İbrahim Allah(c.c.)'ı Arıyor

ozlem_tns

Doçent
Katılım
19 Ocak 2007
Mesajlar
586
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
ANKARA
İbrahim Allah(c.c.)'ı Arıyor


İbrahim daha çocukken babasının, yakınlarının ve milletinin taştan yontulmuş olan putlara taptıklarını görürdü. Fakat bu putların birer Tanrı olup olmadıkları hakkında henüz bir fikri yoktu. Biraz daha büyüyüp de delikanlılık çağına gelince kendi kendine düşünmeğe başladı. Bu putların asılları taştır; ben bunların taşlardan yapıldıklarını görüyorum. Nasıl olur da bunlara Tanrı diye ibadet edilir? İnsan Tanrısını kendisi mi yapar, yoksa Tanrı mı insanları yaratır? Şüphesiz ki biz insanları yaratan Tanrı bu putlar olmasa gerek. İşte ben o Tanrıyı arayacağım, beni yaratanı bulup ona şükür ve ibadet edeceğim. Bu putlara tapmak sapıklıktır. Bunlar bir takım cansız ve aciz varlıklardır, dedi. Ve böylece İbrahim, Allah'ı araştırmağa koyuldu.

Gecelerden bir gece İbrahim, yapayalnız oturmuş düşünüyordu. Bir ara kendi kendine Allah kimdir. Acaba, o nerededir? diye sordu. Bu soruyu kendisine sorarken gözlerini gök yüzüne dikmiş, yıldızları seyrediyordu. O anda gözleri önünde parlak bir yıldız belirdi. Hoş bir şeydi bu, hemen ayağa kalktı. Aradığını bulan bir insan sevinci ile bu yıldızı göstererek : "İşte benim Tanrım budur. Onu buldum. Uzaklarda, gökte parlıyor! Ne kadar da güzel! Tanrı diye adlandırdıkları taşlar gibi değil. Kırılıp parçalanmaz. Karanlık gecelerde etrafa ışık saçar" dedi.

Bunun üzerine içten gelen bir huzur içinde bu yıldıza ibadet etmeğe başladı: "Çok şükür ki onu gök yüzünde güzel ve parlak bir halde buldum." diyordu. Lâkin bu sevinci devam etmedi. O güzel ve parlak yıldız çok geçmeden gözleri önünde battı gitti ve kayıplara karıştı. Bunun üzerine İbrahim: "Allah'ım!... Allah'ım!... Beni burada yalnız bırakıp da nereye gidiyorsun? Ben seni buluncaya kadar hayli aradım. Nice günler ve geceler araştırdım. Kaybolup gitme Allah'ım. Feryadımı dinle Allah'ım!" diye haykırmağa başladı. Fakat boşuna haykırıyordu. Feryadına kulak veren olmadı. Artık yıldız bir daha geri dönmedi.

O zaman İbrahim: "Hayır, hayır bu benim Allah'ım olamaz. Bu kaybolup gidiyor. Kaybolanları ben sevmem" dedi. Ve yeniden Tanrıyı aramağa başladı.

Günler geceler akıp gidiyordu. İbrahim ise durmadan Allah'ı arıyordu. Onu her yerde arıyor, dağlarda arıyor, ovalarda arıyor, gökte arıyor, yerde arıyordu. Her yere bakıyor lâkin yine de Allah'ı bulamıyordu.

Yine gecelerden bir gece idi. İbrahim mahzun mahzun oturmuş düşünüyordu. Gök yüzünde yuvarlak ve etrafı ışıklar saçarak doğan Ay'ı gördü. Sanki daha önce böyle bir mehtap görmemişti: "İşte bu benim Allah'ımdır. Ben bunu daha önceden niçin düşünmedim! Ne muazzam bir doğuşu var. Karanlıkları yırtıyor. Yeryüzünü nura boğuyor. Hem o yükseklerde semada ne güzel de görünüyor- Hep etrafa nur saçıyor" dedi. Uzun zamandır aradığı Allah'ı bulduğunu zannediyordu. Fakat bu sevinci de uzun sürmedi. Çünkü Tanrı zannettiği Ay da yavaş yavaş kaybolmağa başlamıştı. Tam batmak üzere iken İbrahim seslendi: "Tanrım kaybolup gitme, beni karanlıklarda yalnız bırakma. Babama gidip seni bulduğumu haber vereyim. Ne olursun biraz daha bekle. Gök yüzünde olduğun yerde kal" dedi. Fakat sesine ses veren olmadı. Yine de ay kaybolup gitti. İbrahim karanlıklar içinde kaldı. Çok üzüldü, ağlamağa başladı. "Hayır, hayır o benim Allah'ım olamaz. O söndü gitti.

Eğer Allah doğruyu ve hakikati bulmakta bana yardım etmezse ben ben sapkınlık içinde kalırım. Ve onu göremem" dedi. Mahzun mahzun evlerine döndü.

Bir yaz mevsimi idi. İbrahim evlerinin taraşı üzerinde uyumuş, sabahın erken saatinde güneş doğmadan önce uyanmıştı. Yine Tanrının nerede olduğunu ve onu nasıl bulacağını düşünüyordu. Doğu taraftan alevli büyük bir küre şeklinde güneş doğuyordu. Ansızın İbrahim yerinden fırladı: "İşte benim Tanrım bu olacak. Bu zamana kadar gördüklerimizin en büyüğü, sıcaklık ve ışık saçıyor, insanları ısıtıyor, ekinleri büyütüyor, dünyayı aydınlatıyor. Tanrı bu olsa gerek, ta sonra onu buldum. Hamdolsun Allah'a" diye haykırdı. Derin bir sevinç içinde ibadet etmeğe başladı. Daha sonra da güneşi, hararetini görmek için kırlara, dağlara çıktı. Her yerde yüzünü güneşe doğru çevirdi. "Çok şükür Allah'ım. Nihayet seni buldum" diyor ve dua ediyordu. Ne çare ki bu sevinci de çok sürmedi. Çünkü güneş de batmağa yön tutmuştu. Sararıyor, ışıkları azalıyordu. Güneş kasaba üzerinden ışıklarını çekince İbrahim kırlarda, dağ tepelerinde kalan ışıkların peşine düştü. Dağ arkasında gizlenen güneşi görmek için dağın tepesine koştu. Fakat çok geçmedi, oralarda da ışık kalmadı. Karanlık çöktü. İbrahim yapayalnız kaldı O esnada son bir haykırışla: "Ben Allah'ı buldum. Ne putlar, ne yıldızlar, ne ay ve ne de güneş Allah olamazlar. Şüphesiz beni ve bunları yaratan bir Allah vardır. Fakat ben onu göremiyorum. Çünkü benim yaratılışım onu görmeğe müsait değildir. Onu görmek benim kudretim dışındadır. İşte benim bu düşüncem hakikatin ta kendisidir. Bütün bu gördüklerimi yaratan ve hudutsuz bir kudrete sahip olan bir Allah Vardır. İşte ben ona ibadet ederim." dedi ve hiçbir korku hissetmeden dağın tepesinden indi.

Bu uzun araştırmadan sonra İbrahim huzur içinde babasının evine döndü. Rahat bir uyku uyudu. Sabah olup da babasını putlar önünde durmuş, onlara ibadet eder görünce onu bekledi. Sonra yanına vararak ibadetin bu varlığı, yaratan Allah'a yapılması gerektiğini ve putlara ibadet etmenin ve onlara saygı duruşun
da bulunmanın çok yanlış bir şey olduğunu anlatmak istedi.

Aralarında şu yolda bir münakaşa geçti:

— Babacığım işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası dokunmayan bu putlara niçin ibadet edersin?

— Bunlar benim ve atalarımın Tanrılarıdır.

— Ey babacığım, gel beni dinle. Senin bilmediğin bir hakikat var. Onu ben biliyorum. Sen bana tâbi ol ki, seni dosdoğru yola götüreyim.

— Sen mi bana doğru yolu göstereceksin? Sen nihayet bir çocuksun. Sen ne bilirsin. Çekil oradan!

— Ey babacığım, gel şeytana tapma. Şu uğursuza uyma. Şeytanın Allah'a isyan ettiğinden şüphen olmasın. Babacığım bu isyanında devam edersen, korkarım ki Rahman olan Allah'ın azabına çarpılırsın. Çarpılırsın da şeytanın âkıbetine uğrarsın. Onun bir eşi de sen olursun, dedi.

— Görüyorum ki, sen Rahman olan bir Allah'tan bahsediyorsun. Senin bu bahsettiğin Rahman kimdir? Sen benim Tanrılarımı inkâr mı ediyorsun?

— İbadet yalnız ve yalnız bir olan Allah'a yapılır, bana doğru yolunu gösterdi. Onu ne zamandır arardım. Hamdolsun ki buldum.

— Git diyorum sana, uzak ol benden. Sen bu kafadan vazgeçmezsen mutlaka seni gebertirim.

Nihayet İbrahim şu temennilerle babasının yanından uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı:
— Sana selâm olsun ey babacığım. Rabbından senin için af dileyeceğim. Benim Rabbım lütuf ve kerem sahibidir. Benden lûtfunu esirgememiştir. Umarım ki senden de esirgemez.

Yine bir gün İbrahim memleketin hükümdar ve maiyetini mabedde putlara taparken gördü. Yanlarına sokularak: "Bu putlar cansız ve aciz varlıklardır. Size bunların ne faydası dokunur ve ne de bir zararı. Hiç şüpheniz olmasın: Gökleri ve yeri bütün insanları, her şeyi yaratan bir tek Allah vardır. İbadete lâyık olan odur. Bırakın bu bâtıl şeyleri de ona ibadet edin. İbadet için can attığınız bu heykellerin mahiyetlerini bir kere düşünün. Ne beyinsiz insanlarmışsınız, o zaman anlarsınız!"

— Düşünecek ne var. Biz atalarımızı bunlara ibadet eder bulduk. Dediler.

İbrahim:
— Muhakkak ki atalarınız da, sizler de apaçık bir sapıklığın içine düşmüşsünüz, dedi.

— Sen bunu bir hakikat olarak mı söylüyorsun? Yoksa şaka mı yapıyorsun? Ey İbrahim! dediler.

— Gökleri ve yeri yaratan Allah sizin de Rabbınızdır. Bunda hiç şüpheniz olmasın Ben buna bütün varlığım ile şehadet edenlerdenim.

Hükümdar Nemrud İbrahim'e sordu:
— Senin inandığın bu Tanrı dünyada ne iş görür?

İbrahim:
— Benim Rabbım hayat verir, can alır, dedi.

Hükümdar:
— Bunu ben de yapabilirim. Ben de hayat bahşeder, can alırım, dedi. Ve hemen iki fakir kimse getirilmesini emretti. Derhal iki adam tutup getirdiler. Birine ölüm cezası verdi. Diğerinin de hayatını bağışladı.

Sonra İbrahim'e dönerek:
— Gördün ya birine hayat verdim, birinin de hayatını aldım. Dedi.

İbrahim ona:
— Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen onu batıdan getir de görelim dedi.

O zaman hükümdar Nemrud dona kaldı, hiç bir cevap vermedi. Adamlarına:
— Bu adamı buradan def'edin diye bağırdı. Muhafızları İbrahim'i oradan uzaklaştırdılar.

İbrahim puta tapanların mabedden uzaklaşıp gitmelerini bekledi. Etrafta kimse kalmayınca eline büyükçe bir balta aldı, mabede girdi Ne kadar put varsa hepsini kırdı, parça parça etti. Yalnız putlardan en büyük bir tanesi vardı ki ona dokunmadı. Elindeki baltayı da getirdi onun boynuna astı. Ve sessizce çıktı gitti. O gece rahat rahat uykusunu uyudu. Ertesi sabah hükümdar Nemrud ve diğer puta tapanlar mabede geldikleri zaman bir de ne görsünler? Bütün putlar kırık dökük olmuş, taş parçaları halinde yerlerde sürünüyor. Hep birden bağrıştılar:
— Bizim Tanrılarımızı bu hale kim getirdi? Birbirine bakıştılar.

Bir kaç tanesi:
— Dün burada İbrahim adındaki delikanlının ben o putları kırayım da siz bîr görün, diye söylendiğini işitmiştik, dediler.

Hep bir ağızdan:
— Bu delikanlıyı hemen bulup getirin. Getirin de şu insanların önünde ona iyi bir ders verelim. Bu ona çok pahalıya mal olacak.

Derhal İbrahim'i yakaladılar ve sorguya çektiler:
— Bizim tanrılarımıza bu işi sen mi yaptın? dediler.

İbrahim baş parmağı ile işaret etti. Onlar büyük puta işaret ettiğini sandılar.
— Eğer cevap verebilirse onlara sorun da size söylesinler, dedi.

Halktan bazıları:
— Belki de doğru söylüyor. Olabilir ki bu işte kendisinin bir suçu yoktur. Dediler.

Daha başkaları İbrahim'e dönerek:
— Bu nasıl olur? Bu taş yığını haline gelen putlara ne sorabiliriz Sonra sen onların daha önceden de konuşmadıklarını biliyorsun? dediler.

İbrahim:
— Eğer bunlar konuşamaz ve parça parça olmaktan kendilerini koruyamazlarsa, bunlara ne diye ibadet ediyorsunuz? Asıl ibadete lâyık Tanrı varken onu bırakıp da size herhangi bir menfaati veya zararı olmayan bu cansız ve âciz taşlara mı tapıyorsunuz? Size de, bu taptıklarınıza da yazıklar olsun. Sizler ne kadar da şaşkın insanlarmışsınız! Be adamlar hiç düşünmüyor musunuz? dedi.

Puta tapanlar küplere bindiler. Hep bir ağızdan:
— Onu ateşe atınız, onu yakınız; tanrılarımızın haklarını koruyunuz, eğer bunu yaparsanız tanrılara olan kulluk borcunuzu da ödemiş olursunuz. Diye bağrıştılar.

Hükümdar Nemrud, İbrahim'in (S.A.) tevkif edilmesini, ateşte yakılmasını emretti. Odun, kuru ağaç toplanması için etrafa adamlar gönderildi. Bir yere küme küme odunları yığdılar, sonra da ateşlediler.

İbrahim'in (S.A.) ateşe atılıp yakılacağı saat her tarafa yayılmıştı. Bu korkunç manzarayı seyretmek için bir hayli insan orada toplanmıştı. Ateş, odun yığınlarını her taraftan iyice sarınca güçlü kuvvetli dört kişi İbrahim Peygamberi (S A.) yakaladılar. Bir mancınığa koydular. Manzarayı seyreden kâfirler kahkahalar atarak gülüyorlar, İbrahim bizim ateşe atılacağımızı söylerken, şimdi onun içine kendisi düştü diye alay ediyorlardı.

Kâfirler böyle bir neşenin içinde konuşurken bir taraftan da ateşler içinde kalan İbrahim'i gözleriyle arıyorlardı. Bir de ne görsünler? İbrahim ateş yığınları ortasında oturuyor, kendisine en ufak bir zarar bile dokunmamış. İçlerinden bazıları, alevler arasında onun ibadet ettiğini gördüler. Puta tapanlar gözlerine inanamıyorlardı. Gözlerini uğuşturuyorlar, tekrar tekrar ateşe bakıyorlardı.

Aralarında şu yolda bir tartışma oldu:
— Olur şey değil! O ölmemiş, hayatta, onu ateş yakmamış!

— Böyle söylemeyin. Bu şiddetli ateş onu nasıl yakmazmış?

— Tanrılarımıza and olsun ki, o ölmemiş. Bakınız hem de nasıl ibadet ediyor?

— Bu bir şeytandır. Şeytanı da ateş yakmaz, haydin buradan uzaklaşalım. Çabuk olunuz, bizi yakmasın, ondan kaçalım.

Bunun üzerine hepsi oradan uzaklaştılar. Fakat yine de Allah'ın gazabından kurtulamadılar. Sonunda onların hepsini Allah helak etti. Onların zulmünden vatanını terk etmek mecburiyetinde kalan İbrahim Peygamberden başka kimse kurtulamadı.

Günlerden bir gün yine İbrahim düşünüyordu: Kıyamet günü ölüler nasıl dirilecek, onların tekrar hayata dönüşü acaba nasıl olacak? diye merak ediyordu Allah'tan bunu kendisine göstermesini diliyordu. "Ey Rabbim, ölenleri kıyamette nasıl dirilteceksin?" dedi.

Bunun üzerine Allah ona dört kuş alıp kesmesini ve onları parçalayıp ayrı ayrı parçalar halinde dağların tepesine dağıtmasını emretti.

İbrahim Allah'ın emrettiği gibi yaptı Sonra Cenâb-ı Hak ona :
— Bu kuşları çağır, sana gelsinler. Dedi.

İbrahim (A.S.) kuşları çağırdı. Dördü de koşa koşa yanına geldiler. O zaman İbrahim "Allah'ın her şeye kadir olduğuna inandım." dedi.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
aradi buldu felsefesi materyalizmin ozudur.

materyalistler derler ki:

ilk insanlar zihnen gelismedikleri icin neden korkup neye sevgi besliyorlarsa sevgi ve korkularinin mercilerini tanri kabul ettiler ve ona tapinmaya basladilar.

yer tanrisi gok tanrisi, bereket, ask, ruzgar, deniz v.s tanrilari...

daha sonra zihinleri terakki ettikce tanri sayisini azalttilar ve bire indirdiler.

insanin zihin tekamulu devam edecek ve tanriyi kendisinin yarattigini farkedecektir!

materyalizmin ozu budur.

simdi:

hazreti ibrahim aleyhisselam ise, Kur'an'in tabiri ile: hicbir zaman musriklerden olmamistir.

o hicbir zaman ne aya ne gunese, ne de yildiza tapinmamis, onlari rabb kabul etmemistir.

muslumanlarin tevhidde babasidir o.

ilgili ayetlerde gecen ve yanlis meal verilmesine gerekce olan kelimeler sunlardir: 'haza rabbi!'

haza rabbi: bu rabbim! demektir.

halbuki haza zamirinin onunde istifham bildiren elif vardir ve bu elif hasfedilmistir.

yani asli ehaza rabbi!dir.

manasi:

bu muymus rabbim?!

hani siz bir arkadasinizin babasini gorursunuz de, onu oldukca genc gordugunuzde:

bu babaaan! dersiniz ya, onun gibi. yani hayret ve inanmamazlik bildirirsiniz...

boylece ibrahim aleyhisselam da:

sirk icindeki kavmine bir hidayet vesilesi olmasi adina:

siz benim aya mi tapmami istiyorsunuz, bakin bu batiyor! bu muymus rabb'im!? hitabi ile onlara ustun bir rehberlik yapiyor.

bu inceligi farketmez isek, ibrahim aleyhisselam'i kufre sokar ve islam uzerine giydiririz materyalistlerin oyuncagi oluruz.

bu vesileyle aktarmis olalim

selametle
 
Üst