Hz. İsa hakkında bir yazı

müttaki

Profesör
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
2,775
Tepkime puanı
75
Puanları
48
Konum
istanbul
MERYEM’İN DURUŞMASI
Dinleyici olarak katılmak istiyorsanız içeri girin ve oturun, zira Haz. Meryem’in duruşması başlamak üzere.
Ve mübaşir önce davacı tarafa sesleniyor,
- Davacı Bilim!
Davacının avukatları çok! Fizik, kimya, tıp, felsefe, mantık vs. giriyorlar. Sonra da davalılar,
- Davalılar Haz. Meryem, Haz. Cebrail, Haz. İsa!
Haz. Meryem’in avukatı benim ve dava birazdan başlamak üzere.
İlk söz davacı Bilimin. Avukatları aynı anda konuşuyor, aynı iddiayı dile getiriyorlar.
- Sayın hakim! Din denilen bu olgu insan toplumları için şaşkınlıktan ve şaşırtmacadan başka bir şey vermiyor. Söyledikleri bu kadar yalan yanlış yetmiyormuş gibi, bir de ruh dedikleri bir bilinmezlik uydurarak bir insanın babasız oluşabileceğini söylüyorlar. İnsanlığın geleceği adına bu uydurmalara bir son verilmesini, sorumluların kamuoyu vicdanında mahkum edilmelerini talep ediyoruz. Söylediklerinin yalan olduğuna tüm dünya şahittir. Doğal yaşamdaki üreme kanunları delilimizdir. Eğer söylediklerinde samimi iseler, babasız tek bir insan meydana getirsinler de görelim!
Hakim babacan biri, adı Gerçek! Davacı bilimi tasdik eder bir havada başını sallıyor,
- Söz savunmanın!
***
Savunmaya bir hatıramı anlatarak başlamak isterim. Uzun, çok uzun yıllar önce bir gün, Dede bir duanın önemini anlatıyordu. Sık okunmalıymış, çok kıymetli bir duaymış.
“ Sübbûhun kuddûsün Rabbü’l melâiketi ver-ruh.”
Sonradan öğrendim,
“ Ey dillerden düşmeyen mukaddes! Meleklerin ve ruhun efendisi!” demekmiş, ya da buna benzer bir şey. Bir de hikayesi varmış, sonra onu anlattı;
“ - Bir gün Haz. İbrahim’in kapısı çalınmış, bakmış karşısında hiç tanımadığı üç kişi. Misafiri çok sevdiği için yemeğe buyur etmiş ama gelenler yememişler. Sonra, gelen misafirlerin birisi Haz. İbrahim’e az önce söylediğim duayı söylemiş. Haz. İbrahim duayı o kadar beğenmiş ki, ovada yayılmakta olan koyun sürüsünün yarısını o kimseye hemen hediye etmiş ve demiş ki; - Bir daha söyle! O kimse bir daha söyleyince altın tasmalı köpekleriyle birlikte sürünün kalan yarısını da hediye etmiş ve demiş ki; - Bir daha söyle! O kimse bir daha söyleyince de, sürünün yayıldığı tüm araziyi hediye ederek; - Bir daha söyle, demiş. Neredeyse sahip olduğu her şeyi verecekmiş ki, o kimseler melek olduklarını itiraf ederek hediyeleri alamayacaklarını söylemişler.”
Ve hikayeyi bitirdikten sonra ekledi,
- Bazıları bu duaya Rabbünâ kelimesini de eklerler ki yanlıştır.
Öğrendikten sonra üç beş gün üst üste okuduysam da sonra vazgeçtim. Değişen bir şey yok! Halbuki Rabbünâ da dememiştim özellikle, demek ki bunun da diğer dualardan farkı yok. En iyisi anlamadığım şeyleri bırakıp anladığım şeylerle ilgilenmek, unuttum gitti.
Ve aradan uzun yıllar geçti, çok uzun yıllar! Belki on iki yıl. Bir gün baktım Dede aynı duayı aynı kelimelerle eşime söylüyor. Ve yine aynı garip uyarı, Rabbül ve Rabbünâ! Ve o günler, Haz. Cebrail’i çalıştığım günler.
Garip! Sakın Dede bir şeyler anlatmak istiyor olmasın? Rabbünâ kelimesi de artık bana yabancı değil gibi. Ve aynı anda beynimde şimşek gibi gelip geçen bir hadis! Bu kelimeyi son Peygamber de kullanmıyor mu?
“ Sizden hiç kimse emri altındakileri kulum, kölem diye çağırmasın. Oğlum, evladım desin. Yine sizden hiç kimse efendisine Rabb’im, sahibim demesin.” 1
Meğer eski dilde Rabb’im demek, sahibim, sultanım demekmiş. Köleler efendileri için kullanırlarmış. Sonra bir ayet geliyor aklıma,
“ Ey kitap ehli! Gelin hepimizin bildiği bir gerçekte buluşalım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı unutup da birbirimize Rab olmayalım. Âli İmran 3/64”
İyi de ne var bunda?
Ne yok ki? Eğer aklıma gelenler doğruysa çok şey var demektir.
Ve sonra doğru İsmet amcaya! Sözü uzatmadım. Dede bize bir dua öğrettikten sonra şöyle şöyle dedi diyerek anlattım ve sordum,
- Rabb’ül ne demek, Rabbünâ ne demek? Bu duada Rabbünâ kelimesini eklemek neden yanlış oluyor?
İsmet amca Dedeyle aynı görüşte değildi.
- Hayır, dedi. Bunda çıkarılması gereken bir yanlışlık yok. Her iki kelime de aynı anlama gelir! Rabbünâ Rabbimiz, Rabb’ül Rableri demektir.
İki hoca, iki farklı görüş! Hangisine inanmalı? Aklım İsmet amcadan yana olmakla birlikte, kalbim Dedenin sözlerinde başka bir hikmet aramam gerektiğini söylüyor. Peki nerede bu hikmet?
Yanlış hatırlamıyorsam Tevrat’ta buna benzer bir hikaye olmalı. Bulup okudum ama bizim hikayeye pek benzemiyor. Gelen üç melek hem yemek yiyorlar, hem de böyle bir dua ettikleri yok.
O zaman anladım ki bu hikaye kendini anlatmaya çalışan İslam kültürünün Haz. İbrahim’e uyarladığı farklı bir özümsemedir. Değiştirmişler ve başka bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ne anlatmak istiyor olabilirler?
Haz. Cebrail ile ilgili çalışma bittikten sonraki günlerde hikaye kendi içinde aydınlanmaya başladı. İşte bana göre olan biten;
“ Sıcak bir öğle sonrası. Haz. İbrahim taş sundurmadaki tahta sedirin üzerinde yalnız başına oturuyor. Oruçlu ve misafir gelmedikçe yememeye kararlı. Bahçedeki ağaçların arasından karşı tepelerde yayılan koyun sürülerine bakıyor. Sessizliğin içinde Allah’ı, o eşsiz yaratıcıyı düşünüyor. Derken dışarıda sesler, evin bahçesini çeviren kuru taş duvarların arkasında iki üç misafir. Kahyadan önce fırlayıp çıkıyor. Gelenler kim?
Biraz yemek ve suya ihtiyacı olan birkaç garip yolcu mu? Yoksa komşu köyde saldırıya uğramış birkaç fakir köylü mü? Belki de kocasını kaybetmiş iki çocuklu zavallı bir kadındır, yardıma ihtiyacı var. Gerçi kim oldukları önemli değil, tanıyor veya tanımıyor olması da önemli değil. Önemli olan onların bir insan, bir misafir ve İbrahim’e gelmiş olmaları.
- Ne duruyorsunuz, içeri alın. Belki açlardır hemen yemek hazırlayın. Bir kuzu kesin, acele edin.
Misafirler ürkek ve çekingen, başları önüne eğik. Ara sıra kaçamak bakışlarla Haz. İbrahim’e bakıyorlar. Herkesin dilinde dolaşan, yıllardır adını duydukları peygamber kral bu mu? Kim bilir belki de tanrıdır ama söylemiyor, saklanıyor. Kendilerine yardım edecek, dertlerine derman olacak mı acaba?
Onlar kendisine bakarken, az önceki yalnızlığında Allah’ı çağıran Haz. İbrahim de onlara bakıyor. Derinden, çok derinden! Nereye bakıyor, ne görüyor bilinmez.
Ve derken, gelen zavallı misafirlerden biri heyecanlı titrek bir sesle söze giriyor,
- Rabbünâ! Ey ismi dillerden düşmeyen, iyilerin iyisi, mübarek, eşi benzeri olmayan efendimiz. Ey ruhun ve meleklerin Rabbi!
Tıpkı Dedenin bize anlattığı gibi. Peki ama kimdir o eşi benzeri olmayan, kime bu güzel sözler? İbrahim’e mi? Hangi İbrahim’e, hani İbrahim nerede?
Haz. İbrahim karşısındaki çaresiz insanı dinlerken kendinden geçmiş, sanki artık yoktur. Bu güzel sözlerin kendisi için söylenmediğini, söylenemeyeceğini biliyor. Yıllardır uğraşmasına karşılık hâlâ öğretemedi ama, gerçek efendinin kim olduğunu o çok iyi biliyor.
Şimdi onun bakışında konuşanlar Allah’ın melekleridirler ve Allah’ı övmekteler. Biliyor, konuşan insanlar kendileri bile farkında değiller Allah’a melek olduklarının. Ama onlar bir melek, İbrahim görüyor!
- Bir daha söyle, bir daha!
Artık koyunların, tarlaların ne kıymeti var! Her şey Onun, her şey onların değil mi? ”

Sayın hakim! Şimdi size yukarıda anlattığım ve insanları melekleştiren bu yakıştırmamın gerçek olduğunu, bu konuda Son Peygamberin de böyle düşündüğünü söylesem inanır mısınız? Dava delili olarak lütfen kayıtlara geçsin;
“ Resulallah bir cenaze törenine katılmıştı. Cenazeyi binek hayvanları üzerinde takip eden birkaç kişiyi görünce onlara şöyle dedi;
- Allah’ın melekleri ayakları toz içinde yürüyorken, siz hayvan üstünde olmaktan utanmıyor musunuz?” 2
Esasen, neden sarımsak yemediğini soranlara;
“ Hayır, haram değil ama ben sahibim Cebrail’i rahatsız etmekten çekiniyorum.” 3 demesi de bu nedenle değil miydi?
***
Sayın Hakim, eski kültürlerin Melek ve cin dediği görünmezlik kavramları gerçekte bizim kendi bilgisizliğimizden başka bir şey değildir. Gerçeğe ve bilgiye kapalı bir anlayış Haz. Cebrail’i göremediği gibi, elbette diğer melekleri de göremeyecektir.
Bu anlayış bana göre aynı zamanda Haz. Meryem’in de sırrıdır. Şimdi size Kuran’ın Haz. Meryem hakkındaki anlayışından birkaç ayet aktarmak isterim,
“ Hani İmran’ın karısı şöyle demişti, - Rabb’im, karnımdakini sadece sana adadım, onu benden kabul et. Kuşkusuz sen her şeyi duyan, her şeyi bilensin.
Onu doğurunca şöyle dedi, - Rabb’im onu kız olarak doğurdum ve kız erkek gibi değildir. Adını Meryem koydum. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan sana sığındırıyorum.
Allah onu memnuniyetle kabul etti ve güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü. Onu Zekeriya’nın korumasına verdi. Zekeriya Mihrapta onun yanına her girdiğinde orada yiyecek bir şeyler bulur ve sorardı, - Meryem bunu sana kim getirdi? Meryem de, - Bu Allah katındandır. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır, derdi. Âli İmran 3/35”
Hayır, zırvaladığımı düşünerek hemen yüzünüzü ekşitmeyin. Kuran’ın bu ayetleri, Hıristiyan halkın dilinde dolaşan anlatımlarla İncil’den yaptığı alıntılardır ve ben bunları sadece bir noktaya dikkatinizi çekmek için aktardım. Açıkça görülüyor ki daha doğmadan Allah’a adanan Meryem, titiz bir dini terbiye altında yetiştirilmiştir. Annesine de benzemiş olacak ki ibadet ve tefekküre yönelmiş, neredeyse mescitte yatar kalkar olmuştur. Öyle ki, İbrahim gibi artık kendisine yiyecek getirenleri bile bir melek olarak görmekte ve her şeyi Allah’tan bilmektedir. Eğer bu böyle olmasaydı ve yiyecekler gerçekten gökten inseydi, aynı Kuran mucizeleri reddeder ve şöyle der miydi?
“ Kendilerine, okunan bir kitap indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Ankebut 29/51”
“ De ki, - Allah’ı tenzih ederim! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim? İsra 17/95”
Esasen Meryem’in gökten inen bu sofraları, şimdi bizi olduğu gibi o günlerde İsa’yı da oldukça yormuş olmalıdır ki, önce İncil’de ve daha sonra da Kuran’da vahye konu olmuştur.
“ Havariler demişlerdi ki, - Ey Meryem oğlu İsa! Rabb’in bize gökten bir sofra indirebilir mi? İsa dedi ki, - İnanıyorsanız Allah’tan korkun! Maide 5/112”
Mucizeler yaratmakla görevli olmadığını anlatmaya çalışan Haz. İsa, yine Kuran’da niçin gönderildiğini bakın nasıl izah ediyor,
“ Ben size herkesin bilmediği bilgiler getirdim. Tartışıp durduğunuz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Şu halde Allah’tan korkun da dinleyin. Zuhruf 43/63”
Havariler gelip geçti, daha sonra nice insanlar gelip geçti. Ya siz? Gökten indirilen bir sofra da siz ister miydiniz?
Eğer istiyorsanız bilmelisiniz ki gökten göğe yakışır nimetler, yerden de yere yakışır nimetler gönderilir. Yoksa siz yerden bitirilen soğan ve mercimeğin, yükseklerden gönderilen yüksek bir anlayıştan daha değerli olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Eğer öyleyse, Son Peygamberin sofralarını da görmemişsiniz demektir. O bir sofrada yemek yedikten sonra şöyle dua edermiş,
“ Allah’ım bize verdiğin bu nimetler için şükrederiz. Bize bundan daha iyisini ver ve arttır.” 4
Yiyecekler için bir çok yerde,
“ Allah’ım Muhammet ve ailesine yetecek kadar ihsan et!” 5 dediğine göre, neyin arttırılmasını istediği anlaşılıyor,
“ Rabb’im ilmimi arttır! Taha 20/114”
Esasen Kuran’ın başka bir ayeti de sofra hakkındaki bu düşüncelerimizin doğru olduğunu anlatır gibidir.
“ Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine indirilmiş olanı gerektiği şekilde uygulasalardı, onları hem gökten hem de yerden nasiplendirirdik. Maide 5/66”
***
Geldiğimiz bu noktada, Yusuf’la nişanlanan ve artık evlenme hazırlıkları içindeki Meryem’i seyredebiliriz.
Diğer gelin adaylarına pek benzemiyor. Heyecansız, telaşsız ve durgun. Ne taranıp süslendiği var, ne çeyiz topladığı. Sanki üç beş ay sonra evlenecek olan o değil. Ya Yusuf? Önceleri pek farkında değil, nişanlısı Meryem’e sokulmaya çalışıyor. Kaçamak bir bakış, kazara parmak ucuyla bir dokunuş! Ne o, niye hiç tepki vermiyor? Yoksa kendisini sevmiyor mu?
Bir bilse ki o Allah’tan başkasını görmüyor, göremiyor. Tüm varlığı Onun hayalleriyle dopdolu ve başkasına yer yok. Yusuf bir zaman sonra sıkılmaya başlıyor, yoksa Meryem hasta mı? Yoksa evlenmekten vazgeçse mi? Bu haldeki bir kadından nasıl eş olur ki! İncil onun bu sıkıntılarını şöyle anlatıyor,
“ Nişanlısı Yusuf iyi bir insandı. Onu âlemin önünde rezil etmeden gizlice ayrılmak niyetinde idi. Fakat sonra Rabb’in meleği ona rüyada görünüp şöyle dedi, - Ey Yusuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma. Çünkü kendisinde beliren hal ruhülkudüstendir. Matta 1/19”
Yusuf’la evlenmek üzere olan Haz. Meryem’in anlayışını şimdi daha yakından tanımış olmalıyız.
Yusuf mu? Nitekim evlendiği gün korktuğu başına geldi. Meryem, görünen âlemle arasına bir perde çekmiş, ait olduğu âlemden inmiyor. İnemiyor!

“ Onlarla arasına bir perde çekmişti. Meryem 19/17”
Ve karşısında gördüğü insanın eşi olduğundan habersiz şöyle diyor,
“ Ben senden Rahmana sığınıyorum. Takva sahibi birisiysen Allah’tan kork. Meryem 19/18”
Yusuf’sa bu anlayışla sarhoş gibi olan eşini bakın nasıl teselli ediyor,
“ Ben sadece Rabb’inin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan bağışlamak için buradayım. Meryem 19/19”
Kuran, Haz. Meryem’in Cebrail olarak gördüğü bu insanın gerçek bir insan, yani Yusuf olduğunu şöyle anlatır,
“ O onlarla arasına bir perde çekince biz de ona ruhumuzu göndermiştik de, o ona gerçek bir insan olarak görünmüştü. Meryem 19/17”
Yoksa siz Kuran’ın gerçek bir insan olduğunu söylediği o insanın gerçek olduğuna inanmıyor musunuz?
Yoksa siz o gerçek insanın Yusuf’tan başka biri mi olduğunu düşünüyorsunuz?
Yoksa siz Meryem hakkında kötü sözler mi söylemek istiyorsunuz?
Yoksa siz melek kavramının bir görünmezlik anlayışı olduğunu hâlâ anlamıyor musunuz?
***
Sayın hakim! İzin verirseniz Kuran’dan yaptığım alıntılara devam etmek isterim.
“ Melekler şöyle demişlerdi, - Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünya ve ahrette şanı yücedir, Allah’a yakın olanlardandır. Beşikte ve büyüdüğünde insanlarla konuşacak, salihlerden olduğunu söyleyecektir.
Meryem dedi ki, - Rabb’im benim nasıl çocuğum olur? Bana hiçbir insan dokunmadı ki! Allah cevap verdi, - Allah dilediğini yaratır. Bir şeyi dilediğinde sadece ol der, o da hemen oluverir. Âli İmran 3/45-47”
Evet Allah dilediğini yaratır ama nasıl yaratır? Allah aynı Kuran’da her şeyi kendi kanunları içinde belli bir ölçüye göre yarattığını ve Allah’ın kanunlarında herhangi bir değişiklik bulamayacağımızı söylemiyor mu?
“ Yalanladılar, kendi heves ve kuruntularına uydular. Oysa ki her iş ve oluş belli bir ölçüye ve düzene bağlanmıştır. Kamer 54/3”
“ Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan Odur. Rahmanın yaratışında herhangi bir uyuşmazlık ve çelişki göremezsin. Bir kez daha bak! Herhangi bir çelişki görüyor musun? Mülk 67/3”
Düşünün bakalım, madem ki yaratılışta her iş bir ölçüye bağlanmıştır ve madem ki olaylar arasında herhangi bir çelişki yoktur, İsa’nın babasız doğması yaratılış kanunlarıyla çelişkili değil mi?
Hayır, lütfen aklı yok eden mucizelere geri dönmeyin. Biliyorsanız söyleyin, bilmiyorsanız bilmiyorum deyin ve durup dinleyin.
Evet, Allah ol deyince de hemen oluverir ama, Allah’ın hemen kavramıyla bizim hemen kavramımız bir midir? Allah, bizim bir günümüzün Allah katında elli bin yıl olduğunu söylemiyor mu?
“Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler Ona. Mearic 70/4”
Hayır! Ayetleri Allah’ın yarattığı şu gerçek âlemden kopararak yorumlama hakkımız yoktur! Bakın Kuran, Haz. Meryem ve Haz. İsa hakkındaki bu çarpık anlayışımızı nasıl bir örnekle doğrultmaya çalışıyor,
“ Meryem oğlu İsa bir resulden başkası değildir. Annesi de doğru biriydi. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, nasıl açıklıyoruz ayetleri. Maide 5/75”
Devamında ise bakın ne diyor,
“ Bunu sana hikmet dolu Kuran’ın ayetleriyle okuyoruz. Muhakkak ki Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı ve insan ol dedi, artık o olur. Âli İmran 3/58-59”
Kuran’ın en büyük hikmeti gerçekleri anlatıyor olması değil midir? Eğer öyleyse, nedir İsa ile Âdem arasında saklanan bu hikmet?
İslam düşünürlerine göre bu hikmet, ikisinin de babasız yaratılmış olmalarıdır ve bana göre de bu tefsir doğrudur.

Tam bu sırada Hakim dayanamayıp araya giriyor;
- Evet ama, yanlış anlamadıysam ta başından beri İsa’nın gerçek bir babası olduğunu, hâttâ onun Yusuf olduğunu savunmuyor muydunuz?
- Çok doğru ve hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Çünkü ayetin söz ettiği şey sadece bir durum benzerliğidir ve babalarla hiç ilgisi yok. Burada şaşkınlığa düşmemize neden olan şey konuyu bireyselleştirmemiz, insani ideallerden koparmamızdır.
Sayın hakim! Hemen ifade edeyim ki hiç bilinmeyen yeni şeyler söylüyor değilim. Bu tartışma bin dört yüz yıl önce Son Peygamberle Hıristiyanlar arasında da yapılmıştır ve ispatı Kuran ve hadislerdedir. Delil olarak bunun da kayıtlara geçmesini talep ediyorum.
“ Necran, Mekke’ye yedi konak mesafede, aralarında Yahudilerin de bulunduğu büyük bir Hıristiyan şehridir. Şehrin kralı Ebu Nüvâs Yahudi idi. Önce Hıristiyanları Yahudiliğe davet etti. Kabul etmemeleri üzerine de, Buruc suresinin başında ifade edildiği gibi içinde ateş yanan uzun hendeklerde Hıristiyan halkı yaktı.
İbn-i Sad’ın söylediğine göre, bu hadiseden bir süre sonra Peygamber bir mektup göndererek Necran Hıristiyanlarını Medine’ye davet etti. Başkanları Abdülmesih Âkib, âlimleri Ebu’l Haris Alkame ve seyyid Eyhem de yanında olduğu halde on dört kişilik bir heyetle Mekke’ye geldi. Üzerlerinde gayet şık ipekli elbiseler vardı. Mescide girdiklerinde doğuya dönerek namaz kıldılar. Peygamber bunu hoş görmeyen bazı kimselere, - Kendi hallerine bırakınız, buyurdu. Ertesi gün ruhban kıyafetleri giymiş olarak geldiler ve Peygamber bunlara Kuran okuyarak İslam’a davet etti. Kabul etmemeleri üzerine derin tartışmalar oldu. Tartışmaların sonuç vermemesi üzerine Peygamber, - Hep birlikte Allah’ı şahit tutalım. Kim yalancıysa Allah’ın laneti onun üzerine olsun, dedi. Ancak onlar bunu kabul etmeyerek şöyle dediler, - Hayır! Dinimizden dönmeyeceğiz ve haraç ödeyeceğiz. Bize güvenilir bir adamını gönder.
İbn-i Sad’ın anlattığına göre, bin tanesi recep, bin tanesi sefer ayında olmak üzere iki bin tane elbise ve ayrıca her elbise için kırk dirhem para vereceklerdi.” 6
Peygamberin Necran heyetiyle yaptığı derin tartışmaların bugünkü tartışmalardan daha farklı olduğunu sanmayın. Tartışma konusu hep aynıdır. Allah, İsa ve Cebrail! Peki bu tartışmada Peygamberin tavrı nedir biliyor musunuz?
İşte bu tartışmadan sonra inen ayetler,
“ Gerçek Rabb’indendir, şu halde kuşkulu bir bilginin yanında olma! Gerçeğin bilgisi sana geldikten sonra gerçek konusunda seninle tartışana de ki, - Gelin oğullarımız ve kadınlarımızla birlikte kendimizi de ortaya koyup şöyle yemin edelim, Allah’ın laneti yalancıların üstüne olsun!
İşte bu muhakkak ki gerçeğin hikayesidir. Allah’tan başka ilah yoktur, O her şeye galip ve hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, kuşku yok ki Allah gerçeğe yüz çevirerek insanları aldatanları çok iyi bilir.
De ki, - Ey kitap ehli! Gelin hepimizin bildiği bir gerçekte buluşalım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı unutup da birbirimize Rablik etmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse şöyle deyin, - İyi bilin ki biz Müslümanlarız. Âli İmran 3/60-64”
“ Onlar kendileri gibi sizi de şaşırtmak istediler. Oysa onlar bunu yapmakla yine kendilerini aldatmış olurlar ama, bunun farkında bile değiller. Ey Kitap sahipleri! Gerçeği bilip durduğunuz halde, Allah’ın şu ayetlerini nasıl inkar edebiliyorsunuz? Bilip durduğunuz halde gerçeği nasıl saptırabiliyor, yalan yanlış uydurmalarla nasıl kirletebiliyorsunuz? Âli İmran 3/69-71”
Sayın hakim! Hangi söz çıplak materyalist gerçeği bundan daha güzel savunabilir?
Gördüğünüz gibi Allah Haz. İsa’nın babası olmayı kabul etmediği gibi, gerçeğe uymayan abuk sabuk anlayışları da kabul etmiyor.
“ İstiyorlar ki ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürsünler. Ama Allah, küfre batanlar hoş görmeseler de nurunu tamamlayacaktır. Saff 61/8”
Sıkıcı olmasın diye kısa kesiyorum. Merak edip okursanız, göreceksiniz surenin devamı daha da serttir.
Sayın hakim! Savunmanın ortaya koyduğu deliller ışığında, bu güne kadar gizlenmek istenen gerçek aydınlanmıştır.
Haz. İsa da, annesi Meryem de sadece sizin gibi bir insandılar. İsa’nın babası ise elbette ki Meryem’in eşi Yusuf’tur. Cebrail, Haz. Meryem’in anlayışında beliren Yusuf’tan başkası değildir.
Gözlerinin önündeki melekleri kendi körlükleri nedeniyle göremeyen bu anlayışsız insanlar sebebiyle, masum insanları ve gerçeği nasıl mahkum edersiniz? Asıl suçlu, kendi gözünün körlüğü nedeniyle meleklere önce kanat takan, sonra da görünmez yapan bu anlayış değil midir?
Sanık sandalyesinde olması gereken asıl suçlular davalı müvekkillerim değildir. Onlara inanan garip halk da değildir. İlk suçlular önce dindar geçinen kafir şeytanlar, sonra da davacı Bilim ve yandaşlarıdırlar. Dindar kafirlerin suçu nefislerine uyup gerçeği örtmek, Bilimin suçu ise din bilimini ihmal ederek halkı aydınlatmamaktır. Müvekkillerimin beraatını ve masumluklarının tescilini talep ederim.
Gerçeğin hakimi şaşkın, karar veremiyor. Kararı bir sonraki oturuma erteliyor. Anlaşıldı, kararı büyük jüri verecek. Halk jürisi!
Ben büyük jürinin Haktan ve gerçekten yana karar vereceğine inanıyorum.
***
Ancak hakim duruşma salonundan ayrılmadan önce kulağıma eğilip fısıldıyor,
- Sanki bana da sen haklıymışsın gibi geliyor ama, bil ki duruşmada söz ettiğin şu baba ve benzerlik meselesini hâlâ anlamış değilim. Aslında insanların şu babasızlık meselesine niye takıldıklarını da anlamış değilim. Herhalde bir nedeni vardır!
- Haklısınız, bunun bir nedeni var. Sizin ve davacı Bilimin de çok iyi bildiği gibi, babasız var olmak kavramı ilk defa Haz. İsa ile ortaya çıkmış değildir. İnsanlık tarihi taştan, ağaçtan veya hayvandan doğduğu anlatılan kutsal insan hikayeleriyle doludur. Böyle olunca açıktır ki, Allah hem İncil hem de Kuran’da, babasız yaratılmak deyimiyle başka bir şey anlatmak istemektedir. Allah bununla ne demek istediğini Kuran’ın Haz. İsa ile ilgili başka bir ayetinde açıklar. Dava konusuyla doğrudan ilgili, hâtta en önemli savunma delillerimizden biri olduğu halde gerekmediği için anlatmamıştım. İsterseniz kıyamet bahsinde size ayrıca anlatırım.
 

dayi

Profesör
Katılım
15 Kas 2006
Mesajlar
1,918
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
69
yegen..eywallah..:shake2[1]:

HU..
 
Üst