadele halinde miyiz? Endişe iklimimizde neler dolaşıyor? Fakirlikten mi korkuyoruz, isyankâr olmaktan, imansız göçmekten mi? İnsan, kâinat ve hayat telâkkilerimiz nasıl? Aklımızdan en fazla neler geçiyor? Hafızamızı nelerle doldurmuşuz? Hayâl âlemimizde neler yazılı? Vehmimiz hangi iklimlerde dolaşıyor? Onun kullarına karşı şefkatli miyiz, zalim mi? Vefa duygumuz ne âlemde? Nîmete şükür etmeyi biliyor muyuz? Nazarımız mahlûkat üzerinde dolaşırken, kalbimize ne gibi mânâlar hâkim oluyor? Hangi sohbetlere can atıyor, hangilerinden kaçıyoruz?
Daha sayılamayacak kadar çok nice manevî icraatlarımız var ki, Allah bize bunlara göre değer veriyor yahut bunlara göre gadap ediyor. Bu saydıklarımızın güzelleri; Kürtte de olsa güzeldir, Lazda da, Çerkezde de. Fenaları da yine her ırkta fenadır, pistir; yüzüne bakılmaz.
Ruhun Irkı
Ruh, beden ülkesinin misafiri. İnsan ana rahminde dört aylık oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın sülbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış. Babasmda insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdüyor.
İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli. Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme.
Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhdan ibarettir. Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez.
Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise davâsı gütmekten vazgeçelim.
Geliniz, ruhumuza dönelim. İrfanımızı artıralım. Kalbimizi Mevlâmızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. Onun sevgisini ruh âlemimize sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler Ona tâbi olsun. Onun marifetini aklımıza gaye kılalım. Bütün bilgiler Ona hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resûlünü rehber edelim.
Gerçek Rehber
O, Arap milliyeti ile ortaya atılmadı. O, sadece Araplara değil, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Arap âlemi bu âlemlerden ancak birisi olabilirdi.
O tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı. Karşısında, her nev'iyle şirk vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah'a kul etmek, Onun dergâhında boyun büktürmek istiyordu.
Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur'ân ahlâkıyla değiştirecekti. Onun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat ötesiydi.
Yaratıcısına inanmayan kul, nasıl üstün olabilir? Öyleyse o, işe imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı.
Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde o, insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. Ona kendi kavmi karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı.
Asr-ı Saadette, Sahabelerin, inanmayan yakınları ile harb etmeleri ne kadar mânidardır! O harplerde kopan her küffar başıyla birlikte hem putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu. Ashab, hiçbir nesebî karabetleri olmayan mü'min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını, kardeşlerini öldürüyorlardı.
O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp mâziye karışıyordu şeytanın göz yaşlarıyla beraber.
Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar yüklenmeye kalkışıyorlar-Türkiye'yi bölmek hususunda hain emeller beslemek suretiyle. İngilizi, Almanı suclamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyorum. Geliniz, "O (şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır" âyetine kulak verilim. Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim.
Kan dâvâsının asıl yeri bence burası.
İmtihan Oluyoruz
Irk meselesi sair birçok hâdise gibi, bir yönüyle de, insanın imtihanına bakıyor. Bu dünya imtihanında sualler çok çeşitli. Fakirin suali başka, zenginin suali başka. Amirinki başka, memurun ki başka.
Her hastalık, her musibet, her fitne, her bâtıl ideoloji, ortalıkta dolaşan her hurafe bir imtihan suali. Bunlardan biri de kavmiyet dâvâsı.
Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, bu dünyadaki her hâdisenin; mutlaka o âleme bakan bir yönü mevcut. İnsan simasına bakalım. Gözümüz, kulağımız, ağzımız ayrı birer cihaz. Hepsi yerli yerine konmuş. Birlik ve beraberlik içinde bize hizmet ediyorlar. Bunun yanında bu organların herbirisiyle de ayrı bir imtihana tâbi tutuluyoruz.
Kabile kabile yaratılmamız da öyle. Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiği gibi, bunun hikmeti yardımlaşmak, tanışmak, içtimaî hayatta münasebetlerimizi bilmek. Bir de bu hadisenin imtihan yönü var.
Kim bu farklı yaratılışı Kur'ân'ın öğrettiği mânâda değerlendirecek? Ve kim, ırk üstünlüğü taslayacak, kavmiyetçilik yapacak, Müslümanları parça parça edecek?.
Kur'ân-ı Kerim'de Calut'la harbetmek üzere yola çıkan Talut'un, askerlerine şöyle hitap ettiği nakledilir:
"Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden değildir."
Biz de nice nehirlerle imtihan olmuyor muyuz? Sefahat bir nehir. Siyaset ayrı bir nehir. Servet başka, makam başka nehirler. Bunların herbirinin sarhoşları var. Ama bunlar içerisinde birisi var ki, bugün için en tehlikelisi: ırkçılık.
Çok insanlar ondan içmekle sarhoş oluyorlar. Ölçüyü kaybediyorlar. Üstünlük telâkkileri değişiyor. Kalbin iki temel gıdası olan "Allah için sevmek" ve "Allah için buğzetmek"ten mahrum kalıyorlar. Kendi ırklarından olanı seviyor, olmayana düşman kesiliyorlar.
Bu büyük bir imtihandır. Bu imtihanı kaybedenler, ilk olarak kibir âfetine ve gıybet belâsına tutulurlar. İş bu noktada kalmaz. Irk taassubu kavgaya dönüştü mü, zâlim olurlar. Bu cürümlerine ceza olarak kendi ırkdaşları olan fâsıkları, hatta kâfirleri methedecek kadar alçalır, ruh ve kalb âlemlerini perişan ederler.
Nur'larda "Bir sinek kanadı, göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez" buyurulur. Irk taassubu da idraklerin özünde bırakılmış kalın ve kaba bir sinek kanadı. Başka ırktan olan müm'inleri, ârifleri, âlimleri velîleri nazardan saklıyor. İslâmî kardeşliğin en büyük hasmı.
İmtihan süresi dolduktan sonra ırklar toprağa gömülüyor. Ceset dağılıyor. Ne pazıdan, ne bilekten, ne renkten bir eser kalıyor. Bu hâl, imtihan kâğıdının imha edilmesi gibi bir şey. Biz, bu bedendeki misafirliğimiz süresince, ruhumuza neler işliyorsak onlar bâkî kalıyor. Ruhumuz ona göre şu veya bu renge giriyor, şu veya bu makama namzet oluyor.
Mahşere çıkıldığında, her peygamber kendi ümmeti etrafında toplanacak. Orada peygamber sancakları dalgalanacak, saltanat bayrakları değil. Her sancağın altında, bilhassa Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sancağı altında, her milletten, her ırktan, her kabileden fertler bulunacak. Mesele, o günde, o sancağın altında olabilmek.
Bize o günü, o ulvî şerefi kaybettirebilecek her dâvâyı, bugün ayağımızın altına almaya mecburuz.
Güz 95 [ 52. Sayı ]
Irklar Ötesi Dava
Prof. Dr. Alâaddin Başar
Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Her yatsı namazından sonra okuduğumuz bir aşr-ı şerif var. Hepiniz bilirsiniz. Son kısmı bir dizi dua ile ruhumuza gıda olur, kalbimizi rahatlatır. Duygularımızı ulvî gayelere yöneltir.
Bu aşrın en önemli bir yanı da Mi'raç'tan bize hediye gelmesi. Bütün alemlerin Rabbi; o en müstesna, en mükemmel, en ileri kulunu, bütün âlemlerde gezdirdikten sonra, insanlara onunla bazı hediyeler gönderir. İşte bu aşr-ı şerif de o mukaddes hediyelerden. Onu bu nazar ile değerlendirmek, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.
Ben son âyet üzerinde biraz durmak isterim.
"Ente mevlâna," (Sahibimiz Sensin) diye başlar ve "Kâfirler kavmine (güruhuna) karşı bize ntısret ihsan eyle, bizi galip kıl" diye son bulur.
Her mü'min bu âyeti okudukça; hem sahipsiz, mâliksiz, başıboş olmadığını bir kez daha hatırlar; hem de düşmanlarına karşı kalbinde zafer iştiyakı yeniden yanır.
Burada bütün kâfirler için kullanılan bir tâbir var, bizim için çok, ama çok Önemli: kavim. Biz bu tâbiri ırk mânâsında kullanıyor ve ırkçılığa "kavmiyetçilik diyoruz.
Ama görüyoruz ki, âyette şu veya bu ırk ayırdedilmeksizin bütün kâfirler bir kavim olarak tavsif ediliyor.
Bizde şu veya bu ırka mensup mü'minler olarak bu duayı birlikte okuyoruz
Müslüman bir İngiliz, hidayete ermiş bir Fransız, aynen bir Arap ile, bir Türk ile, bir Kürt ile, bir Endonezyalı ile ağız birliği etmişçesine aynı duayı okuyorlar.
Biz bir milletiz, kâfirler de ayrı bir millet. Biz bir kavimiz, inanmayanlar da ayrı kavim. Biz bir cepheyiz, onlar da ayrı bir cephe.
Biz imana hizmet ediyoruz, onlar küfre. Biz insanları hidayete davet ediyoruz, onlar dalâlete. Biz Allah'ın kullarını Ona ibadet etmeye çağırıyoruz, onlar ise isyana, fıska. Biz, ahlâktan yanayız, onlar ahlâksızlıktan. Biz namus mefhumunun her âilede hâkim olmasını istiyoruz, onlar hayvanlar gibi karışık bir hayattan yanalar.
Ve Allah hepimizin Hâlıkı hepimizin Mâliki. Biz O Rabbimize "Mevlâmız!" diye hitap ediyor ve bu mücadelede rahmetiyle bize sahip çıkmasını diliyoruz.
"Bizi muvaffakı kıl, bize nusret ver. Galibiyet bizim için olsun," diye O Hâlıkımıza, O Mâlikimize, O Rabbimize niyaz ediyoruz.
Bu niyazı, bu duayı bize O öğretti: hem de Mi'raç'tan bir hediye olarak.
Bu âyeti her gün tekrar ede ede, kavim denilince aklımızda hemen "mü'minler" ve "kâfirler" olmak üzere iki ordu canlanır. Böylece ırkçılık yapmaktan her gün men edilmiş, bu büyük fitneye karşı uyarılmış oluruz.
Mü'min Arap, inanmayan Araba karşı; mü'min Türk inanmayan Türke karşı; mü'min Alman, inanmayan Almana karşı aynı duayı okuyor ve Allah'ın nusretini, yardımını diliyor.
Bu ruhun hâkim olduğu kalbe, artık ırkçılık nasıl yol bulup girebilir?
Bu kalp ancak Allah sevgisiyle doludur. Ve takva ile çarpar durur.
Üstünlüğün Ölçüsü
Irkçılığı men eden ve insanların aynı asıldan geldiğini ders veren âyet-i kerimede "Muhakkak ki, Allah indinde en kerim olanınız, takvada en ileri olanınızdır" buyuruluyor.
Demek ki, Allah'tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma da dahil.
Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.
Takva, Allah'tan korkmak, Onun yasaklarından şiddetle kaçmmak, hassasiyetle uzak durmak mânasına geliyor, ama takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâmı bütünüyle yaşamanın âdeta simgesi, alâmeti olduğunu görürüz.
Al-i İmrân Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine çağırıyor; çağırmaktan da öte; "Koşunuz" diyor. Ve âyetin sonu; bu Cennetin muttakîler için hazırlandığını beyan ile geliyor. Dolayısıyla âyet, Müslümanları takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış Cennete girmek üzere.
Ayetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:
"Onlar darda ve genişlikte infâk ederler."
(Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)
"Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar."
"İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar."
Sonraki âyette de, bu sıfatlar sayılmaya devam edilir.
"Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettiklerinde, hemen Allah'ı hatırlarlar da günahları için istifar ederler."
"Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler."
İşte Allah'ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun.
Allah'ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her mü'min de Allah'm sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi? Allah bu kullarını severken, bir mü'min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?
Fatiha'yı hemen takip eden sûrede de "Kur'ân-ı Kerim'in muttakiler için bir hidayet olduğu"nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat çekilmesi ne kadar mânidardır! Bu sûrede muttakinin sıfatları: "gayba iman etmek," "namaz kılmak," "Allah'ın ihsan ettiklerinden infâk etmek," "Kur'ân'a ve daha önce inen kitaplara iman etmek," "Ahirete şüphesiz inanmak" şeklinde sıralanır.
Bu sûrede de, ırktan, kabileden, âmirden, memurdan, köleden, efendiden söz edilmez.
Bu âyetler sadece iki misâl. Bu nazarla baktığımızda Kur'ân'ın bütün âyetlerinin ırk ayrımını reddettiğini açık açık görürüz.
Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü'minleredir.
Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne ırk, ne kabile ne makam, ne rütbe gözetilme? Bir Arabın hidayete ermesi, bir İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.
İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü'minleredir. Bu hususta mü'minleri arasında hiçbir ayırım yapılmaz: "Allah'a ibadet edin," "Ona secde edin," "Zekâtlarınızı verin," gibi emirler ve "Faiz yemeyin," "Zinaya yaklaşmayın," "Gıybet etmeyin," gibi nehiyler mü'minlerin tamamınadır. Bu emirlere uymanın ve bu yasakların kaçınmanın fazileti bütün kavimdan için aynı.
Bir de azap âyetleri var-geçmiş kavimlerin başma gelen azaplarla ilgili ikaz âyetleri. Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara, tekziplere azgınlıklara ve peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara dikkat çekilir. Azap bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden oldukları için değil.
Onlar, peygamberlerini dinlememenin, onları rencide etmenin cezasını çektiler.
Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti, ama her an ümmetiyle alâkadar.
Her isyanımız onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine dokunuyor.
Bunları niçin yazıyorum? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için.
"Sizi kabile kabile yarattım," âyet-i kerimesi "Hucûrât Sûresinde." Bu sûrenin başında Ashab-ı Kiram, seslerini, Resîılullahın (a.s.m.) sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar.
O Rahmeten li'l-Alemini incitmekten sakındırmak üzere.
Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup bedevinin Resûlullah Efendimizi (a.s.m.) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları hâdisesi.
Bu sûre bir bakıma mü'minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu. Dolayısıyla da Resûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla.
Dokuzuncu âyette, "Mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah'ın hükmüne dönünceye kadar savaşın" emri verilir ve mü'minler fitne çıkartmaktan şiddetle menedilir.
Bir sonraki âyette, mü'minlerin birbiriyle kardeş oldukları hükmü getirilir ve "Kardeşlerinizin arasını düzeltin" diye emir verilir.
Onu takip eden âyette, mü'minlerin birbirlerini alaya almaları yasaklanır.
Hemen peşindeki âyette, mü'minler diğer mü'min kardeşleri hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır.
Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, mü'minler ırkçılıktan menedilir ve "Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır" buyurulur.
Bu sûreden tam dersini alan bir mü'min, büyüklerinin yanında sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeye, sû-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık gütmeye kadar her kötülükten şiddetle sakınır. Bu hususta Allah'tan korkar. Zaten sûrenin ilk âyeti de "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah'tan korkun" buyurarak; mü'mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan men etmiyor mu?
Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü'min, sûrenin devamında gelen, "Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır" ölçüsüne sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten şiddetle kaçınır.
İslâmın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: ucb. Yani, amele güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini Cehennemden uzak zannetme.
Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.
Şimdi insafla düşünelim. Kendi irademizle ve Allah'ın emrine uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz? Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?
Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya koyar: "asabiyyet-i cahiliyye."
İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyinin ve kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi, her vicdan da yakinen bilir. Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız. Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir. Yoksa, falan adam iyidir, çünkü Türktür yahut Kürttür desek, kendimizi maskara ederiz.
Asabiyyet-i cahiliyye. Neresinden bakarsanız bakınız, ırkçılık davası cahiliyyetten başka bir şey değil.
Ruh Yönünden
Meseleye ruh yönünden nazar etmek gerek. İnsanı yükselten, ona Hak katında değer kazandıran bütün hususiyetler, onun ruhuyla alâkadardır, bedeniyle değil.
Allah katında uzun boylular kısalardan daha şerefli değildir. O mizanda, kilolular zayıflardan daha ağır basmaz. Yine Onun katında siyahlar çirkin de beyazlar güzel değildir. Bunların hepsini yaratan O. İnsan bedenine bu hususiyetleri O yerleştirmiş. Bunlardan dolayı kulunu ne metheder, ne de zemm. Yani kınamaz da, övmez de. O, bizim ne bedenimize, ne malımıza değil, sadece ve sadece kalbimize nazar eder.
Kime inanıyoruz, kimi seviyor, kimden korkuyoruz? Gayemiz, hedefimiz ulvî mi, süflî mi? Günahlara ne derece karşıyız? Sevaplara meylimiz nasıl? Allah'ın dostlarıyla mı dostuz, yoksa düşmanlarıyla mı? Nefse esir mi olmuşuz, yoksa onunla mücadele halinde miyiz? Endişe iklimimizde neler dolaşıyor? Fakirlikten mi korkuyoruz, isyankâr olmaktan, imansız göçmekten mi? İnsan, kâinat ve hayat telâkkilerimiz nasıl? Aklımızdan en fazla neler geçiyor? Hafızamızı nelerle doldurmuşuz? Hayâl âlemimizde neler yazılı? Vehmimiz hangi iklimlerde dolaşıyor? Onun kullarına karşı şefkatli miyiz, zalim mi? Vefa duygumuz ne âlemde? Nîmete şükür etmeyi biliyor muyuz? Nazarımız mahlûkat üzerinde dolaşırken, kalbimize ne gibi mânâlar hâkim oluyor? Hangi sohbetlere can atıyor, hangilerinden kaçıyoruz?
Daha sayılamayacak kadar çok nice manevî icraatlarımız var ki, Allah bize bunlara göre değer veriyor yahut bunlara göre gadap ediyor. Bu saydıklarımızın güzelleri; Kürtte de olsa güzeldir, Lazda da, Çerkezde de. Fenaları da yine her ırkta fenadır, pistir; yüzüne bakılmaz.
Ruhun Irkı
Ruh, beden ülkesinin misafiri. İnsan ana rahminde dört aylık oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın sülbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış. Babasmda insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdüyor.
İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli. Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme.
Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhdan ibarettir. Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez.
Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise davâsı gütmekten vazgeçelim.
Geliniz, ruhumuza dönelim. İrfanımızı artıralım. Kalbimizi Mevlâmızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. Onun sevgisini ruh âlemimize sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler Ona tâbi olsun. Onun marifetini aklımıza gaye kılalım. Bütün bilgiler Ona hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resûlünü rehber edelim.
Gerçek Rehber
O, Arap milliyeti ile ortaya atılmadı. O, sadece Araplara değil, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Arap âlemi bu âlemlerden ancak birisi olabilirdi.
O tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı. Karşısında, her nev'iyle şirk vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah'a kul etmek, Onun dergâhında boyun büktürmek istiyordu.
Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur'ân ahlâkıyla değiştirecekti. Onun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat ötesiydi.
Yaratıcısına inanmayan kul, nasıl üstün olabilir? Öyleyse o, işe imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı.
Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde o, insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. Ona kendi kavmi karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı.
Asr-ı Saadette, Sahabelerin, inanmayan yakınları ile harb etmeleri ne kadar mânidardır! O harplerde kopan her küffar başıyla birlikte hem putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu. Ashab, hiçbir nesebî karabetleri olmayan mü'min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını, kardeşlerini öldürüyorlardı.
O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp mâziye karışıyordu şeytanın göz yaşlarıyla beraber.
***
Aradan bin dört yüz sene geçti. Ama şeytan yine aynı şeytandı. Belki de mâziye göre hayli tecrübe kazanmıştı. Bu gün, İslâm âlemini ırkçılığın parçaladığını ve bunun altında, en fazla İngiliz parmağının olduğunu bilmeyenimiz yok, ama ben işi İngilizden de öteye, götürecek ve şeytana bağlayacağım. Ingiliz şeytanın oyuncağı olmuş, ona kapılanlar da İngilizin oyuncağı olmuştu. Ve en büyük düşmanımızın icraatını perdeli olarak yürütmeyi başarmıştı. Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar yüklenmeye kalkışıyorlar-Türkiye'yi bölmek hususunda hain emeller beslemek suretiyle. İngilizi, Almanı suclamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyorum. Geliniz, "O (şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır" âyetine kulak verilim. Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim.
Kan dâvâsının asıl yeri bence burası.
İmtihan Oluyoruz
Irk meselesi sair birçok hâdise gibi, bir yönüyle de, insanın imtihanına bakıyor. Bu dünya imtihanında sualler çok çeşitli. Fakirin suali başka, zenginin suali başka. Amirinki başka, memurun ki başka.
Her hastalık, her musibet, her fitne, her bâtıl ideoloji, ortalıkta dolaşan her hurafe bir imtihan suali. Bunlardan biri de kavmiyet dâvâsı.
Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, bu dünyadaki her hâdisenin; mutlaka o âleme bakan bir yönü mevcut. İnsan simasına bakalım. Gözümüz, kulağımız, ağzımız ayrı birer cihaz. Hepsi yerli yerine konmuş. Birlik ve beraberlik içinde bize hizmet ediyorlar. Bunun yanında bu organların herbirisiyle de ayrı bir imtihana tâbi tutuluyoruz.
Kabile kabile yaratılmamız da öyle. Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiği gibi, bunun hikmeti yardımlaşmak, tanışmak, içtimaî hayatta münasebetlerimizi bilmek. Bir de bu hadisenin imtihan yönü var.
Kim bu farklı yaratılışı Kur'ân'ın öğrettiği mânâda değerlendirecek? Ve kim, ırk üstünlüğü taslayacak, kavmiyetçilik yapacak, Müslümanları parça parça edecek?.
Kur'ân-ı Kerim'de Calut'la harbetmek üzere yola çıkan Talut'un, askerlerine şöyle hitap ettiği nakledilir:
"Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden değildir."
Biz de nice nehirlerle imtihan olmuyor muyuz? Sefahat bir nehir. Siyaset ayrı bir nehir. Servet başka, makam başka nehirler. Bunların herbirinin sarhoşları var. Ama bunlar içerisinde birisi var ki, bugün için en tehlikelisi: ırkçılık.
Çok insanlar ondan içmekle sarhoş oluyorlar. Ölçüyü kaybediyorlar. Üstünlük telâkkileri değişiyor. Kalbin iki temel gıdası olan "Allah için sevmek" ve "Allah için buğzetmek"ten mahrum kalıyorlar. Kendi ırklarından olanı seviyor, olmayana düşman kesiliyorlar.
Bu büyük bir imtihandır. Bu imtihanı kaybedenler, ilk olarak kibir âfetine ve gıybet belâsına tutulurlar. İş bu noktada kalmaz. Irk taassubu kavgaya dönüştü mü, zâlim olurlar. Bu cürümlerine ceza olarak kendi ırkdaşları olan fâsıkları, hatta kâfirleri methedecek kadar alçalır, ruh ve kalb âlemlerini perişan ederler.
Nur'larda "Bir sinek kanadı, göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez" buyurulur. Irk taassubu da idraklerin özünde bırakılmış kalın ve kaba bir sinek kanadı. Başka ırktan olan müm'inleri, ârifleri, âlimleri velîleri nazardan saklıyor. İslâmî kardeşliğin en büyük hasmı.
***
Her şey gibi, bu imtihanımızda geçici. İmtihan süresi dolduktan sonra ırklar toprağa gömülüyor. Ceset dağılıyor. Ne pazıdan, ne bilekten, ne renkten bir eser kalıyor. Bu hâl, imtihan kâğıdının imha edilmesi gibi bir şey. Biz, bu bedendeki misafirliğimiz süresince, ruhumuza neler işliyorsak onlar bâkî kalıyor. Ruhumuz ona göre şu veya bu renge giriyor, şu veya bu makama namzet oluyor.
Mahşere çıkıldığında, her peygamber kendi ümmeti etrafında toplanacak. Orada peygamber sancakları dalgalanacak, saltanat bayrakları değil. Her sancağın altında, bilhassa Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sancağı altında, her milletten, her ırktan, her kabileden fertler bulunacak. Mesele, o günde, o sancağın altında olabilmek.
Bize o günü, o ulvî şerefi kaybettirebilecek her dâvâyı, bugün ayağımızın altına almaya mecburuz.