Îman Vasfı, İnsanlık Haysiyeti: HELÂL HASSÂSİYETİ

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
“Kıyâmette insana sorulacak ilk dört sualden biri şudur: «Malını nereden kazandın, nereye harcadın?»”
(Tirmizî, Kıyâmet, 1)


HER NİMETİN HESABI VAR


Bir mü’min, aklından hiç çıkarmamalıdır ki; bu dünya bir imtihan dershânesi, kendisi de bu dershânede imtihana tâbî tutulan bir kuldur.

Dünya ve içindeki her şeyin insana müsahhar kılınması, yani insanoğlunun emrine âmâde kılınması, onun hizmetine verilmiş olması da bu imtihan sebebiyledir. Aksi hâlde, dünya ve nimetleri insana hudutsuz, hesapsız verilmiş değildir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

İnsanın nâil olduğu bütün nimetlerden hesaba çekilecek olması, imtihanı itibariyledir. Cenâb-ı Hak, insanı sâir mahlûkattan ayırıcı husûsiyetlerle donatmış ve onu birtakım emir ve nehiylerle mükellef yani sorumlu tutmuştur.



MÜKELLEFİYET

Mü’min, mükelleftir. Yani, mes’ûliyet hissi içerisinde hayat sürmek durumundadır. Mükellefin, yani ilâhî sorumluluk altındaki kulun, her amel ve davranışının bir hükmü ve neticesi vardır: Farz, sünnet, müstehap, haram, mekruh, şüpheli, mubah, helâl... şeklinde, Kur’ân ve sünnetin tayin ettiği bu hükümler, bir mü’minin hayatına istikamet veren levhalar mesâbesindedir.

Bu levhaları gözeten, hayatını ilâhî îkaz ve işaretlerle yaşayanlar; yolun sonunda Allâh’ın izniyle ebedî rahmete, cennete vâsıl olurlar. Bu îkazlardan gaflete düşen, hırs ve tamaha düşerek ilâhî talimatları görmezden gelenler ise; dünya hayatında trafik kurallarını hiçe sayanların can ve mal kaybına yol açan kazalara uğradıkları gibi, dünyada da âhirette de en büyük ziyana düşerler.

Bilhassa içinde bulunduğumuz âhirzamanda; hevâ ve heveslerinin zebûnu olmuş nâdanların ortaya attığı; «Bırakınız yapsın! Bırakınız geçsin!» sözüyle hulâsa edilen, özü itibarıyla; «Altta kalanın canı çıksın!» acımasızlığının mahsulü olan gaflet ve zulüm cereyanları içinde, insanoğlu âdetâ hayvanat gibi hudutsuz, hesapsız bir hürriyet ile yaşamaya çağrılmakta... İnsanoğluna; «Dilediğin gibi kazan, dilediğin gibi harca!» denilmekte...

Hâlbuki âyet-i kerîmede buyurulur:

BAŞIBOŞ DEĞİLSİNİZ!

“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâmet, 36)

Allâh’ın lutfettiği sevk-i tabiîlerle hayatını sürdüren sâir mahlûkat için, mükellefiyetler yoktur. Onlar için; cennet gibi bir mükâfat, cehennem gibi bir cezâ yurdu olmadığı gibi; emirler, yasaklar, tavsiyeler ve sakındırmalar da bulunmaz. Zira onlar sadece insana ilâhî azameti telkin edici birer hizmetkâr olarak âmâde kılınmışlar ve bu vazifeleri de âdetâ otomat bir şekilde devam hâlindedir.

İnsan ise, mükerrem; yani değerli, şerefli bir varlıktır. Bu şeref de ilâhî bir lütuftur. Bu kıymet ve şerefi muhafazanın tek yolu, insanın ilâhî talimatlar içerisinde yaşamasıdır.

İnsan; başıboş mahlûkat gibi nefsinin hoyratlığına dûçâr olur, hevâ ve hevesinin peşinde sürüklenirse, bünyesinde bi’l-kuvve / potansiyel hâlde bulunan şeref ve kıymeti hebâ etmiş, âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

«İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar.» (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin ifade ettiği derekeye düşmüş olur. Demek ki helâl ve haramı gözetmek, ilâhî talimatlara riâyet içinde yaşamak; insanlık haysiyet ve şerefini korumaktır.

İnsanoğlu; dünyada hayatını sürdürmek, kendisinin ve ehlinin ihtiyaçlarını karşılamak için, gayret gösterir. Eker-biçer, alır-satar yahut başkasına ücretle çalışır ve sâir kazanç vesileleriyle hayatını kazanma gayreti içinde olur. Eline geçen imkânları da kendine ve çevresine harcar. Yer, içer, satın alır, istihdam eder...

Her iki yönde de, yani kazanırken de harcarken de nefsinin değil, Allâh’ın hoşnutluğuna riâyet etmesi, helâl-haram hudutlarına ileri derecede ihtimam göstermesi gerekir.


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ


ALLAHA EMANET OLUN
 

_Berceste_

bir tutam delilik...
Katılım
21 Eyl 2010
Mesajlar
6,798
Tepkime puanı
1,525
Puanları
0
ALLAH razi olsun abla..devamini bekliyoruz
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
BİLHASSA YİYİP İÇTİĞİNE...

Gıda, insanın en tabiî ihtiyacı. Anne karnında, annenin yediği gıdaları kordon vasıtasıyla alan insan, doğduktan sonra da anne sütü ve anne-babasının ikramlarıyla karnını doyurur. Ömür boyu vücudunun beslenme ihtiyacını karşılamaya devam eder.


Cenâb-ı Hak bu ihtiyacın karşılanmasındaki ilâhî ölçüleri bildirerek âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah’tan korkun!” (el-Mâide, 88. Bkz. en-Nahl, 114; el-Enfâl, 69)

Birçok âyet-i kerîmede, yenmesi, içilmesi haram olan maddeler sayılmış; ticarî hayatta yetim malını haksız sûrette yemekten, fâizden, kumardan her türlü haksız kazançtan uzak durulması emredilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan Ashâb-ı Kehf’in kıssasında, helâl hassâsiyetinin güzel bir nümûnesi vardır:

Îmanlarını muhafaza gayretiyle hicreti tercih eden ve sığındıkları mağarada, fevkalâde bir ilâhî kudret ve sıyânete mazhar olarak 309 sene sâlimen uyutulan Ashâb-ı Kehf; uyandıklarında içlerinden birini çarşıya yollarlar ve ona şöyle tembihte bulunurlar:

“(O gönderdiğiniz kişi) baksın, (şehrin) hangi yiyeceği (maddî-mânevî açıdan) daha temiz ise size ondan erzak getirsin.” (el-Kehf, 19)

Bu âyet-i kerîmede; bilhassa küfür ve gaflet diyarında yaşayan kimselerin, helâl-haram dikkatinde göstermeleri gereken ihtimam ne güzel ifade edilmiştir.

İlk vahyedilen âyetler arasında yer alan;

“(Maddî-mânevî) pis ve murdar olan her şeyden kaçın!” (el-Müddessir, 5) emr-i ilâhîsine, bütün hayatında en ulvî ölçülerde riâyet eden Fahr-i Kâinât Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbının hayatları, yenilip içilen şeylerin helâl ve temiz oluşuna dikkatin en müstesnâ misalleriyle doludur.

Şu hâdise, Efendimiz’in bu hassâsiyetteki yüce mevkiini göstermesi açısından ibretâmizdir:

Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve selem

bir cenaze teşyîinden dönüyordu. Bir sahâbi hanım, hizmetçisini göndererek Efendimiz’i, evlerine yemeğe davet etti. Efendimiz de ashâbıyla birlikte icâbet etti. Yemek getirildi, Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve selem

Efendimiz elini yemeğe uzattı, sofradakiler de yemeye başladılar. Fakat bir de baktılar ki Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve selem

lokmayı ağzında çeviriyor, fakat bir türlü yutmuyor. Bir süre sonra Peygamber Efendimiz bu davranışının hikmetini açıkladı:

«−Bu, sahibinin izni olmadan alınmış bir koyun etidir.»

Derhâl sofra sâhibesi çağırıldı. Sahâbî hanım gelip hâdiseyi şöyle îzâh etti:

«−Ya Rasûlâllah! Bir koyun satın almak üzere Bakî tarafına adam gönderdim ancak bulamadılar. Komşum bir koyun satın almıştı, ona haber gönderip koyunu ücreti karşılığında bana vermesini istedim. Fakat komşumu evinde bulamadık. Bunun üzerine, onun hanımına haber gönderdim, o da koyunu bana verdi.»

Hâdiseyi dinleyen Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve selem

«−Onu esirlere yedir!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)

Bu hâdisede ne büyük ibretler vardır. Sonradan gelmesi kuvvetle muhtemel olan izin ve helâlliği yeterli bulmayan Efendimiz; sahibinin gönül rızâsı tam olmadığından, o ikramı hem kendi yememiş, hem de diğer mü’minlere revâ görmeyerek, gayrimüslim olan esirlere verilmesini emretmiştir.

Çünkü zâhirî olarak, yenilip içilen gıdalar, insana enerji olurken; mânevî olarak da o gıdaların tesiri, vücut ve ruh üzerinde hüküm sürer.



HELÂL FEYZ VERİR,

HARAM AZDIRIR.

Helâl ve mânen tertemiz olan gıdalar, kişinin mâneviyâtını ve feyzini artırır, ibâdetlerin huşûunu çoğaltır, rûhu zindeleştirir.

Haram, şüpheli, şâibeli gıdalar ise; bedeni hantallaştırır, mâneviyâtı söndürür, kasvet ve gaflet verir, azdırır.

Günümüzde bin bir türlü teknikle, eşyayı olduğundan farklı, daha iyi, daha güzel, daha kıymetli gösteren reklâmların câzibesi kullanılarak; erkeklerin yapacağı işlerde istihdam edilen gösterişli kadın tezgâhtarların müşteri üzerindeki tesiri istismar edilerek; daha pek çok şüpheli, netâmeli, şâibeli yollarla kazanılan kazançlar ve bunların ibâdet hayatımıza tesirleri üzerinde derin derin düşünmek gerekir.

Efendimiz; ashâbının ikramını hangi yoldan temin ettiğini böyle araştırırken, besmeleli mi, besmelesiz mi, abdestli mi abdestsiz mi, ne olduğu belirsiz kişilerin kestiği, hazırladığı gıdaları rahatça sofraya koymak elbette dikkatsiz ve hassâsiyetten uzak bir davranış olacaktır.

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ


ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Kalbinin tasfiyesine, rûhunun inkişâfına gayret eden bir kimse, Allah Rasûlü’nün sergilediği dikkat ve rikkati göstermelidir. Ashâb-ı kirâmın bu hususta gösterdiği hassâsiyetin sayısız misâlinden biri şöyledir:

CANIM PAHASINA!

Bir gün Hazret-i Ebûbekir radiyallâhu anh Efendimiz, bir hizmetçisinin getirdiği yemeği yedi. Ancak hemen akabinde öğrendi ki, o kişi, getirdiği yiyeceği, geçmişte yaptığı bir kehânetin karşılığında almış. Derhâl hiç tereddüt etmeden parmağını boğazına attı, bütün meşakkat ve eziyetine rağmen yediklerini çıkardı. Kendisine;

“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:

“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Haramla beslenen vücuda cehennem daha lâyıktır»” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26) Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebûbekir ve onun gibi, bu güzel haslete sahip kimseleri medhederek;

“Her kim Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” mealindeki âyetleri inzâl buyurdu. (en-Nâziât, 40-41; Kurtubî, XIX, 135)

Bu hasletlere sahip olmakta, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi sallâllâhu aleyhi ve selem Efendimiz ve sahâbe-i kirâmı takip eden Hak dostları da; kalp tasfiyesinin en mühim şartlarından olan helâl lokma meselesine büyük ehemmiyet göstermişlerdir.

Avamdan havâssa, havastan ehassü’l-havâssa bu dikkat derecesi derinlik kazanır. İnsanı ateşe yuvarlayan haram uçurumlarının civarına yaklaşmamak için, şüpheli şeylerden de îtinâ ile kaçınılır (verâ) ve helâllerden istifâde husûsunda da kifâyet miktarına riâyet edilir (riyâzat).

Zira mânevî tekâmül seviyesince, dikkat ve îtinâda derinlik meydana gelmelidir. Fıkhın, umuma hitap eden ölçülerinden daha ileriye, havas ölçülerine riâyet gerekir. Bu takvânın gereğidir. Nitekim hadîs-i şerifte;

“...Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terk ederse, haramlığı belli olan şeyi daha çok terk eder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cüretkâr olursa, haramlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.” buyurulmuştur. (Buhârî, Buyû, 2)

Bu hassâsiyetin ibretâmiz bir misâlinin Abdulhâlık Gucdüvânî Hazretleri ile mânevî mürşidi Hızır aleyhisselam arasında geçtiği rivâyet olunmaktadır.

Hızır aleyhisselam, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemeği yememiş ve sofradan çekilmişti. Hazret, hayret içinde sordu:

“−Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?”

Hızır aleyhisselam ise şu cevabı verdi:

“−Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.”

Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdalara karşı takınmamız gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Çünkü, her şeyde müsbet veya menfî mânevî enerjiler vardır. İnsanın; müsbet enerjileri, yani feyiz, bereket ve rûhâniyeti celbedecek; diğer taraftan da menfî enerjileri, yani kasvet, gaflet ve hodgâmlık gibi tesirleri def edecek tedbirleri alması gerekir.

Günümüzde maalesef açıkta satılan, şekli ve kokusu ile birçok muhtaç ve mahrumun göz hakkı kalan, ayrıca nasıl pişirildiği bilinmeyen yiyeceklerin mânevî bünyemize olan zararları, ekseriyetle düşünülmemektedir. Hâlbuki aldığımız gıdanın kaderi, yani onu elde edişteki mânevî keyfiyet, hissiyâtımızı tesiri altına almaktadır. Günümüzdeki psikiyatrik rahatsızlıkların sebeplerinden biri de, bu gıdalardan gelen menfî enerjilerin tesiridir.

Bu tesirin ehemmiyetine dikkat eden ecdadımız, vitrine konan malları almaktan ve satmaktan kaçınırlardı. Vitrinde arz edilen bir gıda maddesinde; kim bilir kaç yetimin, garibin, öksüzün takılıp kalmış mahzun nazarları vardır, diye düşünürlerdi. Yine bu hassâsiyetle lokantalarda, sokaktan gelecek bakışlara bir perde olurdu. Pişirilmek üzere fırına götürülen baklava-börek benzeri şeylerin üzeri bir bezle kapatılırdı. «Kokusunu duyacak, hakkı geçer.» diye fırıncıya da verilmesi tembih edilirdi. Evde et pişirilirse; «Kokusu gitti, hakkı var.» diye komşuya da gönderilirdi.


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ


ALLAHA EMANET OLUN
 
Üst