İlginç Bir Diyalog

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Arabamla çarşıya çıkmıştım. Niyetim üstüme başıma birkaç elbise alıp eve dönmekti. Arabamı tenha bir yere park ettim. Tam kapısını kapatıp arkamı döndüğüm sırada koluma yaşlı bir adam yapıştı. Tepeden tırnağa üstü başı dağınık olan bu adamın bitlenmiş olabilme ihtimali beni ürpertti.

'Ne istiyorsun dayı?' diye sordum. Soruma cevap alamadan bana direk şu soruyu yöneltti;

- Yakışıklı delikanlı, söyle bana; Yunus Emre 'Herkes adam ben yaman, herkes buğday ben saman' derken, Charles Bukowski niçin 'Kuşkusuz ki en büyük ön yargı; etrafımızdaki herkesi insan sanmamızdır' demiş?

- Birisi maddeci, öbürü ruhçudur da ondan, dedim.

- Peki bunlar neye muhtaç? diye soruyu yeniledi.

Bu soru karşısında biraz afalladıktan sonra 'nasıl yani?' deme acizliğine düştüm.

- Nasıl yani?

- Maddeci iç huzura muhtaç, ruhçuda maddeye muhtaçtır.

- Peki çare ne?

- Maddeci ile ruhçuyu çatıştırmak yerine bu ikisini barıştırmak.

- Bu barış nasıl olacak?

- Görev taksimiyle; ikisi de birbirine saygı duyacak ve işini yapacak.

Sohbetimizi koyulaştırmak için Haliç'in kenarında bir bankın üzerine oturduk. Niyetim bu fakir adamın iç dünyasını mümkün olduğunca deşelemekti. Hemen soru yağmuruna devam ettim.

- Dayı söylemesi kolay. İyi hoş dersin de bu görev taksimi nasıl olmalı?

- Sağlıklı olmalı. Tıkpı evlilikte olduğu gibi anlıyarak ve anlaşarak. Bu ikisi önce yalnız olamıyacaklarını anlamaları gerek.

- Haklısın yalnız olunmuyor. Bunu gördük ve anladık diyelim. Peki anlaşma nasıl olacak?

- Görev taksiminde anlaşacaklar. Yani ruhçu, maddeciyi ıslah edecek. Özünde olan yabaniliği manayla tatmin edecek. Bu tatmin içinde vicdanını şekillendirecek. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretecek.

- Peki bu öğretme işinde neyi kullanacağız?

- Yalanı..!

- Ne?! Yalanı mı? Sen ne diyorsun dayı?

- Evet, niye şaşırdın? Yalan hakikatin zıddıdır. Her şey zıddıyla bilinir. Yalan olmadan hakikati hissettiremezsin. Çünki hakikat kelimelerin ötesinde izah edilemez bir hissiyattır. O hissiyatın oturması için yalana ihtiyaç vardır. Örneğin; çocuklarımıza masal anlatırız değil mi? Bunu niçin yaparız? Büyüyünce doğru ile yanlışı ayırd etsinler diye. Kısacası tarif edilemez bir hissiyatın oturması için yalanı kullanırız. Ruhçunun görevi budur işte. Bu konu tasavvufta nefis terbiyesi olarak zaten işleniyor. İç dünyamızda olan bu iş, toplum planında bile böyledir. Doğu ve batı medeniyeti diye ikiye ayrılan dünya bunu anlarsa savaşlar bile biter. Muhtaç oldukları şeyin birbirlerinde var olduğunu anlayıp barışmak ve anlaşmak zorundalar.

Yaşlı avârenin bu sözlerinden sonra boş olmadığını anladım. Bakışları içimi deliyor. Davudi ses tonu sanki yüreğime işliyordu. Kendimi bu adama kaptırmamak için inatla direnmeye devam ediyorum! Soru yağmuru bitmemeliydi;

- Öyle diyorsun da maddeci, ruhçuyla barışmaya razı olur mu sence?

- Olmaz elbette. Zira ruhu inkar etmiş. Bu inkar bir tepkidir. Madem ki tepki var, etkiyi inkar niye? Örneğin yağmurda ıslanmamak için şemsiyenin altına gireriz. Bu bir kaçıştır. Şemsiye ne yapıyor? Yağmura karşı direniyor. O halde şemsiye inattır. Bu inadın altına sığınmadan 'yağmur yok ki' hissini tadamaz insan. Sahte bir huzur diyelim biz buna.

Bu cevap karşısında 'bu adam kalbimi okuyor olsa gerek. İnat ve soru yağmuru üzerinden niçin cümle kurdu?' diye içimden geçirdim. Bunun böyle olduğunu anlamamış gibi yapıp soru sormaya devam ettim;

- Tamam dayı, inadı anladık. Peki o halde bu ruhçu adamı, maddeci adama nasıl kabul ettireceğiz, sen asıl bunu bana anlat?

- Evlat sen hiç ava gittin mi?

- Evet..!?

- Ne avlıyorsun?

- Keklik avı, yani keklik avlarım.

- Peki kekliği nasıl avlıyorsun?

- Özel yetiştirdiğim dişi bir keklik var. Bu dişi keklik, yabanda gezen erkek keklikleri çıkardığı seslerle kendisine çekiyor. Böylece istediğim yere gelen keklikleri avlıyorum.

- Hmm, bu dişi keklik, avlamak istediğin keklikleri kendisine çekiyor dedin, güzel.. Bir şeyin bir şeyi çekmesi için birbiriyle bağlantısı olması gerek değil mi?

- Doğru dersin dayı.

- Bağlantı olmadan hiç bir şey istenilen bir yere çekilemez değil mi?

- Aynen öyle.

- Başta ne demiştik evlat?

- ???

- Maddeci; ruhu inkar eidyor ve bu yüzden de ruhçuyu kabul etmiyor, demiştik. Maddeci, hakikat ile arasında ki bağlantının farkında değil.

- Evet. Öyle olsa gerek.

- O halde bu bağı kullanarak ruhun varlığını farkettirmemiz lazım.

- Nasıl yani?

- Bak güzel evladım. Dış bedenlerimizin şehevi arzuyla birbirine iştahlanması gibi ruhlar da hakikate iştahlanır. Hep tarif edilemez hakikati arar durur. Bu arayış sanata, şiire yansır. Sanat adamı hakikati çıplaklıkla tarif etmeye çalışır. Çünki hakikatin üstü örtülüdür. Bir nevi örtüyü yırtıp atarak bunu aradığını ima eder. Ruhun hakikate olan şehvetini böyle tarife kalkar. Farkında olsun olmasın. Bunu anlamak gerek. Tarif etmeye çalıştığı şeyin o olmadığını da bilir ama elinden başka bir şey gelmiyor. Elle tutulamıyan mana, maddeyle başka nasıl tarif edilebilir ki? Tarif eder gibi uğraşarak bir şeyler yakalamaktır gayesi. Semboller kullanır. Her nesnenin manayla olan girift ilişkisini çözümlemeye çalışır. Ortaya bir sanat eseri çıkar. Buna bakan diğer ruhlar onda bir şeyi sezgiler. Ruhlar hakikate olan şehvetlerini o şaheserde tatmin etmeye çalışır. Doymasa da bundan bir neşe alır. Gerçek sanat adamı bu noktayı anlayıp ortaya bir şey koyabiliyorsa onun sanatı tutulur ve klasikleşir. Tutulan sanat eserlerine bakarsan bu izleri görürsün. Ruhu ve onun hakikate olan şehvetini kabul etmeden sanat icra edilemez. Edilse de sanat olmaz. Bu manada her sanatçı kendi sanatıyla aslında bir rüya tabircisidir. Ruhun anlam veremediği karışık rüyaları tabir eder..

Bu sözler üzerine hemen ayağa kalktım ve 'dayı bir sus hele' dedim.. Sustu.. Sanatı bu şekilde tarif eden başka biri olmuş mudur acaba, diye geçirdim içimden. Müthiş şeyler söylüyordu..

Birden ayağa kalkmamı yanlış anlamış olabileceği aklıma geldi ve yarı küstah yarı utangaç bir tavırla konuşmaya devam ettim;

- Dayı yanlış anlama. Şu son dediklerini içime sindirmek için böyle tepki verdim..

Saçlarımı ovuşturduktan sonra ellerimi cebime sokarak Haliç'in kenarına doğru yavaşca yürüdüm ve kenarda durdum. Dayı arkamda oturuyordu. Gözlerim karşı kıyıları süzüyor. Yüzümde ki ifade; arkasında duran orduya güveni tam, düşman kuvvetlerini süzen bir komutan gibiydi. İşin komik tarafı ben bunun da farkındaydım. Aklımdan bir an 'muhtemelen Fatih'de tam buradaydı ve bizans surlarını böyle süzüyordu' diye geçirdim. Peki bu hayalin içinde arkamda kalan bankta oturan adam kim? Kendi kendime 'acaba Akşemsettin ve Fatih arasında böyle konuşmalar geçmiş midir?' diye düşündüm.

***

Hafif uzağımızda birisi martılara ekmek atıyor. Ekmek atan adamı gören martılar adamın durduğu noktaya doğru üşüşüyordu. Bu manzaranın neşesi içinde bankta oturan esrarengiz dayıya döndüm ve dedim ki;

- Kuşlara bak dayı. Ne kadar özgürler değil mi?

Ummadığım bir cevap aldım ama nedense buna da hiç şaşırmamıştım;

- Senin avda kullandığın dişi keklik ne kadar özgürse bu kuşlar da o kadar özgür?

- Nasıl yani dayı, özgürler işte?

- O gördüğün kuşları özgür sanıyorsun ya! Onların doğal yaşam ortamını ellerinden almışız. Elimize avucumuza bakar hale getirmişiz. Dilenci etmişiz onları. Tıpkı birbirimize yaptığımız gibi. Özgürlük buysa diyecek bir şey yok evlat!

Bu adam boş değildi. Hayatın gerçeklerine bambaşka bir gözle bakıyordu. Kim olduğunu merak ediyordum ama sormaya korkuyordum. Bunu sorduğum zaman basitleşeceğimi düşünüyordum. Çünki içimi delen bakışları bana bu duyguyu veriyordu..

Bir süre İstanbul'un sesini dinledikten sonra dayının yanına oturdum. Derin bir nefes alarak 'hazırım, devam anlatabilirsin' dercesine kendimden eminmişim gibi dayının gözlerine baktım. Anlatmaya devam etti;

- Neyse ana konumuza dönelim. Başta keklikleri avlarken gizleniyorum demiştin evlat. Sen niye gizleniyorsun?

- Keklikler beni görürse gelmezlerde onun için.

- Demek ki sen gizlenmek zorundasın. Zira sen av değil, avcısın.

- Evet

- Yani tuzak kurucusun?

- Evet ama bu tuzağı kurmamın bir sebebi var?

- Nedir sebebi evlat?

- Karnımı doyurmak için yapıyorum bunu.

- Yani kendin için bunu yapıyorsun. Avının açlığı umurunda değil öyle mi?

- Öyle, evet, ama bu işin kuralı böyle.

- O halde sende yalancısın. Zira her tuzak kurucu bir nevi yalancıdır.

- Aslında doğru söylüyorsun. Evet, yalancıyım..

Dayı beni istediği noktaya getirmişti bile. Resmen beni, düzenbaz bir yalancı olduğuma inandırmıştı. Çaresiz bir hal içinde ilginç bir neşe yaşıyorum desem inanır mısınız? Tuhaf bir duygu. Daha önce hiç yaşamadığım bir duygu.

Dayıyı dinlemeye devam ediyorum;

- Evlat, yalan rüzgarı olmadan hiç bir yaprak yerinden oynamıyor. Bu gördüğün madde alemi tepeden tırnağa yalandan ibaret. En hakiki gerçek sandığımız şu varlık alemi aslında yalanın ta kendisi. Sen sanıyor musun ki yalan içinde hakikatin tarifi yapılabilsin? Mevlana, hakikat sırları hakkında; 'yazmaya kalktım kalem kırıldı' diyor. O da yalan hikayeleri kullanmış. Hakikati tarif için elimize yalandan başka bir malzeme yok malesef..

- Peki hiç mi gerçek yok?

- Bu dünyada gerçek yok, hakikate çeken yalan tuzakları var.

- Peki hakikat adına gerçek olduğuna inandıklarımız nedir?

- Hakikat adına gene aynı hakikatın anlattığı masallardır. Evlat anlamıyor musun sen? Birisinin yalanına uyduk, hakikat aleminden kovulduk. Şimdi de başka yalanlarla ana yurdumuza davet var. Keklik dedik, tuzak dedik. Sadece arada bir fark var. O da avcının bize göstereceği merhamettir. Kuşlara bakıp ''özgürlük budur'' diyen sen değil misin? O kuşların özgür olmadığını anlattım sana. O kuşlar değil midir ki kendisini ana yurdunda sanır. Oysa öz yurdundan kopmuşlar. Bizim elimize bakan kul olmuşlar. Bu kuşların ana yurdu şehir değil, doğadır. Adalet odur ki bu kuşları tuzak kurup yakalamak ve ana yurtlarına salmaktır. Adaletin başta kullandığı metod yalan da olsa sonuç hakikat olduğu için o başta ki yalan ana hakikatin içindedir. Başka yolu yok. Bunu böyle anla..

- Dayı sen ne diyorsun? Bak bu dediklerini başkaları duysa bunları yanlış anlarlar.

- Yanlış anlaşılacak bir şey yok. Tam da anladığını diyorum. Benim kaç defa derim yüzüldü, kaç defa başım vuruldu sen biliyor musun? Hakikat adına bazan Hallaç oldum, bazan Nesimi oldum geldim. Yalan ise Molla Kasım oldu, Abudlvahhab oldu hep kanımı akıttı. Ama beni anlamadı, bilemedi. Bana bıçak vuran kendine vurur. Kanımı akıtan kendi kanını akıtır. Ama ben tekrar tekrar gelirim. Ete kemiğe bürünür gene gelirim. Kimse susturamaz beni. Yalanı sonunda katledecek olan gene benim. Aynayı kıracak olan gene benim. Yalan beni katledemez delikanlı. Yalan dahi kulumdur, kölem, itim köpeğimdir benim. Bazan bir çiçek yaparım onu, bazan bir kar tanesi. Yalanın ne olduğunu anlayın diye durmadan aslına çevip durmaktayım bunları. Her doğan günle yeni yalanlar tertip ederim ben..

...............

DostunDostu
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,880
Tepkime puanı
2,060
Puanları
113
Konum
Mars
Güzel bir yazı olmuş... madde ile mana katılmadığın noktalarda var tabi...
 
Üst