İmanın artması ve eksilmesi

Rojdi

Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
142
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Artıp eksilme sonucu imanda üstünlük birkaç türlü olabilir.



1 - Zahîr amellerdir, insanların bu konuda birbirlerinden farklı oldukları açıktır. Bu tür amelleri artıp eksilebilir. Bu hususta artıp eksilmenin söz konusu olduğu, insanlar tarafından ittifakla kabul edilir. Fakat anlaşmazlık konuları bunun iman adının kapsamı içerisine girip girmediği hakkındadır.

Girmediğini söyleyenler, "bunlar imanın meyveleridir ve gereğidir" derler. Bu bakımdan onlar bu amelleri mecazen imanın kapsamına sokmuş olurlar. Onlara göre imanın artıp eksilmesinin anlamı budur. Yani imanın meyvelerinde artış ve eksilme söz konusu olur. Buna karşılık olarak şöyle denilir:

Bunların imanın gereklerinden olduğu daha önceden açıklanmıştı. Zahîri bir söz ve amel olmadığı sürece, kalpte tam bir imanın olması imkânsızdır.

Bunların imanın gereği veya imanın bir kısmı olmasına gelince, bu da iman lafzının tek başına veya İslâm ve amel lafzıyla bir arada kullanılmasına göre değişiklik gösterir. Nitekim bu hususu daha önce açıklamıştık.

Artışın zahîr olan amelde olup onun gereğinde ve muktezasında olmadığı hakkındaki sözleri ise yanlıştır. Çünkü artışın sebebi eşyadır. Bunların gereği ise, özleri itibariyle aralarında üstünlük olmasıdır. Aksi takdirde gerektirici sebepler birbirinin aynı olursa, bunların gereği ve muktezasının da aynı olması gerekir, insanların zahîri amellerdeki farklılık ve üstünlükleri, bunun gereğinde de birbirinden üstün olmasını gerektirir, işte bundan şu husus açıkça ortaya çıkmaktadır:



2 - İmanın artıp eksilmesinin ikinci yönü kalbî amellerin artıp eksilmesidir. Her mü'minin zevk yoluyla bildiği bir husus şudur:

Allah'ı ve Rasulünü sevmek, Allah'tan korkmak, Allah'a yönelmek, Allah'a tevekkül etmek, amellerini onun için ihlâsla yapmak, kalblerin riya, kibir, kendini beğenmek ve benzeri hususlardan uzak durması, insanlara karşı merhametli olmak, onlara samimi olarak öğüt vermek ve buna benzer imanî huylar bakımından insanlar birbirlerinden üstündürler.

Buharî ile Müslim'de, Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği kaydedilmektedir:

"Üç husus vardır ki, bunlar kimde olursa, o kişi imanın güzel tadını alır. Allah'ı ve Rasulünü onların dışında kalan her şeyden daha çok seven, sevdiği kişiyi ancak Allah için seven ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre geri dönmekten, cehenneme atılmaktan nefret ettiği kadar nefret eden kimse." (Buhârî, İman, 9,14; İkrâh.1;Edeb, 42;Mûslîm İman, 66; Nesaî, İman, 2-4; İbn Mâce, Fiten 23)

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğundan korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Rasulünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun..." (Tevbe,24)

Rasûlullah (s.a.v) da buyurur ki:

"Allah'a yemin ederim ki, ben aranızda Allah'tan en çok korkan ve O'nun sınırlarını en iyi bileninizim" (Buhârî, Nikâh 1; Mûslîm, Siyam. 74,79; Ebû Dâvûd, Savm,36)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizden herhangi bir kimse beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz." (Buhârî, İman, 8; Eyman, 3; Mûslîm, İman, 69,70; Nesaî, İman, 19; İbn Mâce, Mukaddime 9 )

Bir gün Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Rasulü! Gerçekten seni kendi nefsim dışında her şeyden daha çok seviyorum" der.

Hz. Peygamber:

"Hayır, olmaz ey Ömer! Beni kendi nefsinden de daha çok sevmedikçe olmaz." diye karşılık verir.

Bunun üzerine "Gerçekten seni kendi nefsimden de çok seviyorum" der. Rasûlullah (s.a.v):

"Şimdi oldu ey Ömer" diye cevap verir.

Bu hadislerle sahih kitaplarında yer alan benzerleri sevgide ve haşyette artış ve fazlalık olacağını açıklamaktadır.

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"İman edenler ise, Allah'ı en çok sevenler onlardır." (Bakara, 165)

Bu, insanın içinde hissettiği bir durumdur. Aynı şeyi bazan, başka bir seferine göre daha fazla sevebilmektedir. Kimi zaman da ondan diğer zamanlara göre daha çok korkabilmektedir. Bundan dolayı marifet sahibi olanlar, imanla ilgili artış ve eksilmenin söz konusu olduğunu en ileri derecede ifade eden kimseler arasında olmuşlardır. Çünkü onlar bunu esasen kendi içlerinde hissetmektedirler.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir:

"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine: (düşmanınız olan) insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O halde onlardan korkun dediklerinde bu onların imanlarını artırdı ve: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler." (Âl-i İmran, 173) ve bu durum onların sadece huzur ve sükunlarını artırmaya yaradı.

Rasulllah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler arasında imanı en kamil olanlar, ahlakı en güzel olanlardır." (Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî Radâ; 11 İman, 6; Dârîmi, Rikâak, 74, Mûsned, II,250,472; VI, 47,69)



3 - Kalbî tasdik ve iman:

Kalbteki tasdik ve ilim de icmalî ve tafsili olmak bakımından artıp eksilir. Rasûlullah (s.a.v) 'ı onun verdiği haberlerin tafsilatını bilmeksizin icmalî olarak tasdik edenin bu tasdiki, onun Allah'ın isimlerine, sıfatlarına, cennete, cehenneme, ümmetlere dair verdiği haberleri bilip bütün bunlarda onu tasdik eden kimseninki gibi değildir. Genel olarak ona itaate bağlanan ve kendisine neler emrettiğinin ayrıntılarını bilmeden ölen bir kimsenin durumu, bunları ayrıntılı olarak bilip de bu hususlarda Hz. Peygamber'e itaat edebilecek duruma gelene kadar yaşayan gibi değildir.



4 - İlim ve tasdikin kendisinde de üstünlük söz konusudur. Hayat sahibi olan kimsenin kudret, irade, semi, basar ve kelâm gibi diğer sıfatlarında farklılık olduğu, hatta hareket, siyahlık, beyazlık ve buna benzer diğer arazlarda farklılık olduğu gibi, bunlarda da farklılık vardır. Bir şeye güç yetirebilmek, farklı olduğu gibi, ona dair haber vermek de farklı farklıdır. Bir kişi aynı şeyi bilmek bakımından bir artma veya eksilme olmaz diyecek olursa, onun bu sözü aynı şeye güç yetirmek bakımından da farklılık yoktur. Aynı şeyin görülmesi arasında bir farklılık yoktur demesine benzer. Bilindiği gibi insanlar tarafından görülen bir hilali görmekte, insanlar arasında üstünlük bakımından fark vardır. Aynı sesin işitilmesinde de insanlar arasında farklılık vardır, iki ayrı kişinin söylediği aynı sözde de o sözü telaffuz etmek açısından farklılık vardır. Aynı şeyi koklamak, tadına bakmak arasında da kişiler arasında farklılık olur.

Hayat sahibinin bütün sıfatları, bütün idrakleri ve bütün hareketleri ve hatta canlılık sıfatı dışında kalanlar bile mutlaka üstünlük ve farklılık gösterir ve insanların bunları etraflı bir şekilde tesbit etmelerine de imkân yoktur. O kadar ki, şunu bile söyleyebiliriz:

Yaratıklardan hiçbir kimse, hiçbir şeyi her bakımdan Allah'ın bildiği gibi bilemez. Daha doğrusu Allah'ın bir şeyi bilmesi, başkasının o şeyi bilmesinden keyfiyet ve miktar bakımından çok daha mükemmeldir, kıyas edilmez, iki bilgi arasındaki üstünlük sonradan meydana gelmek veya kadîm olmak açısından farklılık arzetmekle kalmıyor, başka yönlerden de farklılık gösteriyor, insan kendi içinde bildiği şeye dair bilgisinin artıp durduğunu hisseder. İşittiği şeyi işitmesinde de, görmesinde de durum böyledir. Güç yetirmesinde, sevmesinde, nefret ettiği kimseye nefret etmesinde, hoşnut olduğu kimseye razı oluşunda, kızmasında, dilediğini yerine getirmek istemesinde, hoşlanmadığı şeyden tiksinmesinde de hep böyledir...

Bütün bu gerçeklerde üstünlük olduğunu kabul etmeyen bir kimse safsatacıdır.



5 - Üstünlük gerektirici sebeplerle meydana gelir:

Bu gibi hususlarda üstünlük, bunu gerektirici sebeplerden dolayıdır. Tasdiki ve sevgisi yakini gerektiren delillere dayalı olup arızî şüphenin tutarsızlığını açıkça anlamış olan bir kimse hiçbir zaman daha aşağı sebepler dolayısıyla tasdik eden kimsenin durumunda olamaz. Hatta kendisinin reddetmesine imkân bulamadığı kesin (zarurî) bilgiler edinen bir kimse şüphelerle karşı karşıya kalan ve tetkik ve inceleme sonucu bunları ortadan kaldırmaya çalışan kimse durumunda değildir. Hiçbir akıllı şüphe etmez ki, çokça ve güçlü delilleri bilip bu delillere karışıp şüphelerin tutarsızlığını bilen, bunlara karşı delil getirenlerin delilinin tutarsızlığını açıklayabilen kişinin bilgisi, karşıt şüpheleri bilmeksizin tek bir delile dayanarak sahip olunan bilgiden daha güçlüdür. Çünkü bir şeyin sebepleri güçlü olup çoğaldıkça, engelleri ortadan kaldırılıp çürütüldükçe, o şeyin mükemmelliği, güçlü olması ve eksiksizliği daha da artar.

Bu hususlarda üstünlük bunun devamı, sebatı, hatırda tutulması ve zihinlerde canlandırılmasıyla gerçekleşir. Nitekim nefret de o şeyden gafil olmak, yüz çevirmekten meydana gelir. Bilgi, tasdik, sevgi, tazim ve bunun gibi kalbte olan hususlar sebeplerinin devamı ve sebeplerinin meydana gelmesiyle devam edip meydana gelen araz ve hallerdir. İyi her ne kadar kalbte ise de, gaflet onun gerçekleşmesine aykırıdır. Bir şeyi bilen bir kimse gafleti halinde o şeyi bilip de hatırında onu tutandan daha aşağıdadır. Rasûlullah (s.a.v) ashabından olan Umeyr b. Habib el-Hatmî bir seferinde iman artar ve eksilir der. Yanında bulunanlar artması ve eksilmesi ne demektir diye sorunca, şöyle der:

Allah'a hamdedip onu andığımız ve tesbih ettiğimizde bu imanın artışıdır. Gaflete düşüp unutup zikrini hatırımıza getirmeyişimiz ise imanın eksilişi demektir.



6 - İnsanın sahip olduğu şeyler arasında iman kadar hiçbir şey artıp eksilmez ve farklılık göstermez. Değişmez kabul edilen bütün sıfat ve fiiller arasında ne kadar farklılık olursa olsun, imanın üstünlük göstermesi bundan daha da büyüktür. Meselâ insan bizzat kendi içinde kalbindeki sevginin arttığını bilmektedir. Bu ister çocuğuna, ister karısına, ister liderine, ister vatanına, ister arkadaşına, ister herhangi bir şekle, yahut atına, bahçesine, altına, gümüşe ve benzeri herhangi bir mala duyduğu sevgi olsun, farketmez.

Bilindiği gibi sevgi, ilk olarak kalbin sevilen şeye ilgi duymasıyla başlar daha sonra kalb ona doğru akar. Arkasından borç isteyenin borç istediği kimseden ayrılmaması gibi, kalb ondan ayrılmak istemez. Arkasından kalbin sevdiğine köle olmasına kadar sürecek aşk ortaya çıkar. Nihayet kalb sevdiğinin kulu olur, ona itaat eder, emrinden dışarı çıkamaz.

Surete aşık olan birçok kimse, bildiğimiz gibi bu türden pek çok değişik davranışlar göstermiştir. Kimisi kendisini öldürmüş, kimisi aşık olduğu kimseyi öldürmüş, kimisi kâfir olmuş veya İslâm'dan dönmüş, yahut sonunda çıldırmış, veya aile, servet, başkanlık gibi sevilen büyük şeyleri elinin tersiyle itmiş veya bedenen onu hasta etmiştir.

Sevgi artıp eksilmez diyen bir kimsenin bu sözü, tutarsızlığı en belirgin sözlerden birisidir. Bilindiği gibi Allah'ı sevmek bakımından insanların birbirlerine üstünlükleri, sevilen her şeye göre daha ileri derecededir.

Yüce Allah ibrahim'i halil edindiği gibi, Muhammed (s.a.v)'i de halil edinmiştir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v)'ın şu buyrukları çok bilinen hadisler arasındadır:

"Eğer ben yeryüzü insanlarından halil (candan dost) edinecek olsaydım Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat sizin bu arkadaşınız (Hz. Peygamber kendisini kastediyor) Allah'ın halilidir." (Buhârî, Salât 80-, Fedailu's-Sahabe3,5; Mûslim, Mesacid, 28; Vedailu's - Sahabe 2-7; Tirmizî, Menâkıb, 14-16; İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah, İbrahim'i nasıl halil edindiyse, beni de halil edinmiştir." (İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Halillik ise mutlak sevgiden daha özel bir anlam ifade eder. Çünkü peygamberler ve mü'minler Allah'ı sever, Allah da onları sever.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah öyle bir topluluk getirir ki, o onları sever, onlar da onu severler." (Mâide, 54)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler, en çok Allah'ı severler." (Bakara, 165)

Yüce Allah takva sahiplerini, adalet yapanları, çokça tevbe edenleri, yolunda birbirlerine kurşunla kaynatılarak kenetlenmiş bina gibi saf saf çarpışanları sevdiğini haber vermiştir. Rasûlullah (s.a.v) birden çok kimseye sevdiğini bildirmiştir. Nitekim sahih hadiste belirtildiğine göre o,Hz. Hasan ile Üsâme hakkında şöyle demiştir:

"Allahım! Ben gerçekten bunları seviyorum, sen de onları sev, onları sevenleri de sev." (Tirmizî, Menakıb, 30)

Amr İbnü'l-As Hz. Peygamber'e:

İnsanlar arasında en çok kimi seviyorsun? diye sorunca, Hz. Peygamber:

"Aişe'yi" der.

Amr: Hayır erkeklerden sordum deyince, Hz. Peygamber:

"Babasını" der. (Buhârî, Fedailu's-Sahabe, 6)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah'a yemin ederim ki, ben gerçekten sizi seviyorum." (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26; Tirmizî, Zühd, 30; Mûsned, 3,141; V, 229, 236, 239, 245...)

Allah'ı sevmek hususunda insanlar arasında mahlûkatın en faziletlileri olan Hz. Muhammed ve Hz. İbrahim -ikisine de selam olsun- insanlar arasında bu hususta en aşağı derecede olan kimse -mesela kalbinde zerre ağırlığı kadar imandan eser bulunan kişi- arasında değişip durmaktadırlar. Bu iki sınır noktası arasında ancak yerin ve göklerin Rabbinin bilebileceği kadar birçok dereceler vardır. Çünkü yaratıkların türleri arasında Ademoğulları kadar biri ötekine üstünlük sağlayarak fark gösteren başka bir tür yoktur. Çünkü mesela bir tek atın bir milyon ata bedel olduğu görülmemiştir.

Halbuki Buharî ile Müslim'de Ebû Zerr'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v) 'in yanında oturduğu bir sırada insanların şereflilerinden bir adam yanından geçer. Hz. Peygamber:

"Ey Ebû Zerr! Bunu tanıyor musun?" diye sordu. Ben:

"Evet ey Allah'ın Rasulü! dedim.Bu öyle bir kimsedir ki evlenmek üzere bir kıza talib olursa, o kızı ona vermeye değer. Konuşursa sözü dinlenir. Eğer bir süre görülmezse, durumu sorulur."

Daha sonra zayıf müslümanlardan bir kişinin yanından geçer. Hz. Peygamber:

"Ey Ebû Zerr!Bunu tanıyor musun?" diye sorar. Ben evet ey Allah'ın Rasulü dedim.

"Bu insanların zayıflarından birisidir. Böyle bir kimse bir kıza talip olursa evlendirilmez. Konuşursa sözünü dinleyen olmaz. Görülmezse kimse onu sormaz."

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

"Ey Ebû Zerr! Andolsun ki, bu öteki gibi yer dolusu kadar kişiden hayırlıdır." (Buhârî, Nikâh, 15; Rikaak 16; Tirmizî, Nikâh 5; İbn Mâce, Zühd 5)

Söylediklerinde haddi aşmayan o doğru sözlü kişi bize haber vermiştir:

Ademoğullarından bir tek kişi yine Ademoğullarından yer dolusu kadar kişiden hayırlı olabilmektedir. Onların sadece bir kişisi, meleklerden daha faziletli ve yine onlardan bir kişi hayvanlardan daha kötü olduğuna göre, onların aralarında fazilet farkı meleklerin aralarındaki fazilet farkından daha büyüktür demektir. Onların arasındaki fazilet farkının esası ise Allah'ı bilmek ve tanımaktır. Böylelikle bu hususta aralarındaki fazilet farkını ancak Yüce Allah'ın tesbit edebildiğini öğrenebiliyoruz. Onların sevdikleri şeyler arasında o şeye duyulan sevgi hususunda birbirlerinden üstün olduklarını bilen herkes şunu da bilsin ki, Allah'ın sevgisi hususunda birbirlerine üstünlükleri daha ileri boyuttadır.

Korktukları şeyden korkmak hususunda önünde zilletle boyun eğdikleri şeye karşı zilletle boyun eğmek hususundaki birbirlerine üstünlükleri de böyledir.

Bildikleri şeyler bakımından tasdik edip ikrar ettikleri şeyler bakımından da durum aynıdır. Eğer melekleri ve sıfatlarını tanımakta, onları tasdik etmekte, birbirlerinden üstün iseler, şunu bilmek gerekir ki, Allah'ı ve sıfatlarını bilmek ve O'nu tasdik etmek hususundaki üstünlükleri daha ileri boyutlardadır.

Aynı şekilde insanın ruhunu ve niteliklerini tanımak, onu tasdik etmek, yahut cinleri ve niteliklerini tanıyıp onları tasdik etmek veya ahirette bulunan nimet ve azabları tanımak -kendilerine haber verilen şekliyle yenecek, içecek, giyilecek, evlenilecek ve mesken olarak kalınacak şeyleri- olduğu gibi bilip tanımakta birbirlerine üstünlükleri olduğu gibi, Allah'ı ve sıfatlarını tanımakta, onu tasdik etmekteki üstünlükleri bundan daha da büyüktür. Yine bu alandaki üstünlükleri nefs-i natıka demek olan ruhu tanımaktaki üstünlüklerinden ahiretteki nimet ve azabı tanımaktaki üstünlüklerinden daha da fazladır.

Hatta eğer kendi bedenlerini, niteliklerini, sıhhat ve sağlığını ve buna bağlı olan diğer hususları bilmekte birbirlerine üstün oldukları gibi, Allah'ı tanımak hususundaki üstünlükleri çok daha büyüktür. Bilinen ve söylenen her şey Allah'ı tanımanın kapsamı içerisindedir. Çünkü onun tarafından yaratılmadık bir varlık yoktur. Bütün yaratıkların nitelikleri, isimleri, takdirleri ve fiilleri şanı Yüce Allah'ın güzel isimleriyle yüce sıfatlarına işaret eden belgelerdir. Çünkü mahlûkattaki bütün kemal, onun kemalinin etkisiyle varolmuştur. Herhangi bir mahlûk için söz konusu olan bir kemale, yaratıcı daha lâyıktır. Herhangi bir mahlûkun münezzeh olduğu her eksiklikten, yaratıcının münezzeh olması daha yerindedir. Bu ise her taifenin izlediği yola ve kullandığı terimlere göre değişir. Kimisi der ki:

Ma'lülün kemali, illetinin kemalinden dolayıdır. Kimisi de der ki:

Yaratılmış sanat eserinin kemali, o sanatın sanatkarının ve yaratıcısının kemalinden gelir.

İmam Ahmed'in Müsned'de İbn Hibban'ın Sahih'inde, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği hadise göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kula bir keder ve bir üzüntü isabet eder ve o da: "Allahım! Ben senin kulunum. Senin kulunun oğluyum. Mukadderatım senin elindedir. Ben senin hükmünün mahkûmuyum. Hakkımdaki hükmün adaletlidir. Kendine ad olarak verdiğin yahut kitabında inzal buyurduğun veya yarattıklarından birisine öğrettiğin, ya da gayb bilgisinde kendi katında sadece kendine sakladığın bütün isimlerinle senden Kur'an'ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, kederimin gidericisi, üzüntü ve gamımın yok edicisi kıl" diyecek olsa mutlaka Allah onun keder ve üzüntüsünü giderir ve onun yerine bir sevinç verir."

Ashab-ı kiram sorar:

Ey Allah'ın Rasulü bunları öğrenmeyelim mi? Hz. Peygamber de:

"Elbette öğreniniz! Bunları işiten kimsenin öğrenmesi gerekir" (Mûsned, 1,391,452) buyurdu.

Bu hadis-i şerifte Yüce Allah'ın gayb ilminde sadece kendisi için sakladığı, yalnız kendisinin bildiği birtakım isimlerinin bulunduğunu haber vermektedir.

Allah'ın isimleri ise onun sıfatlarını içermekte olup sadece özel isimden ibaret değildirler. Aksine Yüce Allah'ın Âlim, Kâdîr, Semi, Basir, Rahim, Hakim ve buna benzer isimlerinin her birisi, öteki ismin işaret etmediği sıfatlarından birtakım manalara işaret etmektedir. Bununla birlikte Allah'ın zatına işaret etmek, hepsindeki ortak özelliktir. Allah'ın isimleri arasında yalnızca kendisinin bildiği birtakım isimler olduğuna ve yine onun isimleri arasında kullarından dilediği kimselere öğrettiği isimler de bulunduğuna göre, Allah'ı tanımakta insanların birbirlerine üstünlüğünü bildikleri bütün şeyler arasında birbirlerine üstünlüklerinden daha büyük olduğu da anlaşılmış olur.

Böylelikle kelâmcı ve felsefeciler arasından Allah'ı hakkıyla tanıdıklarını ve artık Allah'ın tanımadıkları bir sıfatının kalmadığını, onların tanımadıkları bir sıfat hakkında sübutuna dair bir delilin bulunmadığını iddia edenlerin bu iddiasının esasen söz konusu olamayacağı da açıkça anlaşılmış olmaktadır.

Böyle bir iddiada bulunanlar yanlış yapıyorlar, hata içerisindedirler, bid'atçidirler, sapıktırlar, buna dair delilleri de çürüktür. Çünkü bir şey konusunda kesin ve zannî delilin bulunmaması -onun sabit olması mutlaka o delili gerektirici olduğunun bilinmesi hali dışında- yokluğuna delildir. Eğer bir şey varsa, onun çeşitli yollarla varlığının nakledilmesi gerekir. Bu da o şeyin sübutunu gerektirir. Gerektiricinin yokluğuyla gerekenin yokluğuna delil gösterilir. Mesela Şam ile Hicaz arasında Bağdat ve Kahire gibi büyükçe bir şehir bulunmuş olsaydı, insanların buna ilişkin haberi nakletmeleri gerekirdi. Bir veya iki, ya da üç kişi böyle bir haberi aktaracak olursa, o takdirde onların yalan söyledikleri bilinir.

Yine eğer Peygamber (s.a.v)'in döneminde Müseyleme, Esved Ansî, fuleyha ve Secah gibi bazı kimseler peygamberlik iddiasında bulunmuş olsaydı, bu gibi kimselere ilişkin haberlerin aktarıldığı gibi o kimsenin de haberlerinin nakledilmesi gerekirdi. Eğer bir kimse Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için ortaya çıksa ve insanlar tarafından onun Kur'an'ın bir benzerini meydana getirdiği zannedilecek olsa, bu da yalancı Museylime'nin uydurma Kur'an'ı gibi mutlaka nakledilirdi. Ebû'l-Ala el-Maarrî'nin "el-Usûl ve'l-Gayat" ının ve bunların dışında kalan aklı başında olan kimsenin Kur'an'ın benzeri olacağını asla kabul etmeyeceği türden bile olsa Kur'an'a benzer metinler ortaya koymak isteyen kimselerin sözleri nakledildiği gibi, bunlar da nakledilirdi. Böylelikle benzerliğin açıkça görüldüğü nakiller adeten daha güçlüdür. Bu konuda insan tabiatı -ister seven, ister buğzeden olsun- daha isteklidir. Bu Ademoğlunun yapısında olan bir husustur.

Bilindiği gibi, eğer Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde halifeliği isteyip bunun için savaşmış olsaydı, bunlardan sonra meydana gelen olayları naklettiği gibi insanların bunu da nakledip aktarmaları gerekirdi. Peygamber (s.a.v) eğer Hz. Ali'ye (hastalığı esnasında) insanlara namaz kıldırması emrini vermiş olsaydı, bunun da aktarılması gerekirdi. Tıpkı Hz. Peygamber'in, Hz. Ebû Bekir'e emir verip insanlara namaz kıldırmasını naklettikleri gibi. Eğer Hz. Ali'ye halifelik ahdini vermiş olsaydı, bunu da daha önemsiz hususları naklettikleri gibi naklederlerdi.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının def dinlemedikleri, alkış tutmadıkları, raksı seyretmek ve çalgıyı dinlemek için bir araya gelmedikleri de bilinen bir husustur.

Yine namazlardan sonra ashabıyla birlikte dua etmek, el kaldırmak ve buna benzer işler yapmak üzere toplanmadıkları da bilinmektedir. Çünkü o böyle bir şeyi yapmış olsaydı, elbette bunu naklederlerdi.

Ayrıca yolculuk esnasında öğle, ikindi ve yatsı namazlarını dört rekat olarak kılmadığı da bilinen bir husustur.

Yine Rasûlullah (s.a.v) yolculuk esnasında bazı vakitleri dört rek'at olarak kılmış olsaydı, onun bazı vakitlerde ikişer namazı bir arada cem'ettiğini naklettikleri gibi, bunu da naklederlerdi.

Rasûlullah (s.a.v)'ın farz namazları tek başına değil de cemaatle kıldığı bilinen bir husustur. Ashabı ile birlikte teyemmüm etmek için yolculukta toprak taşımadıkları, her gece ölmüş müslümanlara namaz kılmadıkları, namaz kılmak kasdıyla mescide girdikleri her seferinde itikafa niyet etmedikleri de bilinmektedir. Necaşî dışında kimsenin gaib namazını kılmadığı bilindiği gibi, eğer o her zaman sabah namazında veya diğer namazlarda açıktan ve sünnet olan bir kunut okuduğu bilinmiş olsaydı, bunu da naklederlerdi. Nitekim belli bir kavme dua ettiği ve belli bir kavme de beddua ettiği arızî kunutlarını nakletmiş bulunuyorlar. Ve hatta bu nakilleri öbüründen daha sağlamdır, öte taraftan Hz. Peygamber'in, Arafat ve Müzdelife'de namazlarını kısaltıp cemederek kıldığı bilinen bir husustur. Eğer arkasında namaz kılan bir kimseye namazını tamamlamasını emretmiş olsaydı veya kendisi gibi namazları cemetmemesini emretmiş olsaydı insanlar bunu, bundan daha önemsiz şeyleri naklettikleri gibi, elbette naklederlerdi.

Diğer taraftan Rasûlullah (s.a.v)'ın ay hali ilk olarak başlayan kızlara bir gün ve bir gece geçtikten sonra gusletmelerini emretmediği, ashabına bedenlerine ve elbiselerine isabet eden meniyi yıkamalarını emretmediği, yine insanlar için nikahta, alışverişte, icarede ve benzeri şeylerde muayyen bir lâfız tayin etmediği de bilinen bir husustur.

Veda haccını yaptıktan sonra haccın akabinde umre yapmadı, Mina'dan Mekke'ye kurban bayramının birinci günü geçince önce tavaf ve sa'yi yapıp arkasından ikinci defa bir tavaf yapmadı.

Buna benzer daha birçok husus vardır ki, eğer bunları yapmış olsaydı, elbette nakledilecekti.

Buharî ve Müslim gibi güvenilir eserleri tetkik edip ashabın, tabiînin ve onların yolunu izleyen -eski ve yeni- kendilerinden razı olunan imamlardan yollarını izleyenlerin sözlerini yakından tanıyan bir kimse, bizim bu konuda verdiğimiz bu örneklerin doğruluğunu yakından görmüş olacaktır.

Burada anlatılmak istenen şudur:

Eğer medlulün varlığı delilin varlığını gerektiriyorsa, delilin yokluğu da o medlulün yokluğuna delildir. Varlığı mümkünse ve bizim de onun sübut delilini bilmemiz imkân dahilinde olursa, bizim onun varoluş delilini bilmeyişimiz yokluğunun delili değildir. Allah'ın isim ve sıfatlarına dair bizim elimizde bize bunları gösterecek bir delil bulunmuyorsa, bu onların yokluğunu gerektirmez. Çünkü şeriatte olsun, akılda olsun, bizim Yüce Allah hakkında sabit olan bütün isim ve sıfatları bilmemizin kaçınılmaz olduğuna işaret eden bir delilimiz yoktur. Aksine yaratıkların en faziletlisi ve Allah'ı en iyi bilenlerin sahih hadiste şöyle dediği sabittir:

"Ben seni gereği gibi övüp bitiremem. Sen kendi zatını medh ü sena ettiğin gibisin." (Müslîm, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Vitr,5; Nesaî, Kıyâmu'l-Leyl, 51; Tirmizî, Deavat, 75,112)

Yine şefaatle ilgili olarak sahih hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Secde ederek yere kapanır, Rabbime şu anda sayıp dökemeyeceğim kadar bana ilham edeceği hamd ü senalar ile hamdederim." (Buhârî, Tevhid 19,36; Tefsir.17; Sûre 5; Müslîm, İman, 326,327; Tirmizî, Kıyame,10)

Yaratıkların en faziletlisi Yüce Allah'a hamd ve senayı sayıp bitiremediğine ve şu anda şefaat etmek üzere secde edeceği vakit Allah'a ne şekilde hamd ve senada bulunacağını bilemediği halde, ondan başkaları nasıl olur da Allah'a yapılacak bütün hamd ve senaları, O'nun sahip olduğu bütün güzel isimleri bilebilirler?

Çünkü bunlar da O'na yapılacak hamd ve senaların kapsamı içindedir. Durum böyle olduğuna göre, Allah'ın isim ve sıfatlarını daha iyi bilip tanıyan bir kimse diğerlerine göre Allah'ı daha iyi bilip tanıyor demektir.

Hatta Peygamber (s.a.v) 'in isim ve sıfatlarını daha iyi bilen bir kimse Peygamberi daha iyi bilip, tanıyor demektir. Onun peygamber olduğunu bilen, resul olduğunu bilen gibi değildir. Onun rasul olduğunu bilen, rasullerin sonuncusu olduğunu bilen gibi değildir. Onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu bilen, Ademoğlunun efendisi olduğunu bilen gibi değildir. Bunu bilen Yüce Allah'ın Peygamber Efendimize özel olarak verdiği şefaati, havzı, makam-ı mahmudu, İslâm milletini ve buna has özel faziletleri verdiğini bilen gibi değildir. Onun özelliklerinden herhangi birisini bilmeyen her kişi de kâfir olmaz. Hatta mü'minlerin pek çoğu, onun birçok fazilet ve özelliğini işitmemiştir.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın bazı isim ve sıfatlarını bilmeyen her kişi de kâfir olmaz. Çünkü mü'minlerin birçoğu Allah'ın peygamberinin vasfettiği haberlerin bir çoğunu işitmemiştir.

Bu ve benzeri hususlar kalbte bulunan imanın üstünlük gösterdiğini açıklamaktadır. Zahîr olan söz ve amellerde insanlar arasında üstünlük bakımından fark olduğunda ise hiçbir kimsenin anlamayacağı bir durum yoktur bu konuda kimsenin şüphesi olmaz.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

şeyhul islam imam ibn teymiyye
 

yyunuss

Üye
Katılım
16 Eki 2006
Mesajlar
112
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ehli sünnet i'tikadimiza göre, iman artmaz ve azalmaz. Artan ve azalan "el yakin" dir. Ayrica, Ibn Teymiyye Ehli sünnet degildir ve Seyhul Islam da olamaz.
 

cüneytkaya

Profesör
Katılım
21 Ağu 2007
Mesajlar
1,681
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasakların hepsine kalbin inanması ve inandığını dil ile söylemesi demektir. Bu bilgilerin her birini araştırmak ve anlamak lazım değildir.Mutezile fırkası, herbirini anlayıp inanmak lazımdır dedi. Ayni, Buhari şerhinde diyor ki, en derin âlimler, mesela Ebül-Hasen Eşari, kadi Abdülcebbar Hemedani Mutezili, üstad Ebül-İshak İbrahim İsferaini ve Hüseyn bin Fadl ve daha birçokları, (İman, açıkça bildirilmiş olan şeylere yalnız kalb ile inanmaktır. Dil ile söylemek ve ibadetleri yapmak iman değildir) dediler. Sadeddin-i Teftazani de (Şerh-i akaid) kitabında böyle söylüyor ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-islam Ali Pezdevi gibi âlimlerin dil ile ikrar etmenin de lazım olduğunu söylediklerini bildiriyor. Kalbdeki imanı dil ile söylemek, müslümanların, birbirlerini tanımaları için lazımdır. Söylemeyen de mümindir. Ameller, ibadetler, imandan parça değildir. Âlimlerin çoğu, mesela imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri böyle buyurdular. İmam-ı Şafi’i ve bazı âlimlerin iman; inanmak, söylemek ve ibadetleri yapmak demeleri olgun olan imanı bildiriyor. Müminim diyen kimsenin imanlı olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir.

Rükneddin Ebu Bekir Muhammed Kirmani Buhari şerhinde diyor ki, ibadetler imandan sayılınca, iman azalır ve çoğalır. Fakat, kalbdeki iman azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış iman olmaz, şüphe [zan] olur. İmam-ı Nevevi inanılacak şeyleri inceleyerek, sebeplerini anlamakla iman artar. Ebu Bekri Sıddıkın imanı ile, herhangi bir kimsenin imanı bir değildir dedi. Bu söz, imanın kuvvetli ve zayıf olmasını göstermektedir. İmanın kendisi azalır ve çoğalır demek değildir. Hasta insanla, sağlam insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığı birdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yoktur.

İmanın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri şöyle açıklamaktadır:
Eshab-ı kiram imana gelince, her şeye topluca inanmıştı. Sonra, zaman zaman birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. İmanları böylece, zamanla çoğaldı. Bu hal, yalnız Eshab-ı kiram içindir. Sonra gelen müslümanlar için, imanın böyle artması düşünülemez.

Sadeddin-i Teftazani
hazretleri buyuruyor ki:
Kısaca bilenlerin kısaca inanmaları, etraflı ve inceliklerini bilenlerin etraflı inanmaları lazımdır. İkincilerin imanları, birincilerinkinden elbet çoktur. Fakat, birincilerinki de, tam imandır. İmanları noksan değildir. (Şerh-i akaid)

İmam-ı Matüridi
hazretleri buyuruyor ki:
İbadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin imanı gitmez.
Ancak farzlara ve haramlara, olduğu gibi inanmak lazımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imanı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.

Abdülgani Nablüsi
hazretleri buyuruyor ki:
Sözün kısası, imanın kendisi azalmaz ve çoğalmaz. İmanın kuvveti çoğalır. İbadetlerin az veya çok olması ile imanın kemali, kıymeti değişmektedir. İmanın azalıp çoğalacağını bildiren âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere böyle mana verilmiştir.
Vehhabilerin ibadetleri kabul edip de, tembellikle yapmayana kâfir, müşrik demeleri, Ehl-i sünnet olmadıklarını göstermektedir. (Hadika)

Muhammed Hadimi
hazretleri buyuruyor ki:
Mutezile [ve vehhabiler], ibadetleri imanın parçası saydı. İbadet yapmayanın imanı yoktur dedi.
İbadetler, imanı olgunlaştırır, güzelleştirir. Ağacın dalları gibidir. İman ibadet yapmakla çoğalmaz ve günah işlemekle azalmaz. İmam-ı a’zam Ebu Hanife ve imam-ı Malik ve imam-ı Ebu Bekir Ahmed Razi ve birçok derin âlimler böyle söylediler. Çünkü, iman tam inanmak demektir. Bunun azalması çoğalması olmaz. Bir kalbdeki imanın çoğalması demek, bunun tersi olan küfrün azalması demektir. Böyle şey olamaz. İman azalır çoğalır diyen Ehl-i sünnet âlimlerinin bu sözlerinin, imanın kendisinin azalıp çoğalması değil, kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevakıf) kitabı açıklamaktadır. Çünkü, Peygamberin imanı ümmetinin imanı gibi değildir. İşittiklerini aklı ile, ilmi ile inceleyenin imanı, işitmekle inananın imanı gibi değildir. [Evliyanın imanı, tasavvuftan haberi olmayanların imanları gibi değildir.] İbrahim aleyhisselamın kalbinin itminan, yakîn hasıl etmesini istediğini Kur’an-ı kerim bildiriyor. (Berika)

İmam-ı a’zam Ebu Hanife
hazretleri buyuruyor ki:
Yerde ve göklerde bulunanların imanları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtminan, yakîn bakımından azalıp çoğalır. Yani, imanın kuvveti artıp azalır. Fakat yakîni, kuvveti hiç bulunmazsa, iman olmaz. (Fıkh-ı ekber)

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki:
İman kalbin tasdiki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, iman olmaz. Buna zan denir. İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır, nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O halde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilası, parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki, cilalı olmayan imanı, iman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, iman bilip, fakat az dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilası çok olup, cisimleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi de, iki ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri, yani sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girmemiştir. (Ebu Bekir’in imanı, ümmetimin imanları toplamından daha ağırdır) hadis-i şerifi, imanın cilası, parlaklığı bakımındandır. (Mektubat, m.266)

İmam-ı a’zam
hazretleri buyuruyor ki:
İmanın artması, devam etmesi, çok zaman sürmesi demektir. İmanın çok olması, inanılacak şeylerin çoğalması demektir. Mesela, Eshab-ı kiram, önce az şeylere inanırlardı. Yeni emirler gelince, imanları çoğalırdı. [Ayrıca zamanla nesh edilen hükümler yüzünden de imanları yani iman edilecek hususları azalırdı. Bu şekilde imanın artması ve azalması, yani iman edilecek hususların artıp azalması sadece eshab-ı kiram efendilerimize mahsus olup, bu da, Peygamber efendimizin ahirete irtihaline kadardır.] İmanın artması demek, kalbde nurunun artması demektir. Bu parlaklık, ibadet ile artar. Günah işlemekle azalır. (Şerh-ı Mevakıf, Cevheret-üt-tevhid)

İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artar ve eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.

Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak gerekir.

Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz.

İmam-ı a’zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a’zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.
Yine buyurdu ki, ameller imandan parça değildir. İman, inanmak demektir. İnanmakta azlık çokluk olmaz. İbadetler, iman olsaydı, iman azalıp çoğalırdı.
 

cüneytkaya

Profesör
Katılım
21 Ağu 2007
Mesajlar
1,681
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Sual: Bazı muteber kitaplarda iman artar diye okuyoruz. İman artar mı?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onlara [iman edenlere],[Düşmanlarınız] “Size karşı bir ordu topladı, onlardan korkun” dediler. Bu, onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler.) [Al-i İmran 173]

(Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.)
[Enfal 2]

(Bir sure inince onlardan
[Münafıklardan] bir kısmı, [alay ederek] “Bu sure hanginizin imanını artırdı?” derler. İman edenlerin ise, [her inen sure] imanlarını artırır.) [Tevbe 124]

(O
[Allah] imanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalblerine güven verdi.) [Fetih 4]

(Cehennemin görevlilerini yalnız meleklerden kıldık. Meleklerin sayısını
[19 olarak] bildirmekle de, inkârcılar için bir fitne [imtihan] yaptık. Böylece inananların imanlarının artmasını sağladık. İnkârcılar “Allah bu misalle ne demek istiyor ki" derler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir.) [Müddessir 31]
Bu âyetlerde imanın arttığı bildiriliyor. İman, belli olan altı esasa inanmaktır. Bu altı esas azalıp çoğalmaz. Âlimler, imanın artması, parlaklığının, nurunun, kuvvetinin artmasıdır diye açıklıyorlar.

Mesela İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat kitabında buyuruyor ki:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, (iman artmaz ve azalmaz) buyuruyor. Çünkü iman, kalbin tasdîk etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehim denir. imanın kâmil veya noksan olması, ibadetlerin çok ve az olması demektir. İbadet çok olunca, imanın kemâli çok denir. O halde, müminlerin imanları, Peygamberlerin imanları gibi olmaz. Çünkü, bunların imanları ibadetler sebebi ile kemâlin tepesine varmıştır. Diğer müminlerin imanları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki iman, iman olmakta ortak iseler de, birincisi, ibadetler vasıtası ile, başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir. (2/67)

Bir hadis-i şerifte, (Ebu Bekr-i Sıddıkın imanı, bu ümmetin hepsinin imanlarının toplamından daha ağırdır) buyuruldu. Bu da, imanın nuru, parlaklığı bakımındandır. Fazlalık, asılda, özde değil, sıfatlardadır. Nitekim, Peygamberler de, herkes gibi insandır. İnsanlık bakımından, arada fark yoktur. Fark, kâmil, üstün sıfatlardan ileri gelmektedir. Üstün sıfatları olmayan, sanki olanlardan ayrıdır. Bununla beraber, insan olmakta hepsi birdir. Aralarında azlık, çokluk yoktur. İnsanlık, azalır, çoğalır denilemez. İmanın doğrusu, kalbin tasdiki, yani inanmasıdır. Zan ve şüpheye, iman denmez. (1/266)

İmam-ı a’zam
hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiram, her şeye topluca inanmıştı. Sonra, zamanla birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. İmanları böylece, zamanla çoğaldı. Bu hal, yalnız Eshab-ı kiram içindir. Sonra gelen Müslümanlar için, imanın böyle artması düşünülemez. (Hadika)

 

Ahi Evran

Profesör
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
1,695
Tepkime puanı
14
Puanları
38
Yaş
45
Ehli sünnet i'tikadimiza göre, iman artmaz ve azalmaz

Emin misin???
Emin misin???
Emin misin???

Emin olmadığını biliyorum, yunusssss!!!!


Ebû Hanîfe dedi ki: "İman artmaz ve eksilmez." (Vasiyet -şerhi ile-, s. 3)

İbn Abdi'l-Berr, Abdu'r-Rezzak b. Hemmam'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ben İbn Cureyc'i, Süfyan es-Sevri'nin, Mamer b. Raşid'in, Sufyan b. Uyeyne'nin ve Malik b. Enes'in:
"İman söz ve ameldir. Artar ve eksilir." dediklerini dinledim." (el-lntıka, s. 34)

Beyhaki, er-Rabi b. Süleyman'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ben Şafiî'yi şöyle derken dinledim:
İman, söz ve ameldir artar ve eksilir." (Menakibu'ş-Şafiî, I, 387)

İman, söz ve ameldir. Artar ve eksilir. (Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel)

MERAK EDİYORUMDA ŞAFİ, MALİK, AHMET, BUHARİ, İBN TEYMİYE GİBİ İMAMLAR "İMAN ARTAR VE EKSİLİR DERKEN" EHL-İ SÜNNET OLMUYORLAR MI???
(Dip Not: "İman artmaz ve eksilmez" İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin görüşüdür, ve bu görüşler içerisindeki en isabetli olanıdır...)

 

cüneytkaya

Profesör
Katılım
21 Ağu 2007
Mesajlar
1,681
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onlara [iman edenlere],[Düşmanlarınız] “Size karşı bir ordu topladı, onlardan korkun” dediler. Bu, onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler.) [Al-i İmran 173]

(Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.)
[Enfal 2]

(Bir sure inince onlardan
[Münafıklardan] bir kısmı, [alay ederek] “Bu sure hanginizin imanını artırdı?” derler. İman edenlerin ise, [her inen sure] imanlarını artırır.) [Tevbe 124]

(O
[Allah] imanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalblerine güven verdi.) [Fetih 4]

(Cehennemin görevlilerini yalnız meleklerden kıldık. Meleklerin sayısını
[19 olarak] bildirmekle de, inkârcılar için bir fitne [imtihan] yaptık. Böylece inananların imanlarının artmasını sağladık. İnkârcılar “Allah bu misalle ne demek istiyor ki" derler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir.) [Müddessir 31]
Bu âyetlerde imanın arttığı bildiriliyor. İman, belli olan altı esasa inanmaktır. Bu altı esas azalıp çoğalmaz. Âlimler, imanın artması, parlaklığının, nurunun, kuvvetinin artmasıdır diye açıklıyorlar.
 

KuTeYBe

Doçent
Katılım
21 Nis 2007
Mesajlar
637
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Arz mesciddir..
Üstelik Dr. Humeyyis Ebu Hanife'nin daha sonra bu görüşten döndüğünü söyler.

Ayrıca Eş'ariler'in tamamı imânın artıp eksileceğini söylerler. Demek onlar da ehl-i sünnetten değil. Hatta İmâm Eş'ari bile. Yine Said Nursî'nin de bir Eş'arî olarak buna tâbi olduğunu biliyordum. (Daha iyi bilenler açıklasın)

Bir kişiyi aklayacağız ve azamlığına laf kondurmayacağız diye bu kadar âlim de harcanmaz ki.
 

Ahi Evran

Profesör
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
1,695
Tepkime puanı
14
Puanları
38
Yaş
45
Bir kişiyi aklayacağız ve azamlığına laf kondurmayacağız diye bu kadar âlim de harcanmaz ki.

İmam-ı Azam Ebu Hanife İmam-ı Azam'dır...
İmam-ı Azam'a toz kondurmam...
İman artar mı artmaz mı, eksilir mi eksilmez mi meselesinde en isabetli görüş
İmam-ı Azam'a aitir, bu diğerlerinin yanlış olduğu anlamına gelmez, zaten gelmediği için diğer imamlarımızın harcanmasına karşı çıkıyoruz...
Ama, İmam-ı Azam'a edebsizce laf konduranın da gözünün yaşına bakmam, isterse bilmem hangi hadis kitabının yazarı olsun, vesselam...
 

KuTeYBe

Doçent
Katılım
21 Nis 2007
Mesajlar
637
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Arz mesciddir..
İmam-ı Azam Ebu Hanife İmam-ı Azam'dır...
İmam-ı Azam'a toz kondurmam...
İman artar mı artmaz mı, eksilir mi eksilmez mi meselesinde en isabetli görüş
İmam-ı Azam'a aitir, bu diğerlerinin yanlış olduğu anlamına gelmez, zaten gelmediği için diğer imamlarımızın harcanmasına karşı çıkıyoruz...
Ama, İmam-ı Azam'a edebsizce laf konduranın da gözünün yaşına bakmam, isterse bilmem hangi hadis kitabının yazarı olsun, vesselam...

Evet Hanefî camiada öyle bilinir. Azam imam Numan bin Sabit'tir. Attar okuduysanız Azam olarak Şafii'yi sayar. Bu aynen Kütüb-i Sitte için Hanefi camiada İbn Mace'nin 6. kitap sayılırken diğerleri için Muvatta'nın sayılması gibi. Yani azamlık dahi görecelidir.

Ebu Hanife için toz mu atmışız ki atılmayacak tozun kondurulmaması konusunda feryat içindesiniz. Biz Ebu Hanife'yi severiz, onu Mürcie'den sayanlara karşı konuşuruz da.

En doğru görüş budur denmez. Biz delillere tâbiyiz. Naslar bize artıp eksildiğini söylüyor. İmam Azam'ın ne yazık ki Mürcie'den sayılma nedenlerinden biri bu. Dr. Humeyyis döndüğünü naklediyor ama bilemeyiz.
 

derinsular

Üye
Katılım
30 Tem 2007
Mesajlar
93
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
bir insanın, imamı azam haretlerini sevip sevmedigini anlamak için imamı azam hazretlerine hitap şekline yani ismini nasıl yazdıgına bakın.

eger ,EBU HANİFE yazıyorsa sevmiyor demktir.onu sevmiyenler İmamı azam demekten çekinirler,yani büyük imam demezler.

ayrıca,iman artmaz ve eksilmez,iman kuvvetlenir ve zayıflar.biz bazı şafi alimlerinden dinledikki iman artar ve eksilir buyurdular ama,açıklamalarını dinledigimizde aynı meseleye geliyor,yani iman artmaz ve eksilmez,iman kuvvetlenir ve zayıflar.
 

Ahi Evran

Profesör
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
1,695
Tepkime puanı
14
Puanları
38
Yaş
45
En doğru görüş budur denmez. Biz delillere tâbiyiz. Naslar bize artıp eksildiğini söylüyor. İmam Azam'ın ne yazık ki Mürcie'den sayılma nedenlerinden biri bu. Dr. Humeyyis döndüğünü naklediyor ama bilemeyiz.

İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi mürcie'den sayan bazı hazımsız muhaddislerdir...
İmam-ı Azam içtihadından dönmemiştir, en azından Hanefi-Maturidi geleneği bu minvaldedir ve döndüğüne dair bir şey nakledilmemiştir, nakledildi ise de rağbet görmediği aşikardır. Nass'lar size artıp eksildiğini söylüyor ama İmam-ı Azam'a söylemiyor öyle mi??? Ya da o hadisler İmam-ı Azam'a ulaşmadı galiba!!! Namaz'da ara tekbirler de ellerin kaldırılacağına dair hadisler bile ulaşırken o hadisler ulaşmayacak, öyle mi??? Evzai bu konuda İmam-ı Azam'dan gereken dersi almıştı sanırım!!! Sizin nass'lar da İmam-ı Azam'ın Hadis Usulünden gereken dersi almış olmasın???Neyse mevzumuz derin, sözü İmam-ı Azam'a bırakalım:

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın artması ancak küfrün azalmasıyla; eksilmesi de küfrün artmasıyla tasavvur olunabilir. Bir şahsın aynı durumda mü'min ve kâfir olması nasıl mümkün olur? Mü'min gerçekten iman eden, kâfir de gerçekten inkâr eden kimsedir. İmanda şüphe olmaz. Zira Yüce Allah "Onlar gerçekten mü'minlerdir."(el-Enfal,4.) ve "Onlar gerçekten kâfirlerdir."(en-Nisa,151.)buyurmaktadır. Hz. Muhammed'in ümmetinden âsi olan kimselerin hepsi gerçekten mü'min olup, kâfir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden ayrı şeylerdir. Mü'minin bir çok zaman bazı amellerden muaf tutulması bunun delilidir. Bu muaflık halinde mü'minden imanın gittiği söylenemez. Âdet gören bir kadın, namazdan muaftır. Fakat, ondan imanın kaldırıldığını, yahut imanın terkedilmesinin emredildiğini söylemek caiz değildir. Şâri' o kimseye "Orucu terket, sonra da kaza et," demiştir. Fakat "İmam bırak, sonra kaza et," denilmesi caiz değildir. Fakirin zekât vermesi gerekmez, demek caizdir. Fakat fakirin iman etmesi gerekmez demek caiz değildir.
(İmam-ı Azam Ebu Hanife, Beş Eser...)
 

((MUHAMMED))

Asistan
Katılım
23 Tem 2007
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İSTANBUL
Web sitesi
ilahiask.forumzen.com
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir.

bu söz herşeyi açıklıyor iman artmaz azalmaz çünkü bir insanın ben Allah'a dün şu kadar inanıyordum bu gün bu kadar inanıyorum biraz daha arttı gibi bir şey mevzu bahis olamaz bile
artan ancak yakin ve tastikdir yani kemalatta artar bu ayrımı iyi yapalım inşaAllah
 

gercek_musluman

Doçent
Katılım
13 Ara 2007
Mesajlar
554
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Ben bunu tam olarak anlayamadım.Yakın ve tasdik yönünden artar nasıl oluyor?kemalatta artması ne demektir?yakın ne demektir hocam?konuyu biraz daha açabilir misiniz?
 

((MUHAMMED))

Asistan
Katılım
23 Tem 2007
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İSTANBUL
Web sitesi
ilahiask.forumzen.com
Ben bunu tam olarak anlayamadım.Yakın ve tasdik yönünden artar nasıl oluyor?kemalatta artması ne demektir?yakın ne demektir hocam?konuyu biraz daha açabilir misiniz?

Yani kısaca ve tek kelimeyle anlatmak gerekirse görür gibi ibadet etmek demektir.Yani sürekli Rabbinizin sizi görüp gözettiğini hatırınızdan çıkarmaddan yaşamak , sizin her davranışınızı kayd eden meleklerin olduğu bilincinin şuurunun tamamen yerleşmesi , ahirette her yaptığımız söz ve fiilden hesaba çekileceğimizin şuurunda olarak hareket etmek demektir. Yoksa imanın esas şartlarında azalma ve eksilme söz konusu değildir. Yukarıda da söylediğim gibi ben Allah'a geçen gün az inanıyordum bu gün biraz arttı demek ne kadar saçmadır değilmi. Zaten imanda zerre kadar şüphe olan kişi iman etmiş olamaz.
O yüzden misal birisi sizi gün boyunca kameraya alsa yalnızken yaptığınız hareketleri terk eder daha ağır başlı ve dikkatli olursunuz ama o kameranın sizi izlediğini unutursanız yanlış yapma ihtimaliniz yüksektir. Ama odanın içerinde kameranın olduğunu biliyorsunuz peki bu kameranın olduğunu bilipte tam olara bu kameraya inancım az veya çok diyebilirmisiniz nasıl bunu diyemezseniz İmanın gerekli şartlarına da inanmanın azalması veya çoğalması söz konusu olamaz çünkü iman şüphe kaldırmaz
imanın gerektidiği şekilde yaşamakta artma azalma olabilir İşte bunda artma ve azalma görülür yoksa mümin bir insanın imanın 6 şartına kesin inanması gerekmektedir anlatılmak istenende bu kast edilmemiştir
biraz karışık mı oldu yoksa anlatabildim mi :)
 

gercek_musluman

Doçent
Katılım
13 Ara 2007
Mesajlar
554
Tepkime puanı
3
Puanları
0
yok,yok.Tam olarak anlatabildin:)kamera örneği çok güzeldi.Saolasın şimdi tam olarak anladım.ALLAH(C.C) razı olsun:)
 

((MUHAMMED))

Asistan
Katılım
23 Tem 2007
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İSTANBUL
Web sitesi
ilahiask.forumzen.com
1-Allah'a
2-Meleklerine
3-Kitaplarına
4-Peygamberlerine
5-Ahiret gününe öldükten sonra dirilmeye
6-Kaza ve KAdere, Hayır ve şerrin Yaratılmak bakımından Allah'tan geldiğine inanmak

Yukarıda imanın6 şartı yer almaktadır, bir insan bu şartlardan birine inanmasa yada şüpheli inansa onnu imanı kabul edilmez zaten. Böyle bir azalma ve artma söz konusu olamaz.
Yani bir insan deseki Melekler kızmı erkekmi dese imanda şüphe olduğundan imanı kabul edilmez tıpkı Hristiyanların imanının kabul edilmediği gibi.

Ama azalma ve artma kısmı ise bu yönüyle değil tamamen kemalatla alakalıdır, yani o kemalat herkeste eşit olmaz birimizin kemalatı diğerinden üstün olabilir, Mesela bir insan yalnızkende , insanların içerisindeki gibi edepli , Allah'ın c.c. onu gördüğünün şuuru içerisinde yaşıyorsa bu kemalat derecesinde üstün demektir.
Bazı Allah dostları vardır yataklarında yatarlarken bile Allah'a c.c. saygı ve edeplerinden dolayı ayaklarını uzatmadan yatanlar var. İşte bu kemalattır yoksa sıradan bir müslümanda Allah'a iman eder, kemalat derecesindeki Allah dostuda Allah'a iman eder.
işte azlık çokluk kemalat bakımından ele alınmalıdır.
 

gercek_musluman

Doçent
Katılım
13 Ara 2007
Mesajlar
554
Tepkime puanı
3
Puanları
0
O zaman şöyle diyelim:RABBİM(C.C) cümle dileyen kullarının kemalatlarını artırsın, imanı ve kemalatıyla ALLAH(C.C)'ın sevdiği kullardan olalım İNŞALLAH.
 
Üst