İnsanlar Uykudadır.. Sohbet Uyandırır..

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Evliyaullah'ın sohbeti kalbden, ruhtan gelir.. O yüzden o sohbet yaşayanın ruhunun tesiri, eseridir.. O sohbeti de dinleyenlerin kalbleri cezb eder.. Ruhları uyanır..

İnsanlar Allah'ı unutmuşlar.. Ahiret'i unutmuşlar.. Bakıyorsun inananları da unutmuş nefsine esir olmuş.. Peki kim uyandırır bu uykudan? Allah dostları.. Bu tercübeyle sabittir ki Allah dostlarından uzaklaşanlar, kaçanlar akibet nefslerinin esiri ve zebunu olmuşlardır..

E buyrun o zaman bir Allah Dostundan sohbet dinleyelim:

----------------------------------------------------------------

Bizim yolumuz, Nakşibendi yoludur. Allah'a giden yolların başıdır. Her kim bu yola girmiş ise saadet bulmuştur, selamet bulmuştur. Şekavetten kurtulmuştur. Eşkıya, cehennem gediklileridir. Eşkıya, kötü nefse uyandır;

-Kötü nefis kimi takip eder?

Şeytanı takip eder. Şeytanı takip eden adam hayır etmez. Kumarhaneye giden adam da hayır etmez. Meyhaneye giden, kerhaneye, eğlence yerlerine, gece hayatına alışan adam hayır etmez. Sen bilirsin istediğin yere git. Cennet yolu da açık, cehennem yolu da. O kimse yanacaktır. Yanan kendisidir. Onun yerine başkasını yakmazlar.

Belki dünyada yaptığı suçları başkasının üstüne atar, mahkum ettirir, kurtulur ama kıyamet gününde yalancılık geçmez. Bu dünya yalan dünya, yalancılık çok geçer. Geçer ama üst üste biriktiğinde de o kimse çok çekecek, Onu dünyada çuvala sokacaklar. Belki bir gün bütün azaları da tutmaz olacak. Vücudu teleme olacak. Belki kırk tane makine bağlayacaklar. O kimse diyecek ki;

-Bırakın beni, ızdırabımı kabrimde çekeyim.

Aman ne yaşamak. İpin üzerindeki adam yaşıyor, ipi bir parça gevşek bırakırlarsa nasıl yaşar düşün. Çırpınır, kurtulmak ister ama kurtulamaz. Ondan beş beter olur. Bu teknoloji denilen bela ile o kimseyi yatağa bağlayıp her bir yerine tel bağlarlar. Burnunda ayrı, ağzında ayrı, altından ayrı. Delik bulamazlarsa yeni bir delik açarlar ve evlatlarını getirip;

-Bakın babanız ne güzel yaşıyor, körük gibi göğsü kalkıp iniyor. Çekersek yaşayamaz, katil olursunuz onun için bırakın yaşasın. Hortumu çekerseniz babanızın, akrabanızın katili olursunuz o henüz yaşıyor.

derler. Herifin çektiği kabir azabı. Adam ölmüş zaten, o körüğü koydular ki nefes alıp veriyor diyerekten göstermek için. Cehennem azabı. Bir zaman sonra paranın bittiğini anladıklarında,

-Çekelim yeni birisini bağlıyalım buraya, biri gitsin, on tanesi gelsin sağılacak çok var.

Din iman kalmadı. Allah hastanelere düşürtmesin. İnsaf diye bir şey bulunmaz,

-O adamın neticesi nedir?

Kabre inmeden kabir azabı çekmektir. Sen çekersin, senin yerine kimse çekmez. Senin yerine oğlunu, kızını getirip yatırtmazlar, seni bağlarlar. Ondan sonra işin tamam oldu mu, seni kapıda bildirirler. Bazıları davul zurnayla gider, giden ölülere melaikeler kafalarına vurur. Kafamıza vuruyor derler. O davulla zurnaya dışarıda kaç tokmak vuruluyorsa, o sayıda melaikeler tarafından kafasına vurulur.

- Utanmaz herif, davul zurnayla mı gideceğini vasiyet ettin? Sen Müslüman değil miydin? Hangi dindendin sen? Hangi kitapta yazar davul zurnayla ölü götürmeyi, mozart marşıyla mezarlığa gelmeyi, hangi kitapta gördün sen? Al bir de bizden...

diye dışarıda davula her vuruşta on melaike kafasına vurur. Omuzda tutup götürürken de, cenaze arabasında da kaç tabut hoplaya hoplaya gider, kafasına her vuruşta tabuttan çıkacak gibi olur. Akıllarınızı başınıza alın!

Tek tek yaratıldık, tek tek dünyaya geldik, tek tek dünyadan götürüleceğiz. Herkes bir yerde doğar, büyür, sonra dünyadan tek başına çıkar. Şanlı bile ölseler yine ayırt edilecektir Herkes çekeceğini ayrı çeksin diye, bir tabut ona bir tabut ötekine verirler.

Dünya çok aldatıyor. Onun için dünyanın zilleti, kafirlerin zilletinin altında kalmıştır. Bunlar gördüğümüz, duyduğumuz meselelerdir. Bir de maneviyatla görülen, işitilen mesele vardır. Onlar tedbir alalım diye bize söylüyorlar ve işittiriyorlar. Bir gün bizi de mezarlığa taşıyacaklar. Bizi İnşallah tevhit çekerek götürürler. Allah'ın hoşlanmadığı, davul zurnayla gitmektir. O dünya ehline yapılan son selamlıktır. Lakin öbür tarafta makbul değildir. Daha ziyade melaikeleri kızdırır, şiddetlendirir. Yakasından tutarlar, hafiften değil, iyi sıkı döverler, ezerler.

Allah bize güzel akibet nasip etsin, akibetimiz güzel olsun. Sonun iyi gelmedikten sonra senin bu dünyadaki rütben, çocukların, altınların, paşalığın ne içindir? Sana ne yararı vardır? Bu kadar saltanatlı yaşadık biz buna layık mıyız dersen, sen kendin layık gördün;

- Allah'ım son gürlüğü ver, ahiret saltanatı ver, nasip et, Senin rızanla dünyadan çıkayım!

demedin ki, dilemedin ki... Sen dünyanın nimetlerinin tadını çıkartayım, dünyanın zevk-ü sefalarını çıkartayım, dünyada çok güzel yaşayayım diye uğraşıp, bunları gaye edindin. Sen bunlar için uğraştın, bittin, tükendin. Son gürlüğü istemedin ki sana bir şey verilsin. "Allah" de, Allah'ı unutma ki; insanların seni bıraktığı gibi Allah da seni bırakmasın.

İnsanlar çok kimseleri bir gün bırakırlar. Bir kimse dünya saltanatına küsse, insanlar ona dönüp bakmaz olur, arayıp sormaz olur. İnsanlar bırakır. Sen Allah de ki; insanların seni bıraktığı gibi de Allah seni bırakmasın. Allah seni bırakırsa, bütün insanlar sana toplansa sana hiçbir yararı yok.

Ahir zamandayız, dünya eskimiştir. Eskimişin manası: bocalmış, yaşlanmış dünyadır. Biz ahir zaman ümmetleriyiz, gene ahir zaman ümmetlerinin sonundaki ümmetleriz. Onun için herkes dünyaya aldanmayıp, ahiret içinde kazanç yolu aramalıdır. Herkes dünya için kazanç yolu arıyor. Şimdiye kadar hepimiz geçindik Elhamdülillah... İşleyen, işlemeyen geçindik. Kazanan da kazanmayan da geçiniyor bu dünyada. Lakin dünyada çok kazanan çok yiyemiyor. Çok kazanan dünyayı ahirete de aktaramıyor. İnsan dünyada çok kazanmayı bırakıp bir parça aşağıda durmalıdır. Ahirete vakit ayırmalıdır, ahiret için kazanmaya da bir parça gayret göstermelidir, yirmidört saatin içerisinde yarısı değil de her saatten bir dakika dersek, yarım saat yani günün ellide birini ahiret için vermeye aklı kesmez mi? Veremez mi? Bu da ahiretim için olsun diye günde bir defa abdest alıp, akşam eve döndüğünde;

- Ya Rabbi, öğlenin akşamın farzlarını kılamadım

diye farzları ve yatsı namazını da kılsa, yarım saat bile etmez. Cenab-ı Allah ona bakıyor.

"Benim kulum acaba beni aklına getiriyor mu? Kulum beni hatırlıyor mu? Gecenin içinde hiç olmazsa ellerini kaldırıp üç defa Ya Rabbi! diyerek beni çağırıyor mu, kulum beni bu kadar mı unuttu?" dedirtmemelidir.

Kul Allah'a karşı kendini unutturmamalıdır. Dikkatli olmalıdır. Elhamdülillah Bizim sözümüz hak ve gerçektir. Şüphesiz sözlerdir bunlar.

Kuran-ı Kerim'de de, Peygamber’den de (a.s.). bize olacaktan haber veriliyor. Az da olsa adım atmaya, hak yoluna ayağını basmaya gayret etmelidir ki büsbütün boş çıkmasın. Günah pisliktir. Müslüman temizdir. Zahirde de, batında da temizdir. Günah bildiğin şeyi yapma. Günahı bilmediğin vakitte bağışlanır. Günahı bildiğin vakitte olmaz; ayağını bilerek pisliğin içine sokmaktır. Günaha niçin giriyorsun, günaha girme temiz dur. Pis bir yere basan bir kimse ayağını temiz bir yere sürer ki pisliği gitsin diye. Tövbe aklına gelsin. Kimseye duyurmak istemezsen geceleri “Tövbe Ya Rabbi!” de. Cenab-ı Allah'a “Ya Rab çok günahlara girdim, senin affın çoktur” de.

Allah'ın yanında genç insanın ibadeti makbuldür, sevgilidir. Allah (c.c.) ademoğluna, gençlerin yüzü suyu hürmetine İslam'a kuvvet verecektir. Zarar yoktur. Kuvvet yalnız top tüfek ile değildir. Kuvvetin mana ve mantığı başkadır. Top tüfek kuvveti mana ifade etmez. Kuvvet imanın kuvvetidir. Onu elde etmeye bak, başka kuvvet yoktur.


---------------------------------------------

(Alıntıdır)

Söyleyene değil söyletene bak demişler.. Hatta, söyleten belli; ne söylediğine bak diye eklemişler..
 

AşK_€r

arabeskçi
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
3,711
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Yaş
44
Konum
yersiz-yurtsuz
hirahos abi yazı güzelmiş...teşekkür ederiz..
ama ben başlığa takıldım...insanlar uykudadır...burası doğru...devamı...bence ölünce uyanırlar olmalı...hadis yada ayetti galiba...

ama sohbet uyanmasına vesile olur...sohbetlerden faydalanarak... ölmeden evvel ölmeyi öğrenerek ve yaşayarak uyanmalarına vesile olur diye düşünmüş olabilirsiniz...başlığıda bu sebeple yazmış olabilirsiniz...
neyse gece gece çok laf ettim...kusura bakma hirahos abi...
yazı için teşekkürler....
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
:D

Rica ederim abim..

Unutmayasın ki irşad sohbettedir.. İrşad, uykudan uyanmaktır.. İrşad, varlığından ölmektir.. Yani insanı öldüren sohbettir.. Uykudan da o kaldırır...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Öyleyse sohbete devam:

***

Dinde tarikat diye bir şey vardır. Varsa onun varlığı lüzum ettiği için vardır. Ancak tarikat dinde olduğu halde çok kimselerin onu kabul etmeyişinin sebebi nedir, aslı nedir? Kur'an-ı Kerim'de;

"Veteistekamu alet tarika ve eskaynahum maan gadeka"

Dinde tarikatın olmadığını iddia eden, bilgileri kısa olan ve bilgileri olmadığından dolayı inkar eden kimselere bu ayeti kerime cevap veriyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de cevabı olmayan hiçbir sual yok ve ademoğlunun karşılaşabilecekleri her türlü müşkülatın anahtarı ve çözülmesi de Kuran-ı Kerim'de mevcuttur. Olması gerekir, olmasa işe yaramaz. Aklı kısa, dörtköşe kafalı, nemrut timsali, firavun tabiatlı, ebu cehil inatlı, şeytan tipli kimseler, Kur'an-ı Kerim'i sıradan bir kitap zannediyorlar. Bozuk bir şüphe ile;

- İslam'da Tarikat var mıdır?

- İslam'da Tarikatı bırak, önce Kuran'a bak, Tarikat Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş mi?

Edildi. Tam da yerinde edildi, "Vele ki vele bistekamu alet tarika"

Buyuruyor Cenab-ı Allah;

"Onlar tarikat üzerine istikamet tutsalar, biz onları öyle bir membadan içirecektik ki

"ma en gadeka": onlara bir sudan içireceğiz

- Tarikat üzerine istikamet tutanlar için karşılık bir su içirtmek mi olacak?

Oradaki su öyle bir sudur ki; şimdiye kadar kimse içmemiştir, ancak tarikat üzerine istikamet tutanlar içindir. İçirildikleri takdirde onlar öyle bir ruhaniyete ve nuraniyete mazhar olurlar ki, Huzur-u Bari'de Cenab-ı Hakk'ın huzuruna yetiştiklerinde, onlara öyle bir içecek takdim olunur ki emsali bulunmaz. O huzurda içilecektir. Padişahın huzurunda şerbet dağıtılıp içirildiği gibi Allah'ın huzuruna varıldığı vakitte, Cenab-ı Hakk'ın o huzura varanlara takdim edeceği bir şerbet vardır. Ondan dolayı Kur'an-ı Kerim'de anlatılmak istenen budur. Yoksa yeryüzünde herhangi bir pınarın adı değildir.

"Şanım hakkı için onları suvaracağız"

Diyor. Allah;

"Tarikat üzere istikamet"

Deniliyor, lafı eğirmeye gerek yoktur. Tamamdır. Tarikat elbette ki bir yoldur. Şeriat'ta yoldur. Her dinde bir disiplin vardır. Sulh zamanındaki askerlerin disiplini başkadır, harp zamanındaki askerlerin disiplini başkadır. Askerde bir disiplin var, sulh günlerinde olan disiplin çok fazla sıkı değildir. Lakin harp günlerinde olan disiplin çok fazla şiddetlidir. Sulh esnasında disipline riayetsizlik müsamaha ile karşılanabilir. Harp esnasında müsamaha ile karşılanamaz. Elbette ki din bir disiplindir. Çünkü her nizamda bir disiplin vardır. Din Allah'ın gönderdiği bir nizamdır. O nizamın gözetilmesi için disiplin farzdır. Öyle olduğu vakit,Tarikat şeriatın sıkı disiplinidir, Tarikat aynı şeriattır. Tarikatın içinde Şeriatın dışında bir şey göremezsin. Yalnız Tarikatın içinde sıkı disiplin vardır. İnsanın nefsi disiplinden kaçar, insan nefsi disiplin istemez, özgürlük ister. Yani hürriyet ister. Hürriyet olan yerde disiplin yoktur. Orduya hürriyet verirsen orduda disiplin kalmaz. Disiplinsiz ordu işe yaramaz. Ordudaki erkanın en dikkat ettikleri mesele disiplinin devamıdır. Her ne pahasına olursa olsun, askerlerde disiplinin devamını ister. Kumandanlar, paşalar, askeri erkan, en ufak disiplinsizliği, en ağır ceza ile cezalandırırlar, çünkü ufak bir şey gibi görünür, başkalarına da sirayet kabiliyeti vardır. Askerde disiplinsizlik bir müsamaha ile karşıladığı zaman, bir gün bakarsın ki bütün ordu başkaldırmış. Disiplinsiz asker, asker nizamında başkaldıran kimse demektir. Bir asker müsamaha gördüğünde ötekiler de cesaret alıp;

- Biz de disiplini atalım, istediğimizi yapalım.

O zaman ordunun kıymeti kalmaz. İslam bir disiplindir, disiplin dinidir. ...

Tarikat nizamı, müminin manevi düşmanlar ile temasa girip, cihadül ekberden manevi düşmanı, nefsi, hevayı, şeytanı, dünyayı mağlup edeceği harekattır. Tarikata giren kimse temas hattına giriyor. Tarikata giren kimse cihadül ekbere başlayan adamdır. ...

Onun için her kim tarikat üzerine istikamet tutar, Cihadül Ekbere girerse kurtulur. Cihat etmeyecek olursa kışlasında oturur. Kışlasında oturan adam hava alır, merasim yürüyüşünü öğrenir, selam vermeye alışır, karavana yemeyi bilir, nöbet tutmayı bilir. Yat borusuyla yatar, kalk borusuyla kalkar, merasim ve resmi geçitlere gider ve gelir, başka işe yaramaz, salon askeridir. Salonda gösteriş için durur, düşmana karşı yürüyemez. Onun işi düşmanla zordur. ... Kışladaki esirdir, etrafı çevrilmiştir, bir hareketi yoktur, zaferle müjdelenmiş değildir. Zaferle müjdelenen adam tarikat disipliniyle cihada, sefere hazır olan adamdır. Bu sohbette;

- Dinde tarikat var mıdır?

Sualinin cevabı ve Tarikatın lüzumunun beyanı da var. Yeri ve lüzumu zaten dinin özüdür, dinin ruhudur. Din bu maksadın usule gelmesi içindir. Din insanları nefsinin esaretinden, şeytanın uşaklığından, dünyanın köleliğinden, hevaya tapmasından kurtarmak içindir. Öyle olduğu takdirde o insan Abdullah olur, Allah'a kul olur. Değilse nefsinin kölesi, şeytanın esiri, dünyanın ve kendi hevasını ilah yerine tutan adam Allah'ın kulu olmaz ki. Müslümanlığı yalandır. Allah'a teslim olmuş değildir çünkü ona hükmeden nefsidir. Emreden şeytandır, onu kullanan dünyadır. ...

Lakin insanların nefisleri öyle mağrurdur ki onlar aynı şeytan gibi;

- Benden iyi yoktur. Ben niçin kendimi yoracağım? Hepsinden iyiyim.

Eğer sen iyiysen doğrudan devam et bakalım neyi bulacaksın? Deveye sormuşlar;

- Nereden geliyorsun?

- Hamamdan

- Ayaklarındaki çamurdan belli!

Demişler. ...

Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim'in getirdiğini biz anlamadığımız müddetçe gözümüz açılmaz, dinin hakikatini bilemeyiz. İslam'ın maksat ve gayesini anlayamayız, gideceğimiz istikameti de tayin edemeyiz. Düşmanın hareketini tayin edemeyen adam, her an düşmanın kurduğu tuzağa düşebilir
.

--------------------------------------------------------------------

(alıntıdır ve tarafımdan uzun olduğu için kısaltılmıştır.. Bahsi geçen Ayet-i Kerimeler hakkında ise hiç bir bilgim yoktur.. Merak eden olursa bilen kardeşlerimin yardımcı olmasını şimdiden rica ederim)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Sohbetlere devam ediyoruz:

--------------------------------------------------------

İnsan Ruhunun Terakkisi

Bil ki, şeriat ehlinin dediklerine göre, insan, enbiyayı tastik edip, onları izleyince iman makamına geldi ve mümin adını almış oldu. Enbiyayı izleyip tasdik edip, onları izleyince çok ibadet etti. Gece ve gündüz vakitlerini böldü, çoğunu ibadetle geçirerek ibadet makamına geldi. Adı âbid oldu ve kemâle erdi. Ettiği ibadetlerin çokluğuyla dünyadan tamamen yüz çevirdiği, makamı mevkii terkettiği, bedenî zevk ve şehvetlerden kurtulduğu zaman, zühd makamına geldi ve adı zahid oldu. Zahidliğiyle eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilip görünce, mülk, melekût ve ceberûtta ona gizli olan hiç bir şey kalmadı.

Kendini ve yaratanını tanıyınca marifet makamına ulaştı ve adı ârif oldu. Bu makam oldukça yüksektir. Sâliklerden az bir kısmı, veliliğin sınırı olan bu makama ulaşırlar. Yüce Allah onu, marifetle kendi muhabbet ve ilhamına mahsus kılınca velilik makamına ulaştı ve adı veli oldu.

Muhabbet ve ilhamın yardımıyla, Hak Teâlâ onu kendi vahiy ve mücizesine mahsus kılıp, halkı Hak’ka davet etmek için halka haberci olarak gönderince, nübüvvet makamına ulaştı ve adı nebi oldu. Hak Teâlâ, vahiy ve mucize ile ona kendi kitabını tahsis edince, risalet makamına ulaştı ve adı Rasûl oldu. Kitap vasıtasıyla, önceki şeriatı hükümsüz kılıp, başka şeriat koyunca ulü’l-azm (kitap ve şeriat sahibi) makamına geldi ve adı ulü’l-azm oldu. Önceki şeriatı hükümsüz kılıp da yeni bir şeriat koyunca, yüce Allah onu nübüvvetin sonuncusu yaptı ve hatm makamına ulaştı. Adı da Hâtem oldu. İşte bu, insan ruhunun gelişme(terakki)si idi.

Ey derviş! Müminin ruhu bir, hâtemin ruhu ise dokuz mertebe ilerledi.

Başını ve sonunu öğrendiğine göre, şimdi de geri kalanını öğren.

İnsan ruhunun terakkisi belli olduğu için, şimdi bil ki şeriat ehlinin dediklerine göre, insan ruhunun terakkisi bu dokuz mertebeden fazla değildir. Bu dokuz mertebede bulunanlar, takva ve ilim sahipleridir. Her üst mertebede bulunanın ilim ve takvası daha çok olur. Hiç kimsenin ilim ve takvası, Hâtem’in ilim ve takvasına erişemez. Daha sonda bulunan, daha yüksektir. Bedenden ayrıldıktan sonra onun döneceği makam, daha yüce ve şereflidir. Öyle ki hiç kimsenin makamı Hâtem’in makamına ulaşamaz. Arş, Hâtem-i enbiyâ’nın makamına mahsustur.

Şeriat ehlinin görüşüne göre, bu dokuz mertebe bağışla ilgilidir. Her birinin malum birer makamı vardır. Kimse, çalışıp çabalamayla, malum olan kendi makamından ileri geçemez. Şeriat ehline göre ruhlar cesetlerden önce yaratılmışlardır ve her biri kendi malum makamında var olmuştur. Kalıba büründükten sonra ömürlerini yitirmezler; çalışıp çabalayarak kendi makamlarına ulaşırlar, ama malum olan kendi makamlarını geçemezler.

Hikmet ehlinin dediklerine göre, insan ruhunun terakkisi bu dokuz mertebeden fazla değildir. Dokuzu da, ilim ve taharet (temizlik) ehlinin mertebeleridir. Her üst mertebede olanın ilim ve tahareti de daha çok olur. Beden kalıbından ayrıldıktan sonra onun geri döneceği makam, daha yüce ve şereflidir.

Herkesin makamı, onun ilim ve amelinin karşılığıdır. Bir kimse ne kadar ilim ve taharet sahibi olursa, onun mertebesi de o kadar yüksek olur.

Ehl-i vahdetin dediğine göre, insan ruhunun terakkisi için bir sınır bulunamaz. Çünkü istidatlı bir insanın bin yıl ömrü olsa ve bu bin yıl içerisinde öğrenmek, çalışmak ve zikretmekle meşgul olsa, bir gün önce bilmediği ve bulamadığı yeni bir hikmeti bilir ve bulur. Zira Allah’ın ilim ve hikmetinin sonu yoktur.

Vahdet ehlinden başka bir grubun dediğine göre, insan vücudundan daha şerefli bir makam yoktur. Çünkü bedenden ayrıldıktan sonra insan ruhunun geri döneceği yer o makamdır. Mevcûdattaki tüm fertler, insanlığa ulaşmak için seyir ve sefer halindedir. İnsan olduklarında kemâle ermiş olurlar ve mirac (yükseliş) tamamlanmış olur. İnsan da kendi kemâline ermek için sürekli seyir ve sefer halindedir. Kemâline erişince, insanoğlunun da miracı tamamlanmış, mevcûdadın meyvesi olgunlaşmış olur.

Maariften kasıt, dört şeyi bilmektir: Dünyayı bilmek, âhireti bilmek, kendini bilmek ve yaradanını bilmek.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Nefse köle olma, Allah’a kul ol

Bismillahirrahmanirrahim

Nefsin sıkılması, ruhun ferahlanması demektir. Ruh sıkıldığı zaman nefsimiz ferahlar ama, nefsimiz sıkıldığı zaman ruhlarımız ferahlar.

Bizim için mühim olan nedir? Nefsin ferahlanması mı, yoksa ruhun ferahlanması mı? Nefsimizi sıkmak mı, yoksa ruhlarımızı hapsetmek mi? Hangisi bizi daha memnun edecektir, hangisi daha ziyade işimize yarayacaktır? İşte bunu düşünmek lazım.

Nefsin ferahlanması, bizim bu hayatta, bu vücudumuzun türlü çeşit arzularına el atması ile mümkün olur. Nefsini ferahlatan kimse, o derecede kendisini yük altına atmış olur. Nefsin ferahlanması, ne dünyada ne de ahirette bizim işimize gelir! Çünkü nefis muvakkad (vakitli, geçici) bir zaman için bizimle olacak. Bu vücudun hayatı devam ettiği müddetçe, ondan sonra kesilecek o. Lakin ruhumuzun keyiflenmesi, ruhlarımızın ferahlanması, o bizim istikbalimiz (geleceğimiz) hakkındadır. Hayırlı olandır.

Ruhun ferahı, dünya ve ahiret saadetimizin kaynağıdır. Nefsin ferahlanması, dünya ve ahiret felaketlerinin başlangıcıdır.

Nefis neyle ferahlanır? Nefis haramla ferahlanır. Ferahlatacaksan nefsini, haram sür önüne; bak bakalım rahatlıyor mu, rahatlamıyor mu? Nefsin ferahı haramla olduğu için, haram belâ kapısını açar adama. İnsanın gerek küçük günahtan, gerek büyük günahtan irtikab ettiği (yaptığı) her günah, bir belâyı üzerine çeker. Yukarıda hepsi asılıdır. Onların ipleri aşağı bizim elimize yetişmiştir. O haramlardan veya mekruhlardan, küçük günahlardan, büyük günahlardan hepsinin yukarıdan ipleri vardır. Hangisine sen asılıp çekersen üzerine yılan, akrep düşeceğini bil. Belâ ineceğini, taş düşeceğini, ateş düşeceğini bil. Küçük olsun büyük olsun, bu muhakkaktır. Tecrübe et, yanlışsa söyle. “Yanlıştır bu“ diye. Haramı irtikab eden adam, illâ ona karşılık başına bir belâ gelecek. Sopa yemeden bırakmaz, Allah-u Zülcelal; haram işleyip de yanına kalan adam yoktur. Günah yapıp da yanına kalacak insan yoktur.

Nefsin ferahlanması haramdır. Eh istersen haram işle. Çek başına insin. Sekizyüz menhiyat var. Sekizyüz günah, haram – mekruh, olan şeyler var ki, Allah razı değildir. Sekizyüz kapıdır bunlar. Hangisini açarsan bil ki, senin üzerine bir belâ hücum edecek. Açma, yaklaşma. İşte bu mühim mesele.

Amma nefsin, illâ o kapı açılsın, bunu çek diyor. Çünkü bunda bir lezzet var. Azıcık lezzet için çok bir belâyı başına çeken adama, akıllı demezler, akılsız derler.

Nefsin ferahı haramlardır, bil. Ruhun ferahı, helâl olan şeylerdir. Cenab-ı Allah helâl olan, tayyib olan, temiz olan şeyleri bize hazır etmişken onunla kanaat etmiyor, illâ nefis harama çekiyor. Haramdan lezzet alacak. Alçaklığındandır nefsin o. Allah bildiriyor: Estaizübillah: “İnne’l-nefse emmaretün bissûi“ Nefsin işi, daima kötülüklere bizi çekmektedir. Kötülüğü yapınız diyerekten emreder. Otur ve kendini dinle. Nefsinin arzularına bir kulak ver. Ne istiyor nefsin, istediği nelerdir? O istediklerini söyleyebilecek adam var mı milletin içinde? İstediği hep melanet, hep rezalettir. Burada Allah’tan korkma, tenhada Allah’tan kork. Burada Allah’tan utanma. Tenhada Allah’tan utan. Daha mü’min olamadık. Daha Allah’tan korkmuyoruz. İman-İslâm dairesinden çok uzağız. Çünkü burada toplanır nefsimiz. Birbirimizden utanma var, sakınma var, korkma var. Tenha olduğumuz yerde, o nefsin başını kaldırıyor.

Neye benzer o melanet. Evde kedi olur. Sahibi yanında otururken, böyle yuvarlak olup da yatıyor. Uyur o. Bir ayak sesi işitip de, bir hareket sezince, bir parça gözünü açar böyle. Bir iki bakınır. Bakar sahibi gitti mi? Meydan bizimdir der. Hemen orda ne varsa kapıp, doğru damlara.

O sıfat var bizim nefsimizde. Birisi olursa, çok akıllı uslu durur böyle. Arada sırada biraz bakar. Kimse olmadı mı, o zaman Allah var demez. Peygamber var da demez. Kimse yok, herşey benimdir der. Böyle nefistir o. Nefsin keyfinin arkasından giden adam sonunda imansız kalır. Oraya çeker bizi, Neûzübillah. Onun için nefsi sıkıya koy. Ne kadar sıkarsan korkma, ölecek diye korkma. Ölmez, yedi canlıdır o.

Ruhunu sakla. Senin yanında kalıcı ruhundur. Ruhunun gönlünü hoş eyle. Onu sıkıya koyma. Nefsi istediğin kadar sık, ruhun ferahlanır. İmanın, İslâm’ın aslı bundan ibarettir. Yürüyeceğimiz yol budur. Nefsinin keyfine işleme, zarar edersin. Ruhunun ferahlanması için işle. “Ticareten lentebur“, Tükenmeyen ticarete sahib olursun. Ebedi mülke sahib olursun. Ebedi saadeti bulursun. İşte o mühimdir.

Bir parça – yarım saat – burada oturup Allah demekten yorulup duruyor orada. Lakin ruhlarımız o Allah’ın vahdaniyetinin denizlerinin içerisinde yüzüyor. Balık suda nasıl ferahla yüzer, öyle yüzüyor ruhlarımız. Malayani oldu mu, malayani meclislerinde nefisler ferahlanır. Ruh toplanır, üzülür, yok olmak diler. Peygamberimizin ve Allah Azze ve Celle’nin razı olduğu meclislerden, ruhlar gül gibi açılır.

Ruhların gönlünü hoş et, kazanırsın. Dünyanın keyfi az bir zaman içindir. “Kul metau’d-dünya karin“ Allah (C.C.) Cenab-ı Peygamber’e hitab ediyor: “Söyle, o kullarıma! Dünyanın keyiflerinin arkasına düşmesinler. Çünkü dünyanın keyfı az bir şeydir.“ Aman dünyanın keyfini biz çıkaracağız, dünyadan keyf edelim, zevk edelim diyerek ona aldanıp sakın o zevklerin içerisine düşmesinler. Dünya zevki azdır. Dünyanın keyfı per azdır. Hakikaten de azdır.

Şimdi bizim gibi kimseleri, ahmak sayan çok kimseler var. Neden? Yaşamasını bilmeyen adamlar bunlar. Bu kadar hayat varken dışarıda, delikanlılar gelip böyle meclislerde oturup çürüyorlar, derler bize. Onlar kendilerini hiçbir mania karşılarında görmeksizin, serbest olaraktan; her arzularını yerine getirip bu dünyadan kâm almak, bu dünyadan keyf almak, zevk almak için kendilerini koyuverirler.

İlk gençlik çağında böyle bir iştah oluyor. Aç insanın sofraya hücum edişi gibi, ilk gençliğin heyecanı ile, o dünyanın şehvetlerinin hepsini birden biz yutalım diyerek, hücum eder gençlik çağında. Peki; o aç olan kimse, önündeki sofraya kendisine dur diyecek kimse bulunmadan, hücum etsin bakalım; yesin, yesin, yesin. Hudutsuz yesin ne olacak? Nihayet kendi kendine bırakacak. Nihayet; ye yahu bakalım, "bir lokma ağzıma koyacak yer kalmadı" diyecek. Lezzet alacak hassa kalmadı, bitti. O dünyanın lezzetlerini doyumluk hesab edip arkasına düşen kimse, çok geçmeden kendisini bu dünyanın şehvetlerinin esiri bulacaktır. Boyuna o nefsin arzusunu tatmin etmek için, oraya koşturacak, buraya koşturacak. Bunu yapacak, şunu edecek, gecesi yok gündüzü yok, öyle müthiş bir esarete mahkum edecek ki; artık ihtiyarı elinden gider. İradesi elinden gider. Bir makina adam gibi, onun íçerisinde dolaşıp durmaya başlar. Lezzet de alamaz. Yapmadan da duramaz. Esir etti kendisini. Aldığı lezzet yoktur onun artık. Haram hududunu tanımayan adamın, harama hücum ettiği vakit alacağı lezzet; helâl ile iktifa eden bir kimsenin helalden alacağı lezzetin yanında hiç kalır. Hiç lezzeti yoktur artık. Ağzının tadı kalmadı, bitti. Lezzet alamaz. İlk olarak, onları öyle cezalandırır.

Şeytan, bize süsler haramı: biz de dalalım o denize, biz de öyle kalalım, helalden lezzet almayalım. Tad helaldedir. Tatsızlık, zevksizlik haramdadır. Haramın arkasında koşturan adamlarda lezzet kalmadı, lezzet alamaz. Lakin, yapmadan da duramaz. İşte belâyı satın aldı o. Boynuna taktı. Haramı işlemeden haramı yemeden, haramı yapmadan rahatı yok onun. Boyuna çalıştırıyor ama lezzet almak için değil, onu esir aldığı için. Artık lezzet babı kapandı. Haramı tanımayan kimselere Allah’ın vereceği ilk ceza, onlardan lezzet almayı kaldırıyor. Onun için onlar hakkında "Metau’d-dünya karin" - Çok az bir şey mukabilinde esir ettirir kendisini, buyurulur.

Helal ile iktifa eden kimse, helalden lezzet alır, zevk alır. Şeytan’ın uğraştığı, bizi harama mahkum edebilmek. Şeytanın sendeki yardakçısı, nefsindir. Nefis de ona içerden el verdi mi; ikisi beraber olup seni haramın bataklığına atar. Her defa ondan kurtulmak dilerse o kimse, çırpındıkça daha da batar, çıkması yok. Onun için, hiç zahirdekine göre bakıp da hüküm verme. Hayatı yaşıyor zannetme. Sor bir tanesine bakalım, hayatından memnun mu?

Birkaç ay evvel bir kimse gördüm. Hayatından memnun musun diye bana sual ediyor. Allah-u Zülcelal Hazretlerinden memnun olmaz olur mu insan. İnsan olup da Rabbinden memnun olmayan var mı? Sen nasılsın? Halbuki kendisi milyoner adam. Evine girerken utanıyorum, oraya ayak basmaya, evine. Onun evinde gördüğüm; öyle şeyleri evinde mobilya diye tutmaz o, en birinci akla hayale gelmeyen mobilyalar gördüm içerisinde. Otururken bir o yana bakıyor, bir bu yana bakıyor, milyonluk adam. Ben de hava alayım diye dışarıda oturdum. Ne bileyim, birisi nişan alacak diye korkunun içerisinde. Ta kalkıncaya kadar, bu tarafa o tarafa elektrikler yaktırdı, gündüz gibi. Gene de arada – sırada bir dikkatle bu tarafa, o tarafa bakıyor.

Hayatından memnun mu? Nerede memnun olacak, memnun olmaya imkân var mı? Herşey elinde olduğu halde, Allah herşeyi yapabilecek iktidarı, malı kuvveti vermiş olduğu halde, o hayattan memnun olacak itminanı kalbinden alıvermiş koşuyor. Kadınlar tıkır tıkır koşar, delikanlılar böyle böyle koşturur, ne aradığını bilir, ne aradığını bulup da tatmin olur. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha koştururlar. Ne bulacaklar? Akşama kadar dolaşıp ne buldun, tatmin oldun mu? Yok, boş yatar.


Gece yatıp sabahleyin kalktığı vakitte, gece yattığına pişman olur. Harama bir defa mahkum etti mi, o insanın hayatından hoşnudluğu kalkar, rahat ve huzuru biter. Sen oraya bakma, şeytanın süslenmesine bakma: Yüzüne bir parça boya şekeri sürülmüş, ağzına aldığında bir parça lezzet aldırır, yutuğu vakit de içerisini berbat eder. Haram budur. Nefsin istediği de budur. Bu üstündeki bir parça şeyi yalasın diyerek o kadar belâyı satın alır, o nefis.

Nefse köle olma, Allah’a kul ol. Allah’a kul olmaktır, bizim şerefimiz. O’nun üstünde şeref de arama. Sen Allah’a kul olduysan en büyük şerefi ihdas ettin demektir. Başka bir şey arama, Allah’a kul olmaya, her lahzanın içinde “Lebbeyk Ya Rabbi.“ “Senin kulunum Ya Rabbi!“ diyebil.

Buyur Ya Rabbi!“ diyen kula, Rabbisi “Lebbeyk ya abdi!“ “Buyur ey kulum“ der. Amma sen de her defasında Rabbine, "Buyur Ya Rabbi! Ferman senindir. Bu memleket senindir. Bu memlekette senin hükmün geçer. Başkasının geçmez", dedirtebiliyor musun, kendi nefsine? Erkek odur. Ricalullah odur. O kimseye Allah; “Buyur ey kulum, ne istersen sen emret, o olsun“ der.

İnsanın şerefi büyüktür. Şerefimizi harab eden, nefsimize büyük demekliğimizdir. Madem ki nefsine; “Buyur ey nefsim, sen ne istersen onu yapayım“ dersin, işte şerefinden insanı düşüren o sıfattır. Yoksa Allah-u Zülcelal’e söylese, “Buyur Ya Rabbi! Neyi emredersin? Emr-u fermanın baş üstünedir.“ Her lahzada, her nefeste, her harekette diyebildiğinde “Ey kulum! Sen de mutâsın. Bana muti olan kainatta mutâ olur. Bana her emrinde itaat sahibi olan bütün kevn-u mekan içerisinde emri tutulan zattır.“

O torba giyen zata da seslendik böylece, - Karaca Ahmet’e – Orada yatıp durma, bu kadar fakir-fukarayız biz, bize de bir nazar et. Torbayı oraya astırıp, seyrettiriyorsun. Torbayı giyecek sıfat yok. Allah’ın inayetinden bize ümmet cübbelerini giydir, giydireceksen. Onu oraya, karşımıza asıp durdurtma. Allah-u Zülcelal bizi kulluk şerefi ile müşerref kılsın.

Hazreti Ali Efendimiz öyle söylemiş: “Kefâ bi izzen enteküne leke abden. Kefâ bi şerefen enteküne bi Rabben“ “Benim için izzet yeter; sana kul olmaklığım Ya Rabbi. En büyük şeref, senin benim Rabbım olmaklığındır.“ Aranacak hislenecek mesele bu. İzzet ve şeref onda. Benim için izzet yeter, sana kul olmak. Sana kulluk yapabilmek, sana kul olmak benim izzetimdir. Şerefim de senin benim Rabbim olmaklığındır ya Rabbi! Diyor. Bununla bütün şereflerin ve izzetin gayesini bildiriyor, Hz. Ali Efendimiz. O Babu’l-Ulûm olan zat. İlim şehrinin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz, hülâsa olarak bunu söylüyor bize. Bunu bil, bu şerefle şereflen, bu izzetle izzetlen. Kainatta senin ismin söylensin, bütün mülk ve melekûtta. O vakit, Cenab-ı Allah’ın mülk ve melekütunda senin ismin zikrolunur. Allah bizi o makamlara doğru yürütsün.

el-Fatiha



 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
***

Hicaza gittiğim ilk sene, katarlarla develer görmüştüm. Bu katarlar Hicaz çöllerinin içine Hindistan'dan, Yemen'den gelir ve hacıları naklederlerdi. Belki o develerin içinde defalarca hacı taşıyıp getiren develer vardı; içlerinde seneler senesi Kabe yollarında yürüyüp gelenler, hacılarla beraber Arafat'a ve Meş'arü'l-Haram'a çıkanlar vardı ve Mina'ya gelindiğinde kurbanlar kesilir, ortalık onlarla dolardı.

Arafata çıkan develer hacı olur mu? Develer hacı olmaz! Hayvanlar hacı olmaz, insanlar hacı olur. Yani hayvan Arafat dağına çıktı diye hacı olmaz. Hacıları Arafat dağına getirdiklerinde insanlarla beraber onlar da çıkardı, lâkin o Arafat dağına hacıları getiren binlerce deve Arafat dağına çıktı diye -isterse yüz defa çıksın- deve, hacı olmaz. Hacılık insan içindir.

...

O gün ne kadar şereftir, işte "Rabbimle beraber olayım" dediği için Cenâb-ı Allah o kula rahmet indirir, temizler ve huzurunda temiz durdurur. Dünya yükünü üzerinden alır. Artık dünyadaki yük senin üzerine yüklenmez. Cenâb-ı Hak bizi kendi hizmetiyle şereflendirsin. Kötü nefsin hayvanlığını bize yaptırtmasın. Nefis kötü hamallığını yaptırmak ister; o bize hamal olacağına, bizi kendine hamal yaptırmak ister. Nefis hayvanına fırsat verme, onun önüne biraz ot koy otlansın. Sen (devenin) süvarisin, Rabbinle meşgul ol.

Rabbiyle her kim meşgul olursa Cenâb-ı Hak yükü onun üzerinden alır. Çünkü kul Rabbiyle meşgulken Allah, kulun üzerine yük yüklemez, hepsini alır. Onun için mümin ferahtır, ferin ve fahurdur. Gün doğduğunda ferahlar, gün batarken de, "Bu gece Rabbimin huzuruna çıkarım, hizmette dururum" diye içerisine ferahlık gelir. Gün doğarkende ferah, gün batarken de ferahdır o. Allah kendi hizmetinde olanlara yük çektirmez. Buna dikkat et.

Yâ Rabbi, hak sultan, İslâm'ında, insanlığında padişahını gönder, şeytanın saltanatım yıkacak sultanı gönder, şeriatın, tarikatın, marifetin, hakikatin sultanını gönder; rahmet, hidayet kapılarını ve sana giden yoları aç ya Rabbi...

el-Fâtiha.
 

ruhi

Üye
Katılım
5 Kas 2006
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
tarikat ummandır dalıp yüzemez hakkın deryasını boylamayınca...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Sohbetlere devam:

***

Öyle zaman olur ki, Allah Teâlâ bir kulunu ibadetle meşgul eder. O ibadetler, o kulun azıtmasına sebep olur! Kibir ve ucuba kapılmasına yol açar! Öyle zaman olur ki, o kulunu bir günaha düşürür; o günah sebebiyle kul o kadar üzülür ki; bu üzüntüsü o kimsenin hidayetine sebep olur. Haline bakıp, gafletten uyanır. Tevbe ve istiğfar eder. Her iki durumda da atılgan olmamalıdır. Allah Teâlâ, cesaret ve atılganlıkla günah işleyip te "O beni affeder" diyen kullarını sevmez! Günahları küçük görmekten daha zararlı bir şey yoktur! Günahların küçüklüğünü değil; kimin koyduğu yasakları çiğnemek olduğunu düşünüp, hayâ etmelidir!

Allah yolunda olanların yolunda olmakla, dünyaya düşkün olmak bir arada bulunmaz!

Allah dostları dünyaya hiç kıymet vermezler. Dünya için gam yemezler. Bütün dünyayı bir lokma haline getirip bir velinin ağzına koysan, israf olmaz. Gerçek israf, Allah rızasına aykırı olarak harcamaktır. Allah Teâlâ dünyayı elinizle değil, kalbinizle terk etmenizi ister ve beğenir.

Allah Teâlâ kendi rızasını isteyenlerin yardımcısıdır. Allah’ın azabına müstehak olanlar, her an gaflette bulunanlardır! Bunlar, başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azaptan gafil olduklarından, kendilerini rahat ve emniyette hissederler. Her zaman uyanık olan kalpler ise, her an korku ve hüzünle doludurlar. Sürekli âhiret için hazırlık yaparlar. Bu nedenle bunlar cezaya müstahak değildirler.

Evliyalar, insanların işlerine, hallerine bağlansalardı; Allah’ın huzûruna lâyık olmazlardı!

Kişinin yaptığı taat ve ibâdetleri başkalarına anlatması, niyetine göre değişir. Hâlis ve riyâsız ise, emr-i bil ma’rûf olur.

Amelde ihlâs, amelden daha zordur. Kul, kendisiyle Cenâb-ı Allah arasındaki hususlarda tam olarak, sıdk üzere bulunursa; Allah Teâlâ onu gayb hazinelerine vâkıf kılar.

Kim Allah rızası için nefsini ayıplarsa, Allah Teâlâ onu gazabından korur.

Kötü ve yanlış sözleri çok dinlemek, taat ve ibâdetin tadını kalpten siler!

....
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Sohbetlere devam inşallah:

Elhamdülillah, bir Meşayihe gidip nefsini teslim edersen, o senin nefsini zulmetten kurtarır. Tarikatte bütün azalara zikir yaptırmak lazımdır.

Geniş zamanımızda Allah ile beraber olalım ki dar halimizde O bizi bilsin. Her halimizde Azimüşşan’la beraber olalım.

Her halinizde bana sığının

buyuruyor Cenab-ı Hak. İnsanların iyi günleri olur. Dar günleri, hasta günleri olur. Her halimizde biz Azimüşşan’a sığınalım. İyi günlerde de sığınalım, dar günlerde de. Sığınmak zikirle oluyor. Geniş günde sığınınca, dar günümüzde de o bizi bilir. Bir genç ile yaşlının hikayesi:

Bir kimse uçurumlu bir yerden gidiyormuş. Bir tanesi önceden şarkı söyleyerek geçmiş. İkincisi geçerken çok zikretmiş, salavat getirmiş, tevhid getirmiş, şükretmiş, ama uçuruma yuvarlanmış. Ehlullah’ın bir tanesi sormuş:

Ya Rab! Her şeye kadirsin. Önce geçen kabadayı bir şekilde geçti onu düşürmedin. İkincisini düşürdün” demiş. “Evvel giden seni hiç zikretmedi, ama sonraki sana çok yalvardı.

Cenab-ı Hak’tan nida geliyor:

Ey benim Kulum! Evvel geçen her ne kadar sana hakir göründüyse de ben onun daima kalbindeydim. Geniş zamanlarında o beni hiç unutmuyor. Ama diğeri gar yere gelinceye kadar beni hiç hatırlamadı. Onun için onu düşürdüm.

diyor. İşte bundan dolayı geniş günlerimizde Allah’a sığınalım, yani safalı günlerimizde Allah’ı unutmayalım. Ölümü düşünelim. Ölümü düşünmek dar günlerimizi düşünmektir. İnsanlara en büyük nasihat ölümü düşünmektir. Cenab-ı Allah buyuruyor:

Kulum iste vereyim.”

Ama her isteyene vermez. Hepimizin böyle günü var. Her zaman Rabbimizi hatırlayalım. Ölümü düşünelim. Kendimiz için, Müslümanlar için, ihvanlar için her şeyi veriyor. Ama biz yine de maddi şeyleri istemeyelim. Maddiyatı her isteyene vermez. Veren yine Allah. O vermezse hiç kimse mal sahibi olamaz. Ama biz maddi şeyleri istemeyelim. Biz dünyada her şeyi istiyoruz. Maddi isteklerle avlanmayalım.

Biz kulluğumuzu yapalım, emir ve yasaklara uyalım. Veren Allah ne verirse ona uyalım (şükredelim). Tecelli neyse ona rıza gösterelim. Bizi Müslüman halk etmiş. Maddi istekler istemeyelim.

Hak tecelli etmeyince nutka gelmez bir ahad,
İzn-i Bari olmayınca nutka gelmez bir ahad.


Hayır ve şer fermanı var. İnanmak Müslümanlığın bir parçasıdır. O zaman inancımızı hayra yoralım. Hayır ve şer Allah’tan gelir. Cüz’i irademizle şerre yönelmeyelim. Şer istemeyelim. Hayrı isteyelim. Bize şer görünenler hayırlıdır. Biz bilmeyiz. Cenab-ı Hakk’ın şerre rızası yoktur. Hadis-i Şerif:

Sizin için güzel görünen şeyler, sizin için çirkin olabilir.”

Onun için biz hayırlısını isteyelim. Ne gelirse Allah’tan, hayır da şer de Allah’tan.

Hayır ne? Bizi her yönden mesut eden, varlık, sağlık, itibar, insanlardan görmüş olduğumuz kıymet, sıhhat, afiyet, zenginlik.

Ticaret sevaptır. Allah’ın emridir. Bütün ticaret yapanlar zengin olmaz, kimisi az kazanır, kimisi çok kazanır. Kimisi zarar eder. Evet bunun bir say’ı var. Niçin böyle oluyor. Bir beklediği var. 5 kuruşa aldığını 6 kuruşa satarsa 1 kuruş kar eder. Ama 100 lirada 100 lira kar etse kanaat etmez, %100 kazanca bile kanaat etmiyor.

İnsanlar kanaat etmiyor. Bir şey haddini geçince haram oluyor. Tahmin ettiği bir şey var, 10 liraya satacağı bir şeyi 15 liraya sattı. İsteyerek değil, pahalı olduğunu bilerek değil, piyasa değişmiş. Burada veren kim? Cenab-ı Hak. Alan kim? Cenab-ı Hak. İnsanlar zarar ederse ettiren kim? Cenab-ı Hak. “Ve bilKaderi hayrihi ve şerrihi” fermanında kar, zarar, hepsi var. Hastalık, sağlık hepsi var.

Bizim için büyük zarar, manevi zarardır. Büyük karımız amelle olur. Büyük zararımızda isyanla olur. Manevi karımız, büyük karımız Allah’a itaatle olur. Allah’a itaatta ölçü yoktur. Zahirde bizim bildiğimiz beş vakit namazdır. Namazdan başka ibadetlerde vardır. Cenab-ı Hak:

Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır.”

buyuruyor. Nafile ibadetlerin de çeşitleri vardır. Herkesin görüşü bir değildir. Çeşitli mezhepler vardır. Şafi mezhebi, Hanbeli mezhebi, Maliki mezhepleri var. Bunlarda başka ameller eftal olmuş. Bizde başka ameller eftal olmuş.

***


 
U

ummuhan

Guest
hirahos kardeş kimden alıntı bu sohbetler, yani siz kim ci siniz :)

başkası sormadan ben sorayım dedim:O


Şaka bi yana teşekkürler ama okunması için biraz daha kısa kısa olsa diye düşünüyorum...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Amma ba‘d. İyi bil ki Hakk’ı talep edenler bu yolda dünyayı ve nefislerini terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir; er-refîksümme’t-tarîk (Önce yoldaş, sonra yol.) Allah buyurur:

"Yâ eyyühe’l-lezîne âmenû’t-teku’llâhe ve’b-tegû ileyhi’l-vesîlete ve câhidû fî sebîlihî le‘alleküm tuflihûn" (El-Mâ’ide/35: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, ona yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki felah bulasınız.”)

Allah yine Mûsâ’ya:

"Hel ettebi‘uke âlâ en tu‘allimeni mimmâ ‘ullimte rüşden" (El-Kehf,66. “Musa ona ‘Sana öğretilen rüşt ve hayır ilminden bana öğretmek üzere sana tabi olayım, olur mu?’ dedi.”) buyurur.

Necmü Dâye şöyle der:

Mûsâ ‘aleyhi’s-selâm nübüvvet ve risalete sahip olduğu hâlde on yıl Şu‘ayb ‘aleyhi’s-selâma hizmet etti (27b). Böylece Allah’la bizzat konuşma derecesine, "Ve kellema’llâhu Mûsâ teklîmen" (En-Nisa/164. “... Allah Musa ile söz söylemiştir.”) ve "ve ketebnâ lehu fi’l-elvâhı min külli şey’in illâ" (El-A’raf,145. “Biz, Musa için elvahta din ve dünya için muhtaç olan her bir şeyi.. -mev’izeyi ve tafsilî ahkamdan hepsini- yazdık...”)’ya ulaştı.

Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin denetiminde süluka girenlerdir. Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmânî rahmetu’l-lâhi ‘aleyh buyurur:

"Herkes önce yoldaş arar / O zaman yola düşer "(28a)

Er dediğin kişi şeriate tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder. (28b) Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîlerine kabiliyetli bir hâle gelir; “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” zevki ona yüz gösterir. Şayet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur.

Necmü Dâye şöyle der:

Eğer kerametlerini kendinden bilirsen Sen bir Firavunluk ve ilahlık iddiasında bulunmuş olursun

Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh ‘Attâr şöyle buyururur:

O senin için bir nursa da o ateşten başka bir şey değildir. Sen bu cılız gurur ışığında yürüme

Hz. Peygamber de şöyle buyurur:

"Şerrü’l-umûrı muhdesâtühâ ve küllü muhdesetin bid‘atün ve küllü bid‘atin (29a) dalâletün" ("İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir ve her sonradan konan bidattir ve bütün bidatler dalâlettir.")


Somuncu Baba'nın oğlu Yusuf Hakiki Babadan.. (Dr. Ali Çavuşoğlu çalışması, Erciyes Üniv.)

(Necmeddin Dâye: 1256’da ölen Necmeddin Dâye Râzî, Anadolu’da yaşıyordu ve o devirde Kübrevîliğin en büyük temsilcisi idi. Onun Mirsadu’l-İbad adlı eseri Alâeddin Keykubad adına yazılmıştır. Sadreddin Konevî ve Mevlâna ile sohbetlerde bulunan bu mutasavvıf Kübrevîliğin Anadolu’da yayılmasında büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir temsilcisi de Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled idi (öl.1230).(Mehmet Bayraktar, Davudü’l-Kayserî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988, s.4)

Anadolu’da İşrâkîliğin temsilcisi olan Evhadü’d-din-i Kirmânî İran doğumlu olup (ö.685/1238)’de ölmüş. Muhyiddin İbni Arabî ile Konya’da görüşmüş. Hayatı hakkında en önemli kaynak kendi adıyla anılan menakıb-namesidir. Malatya, Konya, Sivas’ta ikâmet etmiş, fakat çoğunlukla Kayseri’de kalmıştır. Mirsâdü’l-İbâd müellifi Necmeddin Dâye ile muhtemelen Sivas’ta görüşmüş. Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında Necmeddin-i Kübrâ ile görüştüğü rivayet edilmektedir. Bir süre Erdebil’de kaldıktan sonra Şam’da İbni Arabî’nin sohbetlerine katılmıştır. Şehabeddin-i Sühreverdî’nin (634/1237)’de ölümü üzerine Bağdad’da Merzubâniyye Hankâhı’na şeyh tayin edildi. 21 Mart 1238’de vefat etti. Evhadüddin, Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini varlıkta temaşa etmeyi esas alan “Şâhid-bâzî” denilen tasavvufî meşrebe sahip bir sufîdir. Gençlerle sema etmekten büyük zevk duyduğu söylenmektedir. Bid’atçi olduğu gerekçesiyle Sühreverdî, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî tarafından tenkit edilmiştir. (Daha fazla bilgi için bak. DİA.,c.11, s.519)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
hirahos kardeş kimden alıntı bu sohbetler, yani siz kim ci siniz :)

başkası sormadan ben sorayım dedim:O


Şaka bi yana teşekkürler ama okunması için biraz daha kısa kısa olsa diye düşünüyorum...

Ummuhan ablacım,

:O

İsmin önemi yok.. Çeşitli Evliyaullah'ın ulaşabildiğim sohbetlerinden buraya aktarıyorum.. Hepsinin ismi ayrı olabilir ama cismi birdir.. Yani Peygamber Efendimizin nur ve sünneti.. Onların ismi ayrıdır amma hepsinin dostu bir, ruhu bir.. 18 bin Alemin Rabbısı olan Allah onların biricik dostu.. Allah'ın nuru onların kalbinde makam ve karar tutmuştur.. Onların lisanından dökülende o nurdan eser vardır.. O yüzden can kulağıyla dinlemek gerekir ki o nura vasıl olabilesin..

Zaten kısaltarak buraya alıyorum.. Mümkün olur ise biraz daha kısaltayım..

 

HÜRADAM

Paylaşımcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
117
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47

İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİNE DAVET

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben ancak O'na güvenirim ve yalnız O'na sığınırım.”​
(Şûrâ Sûresi, 10. Âyet-i kerime)​
Kardeşlik Dini İslâm:
İslâm dini kardeşlik dinidir. Bize Hakk’tan bir nur gelmiştir. Bu nur Kur’an-ı kerim’dir. Bize kardeşliği, tesanüdü emreder:
“Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat: 10)
İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.” (Mâide: 2)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup, âhirette de devam eder. Şu halde kardeşlik icraatını yapmamız lâzımdır. Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla-hayale gelmeyen dereceler verir.
Buna rağmen aynı kıbleye teveccüh eden, aynı kitaba sahip olan müslümanlar arasında ayrı ayrı yollara sapmalar husule geliyor. Din düşmanlarının yapamadığını “Dindarım, muvahhidim” diyen yapmış oluyor.
Müslümanların fırkalara ayrılması, senlik-benlik yüzünden ihtilâf ve tefrikaya düşmeleri, İslâm’
ın özüne ve izzetine, şevket ve satvetine halel getirdiği, kardeşlik bağlarını kopardığı, güçlerini parçalayıp zayıf düşürdüğü için şiddetle yasaklanmıştır:
“Allah ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider.” (Enfal: 46)
Bu apaçık emirler karşısında bir müslümanın, bölücülükten şiddetle kaçınması lâzımdır. Tefrikanın, bölücülüğün İslâm’da yeri yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.” buyuruluyor. (Şûrâ: 13)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de ayrılık yapmanın cezasının çok ağır olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran: 105)
Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.
Âyet-i kerime’de:
“Hepiniz topluca, sımsıkı Allah’
ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” buyuruluyor. (Âl-i İmran: 103)
Emr-i İlâhi çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın mesuliyeti, suç ve cezası o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini âhirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezalarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki, dinlerinde ayrılığa düşüp gruplara ayrıldılar.” (Rum: 32)
“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
Eğer belirli bir süre için Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu.”
(Şûrâ: 14)
Görülüyor ki Hazret-i Allah birleşmeyi emrediyor, bölücülüğü de şiddetle yasak ediyor. İslâm’da hizmet gerek, bölücülük değil

Yukarıda ki yazı bir Hakk dostunun sohbetinden alıntıdır ve bu alıntılar nasip olursa devam edecek,gerçektende mürid için mürşidin sohbetinin önemi büyüktür.Allahım anlamayı nasip etsin.
HAKK YOLUNUN YOLCUSUNU HAKK SEÇER
 

HÜRADAM

Paylaşımcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
117
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Arkadaşlar,mürşid sohbetlerine devam ediyoruz. Allahu Teala okuyup anlamayı nasip eder İnşaallah.

Nefislerini İlâh Edinenler:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dini kaide kılan ortakları mı var?
Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.”
(Şûrâ: 21)
“Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında ‘Bu helaldir, bu haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” (Nahl: 116)
Yahudi ve hıristiyan ulemâsı bir delile isnad etmeksizin birçok mesele ihdas ederek; dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.” (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu.“Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm “Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca Adiy“Evet böyledir.”diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” buyurdu. (İbn-i kesir)
Dolayısıyle bu Hadis-i şerif, Allah-u Teâlâ’nın Kitab’ını kenara iterek; haramı helâl, helâli haram yapanların nefislerini ilâh ve rab ittihaz ettiklerini, onlara uyup peşinden gidenlerin de onları rabler edindiklerini göstermiş olmaktadır. Dolayısıyle müşrik olmuş oluyorlar. Allah’a inandık deseler bile, bu iddialarının inandırıcı olmadığı ortadadır.
Biz size dememişmiydik; imamlara iman eden, Allah-u Teâlâ’ya iman etmemiştir. Binaenaleyh bu imamlar size hep Allah-u Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri mübah gösteriyor, helâl olarak kabul ettiriyorlar. Ve siz de onlara uymakla onlara tapmış oluyorsunuz. İlâhî hükmü bıraktığınızdan ötürü, onlara inanıyorsunuz. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü arkaya atıyorsunuz ve böylece dinden imandan ayrılmış oluyorsunuz.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimseler ise, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız; bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.
Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise; yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.”
(Tirmizi: 2267)
Niçin yerin altı üstünden hayırlı olacak? Kâfir küfrünü icra edecek, kimi İslâm’ı kaldıracak, kimi din-i İslâm’ı kendine mal edecek.
Bakıyorsunuz, kimi dini kaldırıyor, kimi kendine mâlediyor. Bir diğeri namazı, bir diğeri orucu, bir diğeri zekatı. Zira İslâm dinine o kadar saldırılar olacak ki, kâfirler toplanıp Kur’an-ı Azimüşşan’ın hükmünü kaldıracaklar, yani değiştirecekler.
Kimi ulûhiyet, kimi peygamberlik, kimi dabbet’ül-arz, kimi mehdilik dâvâsında bulunacak. Kimi zinayı, kimi fâizi, kimi içkiyi mübah sayacak. Hırsızlar alkışlanacak, hazine yağmalanacak, soygun alenen olacak. Sapıklar türeyecek. Türemeler bir bir, arka arkaya türeyecek. Hepsi emr-i ilâhiyi değiştirip kendi dinlerine, kendi hükümlerine göre karar verecekler. Onlar münafık olduklarını göstermemek için ve din-i İslâm’ı bozmak için, bu emri almışlar. Ve bu icraatlarını yapıyorlar.
İşte böyle, inkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka uydular.” (Muhammed: 3)
“Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah’ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.”
(Muhammed: 28)
Şimdi kimi destekleyin dediğini ve kimi desteklediğinizi size açıyorum, önünüze seriyorum.

HAKK YOLUNUN YOLCUSUNU HAKK SEÇER
 

HÜRADAM

Paylaşımcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
117
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Arkadaşlar,mürşid sohbetine devam:
Tasavvuf ehli ise üç kısma ayrılır:
1. Mükemmel
2. Kemâl
3. Mukallid
Mükemmel
üç kısma ayrılır:
1. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sehm-i nübüvvetine vâris olanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
İrşad memurlarından murad, kibâr-ı evliyâullahtan olan mürşid-i kâmillerdir.
2. Sehm-i velâyetine vâris olanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl–i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazeratıdır.
3. Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyetinden nasip alanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Burada size üç Âyet-i kerime arzedilmiş oluyor. Hazret-i Allah buyuruyor ve duyuruyor ki, bu işin ehli bunlardır.
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Mürşid-i kâmil bir korkuluğa benzer, kargalar taneleri toplamasın diye... Mürşid-i kâmil aynı zamanda bir berzahtır, hakikat ile dalâlet karışmasın diye...
Kemâl olan mürşid gayrıya tecavüz etmez, hududunu muhafaza eder, yol tarif eder, fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Allah-u Teâlâ’nın izniyle alıp götürmeye sahib-i salâhiyet olanları az önce üç Âyet-i kerime ile size arzettik.
Mukallid olanlara gelince, bugün sahayı işte bunlar istilâ etmiştir. Zan ile hareket ederler, hiç bir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhîye uymaz.
Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt eder.
Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez.
HAKK YOLUNUN YOLCUSUNU HAKK SEÇER
 

HÜRADAM

Paylaşımcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
117
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47


MARİFETULLAH İLMİ
VE MARİFETULLAH EHLİ

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemaliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve Hadis-i kudsî’de buyuruyor ki:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim.”
(Ebû Nuaym, Hilye)
Bu mevzuyu güzel takip edebilmeniz için üç Hadis-i şerif’i birleştireceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in Peygamberleri gibidir.”
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.”
(Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’inde buyururlar ki:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
Hadis-i kudsî’de geçen “Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir, gerçek kahramanlar onlardır.” beyanını bu üç Hadis-i şerif ile izah etmiş olduk.
Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiç bir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bunlar öyle kimseler ki bütün işleri Allah içindir. Hiç bir kimseden hiç bir ücret, hiç bir menfaat beklemezler. Her şeyleri liveçhillahtır, Hazret-i Allah’a dayanır.
•​
Vâris-i enbiyâ kimdir?
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi kendisine çekmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’
ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Yani halka muhtaç değildirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi tarif ediyor ve Hadis-i şerif’lerinde buyuruyor ki:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.”
(Erbaîn)
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de müşrikler böyle söylediler. “Peygamberlik filân filân kimselere verilseydi?” dediler. (Bakınız, Zuhruf: 31)
Yani Allah-u Teâlâ’nın takdir ve taksimine rızâ göstermediler. Neden? Çünkü nefis putu “Ben!” diyor, başka kimseyi dinlemiyor, o bir puttur.
•​
Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?
Hiç kimseden hiç bir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
İnsana bilmediklerini O talim eyledi.” (Alâk: 5)
Hiç kimseden çekinmeden hakikatı söyler. Neden? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nûr verir.” buyuruluyor. (Enfâl: 29)
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikatı söylerler.
Ve Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif eder:
“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
çııÖÖçşıÜüÂyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’ın izni olmadan hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)
Hazret-i Allah dilemezse hiç kimsenin kalbine imanı düşürmez. O, hidayeti bulan kimseleri hidayete erdirmekte, dalâlete düşürdüğü kimseleri de dalâlette bırakmakta âdil olandır.
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmıştır.” (Mücadele: 22)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu üzere kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nûr sayesinde hakikatı onlara bildirmiş oluyor.
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
Âyet-i kerime’si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor. Biz buna “Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye.” diyoruz.
Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.
Bir sivrisinek kanadı kadar varlığı olsa, yahut kendisinde varlık görse, Allah-u Teâlâ’ya karşı o da bir varlıktır.
Bu mahviyet onlara mahsustur. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”
Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcud O...
•​
Hakikat ehlinde Hakk’tan gayrı hiç bir şey bulunmaz. Varlığını ata ata Var’a ulaşırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“ -Müferridler yarışı kazandılar;
–Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?
–Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.
Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.”
(Müslim)
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buharî)
Âlem-i billâh olanlarda Allah-u Teâlâ nasıl tecelli etmişse öyledir.
O Rabbül-âlemindir. Kuluna tecelli edince O’nun tecelliyâtı ile âlem olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur, bu sizin ilminizin dahilinde değildir.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki tane var. Gayemiz size yavaş yavaş marifetullah ehlini ve ilmini bu şekilde duyurmaya çalışmak.
Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.
•​
Ve bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî ve Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.
“Sadıklar” Kimlerdir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sadıklarla beraber olunuz.” buyurmaktadır.(Tevbe: 119)
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ’nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu Âyet-i kerime de şimdiye kadar açılmış değil.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer. Birincisi dünyâya gelir, fakat inanın ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, sâdık olarak gelir. İkincisi bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk’a ulaşır. Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka ait hiç bir şey olmadığını, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirmiştir. “Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir diye.” Bunların muallimi Hazret-i Allah’tır, bu Âyet-i kerime çok geçecek.
Ancak onlar Hakk’a götürürler. Diğerleri ise kendi yoluna davet eder, kendi dinine çeker, kendi kitabına göre icraat yapar.
Ancak vazifedar ettiği kullar müstesnâdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde veli kullarını bize beyan eder:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.” (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu alıp götürdüğü için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de, geçmişle ilgili hüzünleri yoktur.
“Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yunus: 63)
Kemal-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ederler. İfâsı ve icrası için azami gayret gösterirler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
“Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır.” (Yunus: 64)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın kendilerine olan teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
“Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur.” (Yunus: 64)
Bu müjdeli sözlerini değiştirecek, verilmiş hükmünü kaldıracak hiç bir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Verdiği söz mutlaka yerine gelir.
“Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 64)
Evliyaullah’ın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
İşte yüz senede bir gelen bunlardır. Bunlar ümmet-i Muhammed’in öncüleridir.
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)
Allah-u Teâlâ bir kulunu da nuruna kavuşturunca, artık onun bütün iş ve icraatı ona göre olur. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır, başkasına şâmil değil.
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Hazret-i Kuran’ın verdiği ilimle, kalplerinde parlayan apaşikar nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar bunlara esrar-ı ilâhîyi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki bunların bildiğini başkaları bilemez. Zâhir ulemâ bunları bilmez, anlamaz, görmez. Bu çizgiyi ayırdık. Çünkü bu sadır ilmi, zâhir ulemânın ilmi satır ilmidir.
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
İşte Rabbinden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vakıftırlar.
Bunun içindir ki:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nur: 35)
Âyet-i kerime’sinin sırrına bu surette mazhar oluyorlar. Hem görüyorlar, hem biliyorlar, hem söylüyorlar. Bütün ilim sahipleri bu Âyet-i kerime’nin karşısında durur. Evet Âyet-i kerime olduğu için itiraz etmiyor amma, içi kabul etmiyor. Fakat hakikat erleri bunu bilir, gözü ile de görür. Allah-u Teâlâ göstermedikçe, ilimle bilinmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Hazret-i Allah’tır. Bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.
“Allah dilediği kulunu zatına seçer.” (Şûrâ: 13)
Dikkat edin, bunları Hazret-i Allah tarif ediyor. İşte bu sevdiği ve seçtiği kullara dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisi ayrı ayrı vazifelerle gönderilmiştir.İşte bu tarif edilen taife hakiki mutasavvıflardır.

HAKK YOLUNUN YOLCUSUNU HAKK SEÇER
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
" ... Nasîhatçiler, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavî etmek isterler.

Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.

Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!...
" (Beyit: 278-281)

Sabah meltemi; gül, karanfil ve nadîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını estiği yerlere alır götürür.

Gönül erleri, salihler ve arifler de kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrarın nuru cemaate akseder. İn'ikas ve insibağ (boyanma) neticesinde kabiliyyet ve istidada göre gönüller feyz ve hakikatin nuru ile dolar.

Ashab-ı Kehf'in Kıtmîr'i bir köpek olduğu halde, sadıklarla beraberliğinin ve onlara mağara kapısında sadakatle bekçilik etmesinin bereketi ile cennete girecektir.

Mevlana (k.s.) bu vakıayı şöyle anlatır:

"Ashab-ı Kehf'in köpeği ki, o cezbe (feyz-i ilahî) sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Ve padişahların sofrasının başına oturdu."

"O köpek Eshab-ı Kehf'in sohbetini ihtiyar eylemiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilahiyye suyunu arifler gibi içti."

Teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.

Kulluk lezzetinden mahrum fasıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hal olurlar. Kasvetlerinin yarenliği ile lezzetlenirler.

Mevlana (k.s.) bir beyitinde:

"Mezarlığa git de orada bir müddet sessizce otur!. Orada susmuş söyleyenleri dinle!" buyurur.

Nasıl bir fareyi gül bahçesinde barındırmak mümkün değilse, zıddı olan bir bal arasını da alıştığı alemin dışında yaşatmak mümkün değildir. Zîra onun gıdası, teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki alemdir. Onu da bunun dışındaki bir mekanda yaşatmak mümkün değildir. Her varlık, hayatını ancak kendi tab'ına uygun bir mekanda idame ettirebilir.

İnsan da bu kaidenin dışında değildir!

Yüksek ruhlar hakikat-ı Muhammedîyye'den in'ikas eden füyuzatla gıdalandıkları gibi, habîs ve fasık ruhlar da habasetle tatmin olur.

Hz. Ebûbekir (r.a.), Rasulullah (s.a.)'in sîmasına bakar; "Amnan ne kadar güzel!" diye hayret ederdi. Ebû Cehil de o mübarek yüzden tam tersi bir intiba alır ve ondan nefret ederdi. Bu farklılığın sebebi; her ikisinin de ayine-i Muhemmedî'de kendi hakikatlerini görmeleriydi.

Vereset'ül Enbiya (Evliyaullah) hazeratı:

"Biz cilalı ayna gibiyiz, herkes bizde suretini görür!" buyurmuşlardır.

Hiç bir ayna hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, güzeli de çirkin olarak göstermez! Kendisine akseden şey her ne ise görüntüsü de ondan ibarettir. Evliyaullah da, tecellî-i ilahi karşısında olsun, eşya muvacehesinde olsun, birer ayna gibidir. Onlara bakan kendisini görür.

Şeyh Niyazî-i Mısrî (k.s.):

"Halk içre ayineyim. Herkes bakar bir an görür.

Her ne görür, kendini görür; ger yahşî (güzel), ger yaman (çirkin) görür.
" beytinde gönüllerinin bir ayna olduğunu ne güzel belirtir.

Mevlana (k.s.) buyurur:

"Bir kimse incinecek, yahud bir şahıs utanacak diye ayna ve terazî doğruyu söylemekten çekinirler mi?"

Ayna da terazî de yüksek birer mihenk taşıdır. "Hatırım için doğruyu gizle, fazla göster eksik gösterme diye yalvarsan, onlar sana cevap verirler ki: "Herkesi güldürme. Ayna ve terazî karşısında hîlekârlık olur mu?

Hasta ve yaralı kimse nasıl kendini tedavî edemeyip bir doktor veya operatör arar ise ahlak hastası ve manen yaralı kimseler de tasfiye-i ahlak hekiminin yani bir mürşidi kamilin tedavisi altına girmek mecburiyetindedir.

Olgunluğa eriştiğini zanneden bazı kişiler sureta mahviyyet göstermeğe çalışırlar. Aczlerinden ve noksanlarından bahsederler. Lakin bu halleri ciddi değildir. Gösteriş içindir. Biraz deşilip üzerine gidildiğinde ucub ve gurur ile dolu bir kalb bataklığı ortaya çıkar.

Mevlana (k.s.):

"Bu benlik ve gurur bataklığının temizlenmesi için bir mürşidi kamilin himmet ve feyzi zarurîdir." buyurur.

Bazı kimseler vardır ki, onlar, sırf kitap okumakla nefslerini ıslah edeceklerini, ucub, gurur ve kibirden sıyrılacaklarını zannederler.

Böyle bir hareket bir kanser hastasının tıp kitabı okuyup kendisini tedavî etmesine benzer. Doktorlar bile hastalanınca başka bir doktorun tedavîsi altına girerler. Çünkü bir insan kendi hastalığını bizzat teşhis edemez Bu bir enfusî hadisesidir. Hiç bir hakim de kendisine aid meselede bir hüküm veremez. Diğer bir hakimin huzuruna çıkması elzemdir.
 
Üst