İmanın artması ve eksilmesi

KuTeYBe

Doçent
Katılım
21 Nis 2007
Mesajlar
637
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Arz mesciddir..
Anlayışa bak çay demle ! Bir insanın Ebu Hanife'yi sevip sevmemesi ona "azam" demeye bağlıymış. Çok ilmî bir söylem. :D İmâm Azam Ebu Hanife Hazretleri sevdiğim biridir. Şimdi de riyâ yapıyorsun denirse hiç şaşmam ya da ikinci basamak: "Bir insanın İmâm Azam'ı sevip sevmediğini onun fikirlerini kabul edip etmemesiyle anlayın! " :D Etmiyorsa anlayın ki sevmiyor. Vay be ! ! !

Gelelim imânın artıp artmaması mevzûsuna:

İmân artar ama bunun kemmiyete dönük(niceliksel) bir artış mı yoksa keyfiyete dönük (niteliksel/ imânın kalitesinin artması) mı olduğu konusunda elimizde delil yok. İmân artar ve eksilir. Muhtemeldir ki Ebu Hanife başlangıçta "İmân artmaz ve eksilmez" derken bunu yaptığı imân tanımıyla da ilişkilendiriyordu. Çünkü imânın artışının amelle gerçekleştiğini "İmân artar ve eksilir" diyenlerin açıklamalarından ve eserlerden anlaşılıyor.

ibn Abdilberr ve Hanefî mektebin büyük âlimlerinden İzz b. Abdisselâm Ebû Hanife'nin daha sonra "İmân artmaz ve eksilmez" görüşünden döndüğünü söylemişler. İnşaAllah öyledir. Allah, İmâm'a cennetini versin (Amin)

bk. et-Temhid, İbn Abdilberr,c.9,s.247
bk. Tahavi Akidesi, s.395

Aktaran için bk. Dört İmâmın İtikâdı,Dr.Muhammed Humeyyis,s.23
 

derinsular

Üye
Katılım
30 Tem 2007
Mesajlar
93
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Anlayışa bak çay demle ! Bir insanın Ebu Hanife'yi sevip sevmemesi ona "azam" demeye bağlıymış. Çok ilmî bir söylem. :D İmâm Azam Ebu Hanife Hazretleri sevdiğim biridir. Şimdi de riyâ yapıyorsun denirse hiç şaşmam ya da ikinci basamak: "Bir insanın İmâm Azam'ı sevip sevmediğini onun fikirlerini kabul edip etmemesiyle anlayın! " :D Etmiyorsa anlayın ki sevmiyor. Vay be ! ! !

biz halen aynı görüşümüzdeyiz.genelde İmamı Azam hazretlerine,sadece ebu hanife diyen saygısızlık ediyor sevmiyor demektir.


İmanın dindeki anlamı, Peygamberimizi (s.a.v) Allah'tan (celle celalüh) getirdiği kesin olarak bilinen her şeyde tasdik etmek ve yürekten inanmaktır. Bunda artma ve eksilme söz konusu değildir. Daha açık bir ifade ile bir kimse iman esaslarının bir kısmına inanıp bir kısmına inanmasa, meselâ imanın esaslarından olan peygamberlere inanıp öldükten sonra dirilmeye inanmasa veya namazın farz olduğunu kabul edip zekâtın farz olduğuna inanmasa bu kimse mü'min olmaz. Böyle olunca imanın artması ve eksilmesi diye bir şey olmaz. Bu noktada imanın gerçekleşmesi için hiç kimse arasında hatta peygamber olanla olmayan arasında bir fark yoktur. Bir kimse ya inanmıştır veya inanmamıştır.


Ancak imanın kuvvetli ve zayıf olması açısından farklılık vardır. Peygamberimizin imanı ile her hangi birimizin imanı kuvvetlilik açısından aynı değildir. İmanda böyle bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:


“Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu, onların imanını artırır (kuvvetlendirir) ve onlar yalnız Rablerine dayanır ve güvenirler.” (Enfal, 8/2.)


İmanın kuvvet ve zayıf kabul edeceğine İbrahim (a.s.)'ı örnek vermek mümkündür. 0, Allah'ın dostu olma şerefi ile şereflenmiş bir peygamber olduğu halde şöyle demişti:

– Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster. Allah ona:

– Yoksa inanmadın mı? buyurdu. İbrahim:

– İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın (için istiyorum) dedi. (Bakara, 260.)


Böylece Hz. İbrahim, görmeden inandığı bu olayı gözleri ile gördükten sonraki imanının daha kuvvetli olacağı ifade edilmiştir.


Peygamberimiz buyuruyor:


“Uyuduğum esnada insanların bana arz olunduğunu gördüm. Üstlerinde gömlekler vardı. Bu gömleklerin kimi memelere varıyor, kimi daha kısa idi. Ömer el-Hattab da bana arzolundu üzerinde bir gömlek vardı ki, onu sürüklüyordu.” Peygamberimize:

– Ey Allah'ın Resûlü, bunu ne ile te'vil (yani tabir) ettin? diye sordular.

Peygamberimiz:

– Din ile cevabını verdi.” (Buhari, İman, 15; Müslim, Kitabu Fedaili's-Sahâbe, 2.)


Peygamberimize rüyada, üzerlerinde değişik uzunlukta gömlek olan insanlar gösterildi. Bu arada Hz.Ömer'in üzerindeki gömlek o kadar uzundu ki etekleri yere sürüyordu. Bunu ne ile tabir ettiği peygamberimize sorulduğunda, bunu din ile dinin kemali ile tabir ettiğini ifade etmiştir. Bu da âyet-i kerimeler gibi imanda kuvvet yönünden herkesin eşit olmadığını göstermektedir.


Diğer taraftan imanın artıp eksilmesi meselesi, ilm-i kelâmda münakaşaya sebep olmuştur. Tartışmalı bir konudur. İman, artmaz eksilmez demişler. İmanın yaptığı iş artar eksilir...


Nasıl ki Allah'ın rahmeti her yere yağan yağmur gibidir; fakat o yağmurdan kimisi kaya gibi az faydalanır, kimisi toprak gibi çok faydalanır, iman da böyledir.


Ameller, imanın rüknü değildir. Yani imanın gücü amellerle ölçülmez. İman, manevî bir değerdir. Tartılmaz. Kimin imanı az, kimin imanı çok bilinmez. Arapçada zahirî, Latincede objektif derler; yani dış görünüş. Arapçada batınî, Latincede sübjektif derler; yani içe ait... İman, sübjektif bir olaydır. İçe aittir.


İman insan içindir. Her insanın fıtratında bir şeye iman etme ihtiyacı vardır. Budistler heykele, Hintliler ineğe, natüralistler tabiata, Müslümanlar Allah'a iman eder.


İmam-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki:


İman kalbin tasdiki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, iman olmaz. Buna zan denir. İbadetleri, Allahü Teâlâ'nın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır, nurlanır, parlar. Haram işleyince bulanır, lekelenir. O halde, çoğalmak ve azalmak; amellerden, işlerden dolayı imanın cilasının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalma olmaz.


Kur'an-ı Kerim'de mealen buyuruluyor ki:


Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: "Düşmanlarınız olan insanlar size karşı bir ordu hazırladı, aman onlardan kendinizi koruyun!" dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." demişlerdir. (Al-i İmran; 173)


"Yeni bir sûre indirildiğinde onlardan (münafıklardan) bir kısmı, (alay ederek); "Bu sure hanginizin imanını artırdı acaba?" diyerek vahyi küçümserler. Ama bu, iman edenlerin imanını, yakînini artırır ve onlar sevinip birbirlerini müjdelerler." (Tevbe; 124)


İlim, er geç insanı imana götürür. İman, insanı ilimle meşgul olmaya zorlar. Diyorlar ki; "Biz menfaatimiz için ilim tahsil ettik. O ilim bizi Allah'a götürdü." Volter diyor ki; "Allah inancı olmasa pek çok şeyi anlayamayız, anlatamayız. Mesela etten yapılan beyin, nasıl problem çözüyor?" Anlıyoruz ki iman, ilimle bütünleşirse daha iyi anlaşılır. Bir tıp öğrencisi insan vücudunu öğrenirken iki türlü düşünür.


1) Benim vazifem, insan vücudunu öğrenmektir.


2) Bu insanın vücuduna telefon telleri gibi sinirleri, su şebekesi gibi kan damarlarını döşeyen Allah'tır.


İşte böyle düşünceler imanı yüksek mertebelere ulaştırır. İman aynen duruyor amma, boyut değiştiriyor.


Su, her yerde su... İnsan vücudunda akan kanın çoğu su, ağacın gövdesinde dolaşan, su. İçtiğimiz su, su... Denizler, su. Fakat tesirleri başka başka.


Tefekkür, fikir demektir. Yani düşünmek... Bizim her hücremizle tek tek uğraşan Allah'tır.


Tefekkürün imana çok katkısı vardır. İnsana Yaratan'ı buldurur.


Haramlar 'is'e benzer. Nasıl ki is, ampule yapışa yapışa ışığın dışarıya çıkmasına engel olur, haramlar da kalbe yapışa yapışa imanın nuruna engel olur. İbadet, imanı korur. İbadeti, lambanın camına benzetebiliriz. O cam kırılırsa lamba söner...


İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?


Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye ayırmışlardır:


1- Taklidî îman, 2- Tahkikî îman...


Taklidî İman: Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şüphe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:


Tahkikî îman ise: İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir. Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç kısma ayırmışlardır:


1 - İlme'l-yakîn mertebesi: İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır.


2 - Ayne'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi... İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir.


3 - Hakka'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.
 
Üst