Muminaga
Yeni
- Katılım
- 19 Ara 2006
- Mesajlar
- 8,208
- Tepkime puanı
- 989
- Puanları
- 0
Hüseyin Kaya - Üç silahşörlerin Sonu
Suriye Çevresinde Derin Hesaplar
Suriye`nin Türkiye`ye ait bir askeri uçağı düşürmesi üzerine ortalıkta yeni hesaplarla ilgili konuşulmaya başlandı. Yüzler büyük oranda berraklaştı.
Milliyetçi dalganın yükselmesi üzerine farklı görüşlere sahip olanlar genellikle ya sustu, ya da sükûnet çağrısında bulundu.
Aslında tam da bu sırada yapılan kamuoyu araştırmalarında savaş isteyenlerin oranı yüzde 3-5 olarak açıklandı.
Halk savaş istemiyor; ama birileri kışkırtıcılık yapıyor.
Garip bir süreç yaşanıyor.
Biz de burada sürecin içindekilerle ilgili kısa bir değerlendirme yapacağız.
Yazının içeriğine girmeden önce hatırlatmamızı yapalım:
Bize göre zalim Baas rejiminin savunulacak bir tarafı yoktur.
Liberal, milliyetçi ya da sosyalistlerin değil; ama Müslüman halkın Esad adındaki tağutu devirip İslami yönetime kavuşması en büyük dileğimizdir.
Biz burada çelişkilerden ve hedefin saptırılması çabalarından söz ediyoruz sadece. Sığ sularda derin siyaset yaptıklarını sananlar ile gerçek derin hesaplar arasındaki farklara değinmek istiyoruz.
YETERİNCE DERİN DEĞİLMİŞ!
Ahmet Davutoğlu, Dış İşleri Bakanlığına geldiğinde, onu tanıyanlar büyük beklenti içine girmişlerdi. Hariciyede taşların yerinden oynatılacağı iddia ediliyordu. Türkiye’nin Davutoğlu ile yeni bir vizyon yakalayacağı, “durağanlıktan etkin bir dış politikaya” geçişin başlayacağı söyleniyordu.
Gerçekten de taşlar yerinden oynadı Dış İşlerinde. 150 yıldır belli ailelerin kontrolünde olan diplomatik kadrolarda daha geniş kesimler, daha açık ifade ile “halk” yer bulmaya başlıyordu.
“Monşer”ler sıkıntıdaydı. Bazı kadrolar ellerinden bir süreliğine çıkıyordu. Onlar sistemin bu “ayak takımı” ile yürümeyeceğini, kendilerine yeniden ihtiyaç duyulacağını, derin siyasi güçlerle olan dirsek temaslarının faydasını da göreceklerini düşünüyorlardı.
Dudak büküyorlardı yeni konsepte, alaya alıyorlardı harcanan çabaları.
Ama umdukları olmadı.
Ahmet Davutoğlu, bazılarının hiç ummadığı kadar hazırlıklıydı. Adımları kararlı idi ve iyi hesaplanmış intibaını veriyordu.
Türkiye, bir anda uluslararası arenada önemli bir aktör haline geldi. “Komşularla sıfır problem”, düşüncesi iyi diplomatik ataklarla pratiğe geçirildi.
Türkiye, istikrarlı ekonomisi ve başarılı diplomasisi ile parlayan yıldız haline geldi. Birçok ülke imrenerek bakıyordu Türkiye’ye ve idarecilerine.
Ne zamana kadar mı sürdü bu durum?
Gazze savaşına ve “one minute” krizine kadar… İsrail’e tepki gösteren Türkiye, İslam dünyasında ne kadar sempati toplamışsa, küresel sistemin aktörlerinin de o kadar tepkisini çekti.
Türkiye’nin kulağını çekmeye karar verdiler. Sınırları aşmış, belirlenmiş alanın dışına çıkmaya çalışmıştı.
Yeni projeler devreye girmeye başladı.
Dış İşleri, kendi projeleriyle kendisinden istenenler arasında bocalamaya başladı.
Bir taraftan Irak’ın iç dengeleriyle oynadı, öte tarafta Nato için radar üssüne izin verdi.
Kuzey Afrika’da kendisini aşan işlere girişti.
Taliban bile neredeyse Türkiye’nin arabuluculuğuna razı olacaktı.
Ama diplomasi rahat durmuyordu.
Rumlarla, Ermenilerle, AB ile uğraştı.
İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda arada kaldı. İran’ı bazı konularda ikna ederek Batı’nı tecrit planlarının bir süreliğine bozulmasına neden oldu. Nükleer konuda İran’ın üzerine gidemezdi, çünkü kendi nükleer hesapları da vardı.
Kimseyi ikna edemedi.
“sıfır problem” “sıfır iyi niyet”e dönüştü.
Davutoğlu’nun “Stratejik derinliği” yetersiz kalmıştı.
Daha “derinlerde” iş görenler girmişti devreye.
LİBERAL DERİNLİK!
Türkiye’ye ait keşif uçağının düşürülmesi üzerine Dış İşleri yoğun bir mesaiyle çalışmaya başladı. Konuyu izah etme, uluslararası platformlarda girişimlerde bulunma amaçlı çabalar için hazırlıklar yapıldı.
Farklı bilgiler, farklı ve amaçlı bilgilendirmeler ortalığı karıştırmıştı.
Hükümet ve Dış İşleri sözcüleri olayı anlatmaya çalışıyorlar, atılacak adımlarla ilgili net ve kesin bir şey söylemiyorlar.
Birçok yerden “itidal” açıklamaları gelirken, liberaller ilginç çıkışlarda bulunuyorlar. Pkk ile ilgili meselelerde her zaman çatışmaya taraf olmadıklarını, görüşmeleri ve uzlaşmayı desteklediklerini söyleyen yazarlar bir anda savaş çığırtkanı kesildi.
Örnek olarak iki yazardan kısa alıntılar yapacağım.
İşte Taraf Gazetesinden Ahmet Altan’ın yazısından bir bölüm:
“Türkiye, Suriye sınırına asker sevk etmeye başlamış.
Bence doğru ama geç kalmış bir karar.
Devletin “reaksiyon süresinin” epey uzun olduğu anlaşılıyor.
Bu harekât, uçağın düşürüldüğü gün başlamalıydı bence.”
İkinci alıntıyı Cengiz Çandar’dan yapacağım:
“Türkiye’nin “ciddi” bir devlet olduğunu anlatma ihtiyacı şu anda nereden kaynaklanıyor? Suriye’ye karşı bir “misilleme”ye geçmeyeceğini, “intikamcı” davranmayacağını göstermek için. “Türkiye kabile devleti değildir” sloganından çıkarılacak, çıkarılması gereken sonuç, “Suriye’ye girmeyecek olduğumuzdur.
Slogan ve aktarmak istediği mesaj, gerçi “hoş” da, tek başına bir “doğruluk” ifade etmiyor. Benzeri bir durumda “misilleme”de bulunacak ülkeler, “kabile devleti” midir? Aklınıza İsrail’i getirin bir an için… İsrail’i sevmeyebilirsiniz ama İsrail bir “kabile devleti” değildir. Şayet. Suriye hava sahasını birkaç dakika ihlal etmiş olan bir İsrail savaş uçağı
düşürülmüş olsaydı, İsrail’in “misilleme” yapacağından herhalde emin olurdunuz. Aksi düşünülemezdi.
“Misilleme”, bir “kabile devleti” davranışı değildir yani.”
Cengiz Çandar’a israil’in tabii ki kabile devleti olmadığını, uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe sayan dört başı mamur bir terör yapılanması olduğunu söylememize gerek yok. İnanın ki bunları bizden daha iyi biliyor.
Ama kıblesi değişmiş Cengiz Çandar’ın.
Solculuktan liberalliğe geçişte “derin” sulardan geçmiştir.
DERİN KULAÇLAR KİME “HİZMET”?
Hükümet ile Gülen cemaati arasındaki çekişme karşılıklı hamle ve girişimlerle sürüyor.
Hükümetin Özel Yetkili Mahkemeleri kaldıracağı yönündeki haberler mezkur grubun medyasında eleştirel bir şekilde yer alıyor. Hükümetin Ergenekoncuları cezaevinden çıkarmaya çalışarak kendi ayağına kurşun sıktığını iddia ediyorlar.
Çekişme batı basınında da yer bulmaya başladı.
Erdoğan ve Ak Parti hükümeti ile ilgili değerlendirmelerin de yapıldığı bir yazı yayınlandı Financial Times gazetesinde. Yazıda Erdoğan’dan övgüyle söz edilirken son zamanlarda dış politikada sıkıntıların yaşandığı ifade edildi.
‘Türkiye’de Erdoğan’ın pek çok kurulu düzene meydan okuduğu iddia edilen haberde, başbakanın karşısındaki esas zorluğun pek çok devlet kurumunda örgütlü Fethullah Gülen cemaati olduğu ifade ediliyor.’
Bu tartışmalar devam ederken Gülen cemaati, kendilerini tanımlamak için “Cemaat”, Camia” ve “Hizmet” arasında gidip geldi ve sonuncusunda karar kıldı.
Tabii bu arada kamuoyunda “kime hizmet?” şeklinde soruların da sorulması kaçınılmaz oldu.
Nitekim Suriye’nin keşif uçağını düşürmesinden önce ve sonra Zaman Gazetesi yazarları kime “hizmet” ettikleri konusunda çok da net davranışlar sergilemediler.
Abdülhamit Bilici, müdahale istediğini net bir şekilde ifade etti:
“Türkiye, her önüne gelenin maliyet ödemeden zarar verebildiği bir ülke olmak istemiyorsa zamanını ve şeklini kendinin belirleyeceği bir tarzda bu düşmanca tutuma cevap vermelidir.”
Hedefi büyüten Hüseyin Gülerce kendisini aşan laflar etti:
“Tamam, İran ile iyi geçinelim. Ama İran’ın zamirinde ne var, asıl ne yapmak istiyor, İslamî söylem, Fars milliyetçiliği için perde mi değil mi, bunu sorgulamayalım mı?
Suriye, tuzakta kapandır. Kapanı değil, tuzağı kuranları görebilmeliyiz...”
İbretlik sözler, öyle değil mi?
İslami söylem, Fars milliyetçiliği için perde imiş.
Türkçe olimpiyatlarını göz önüne alıp Fars kelimesi yerine Türk kelimesini koyun.
Ne kadar da uydu, öyle değil mi?
Bülent Keneş ise bir ay önceki yazısında bakın neler söylüyor?
“Suriye ve İran’daki anti-demokratik rejimlerin yakın zamana kadar Türkiye ile iyi olan ilişkilerinden yararlanarak Türk toplumuna ne kadar nüfuz ettiklerinin de somut bir göstergesi oldu. Sadece 2011 yılında Türkiye’de faaliyete başlayan İran menşeli firma sayısının 590 olduğunu ve bu rakamın mevcut İran şirketlerinin sayısının yüzde 40’lık bir artış gösterdiği anlamına geldiğini hatırlamamız ne demek istediğimi anlatmaya yeter.”
Keneş, acaba hiç İsrail menşeli firmalarla ilgili bir araştırma yaptı mı?
Böyle bir şey yaparsa reklam gelirlerinde ciddi azalmalar olabilir mi?
İran menşeli firmaların esas suçu malum medya gruplarına reklam vermemesi mi?
Çok karıştı değil mi?
Fazla mı derinlere daldık?
Aslında çok fazla derinlere dalmaya gerek de yok. Liberal ve malum odakların attığı kulaçların kime “hizmet” ettiği çok belirgin bir şekilde ortada!
Amaç lokal anlamda çıkarları korumaksa bu İslami ahlak açısından çok kötü bir şey.
Yok, eğer işin içerisinde başkalarının hesabına boru öttürmek varsa bu daha da kötü.
Hüseyin Kaya / Doğruhaber
______________
@SesS!zL!k...
Hüseyin Kaya isminde bir yazarın makalelerinden alıntılarınızı gördüm. Ancak doğruhaber gazetesindeki Hüseyin Kaya ile alıntı yaptığınız yazarın aynı kişi olmasından emin değilim. Konuları birleştirirken bu durumu dikkatinize sunuyorum.
Suriye Çevresinde Derin Hesaplar
Suriye`nin Türkiye`ye ait bir askeri uçağı düşürmesi üzerine ortalıkta yeni hesaplarla ilgili konuşulmaya başlandı. Yüzler büyük oranda berraklaştı.
Milliyetçi dalganın yükselmesi üzerine farklı görüşlere sahip olanlar genellikle ya sustu, ya da sükûnet çağrısında bulundu.
Aslında tam da bu sırada yapılan kamuoyu araştırmalarında savaş isteyenlerin oranı yüzde 3-5 olarak açıklandı.
Halk savaş istemiyor; ama birileri kışkırtıcılık yapıyor.
Garip bir süreç yaşanıyor.
Biz de burada sürecin içindekilerle ilgili kısa bir değerlendirme yapacağız.
Yazının içeriğine girmeden önce hatırlatmamızı yapalım:
Bize göre zalim Baas rejiminin savunulacak bir tarafı yoktur.
Liberal, milliyetçi ya da sosyalistlerin değil; ama Müslüman halkın Esad adındaki tağutu devirip İslami yönetime kavuşması en büyük dileğimizdir.
Biz burada çelişkilerden ve hedefin saptırılması çabalarından söz ediyoruz sadece. Sığ sularda derin siyaset yaptıklarını sananlar ile gerçek derin hesaplar arasındaki farklara değinmek istiyoruz.
YETERİNCE DERİN DEĞİLMİŞ!
Ahmet Davutoğlu, Dış İşleri Bakanlığına geldiğinde, onu tanıyanlar büyük beklenti içine girmişlerdi. Hariciyede taşların yerinden oynatılacağı iddia ediliyordu. Türkiye’nin Davutoğlu ile yeni bir vizyon yakalayacağı, “durağanlıktan etkin bir dış politikaya” geçişin başlayacağı söyleniyordu.
Gerçekten de taşlar yerinden oynadı Dış İşlerinde. 150 yıldır belli ailelerin kontrolünde olan diplomatik kadrolarda daha geniş kesimler, daha açık ifade ile “halk” yer bulmaya başlıyordu.
“Monşer”ler sıkıntıdaydı. Bazı kadrolar ellerinden bir süreliğine çıkıyordu. Onlar sistemin bu “ayak takımı” ile yürümeyeceğini, kendilerine yeniden ihtiyaç duyulacağını, derin siyasi güçlerle olan dirsek temaslarının faydasını da göreceklerini düşünüyorlardı.
Dudak büküyorlardı yeni konsepte, alaya alıyorlardı harcanan çabaları.
Ama umdukları olmadı.
Ahmet Davutoğlu, bazılarının hiç ummadığı kadar hazırlıklıydı. Adımları kararlı idi ve iyi hesaplanmış intibaını veriyordu.
Türkiye, bir anda uluslararası arenada önemli bir aktör haline geldi. “Komşularla sıfır problem”, düşüncesi iyi diplomatik ataklarla pratiğe geçirildi.
Türkiye, istikrarlı ekonomisi ve başarılı diplomasisi ile parlayan yıldız haline geldi. Birçok ülke imrenerek bakıyordu Türkiye’ye ve idarecilerine.
Ne zamana kadar mı sürdü bu durum?
Gazze savaşına ve “one minute” krizine kadar… İsrail’e tepki gösteren Türkiye, İslam dünyasında ne kadar sempati toplamışsa, küresel sistemin aktörlerinin de o kadar tepkisini çekti.
Türkiye’nin kulağını çekmeye karar verdiler. Sınırları aşmış, belirlenmiş alanın dışına çıkmaya çalışmıştı.
Yeni projeler devreye girmeye başladı.
Dış İşleri, kendi projeleriyle kendisinden istenenler arasında bocalamaya başladı.
Bir taraftan Irak’ın iç dengeleriyle oynadı, öte tarafta Nato için radar üssüne izin verdi.
Kuzey Afrika’da kendisini aşan işlere girişti.
Taliban bile neredeyse Türkiye’nin arabuluculuğuna razı olacaktı.
Ama diplomasi rahat durmuyordu.
Rumlarla, Ermenilerle, AB ile uğraştı.
İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda arada kaldı. İran’ı bazı konularda ikna ederek Batı’nı tecrit planlarının bir süreliğine bozulmasına neden oldu. Nükleer konuda İran’ın üzerine gidemezdi, çünkü kendi nükleer hesapları da vardı.
Kimseyi ikna edemedi.
“sıfır problem” “sıfır iyi niyet”e dönüştü.
Davutoğlu’nun “Stratejik derinliği” yetersiz kalmıştı.
Daha “derinlerde” iş görenler girmişti devreye.
LİBERAL DERİNLİK!
Türkiye’ye ait keşif uçağının düşürülmesi üzerine Dış İşleri yoğun bir mesaiyle çalışmaya başladı. Konuyu izah etme, uluslararası platformlarda girişimlerde bulunma amaçlı çabalar için hazırlıklar yapıldı.
Farklı bilgiler, farklı ve amaçlı bilgilendirmeler ortalığı karıştırmıştı.
Hükümet ve Dış İşleri sözcüleri olayı anlatmaya çalışıyorlar, atılacak adımlarla ilgili net ve kesin bir şey söylemiyorlar.
Birçok yerden “itidal” açıklamaları gelirken, liberaller ilginç çıkışlarda bulunuyorlar. Pkk ile ilgili meselelerde her zaman çatışmaya taraf olmadıklarını, görüşmeleri ve uzlaşmayı desteklediklerini söyleyen yazarlar bir anda savaş çığırtkanı kesildi.
Örnek olarak iki yazardan kısa alıntılar yapacağım.
İşte Taraf Gazetesinden Ahmet Altan’ın yazısından bir bölüm:
“Türkiye, Suriye sınırına asker sevk etmeye başlamış.
Bence doğru ama geç kalmış bir karar.
Devletin “reaksiyon süresinin” epey uzun olduğu anlaşılıyor.
Bu harekât, uçağın düşürüldüğü gün başlamalıydı bence.”
İkinci alıntıyı Cengiz Çandar’dan yapacağım:
“Türkiye’nin “ciddi” bir devlet olduğunu anlatma ihtiyacı şu anda nereden kaynaklanıyor? Suriye’ye karşı bir “misilleme”ye geçmeyeceğini, “intikamcı” davranmayacağını göstermek için. “Türkiye kabile devleti değildir” sloganından çıkarılacak, çıkarılması gereken sonuç, “Suriye’ye girmeyecek olduğumuzdur.
Slogan ve aktarmak istediği mesaj, gerçi “hoş” da, tek başına bir “doğruluk” ifade etmiyor. Benzeri bir durumda “misilleme”de bulunacak ülkeler, “kabile devleti” midir? Aklınıza İsrail’i getirin bir an için… İsrail’i sevmeyebilirsiniz ama İsrail bir “kabile devleti” değildir. Şayet. Suriye hava sahasını birkaç dakika ihlal etmiş olan bir İsrail savaş uçağı
düşürülmüş olsaydı, İsrail’in “misilleme” yapacağından herhalde emin olurdunuz. Aksi düşünülemezdi.
“Misilleme”, bir “kabile devleti” davranışı değildir yani.”
Cengiz Çandar’a israil’in tabii ki kabile devleti olmadığını, uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe sayan dört başı mamur bir terör yapılanması olduğunu söylememize gerek yok. İnanın ki bunları bizden daha iyi biliyor.
Ama kıblesi değişmiş Cengiz Çandar’ın.
Solculuktan liberalliğe geçişte “derin” sulardan geçmiştir.
DERİN KULAÇLAR KİME “HİZMET”?
Hükümet ile Gülen cemaati arasındaki çekişme karşılıklı hamle ve girişimlerle sürüyor.
Hükümetin Özel Yetkili Mahkemeleri kaldıracağı yönündeki haberler mezkur grubun medyasında eleştirel bir şekilde yer alıyor. Hükümetin Ergenekoncuları cezaevinden çıkarmaya çalışarak kendi ayağına kurşun sıktığını iddia ediyorlar.
Çekişme batı basınında da yer bulmaya başladı.
Erdoğan ve Ak Parti hükümeti ile ilgili değerlendirmelerin de yapıldığı bir yazı yayınlandı Financial Times gazetesinde. Yazıda Erdoğan’dan övgüyle söz edilirken son zamanlarda dış politikada sıkıntıların yaşandığı ifade edildi.
‘Türkiye’de Erdoğan’ın pek çok kurulu düzene meydan okuduğu iddia edilen haberde, başbakanın karşısındaki esas zorluğun pek çok devlet kurumunda örgütlü Fethullah Gülen cemaati olduğu ifade ediliyor.’
Bu tartışmalar devam ederken Gülen cemaati, kendilerini tanımlamak için “Cemaat”, Camia” ve “Hizmet” arasında gidip geldi ve sonuncusunda karar kıldı.
Tabii bu arada kamuoyunda “kime hizmet?” şeklinde soruların da sorulması kaçınılmaz oldu.
Nitekim Suriye’nin keşif uçağını düşürmesinden önce ve sonra Zaman Gazetesi yazarları kime “hizmet” ettikleri konusunda çok da net davranışlar sergilemediler.
Abdülhamit Bilici, müdahale istediğini net bir şekilde ifade etti:
“Türkiye, her önüne gelenin maliyet ödemeden zarar verebildiği bir ülke olmak istemiyorsa zamanını ve şeklini kendinin belirleyeceği bir tarzda bu düşmanca tutuma cevap vermelidir.”
Hedefi büyüten Hüseyin Gülerce kendisini aşan laflar etti:
“Tamam, İran ile iyi geçinelim. Ama İran’ın zamirinde ne var, asıl ne yapmak istiyor, İslamî söylem, Fars milliyetçiliği için perde mi değil mi, bunu sorgulamayalım mı?
Suriye, tuzakta kapandır. Kapanı değil, tuzağı kuranları görebilmeliyiz...”
İbretlik sözler, öyle değil mi?
İslami söylem, Fars milliyetçiliği için perde imiş.
Türkçe olimpiyatlarını göz önüne alıp Fars kelimesi yerine Türk kelimesini koyun.
Ne kadar da uydu, öyle değil mi?
Bülent Keneş ise bir ay önceki yazısında bakın neler söylüyor?
“Suriye ve İran’daki anti-demokratik rejimlerin yakın zamana kadar Türkiye ile iyi olan ilişkilerinden yararlanarak Türk toplumuna ne kadar nüfuz ettiklerinin de somut bir göstergesi oldu. Sadece 2011 yılında Türkiye’de faaliyete başlayan İran menşeli firma sayısının 590 olduğunu ve bu rakamın mevcut İran şirketlerinin sayısının yüzde 40’lık bir artış gösterdiği anlamına geldiğini hatırlamamız ne demek istediğimi anlatmaya yeter.”
Keneş, acaba hiç İsrail menşeli firmalarla ilgili bir araştırma yaptı mı?
Böyle bir şey yaparsa reklam gelirlerinde ciddi azalmalar olabilir mi?
İran menşeli firmaların esas suçu malum medya gruplarına reklam vermemesi mi?
Çok karıştı değil mi?
Fazla mı derinlere daldık?
Aslında çok fazla derinlere dalmaya gerek de yok. Liberal ve malum odakların attığı kulaçların kime “hizmet” ettiği çok belirgin bir şekilde ortada!
Amaç lokal anlamda çıkarları korumaksa bu İslami ahlak açısından çok kötü bir şey.
Yok, eğer işin içerisinde başkalarının hesabına boru öttürmek varsa bu daha da kötü.
Hüseyin Kaya / Doğruhaber
______________
@SesS!zL!k...
Hüseyin Kaya isminde bir yazarın makalelerinden alıntılarınızı gördüm. Ancak doğruhaber gazetesindeki Hüseyin Kaya ile alıntı yaptığınız yazarın aynı kişi olmasından emin değilim. Konuları birleştirirken bu durumu dikkatinize sunuyorum.