İctihad ve mezhebler 1

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
İctihad nedir, müctehid kime denir?

Günlerdir; İslamın anayasası olan Kur’an-ı kerimin esas muhatabının, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam olduğunu, gerçek tefsirini ancan onun yapacağını bildirdik. Peki, Kur’an-ı kerin tefsiri, açıklaması olan Hadis-i şerifleri anlayabiliriz miyiz, bunlarla amel edebilir miyiz?
Bu da mümkün değil, çünkü Nasıl ki, Kur’an-ı kerimin muhatabı Peygamber Efendimiz ise, Hadisi şeriflerin de muhatabı Eshab-ı kiram ve islam hukukçusu olan müctehid alimlerdir.Şimdi ictihad nedir, müctehid nedir, biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum.
Bilindiği gibi, edille-i şerriyye yani dinimizin kaynağı dörttür. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Sünnet (hadis-i şerifler), İcmaı ümmet ve Kıyas-ı fükahadır. Sünnet, icma ve kıyas, Kur'an-ı kerimde bulunmıyan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını, Kur'an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için, İcma var ise, öyle yapılmasını bildirir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir.
Büyük âlim Muhammed Hadimi hazretleri Berika kitabında buyurdu ki:“Edille-i şerıyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhebden birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nasstan (ayet ve hadisten) hüküm çıkaramaz. Bunun için, bir mezhebin bir hükmü, nassa uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü Nass, ictihad isteyebilir, tevili gerekebilir, neshedilmiş olabilir. Bunu da ancak müctehid anlar.”
Dini bozmak, dinde reform yapmak istiyenler, dinimizdeki dört delilden ikisini inkar edip sadece "Kitab ve sünnet" diyorlar. Hatta bazıları, son zamanlarda daha ileri gidip, sünneti de kabul etmiyorlar. Tek kaynak Kur’an diyorlar. Bunların asıl maksadı Kur'an-ı kerimi inkardır. Edille-i şerıyyeden, dindeki dört delilden üçü inkar edilince, herkes kendi anladığını doğru kabul edecek, herkesin anladığı din olacak.
Böylece insan sayısı kadar din meydana gelecek. Bir kargaşa yaşanacak. Maksatları İslâmiyeti yıkmaktır. Fakat buna muvaffak olamıyacakları Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Mealen “Onlar, ağızları ile Allahın nurunu (Allahın dinini, kitabını, delillerini) söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır” buyuruluyor. (Saf 8)

Mezheblerin kaynağı olan kıyas


Ehli sünnete göre mezhebler, dinin dört kaynağı olan Kıyas üzerine bina edilir. Kıyas, birşeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkhta, nasstan(Kur’an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden) anlaşılamıyan birşeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir.
Kıyas, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, İmran suresinin 108. ayetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, “Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmiyen, doğru yoldan saparak bid'at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer” buyuruyor.
Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) ayet-i kerimesine, “Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin” manası verilmiştir. Bu ayet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği, Beydavi tefsirinde yazılıdır.
Araf suresinin, “Allahü teâlâ, rüzgarı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgarlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız” mealindeki 57. ayet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu ayette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir.


Kıyası, ictihad yapma yetkisi olan müctehidler yapabilir.

İctihâd, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihâddan maksat, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, mânaları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı şer'ıyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükmler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir.
Meselâ anaya, babaya itaati emreden âyet-i kerimede,”Onlara, öf sıkıldım demeyin!” buyuruluyor. Dövmekten, söğmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafîfi olan öf kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir.

Müctehid olabilmenin kayd ve şartları


Müctehidlerin kıyası nasıl yaptıklarına bir örnek de şudur: Kur'an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarapın haram olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akıl, yâni aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarapın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihâd etmişler. Her sarhoş eden şeyin haram olduğunu emir buyurmuşlardır.
Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, ictihâd ediniz! diye emrediyor. Birçok âyet-i kerimelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emrolundukları anlaşılmaktadır. Bunu için ehliyyeti ve liyâkati olanların ictihâd etmesi farzdır.
İctihâd makamına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ arabî yüksek ilimleri tamam bilmekle berâber, Kur'an-ı kerimin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerimelerin mâna-i murâdîsini, mâna-i işârisini, mâna-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek gerekir.
Ayrıca âyet-i kerimelerin, indiği zamanları ve sebepleri ve ne hakkında geldiklerini, nâsih, mensûh olduklarını ve bunlar gibi diğer yönlerini bilmek gerekir.
Ayrıca, kütüb-i sitte ve diğer hadis kitaplarında bulunan hadis-i şeriflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadisin diğerinden evvel veya sonra olduğunu, âit oldukları cihetleri, hangi vak'a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakil ve rivayet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercümelerini bilmek gerekir.
Ayrıca, fıkıh ilminin üsûl ve kâidelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin rümûz ve işaretlerini ve mânevi tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îman ve itmi'nân ile dolu münevver bir kalb ve vicdâna sahip bulunmak lâzımdır.
Bu yüksek vasıflar ve özellikleri, fazîletleri taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin asr-ı saadetinde ve Sahâbe-i kiramın zamanında ve Tâbiîn ve Tebe'i tâbiîn devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, asr-ı saadetten uzaklaşıldıkça, fikirler bozulmuş, dağılmış, bid'atler türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara sahip bir âlim ortada kalmamıştır. Bunda âlimler ittifak etmişlerdir.

Akıl erdiremediğiniz hususlarda tabi olunuz!”


Haş suresinin ikinci ayetinde,”Ey akıl sahipleri! Akıl erdiremediğiniz mes'elelerde, onları bilen ve derinliklerine tâm ermiş olanlara tâbi olunuz” buyurulmaktadır. Burada tabi olunması emredilen kimseler, müctehidlerdir.
İctihâd makamına varmış bulunan bu yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Başka müctehidlerin ictihâdlarına tâbi olamazlar. Hattâ Peygamberlerin zamanlarında da, sahâbîlerden biri, kendi Peygamberinin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunursa, kendi ictihâdına göre hareket ederdi.
Burada bir suâl sorulabilir. Peygamberler de ictihâd eder mi idi? Evet, onlar da, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş olan emirlere kıyâs ederek, benzeterek ictihâd ederlerdi. Fakat ictihâdlarda hatâ edip yanılmak ihtimali olduğundan, ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ, derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltilirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı.
Meselâ, Bedr gazasında alınan esîrlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahâbe-i kiram ile birlikte bir türlü, Ömer ise, başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömerin ictihâdının doğru olduğunu bildirdi.
Bunun gibi (Abese) sûresi de, bir ictihâd hatâsını düzeltmek için nâzil olmuştu.Peygamber efendimizin vefâtları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hz. Ömerin ictihâdı, yine böyledir.
Eshâb-ı kirâmdan sonra meşhûr dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden imam-ı Ebû Yûsüf, imam-ı Muhammed, imam-ı Züfer, ibni Nüceym, imam-ı Râfi'î, imam-ı Nevevî, imam-ı Gazâlî ve benzerleri gibi yüksek âlimler yetişti.
Asr-ı saadet uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivayet eden oniki silsilenin, yâni haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mes'ele oldu ve çok güç ve belki imkânsız oldu.
Bundan dolayı, dördüncü asırda n sonra, ictihâd edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbûr oldu.

İctihad kapısını zorlayanların maksadı


İslamiyeti yıkmak için uğraşanlar, kitaplarında ve konferanslarında “ictihâd kapısı kapandı” sözüne saldırıyor. Gerçek müctehidleri kötüleyip, cahillikle suçlayarak bunları safdışı bırakmak istiyorlar. Bunların yerine, kendilerini açıkca söylemeseler de müctehid ilan ediyorlar. Çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmaktan başka tesîr yapamıyor. Çünkü aklı başında çok kimse, böyle söyliyenlerin maksatlarını artık anlıyabiliyor. İctihad kapısını açmaktaki gayelerinin, mezhepsizliği meşrulaşatırmak “dini yok etmek için yeni kapı açmak” olduğunu görebiliyorlar. Çünkü, mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.
Geçmişte ehli olan kimselerin yaptığı İctihâdlar, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış demez, onu kötülemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihâdı haktır ve doğrudur.
Meselâ, imam-ı Şâfi'î, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, “İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin re'y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ lânet etsin!” yâni merhamet etmesin buyurmuştur.
Server-i âlem uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere mürâce'at etmelerini, orada bulamazlarsa, kendi re'y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahî, başkalarının fikir ve ictihâdına uymamalarını emir buyururdu.
İşte bunun gibi, imam-ı Ebû Yûsüf ve imam-ı Muhammed de hocaları, üstâdları olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin fikir ve re'yine tâbi olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a'zamın ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstâdı idi.
Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imam-ı Şâfi'înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi'î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan namaz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz namaz kıldı diyemez. Çünkü onun tâbi olduğu mezhep imamının ictihâdı böyledir.
Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının derisine dokunduktan sonra, abdestini yenilemeden namaz kılsa, hiçbir şâfi'î de, o hanefînin abdestsiz namaz kıldığını söyliyemez. Birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.

“Mazlumun bedduasından sakın!”


İslam âlimleri, ictihad etme ehliyeti olanın ictihad etmesinin lazım olduğunu şu meşhur hadis-i şeriften çıkarmışlardır: Peygamber Efendimiz, bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate yüzünü döndürüp “Hanginiz Yemen’e hazırlanıp gider?” diye sordu. Muaz bin Cebel hazretleri kalkıp “Ben giderim ya Resulallah!” dedi. Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife, senindir!” buyurdu.
Muaz bin Cebel, Kadılık, Hakimlik yapacak, halka İslamiyeti, Kur’an okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekat ve sadakaları da vazifelilerinden teslim alacaktı.
Peygamber Efendimiz, Muaz bi Cebel hazretlerini bu vazifelerle Yemen’e gönderirken “Sana bir dava getirilip arz edildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Muaz bin Cebel “Allahın Kitabındaki hükümlere göre hüküm veririm!” dedi.Peygamberimiz “Eğer Allahın Kitabında dayanacağın açık bir hüküm olmazsa? Neye göre hüküm verirsin? diye sordu
Muaz bin Cebel “Resulullahın o husustaki hükümlerine Sünnetine göre hüküm veririm!” dedi.Peygamberimiz “Eğer, Resulullahın hükümlerinde Sünnetinde de dayanacak bir hüküm bulunmazsa, ne yaparsın?” diye sordu
Muaz bin Cebel “O zaman, ben de tereddüd etmeden kendi görüşüme göre ictihad eder, hüküm veririm!” dedi
Bunun üzerine, Peygamberimiz, elini Muaz bin Cebel’in göğsünü sığayarak “Hamd olsun o Allah’a ki, Resulullahın Elçisini , Resulullahın hoşnud olacağı şeye muvaffak kıldı.” buyurdu.
Sonra şu tavsiyelerde bulundu:
“Sen, Kitap ehli olan bir kavme gidiyorsun.Onları, Allahdan başka ilah bulunmadığına, benim de, Resulullah olduğuma şehadet getirmeğe davet et! Eğer, bu hususta sana itaat ederlerse, kendilerine bildir ki: Allah onlara, her gün ve gecede, beş vakit namaz farz kılmıştır.Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, onlara bildir ki: Allah, kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekat farz kılmıştır. Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, sakın, mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun bedduasından sakın! Çünkü, bu dua ile yüce Allah arasında perde yoktur! Allah için tevazu göster. Allah, seni yükseltir. Sakın, iyice bilmedikçe, hüküm verme! Sana, müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danış, utanma! En sonra ictihad et! ” buyurdu.

Dört büyük halife dinin direkleridir


Sahâbe-i kiram birçok işlerde ictihadları farklı olmuş fakat, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, bunu hâtırlarına bile getirmemişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken, müslüman olmasını teşvîk için, bir gayri müslimi, bir sahâbînin yanına katarak, beyt-ül-mâlın muhâfaza memuru olan Hz. Ömere gönderdi. Buna zekât hissesini versin! diye emreyledi.
Hz.Ömer ise, bu parayı vermedi. “Müellefe-i kulûb” ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerimede emredilmiş iken, neye vermedin? diye sorunca, Hz. Ömer “kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaat ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmaya lüzûm kalmamıştır” buyurdu. Sonra, “Müellefe-i kulûb” denilen kâfirlere zekât verilmesi emrini nesh eden, yâni yürürlükten kaldıran Mu'âz hadisini okudu. (Bu hadis-i şerifte, zekatı zenginden alıp, müslüman fakirlere vermesini emir buyuruyordu.)
Hz. Ömerin bu ictihâdının, Hz.Ebu Bekir’in re'y ve ictihâdına uymaması, onun bu emrini red etmek değildir. Beyt-ül-mâlin yâni, müslümanlara âid para ve eşyanın muhâfazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihâdını söylemişti.
Ebû Bekr de bu ictihâdından dolayı ona bir şey dememişti. Hattâ, ictihâdını değiştirerek, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hz. Ömer gibi ictihâd eylediler.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri meşhûr “İzâle-tül-hafâ” kitâbında buyuruyor ki:
“Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olan ahkâmın çoğu, mücmeldir, kapalıdır. Selef-i sâlihînin tefsîrleri olmadan çözülemez, anlaşılamazlar. Bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerin çoğu, Selef-i sâlihînden çok kimse bildirmedikçe ve müctehidler bunlardan ahkâm çıkarmadıkça, sened olamazlar. O büyüklerin çalışmaları olmasaydı, birbirlerine uymuyor sanılan hadîs-i şerîfler bir araya getirilemezlerdi.
Bütün bu bilgilerde, Selef-i sâlihîne kaynak olan, ışık tutan, Eshâb-ı kirâmdır. Selef-i sâlihînin yapışdıkları direk, Hulefâ-i râşidînin etekleridir. Bu aslı, bu direği kırmağa çalışan kimse, bütün din bilgilerini yıkmış olur”.

Müctehid olabilmek için bazı şartlar


Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri meşhûr “İzâle-tül-hafâ” kitâbında buyuruyor ki:
Müctehid olmak için, fıkh bilgilerinin çoğunun, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ’dan ve kıyâsdan, edille-i tafsîliyyelerini bilmesi lâzımdır. Her hükmün delîlini bilmelidir. Delîle zann-ı kavî hâsıl etmelidir.
Müctehid olabilmek için bu beş ilmde mütehassıs olmak şartdır: İlm-i kitâb-ı kırâet ile ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs ki, her hadîsi senedleri ile bilmesi ve sahîhi, za’îfi hemen tanıması, üçüncüsü, ilm-i ekâvîl-i selefdir. Yanî her mes’ele için selef-i sâlihînin ne dediklerini bilmelidir ki, İcmâ’dan dışarıya çıkmasın.Bir mes’ele üzerinde iki başka kavil olmuş ise, kendisi bir üçüncü yola sapmasın.
Dördüncüsü, ilm-i arabîyyet, ya’nî, lugât, nahv, mantık, beyân, me’ânî, belâgat ve sâir arabî ilmlerdir. Beşincisi, ilm-i turuk-ı istinbât ve vücûh-i tatbîk-i beynel-muhtelifeyndir. Böyle derin bir âlime müctehid denir.
Böyle bir âlim, cüz’î mes’elelerden birinde çok düşünür. Buna benziyen her hükmü, delîlleri ile birlikde inceler. Muhakkak bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilmek için de, bu beş ilmde derin mütehassıs olmak lâzımdır.
Bunlardan başka, âyet-i kerîmelerin sebeb-i nüzûlünü bildiren hadîs-i şerîfleri de bilmeli. Selef-i sâlihînin tefsîr için söylediklerini bilmeli, hâfızası, anlayışı çok kuvvetli olmalı. Âyet-i kerîmelerin siyâk, sibâk ve tevcihlerini ve benzeri şeyleri iyi anlamalıdır.”
Mevdûdî ve Seyyid Kutub, Hamîdullah gibi yabancılar ve yerli müctehid taslakları ictihâd yapmağa ve tefsîr yazmağa kalkışanlar, bu ilimlerin isimlerini bile bilmezler.
Bugün ictihad etmek istiyenler, bu işte kendilerinin ehil olmadıklarını biliyorlar aslında. Hal böyle olunca, islâm âlimi maskesi altında, mezheplere savaş açanların islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdıkları ortaya çıkmakdadır.
Allahü teâlâ, böyle sinsi islâm düşmanlarına aldanmakdan Müslümanları muhâfaza buyursun! Kıymetli okuyucularımızın, mezhebsizlerin yanlış ve çok tehlikeli yazılarına aldanmamaları için, “ictihâd” ın ne olduğunu bugün için ictihadın mümkün olup olmayacağını çok iyi bilmesi lazımdır. Bugün ictihadın, mezhebin ne olduğunu, önemini bilmeyen dinini, imanını muhafaza edemez.

Cahillerin dinde söz sahibi olması


Kıyâmet alâmetlerinin, şimdi çoğu çıkmış, her yere yayılmışdır. Bu alâmetlerden biri, câhiller çoğalacak, ilim adamları azalacakdır. Câhiller, dinde söz sâhibi olup, herkese yanlış yol göstereceklerdir.
Bunun için Müslümanlar uyanık olmalıdır. Her söze güvenmemelidir. Hutbelerde, kitâblarda ve gazetelerde, “Ehl-i sünnet” âlimlerini ve bunların kitâblarını bildirmeyip, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kafalarına göre ma’nâ çıkaranlara inanmamalıdır.
Mezhebsizler, yâ bid’at sâhibi sapıkdır, yâhud kâfirdir. Bunların her ikisi de, her zaman din adamı kılığına girerek Müslümanları aldatmışlar, doğru yoldan çıkarmışlardır. Mezhebsizlerin bildirdikleri âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl ma’nâ verdiklerini aramalı, işin doğrusunu öğrenmelidir.
Bunun için de, güvenilen, fıkıh “İlm-i hâl” kitâblarını okumalıdır. “Ehl-i sünnet” âlimleri, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin hepsini incelemiş, kılı kırk yararak doğru ma’nâlarını bulmuşlar. Kitâplara yazmışlardır.
Şimdi biraz arabî bilen din câhilleri, kendilerini müctehid sanıyorlar. Biz fakülteyi de bitirdik, diploma aldık diyerek islâm âlimlerini küçük görüyorlar. Hâlbuki, bir zamanda yaşamış olan müctehidlerin “İcmâ’” ya’nî sözbirliği ile bildirmiş oldukları birşey, dinde zarûrî olan şeylerden ise, ya’nî câhillerin bile işittiği, heryere yayılmış bilgilerden ise, bu şeye inanmak da, uymak da farzdır.
Böyle icmâ’a inanmıyan kâfir olur. İnanıp da uymıyan, fâsık olur. İcmâ’ ile bildirilmiş olan şey, zarûrî bilinen şeylerden değil ise, buna inanmıyan kâfir olmaz. “Bid’at sâhibi” sapık olur. Uymıyan yine fâsık olur. Günâh işlemiş olur.
İbni Melek, “Usûl-i fıkh” kitâbında, icmâ’ bahsinde diyor ki, “Bir zamanda yaşamış olan müctehidler, birşeyin nasıl yapılacağında, sözbirliğine varamamış, başka başka söylemişler ise, bunlardan sonra gelen âlimlerin bunların sözlerinden birine uyması lâzımdır. Başka dürlü söylemeleri câiz değildir, bâtıldır. Böyle olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile beyân buyurmuşlar, icmâ’ hâsıl olmuşdur”.

İslâm âlimlerinin sözbirliği


Şimdi dünyanın hiçbir yerinde bir müctehid yoktur. Müctehid, ictihâd derecesine yükselmiş derin islâm âlimi demektir. Şimdi yeryüzünde hiç müctehid bulunmadığını kendiliğimizden söylemiyoruz. Bunu bütün âlimler, Meznehsizlerin yalancı şâhid yapmağa kalkışdığı şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri de bildiriyor.
Meselâ, İbni Âbidîn, Dürr-ül-muhtârda, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından dörtyüz sene sonra “Kıyâs” kalmadı. Ya’nî kıyâs yapan derin âlim kalmadı. Bir işi, başka işe benzeterek hüküm çıkarabilecek “Mutlak müctehid” kalmadı buyuruyor.
Evet her yüz senede bir ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler, ya’nî müceddidler geleceği hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Bu müceddidler, “Mezhebde müctehid”dir. Bunlar kıyâslar yapmak, yeni ictihâdlarda bulunmak vazîfesini üzerine almamışlar, bulundukları mezhebin imâmlarının ictihâdlarını tâzelendirmeğe, halkı irşâd etmeğe çalışmışlardır. Yeni ictihâdlara ihtiyâç olmadığını görmüşler, Ehl-i sünnet bilgilerini kuvvetlendirmeğe ehemmiyyet vermişlerdir. Müctehid olmıyan her Müslümana “mukallid” denir.
Şimdi yeryüzündeki bütün Müslümanlar, mukallidiz. Bir mukallid, ne kadar âlim olursa olsun bunun bir iş üzerinde, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihâdda bulunamıyacağı, İbni Melekin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği, sözbirliğinden de anlaşılmaktadır. “Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez” hadîs-i şerîfi, âlimlerin bu sözbirliğinin hidâyet olduğunu, doğru olduğunu göstermekdedir.
“Şevâhid-ül-hak” diyor ki: “İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır.
Çünkü, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yoktur. Bir mezhebe uyulursa, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uyulmuş olur.
Celâleddîn-i Süyûtî gibi büyük bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zamânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.

İslamiyet her devre hitap eder


İctihad yapabilecek özellikler ve üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Daha sonraları, fikirler, reyler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi.
Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünkü, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekillerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar.
Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. “Müceddid” denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. Bunlar da ahkamın yeni hadiselere nasıl tatbik edileceğini bildirdiler.
“Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır” diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların islâm düşmanı oldukları anlaşılır.
İctihadın inceliklerini bilmeyen, bu konuda ehil olmayan, Kur”an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmaya çalışırsa yanılır; kendini de başkalarını da helak sürükler. Çünkü, pek çok ayet-i kerime sonra nesh edildi, hükmü kaldırıldı. Pek çok hükümde içki yasağında olduğu gibi ayet-i kerimelerde tedricen bildirildi. Bu incelikleri bilmeyen nasıl hüküm verecek?
İmâm-ı Muhammedin “Siyer-i kebîr” kitâbının tercemesi, seksenikinci sahîfesinde buyuruyor ki: Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emir olundu. Sonra, ikinci emir gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! “Ehl-i kitâb” denilen yahûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emir ile harb etmeğe yalnız izin verildi. Dördüncü emir ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medînede islâm devleti teşekkül edince, beşinci olarak, dört aydan başka zamanlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, her zaman harb etmesi emir olundu.”
Bu ve bunun gibi emrin öncesini, safhalarını bilmeyen doğru hüküm verebilirmi?

Cebrail aleyhisselam yanlışı düzeltirdi


Dinimizin emir ve yasaklarınınhepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Kur’an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiblerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur’ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkca anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir.
İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı.
Bundan dolayıdır ki, vahy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez.
Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez.
Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır.
Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu.
Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.

Müctehidlerin en büyüğü


Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamber Efendimize tam ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zamanında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar hâzırlamamışlar, diğer daha kıymetli işlerle uğraşmışlardır.
İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, “Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır” demişdir. Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır.
İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, “Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır”.
Bu da, İmâm-ı a’zamın ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakta, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur.
Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır.
İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca Müslümanı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ Müslümanlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor.

Fıkhın kurucusu imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir


Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir . Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine “Mezheb” denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur.
Bu dört imâmın, Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes Esbahî, Muhammed Şâfi’î, Ahmed bin Hanbel’dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur.
Dîn-i islâm, nakil yolu ile bizlere gelmişdir. Nakilde, edille-i şerriyedir. Bunun dışındaki deliller geçerli değildir. Mesela, tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır.
Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir.
Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır.
İmâm-ı Mâlik hazretleri, “Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan bid’at sâhibi, ya’nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır” buyurdu. Tesavvuf büyüklerinin hepsi bir fıkh âliminin mezhebinde idi. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. İmâm-ı Rabbânî hanefî idi.

Vücûd yapısı ve iklim şartları


Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş işleri yapmakda da, birbirlerine uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmağı dînimiz emir etmemiştir.
Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkca emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere “Müctehid” denir. Bu benzetmek işine, “İctihâd” denir.
Bir müctehidin ictihâd ederek elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin “Mezheb”i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler.
Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ortak olan îmânıdır.
Bunun için, dördüne de “Ehl-i sünnet” denir. Îmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemişdir.
Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermişdir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaşdırmaktadır.
Her Müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkca bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizâm, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.



cahil kimse ile mucdehit arasindaki fark


Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir.
Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etmiştir. Resûlullahın Kur’ân-ı kerîme verdiği ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitâblarını okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha ve Kur’ân-ı kerîme uymak demektir.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahdan işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, ya’nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yoktu. Onların herbiri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından dahâ çok âlim ve dahâ yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler.
Şimdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar zamanımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur’ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymaktadırlar. Herkesi de Kur’ândan ve hadis-i şeriflerden ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara, art niyetlilere aldanmamalıdır.
Her Müslüman, “Ehl-i sünnet” i’tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp, birbirine karışdırmağa “Telfîk” denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. Ancak, ihtiyâc, zaruret olduğu zaman, bir iş için câiz olur.
Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fakat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle câhile “Mezhebsiz” denir. Bunlar, ya nefislerinin esiri olmuş zavallı kimselerdir ya da bazı dış mihrakların dini bozmak için kullandıkları maşalardır.

Mezhep imamlarının takip ettikleri yol


Mezhep imamlarının takip ettikleri yol şöyleydi: Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaşdıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, “İcmâ’”da ararlardı. İcmâ’da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına “Kıyâs” ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı.
Bin seneden beri bütün Müslümanlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır. Hepsi, Müslümanlara, Kitâb ile sünneti açıklamışlardır.
İslâm âlimleri, Müslümanların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emir ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünkü, bir câhil, bir mezheb imâmını taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar.
“Mîzân-ül-kübrâ” kitabında buyuruyor ki, “Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır.
Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, namazların kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi.
İmrân bin Husayna birisi, “Bize yalnız Kur’ândan söyle!” deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, namazların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi.
Hazret-i Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, “Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız” buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler.”

Kötü din adamının özelliği


Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Fakat açık değildir. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip kitâblarına yazdılar.
Şimdi bu kitâbları dünyanın her yerinde mevcûddur. Dünyanın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl kullanılacağı, bu kitâbların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkin olması, Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir Müslümandan sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitâblarına uymayan cevâb vererek, insanı yanlış yola sürükler.
Arabî bilen bir kimse, bu yolu bırakıp, doğrudan Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru Müslüman sanır ve doğru Müslümanlara leke sürmeğe çabalar.
Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır.
Bir din adamı, hangi asrıda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshâbının bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve i’tikâdı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa ve nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak islâmiyyetin inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır.
Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemişdir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyâmetde büyük azâb vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yapdıklarını beğenirler. Hâlbuki, bunlar şeytânın yolundadırlar.
Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. aydalı görünür. Hâlbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felâkete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fakat, hakîkat güneşi karşısında eriyip giderler.

Açık bildirilmeyişin sebebi


Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü’minlere merhamet ettikleri için, ba’zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü’minlerin hâli güç olurdu.
Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, “Müctehid” denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya’nî, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emir etmektedir.
Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevâb olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yetdiği kadar çalışması emir olundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevâb verilir. Doğruyu bulursa, on sevâb verilir.
Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, yanî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı.
Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetden milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i’tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid’at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çokdur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes “Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlışdır, doğru olmak ihtimâli de vardır” demelidir.
Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karıştırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, yanî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi, harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.

Dört mezhebin çıkışı


Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer. Bu halk, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba’zan uyuşamayıp, ba’zısı devletin maksadı, beldeleri ta’mîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re’y ve fikrleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer.
Ba’zıları da, devlet merkezinden gelen me’mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer.
Ba’zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi’î mezhebi gibidir.
Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaşdırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer.
İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalışdıklarından, hiçbiri suçlu görülmez.
Hatta, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraşdığından, yanılanlar af olur.
Hattâ sevâb kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz, “Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yokdur” buyurdu.
Bu ayrılıkları ba’zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, yanî Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.

Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi?


Ehli sünnet dışı bozuk fırkalar ve onların kitâblarını okuyanlar, “Mezhebler ikinci asırda meydâna çıktı. Eshâb ve Tâbi’in, hangi mezhebde idi? Mezheplere lüzum yok. Arapça bilen herkes Kur’an-ı kerimi okuyup buna göre amel edebilir. Arapça bilmeyen de mealinden okuyup öğrenir ” gibi sözlerle işin aslını bilmeyen cahilleri etki altına alarak kafalarını karıştırmak istiyorlar. Mezhebin ne olduğunu bilen bunlara güler geçer. Bunların art niyyetli olduklarını anlar.
Mezheb imâmı demek, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmışdır. “Hadîka” kitâbında diyor ki; “Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı”.
Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fakat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı.
Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay kumandanı, hangi bölüktendir? Yâhud, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeğe benzemektedir.
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için arabî bilmek lâzım ise de, yalnız arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrutdaki arab hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünkü onların içinde Mısırdaki dinde reformculardan daha kuvvetli arabîsi olanlar, arab lisânının mütehassısları, “Müncid” isimli meşhur arapça lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamıştır.
Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile davet ediyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetiştikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur’ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibi, argo dili ile arabî anlıyanların hâli nice olur?

Câhil olan cesûr olur


Din imâmlarımız, doğrudan Kur’ân-ı kerîmden manâ çıkarmağa kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîme nasıl ma’nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araştırdılar. Eshab-ı kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe herhangi bir Sahâbînin sözünü kendi anladığına tercîh ederdi.
Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asrıda gelen islâm âlimleri, dahâ önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera’ ve takvâları karşısında titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı.
Bu din, edeb dînidir. Tevâzu’ dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki, âlim olan tevâdu’ gösterir. Tevâzu göstereni Allahü teâlâ yükseltir. Resûlullahın Cehenneme gideceklerini haber verdiği yetmişiki bid’at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler.
Fakat onlar, ilmlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetden ma’nâ çıkarmağa kalkıştılar. Böylece, Eshâb-ı kirâma tâbi’ olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar. Yüzbinlerle Müslümanın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular.
Dört mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakta kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini anlamakta kullandılar.
Allahü teâlâ, insanlara Kur’ân-ı kerîmden hüküm çıkarınız diye emretmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid’at sâhiblerinin, ya’nî mezhebsizlerin, bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemişdir.
Bir âyet-i kerîmede meâlen, “Resûlüme itâ’at ediniz!, Resûlüme tâbi’ olunuz!” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın “Eshâbımın yoluna sarılınız!” emri, bu sözümüzün vesîkasıdır.
Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü bırakıp, kula kul olmak değildir, böyle olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle olmadığı için, Resûlullah , bunu emir etmiştir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, insanların kısaca îmân etmelerini ve gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emir ederdi. Bunların delîllerini bilmeği hiç teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî “Kimyâ-ı se’âdet” kitâbında uzun bildiriyor.
Cenâb-ı Hak, kâfirlerin analarını, babalarını taklîd etmelerini yasaklıyor, küfrü bırakıp îmân etmelerini emir ediyor. Müslümanlara ise Peygamberini ve onun varisi olan Ehli sünnet âlimlerini taklîd etmelerini emir ediyor.
 

Savm

Profesör
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
3,874
Tepkime puanı
76
Puanları
0
kardeşim allahım senden razı olsun
çok güzel anlatmışsın
İctihad ve mezhebler çok önemli bir konu
bizleri bu konuda aydınattıgın için
rabbim razı olsun sizden
kardeşim sofuoğlu
saygılarımla ve dua ile inş
kardeşlerim
 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
ihtiyac uzerine

guncelleme
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
herşeyi bu kadar güzel ayrıntılarıyla, mantıklı birşekilde, sırasıyla izah eden bir iktibas olmuş,

Allah razı olsun inşallah,
 
Üst