Hüdayi Nabit - Kerahat Vakti

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Evet, ilmektir boynumdaki ama ben

Kimsenin kölesi değilim
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
tarantulaymış benim adım diyecek değilim
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı
kendime rabb bellemeyeceğim
razı değilim beni tanımayan tarihe
beni sinesine sarmayan
tabiattan rıza dilenmeyeceğim.

İsmet Özel, Of Not Being a Jew
İlmekler atıyorlar bize. Düğümlüyorlar, kuzeyden güneyden, batıdan, doğudan. Üstelik iple atılan bir düğümleme değil bu. Dikenli tellerle düğüm atıyorlar bedenlerimize. Uçlarına zehir sürülmüş telleri, boğazımıza, bileklerimize, diz kapaklarımızın arkasına, böğrümüze… Şuurumuza… Dikenli tellerle aklımızın, fikrimizin kanını akıtıyorlar toprağa. Kanımızın toprakta bıraktığı kıpkırmızı izin fotoğrafını çekiyorlar. En ince ayrıntıyı çekebilen objektiflerle. Canımız çekiyor bir yandan, bir yandan canı çıkanların feryadıyla kulağımız çatlıyor. Bunu da çekiyorlar akşam ajansların ana konusu olsun diye.

Acıdan Halüsinasyon görüyoruz. Gerçek sanıyoruz elimizin üstünde gezen filleri. Ellerimizin üstünde gezindiğini sandığımız filler tarafından ezileceğiz korkusunu böyle nasıl yaşatıyorlar bize. Tam düşerken tutunduğumuz tuğlayı rab gösteriyorlar. Hatta tok sesleriyle nida ediyorlar perde arkasından. Oysa tutunduğumuz şey dokunduğumuz vakit en kılcal damarımıza bağır çağıra girecek bir toz kurusu. Söz kurusu kelimelerle cümleler kurup, vicdanımızın derisinin altına altına şırınga ediyorlar. Alın diyorlar, alın ilacınız bu. Deri altlarımıza zerk ettikleri aslında safi asit… Önce kemiklerimizi eritiyor bu kokuşmuş şeyler. Görünürde derimiz yerinde durduğundan bir şey olmuyor sanıyoruz. (Bir şey olmuyor mu sanıyorsunuz)


Çocukları anne kucağında, kundağında ve rahminde parçalıyorlar. İnsan hakkından filan söz ediyorlar. Demokrasi, gelişmek ve muasır medeniyet diyorlar. Bizim onların seviyesine gelmemiz lazımmış masa başında yazılmış ayetlere göre. Hatta bizim muasır medeniyetleri geçmemiz lazımmış. Yere serilmiş bedenlerimizin üstünde ha gayret deyip yapışan avurtlarımızı sıkıyorlar. Adımızı koyuyorlar. Kulaklarımıza, fısıldadıkları ne ezan ne kamet. Yalnızca pis bir “hırıltı”. Adımız bile söylenmesin diye yansıma bir isim koyuyorlar, seslenmesinler birbirlerine diye, “hırıltı”. Onlar bu sesi çıkardığında bizi çağırıyorlar sanıyoruz. En ufak sese bütün yönlere koşturuyorlar bizleri.


Ülkelerde, annelerinin kucaklarından çocuklarının cansız kayışını seyretmenin nasıl vahşi ve aşağılık bir zevki varsa onu da tadıyorlar. Biz ise dikenli tellerde asılmış halde, kan ve revan bunları yapanların salyasını suya benzetiyoruz. Susuzluğumuzu geçirecek bir su…


Hayır ne onların salyası, ne de suyu susuzluğumuzu geçirmeyecek. Biz onların zehirli dikenli tellerinde arasında, dikenlerine hayran olduğumuz sürece kanımızın izinden daha çok resim çıkaracaklar. Akşamları bir elif miktarı elimizi kaldırmamamız için daha güzel dikenlerle çevirecekler boğazımızı.


Oysa söyledikleri hiçbir bir şey incir çekirdeğini dolduracak kuvveye sahip değildi ta baştan beri.


Taa en baştan…


Tarantula diye bir şey yok. Her şey örümcektir. Her şey. Yahut ankebut…

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
DİNOZOR BESLEYENE KILAVUZ * (Oruç Aruoba’da mülhem)

Bazıları hayvan besler. Havadayaşayangillerden, sudayaşayangillerden, topraktayaşayangillerden hayvanları besleyenler vardır. Evinde, eşiğinde hayvan beslemenin tehlikesi hayvanın insana yabancılığına göre değişir. Japon balığı beslemenin tehlikesi olmamasına karşın pirana tehlikelidir. Kedi beslemek bir tehlike arz etmez ama sırtlan beslemek sıkıntılı bir meseledir. Keklik beslemenin neredeyse bir kültürü bile oluşmuşken, akbaba beslemek biraz netameli bir iştir. Hayvan beslerken esas alınan temel kıstas bakım zorluğu – kolaylığı, hayvanın cana yakınlığı ve beslenen hayvanın ihtiyaçlarının çeşitliliğidir.


Ben akrep beslemiştim. Hani “kuyrukçu” diye de bilinen… Akrepler; sıkıntısız, mazlum, sakin hayvanlar, korkulanın aksine. Eti, ekmeği pek aramayan varlıklar. Cama yapışıp öyle kalakalan derviş meşrep, bir canlı türü. Akrep besleyene sadece dikkat yetmez, böcek tutmayı ve tuttuğu böcekleri küçük kayaların aralarına koymasını da bilmelidir. Malum, böceklerle beslenen akrebin sesi sedası yoktur. Bu yüzden en ufak bir kıpırdanışın anlamı vardır. Akrep besleyen suhuletin, sabrın, sessizliğin dilini iyi bilmelidir. Ve akrep besleyen endişesini kontrol edebilmeli temkinli olmalıdır.


Ve dinozor besleyenler… Dinozor beslemek, insan için mümkün değil, bu yüzden bunu genelde devlet(ler)yapar. Üstelik bu canlılar büyük patlamalarla! yok olmasına rağmen devlet bir şekilde, hâlâ besler dinozorları. Milyonlarca yıl önce yok olan bu tür evrilip devrilip Türkiye bürokrasisinde, siyasetinde, ekonomisinde, üniversitesinde, iş hayatında tekrar zuhur etti.


Dinozor besleyen o koca cüsseyi kontrol edebilecek, bir zincir bulmalıdır. Dinozorunu sürekli kontrol altında tutmalı, mümkün mertebe halkın arasına çıkarmamalıdır. Halkın arasına çıkan dinozorlar bütün vahşiliğine rağmen, ürküp her yeri yıkabilir ve yakabilir. Dinozorlar konuşan tür iseler işte o vakit durum vahim bir hal alır. Kendinden menkul büyüklüğün verdiği cesaretle her meselede ahkâm kesmesi kaçınılmazdır. Durduk yere; geçmişten, tarihin derinliklerinden, coğrafyanın güzelliklerinden aklına yansıyan ateşli cümleleri bütün ülkenin fikri haline getirmek için var gücüyle kükrer. Bir bakıma sözüyle ve sesiyle korkutur insanları. Hele siyasetin içindeyse işte o vakit tutulmaz bunlar…


Siyasetin o dar tabutunu, yeryüzünün en geniş ovası sanıp bütün konulara âyet âyet söz indirirler. Bunları kendileri yazmıştır üstelik. Nereye gitseler kapılar kendisine aşıldığı için iyiden iyiye yayıntıya dönüşen dinozorlar, dünyanın en çetrefilli denklemlerini bile çözebilirler. Mesela eğitim konusu açıldığında geçmişin kahramanlıklarından girip, geleceğin hezimetlerinden çıkarlar. Hiçbir ilmi irfani esasa gerek duymazlar. Sürekli böğürtü, bağırtı, patırtı…


Dinozor bir süre sonra iyice bağımsız olur. Hiçbir kudrete boyun eğmez. Her şeyi anladığı gibi anlatır da. Hastalıkların vatanımız için tehlikeli olduğuna hükmedip hastalıkların ülkemize girmesini bile yasaklayabilirler. Ufak bir bilinç kazandıklarında Kendilerinin sahibi olan devletin sahibi ilan ederler. Okuma yazmayı öğrendiklerinde artık DEKART diye bir şey yoktur. Mevlâna kendileridir. Yunus kendileridir. Bütün söylemek istedikleri şey, iki gramlık bir cümledir ama neredeyse kutsal kitapların âyetleri arasına sıkıştırılacak kadar büyütürler sözlerini.


Postanelerin mektupları geç götürmesine aradıkları çözüm sanki kıyameti tehir edecek kıvamdadır. Otoyolda avuç içi kadar kalkan asfalt için dünyayı yıkmaktan söz ederler. Oysa yıktıkları şey sadece çocukların iki dizlerinin arasına alıp atçılık oynadıkları değnektir.


Onlar ortalıkta sıkıntı görmezler. Hiçbir insanın sıkıntısı dinozorlar için miskal ağırlığınca değildir. Zaten büyük bir değişim yaşıyoruzdur. Doğum öncesi sancılardır. Oysa ortada doğacak doğuracak hiçbir şey yoktur. Şuurlarında doğurganlık olarak gördükleri emare, hükmetme arzusunun akıllarında, fikirlerinde, karınlarında çıkan urdur. Pis huylu bir urdur.


Dinozor besleyen (devlet), dinozoruna sahip çıkmalı, dinozorun oturduğu yeri kendisine bir karargâh olarak kullanmasına engel olmalıdır. Mesela dinozorlarına, periyodik cetveli zorla ezberletmeli ve sonra unutmasını şart koşmalıdır.


Dinozor besleyen, dinozorunu sadece fosil olarak müzeye kaldırmayı bilmelidir. Akrep beslemek dinozor beslemekten daha güzeldir…
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
NAR YEME ADABI VE NAR ÜSTÜNDEN BİR ŞEYLER ANLATMA ÇABASI

-Sorunla başlamaktansa soruyla başlamak güzeldir-




Alemde var olanlar mı insanın hayatına bir şerhtir yoksa insan mı alemin bir şerhidir? İnsan üstünden mi bir şeyler anlatılmalı veya bir şeyler üzerinden insan mı kendini ve kendinden başka şeyleri tanımlamalı? Sorular...


Eskilerin nar hakkında bir önermesi vardı. “Narı, tanelerini dökmeden yiyebilen cennete gider”. Yeniler, bu söze muhtemelen; “‘hadi canım’ olur mu öyle şey narın dökülmeden yenmesiyle cennetin veya cennete gitmenin en alakası var” diye alakasızlıktan ilhamla karşıt bir önerme ortaya koyacaklardır. Şöyle diyen de olabilir; -o zaman herkes nar yerdi ve cennete giderdi. Cennet nar yemekle gidileydi! Olmaz öyle şey, bunlar öyle uydurulmuş batıl sözler-. Bu sözlerden sonra -ampirik bir geleneğimiz olmamasına rağmen- bütün ampirik refleksler açık edilecek ve önermeye karşı yargılar-yargılamalar başlayacaktır. Eskilerin önermesine refleks geliştirmek nar yemeyi bilmeyenlerin işi olsa gerek..


Nar alımı:

Nar alırken kabuğa dikkat edilmelidir. Çünkü zahirin özellikleri içi, hemen hemen tarif eder veya iç’in nasıllığı hakkında bakmayı bilen göz için hakikate yakın ilhamlar verir. Kabuğun özellikle dala yakın kutbunda beliren kısmi çatlaklar ve yarılmalar narın içinin iyiliğine dair ilk ip uçlarıdır. Ancak bu çatlaklar narı gösterecek kadar derine inmemiş olmalıdır. Eğer nardaki bu çatlaklar nar tanelerini gösterecek kadar ise çürük olma ihtimali yüksektir. Narın güney kutbunda ise düz bir yüzey olmalıdır. Eğer orda da kısmi çatlaklar varsa, bu narın içinin geçmiş olabileceğine dair im olabilir. Yine güney kutbunda, narın kendine münhasır uç noktasında yıldıza benzeyen gözenin içinde tozumsu yapı varlığını korumuşsa alınmaya değerdir. O yıldıza benzeyen uçların canlılığı ise tazelikten ziyade iç narların tahriş olmadığının delilidir.


Narın kesilmesi:

Nar yerken mümkün mertebe nara bıçak vurmamak gerekir. Eğer kabuğun mukavameti fazlaysa ve kabuk elle ayrılamayacak kadar güçlüyse o zaman bıçak kullanılabilir. Böylesi bir durumda bıçağın kullanımına dikkat etmek gerekir. Bıçak kesinlikle eşelek kısmından ileri götürülmemeli ve nar tanelerine dokundurulmamalıdır. Kesimde kulanılacak bıçak ucu sivri ve kesici kısmı uzun, sapı ince olmalıdır. narı keserken bıçağın sapından tutulmamalıdır. Bıçağı metal kısmından tutup önce narın kuzey kutbuna doğru götürmeli ve kabuk derinliği hesaplanarak batırmalıdır. Burada yarı çapı bir iki santim genişliğinde ve nar çevrilerek, başlanan yerde biten hunimsi bir çukur açılmalıdır. Sonra o çukurdan güney kutbuna doğru yanlamasına ve yine eşeleği geçmeden paraleller çizilmelidir. Bu paraleller mümkünse karşılıklı yani doğu batı ekseninde olmalı ve iki çizgiden fazla çizilmemelidir. Paraleller karşılıklı çizildikten sonra bıçağa olan ihtiyaç bitmiştir. Artık bütün maharet ellere kalmıştır. Sağ ve sol elimizin eşit kuvvet uygulayacağı bir tutuşla bu paralel noktalardan ayrılacak biçimde nar ikiye bölünmeldir. Eğer eşelek doğru biçimde bölünemezse nar taneleri içerde kapakçık olarak nitelenebilecek odacıklardan dökülebilir. Bunun önüne geçmenin en belirgin yolu zarla kaplanmış olan odacıklara zarar vermeden ikiye bölmektir. Böylece nar yenmeye hazırdır.


Narın Yenilmesi:

İki şekilde yenebilir nar. Birisi sabır gerektirirken ötekisi müthiş bir dikkat gerektirir. Sabır gerektiren yeme biçimi, herhangi bir tabağa (narla ters orantılı renge sahip olması gerekir) dört ana parçaya ayrılmış nar, beyazımtırak eşeleğin üstüne sıvanmış kum gibi veya duvara döşenen desenli taşlar gibi örülmüştür. En yukardaki taneden başlayarak birer ikişer söküm işine girişilir. Duvarından (eşeleğinden) dikkatlice sökülür taneler. Dört parçaya ayrılan nar daha da parçalanarak parçaların gövdesinden ayrıştırılıp tabağın içine dökülmelidir. Nar gövdelerinden bölünen eşeklerde tane kalmayıncaya kadar söküm işlerine devam edilir. Nihayet tane bitince kaşıkla yahut kaşığa benzeyen bir nesneyle yenebilir. Bu sabır gerektiren yeme biçimidir. Çünkü taneler eşelekten ayıklanırken insan dayanamayıp bir kaç tane yiyebilir. Böylesi bir durumda özlem biter. Özlemi bitiren yeme biçimi ise narın tadına varmaya engel olur. O yüzden kesinlikle taneler tamamiyle kaba aktarıldıktan sonra yenmelidir. Dikkat gerektiren yeme biçimi ise zor olmakla birlikte narın bizatihi öz tadına vardıran yeme şeklidir. Dört parçaya ayrılan kısımları da belirli yerlerinden ikiye ve üçe ayırmakla mümkün olan bu yeme şeklinde dikkat temel olgudur. En ufak bir dikkatsizlik nar tanesinin yere düşmesine sebep olur. Parçalar kabuk kısmından sağlı sollu, başparmak işaretparmağı ve ortaparmakla tutulup ağza götürülmeldir. Dudaklar küçük parçacıkları ihata etmeli ve üst dudak ve dişlerle taneler eşeleğinden kazınmalıdır. Kazıma esnasında tanelerin koruyucu zarlarının parçalanmamasına da özellikle dikkat edilmedilir. Zaten bu şekilde yemeye “Dökmeden yenebilirse cennete götüren yeme biçimi” de denilir. Bütün bunlar belki portakal büyüklüğünde bir narı yemek için yapmamız gereken eylem ve hesaplardır.


Çıkarılacak hisse ve narın tekabül ettiği anlamlar:

Nar insanların çoğuna sonsuzluk hissi verir. Çünkü buna ait emareler taşır. Bir tane alınan narın içinde saymanın anlamsızlığını idrak ederiz. (ortalama bir narda 900 – 1100 arası tane vardır) Tekilden tümele doğru olanın en somut göstergesidir nar. Her tekilde ayrı bir hazzın var olduğunun ispatı... kabuğun altına vardıkça ve derine indikçe insanı bekleyen tadı imlemektedir nar. Derin düşüncenin insanın varlığına verebileceği zararı sayıp duran anlamlara ve anlayışlara karşı tersi bir ispat. Kabuk ve eşelekteki acılığın duvarına örülü bir haz. Bereketli ve güzel.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SİMSİYAH, YEMYEŞİL, MOSMOR VE BEMBEYAZ

Burukluk adlı kitabının bir yerinde Emil Michel Cioran; “Bir hasta bana şöyle diyordu: Benim acılarımın neye hayrı var? Acılarımdan yararlanabilecek, ya da onlarla böbürlenebilecek bir şair değilim ki” diye yazar. Şairler acılarından yararlanır evet, burası yanlış değil tam olarak hakikat olmasa bile. Ve fakat acı, tamamen bir beslenme kaynağına dönüşürse ciddi sıkıntılar baş göstermiş demektir. Bu durum akıl almaz bir kişilik parçalanmasına neden olabilir. Zira acı çekmenin gerekçeleri ortadan kalktığında da aynı alışkanlığı devam ettirmek, şiir çıkarmaya çalışmak, vicdanı aşındırır. Sürekli amaca yönelik bir his içine sokar şairi ve insanı.



Türkiye bir ülke olarak, sürekli acısını edebiyata dönüştüren, yüzüne yalancıktan acının maskesini geçiren bir adama benziyor. Yüzüne baktığımızda biraz sonra kıyametin kopacağını sandığımız ancak kendisini tanımayan insanların olduğu yerde son derece şen şakrak, sevinçli, neşeli bir şairsilik Türkiye’ninki. Üstelik bulunduğu masada “ne derin insan” denilsin diye içinden geçiren acısını tamamen buna odaklayan ergen ve kösnül bir tavır. Bir elini cebine atmış, gerine gerine konuşan, konuşurken bir yandan da nefes egzersizleri yapan entel gibi hareket ediyor Türkiye. Daraldığı yerde imparatorluk bakiyesi olduğunu, diğer daraldığı yerde yepyeni modern çağcıl sosyal hukuk ülkesi olduğunu ileri sürmesi kişilik bozukluğu gibi bir şey. Bir nevi “parçalanmış kimlik”.


Gerçi Gün, parçalı kimliklerin, bağlanmayı müthiş bir kusur sayanların, tüketicilerin, iyi ve kötü arasında seçim yapma ve ahlaki kararlar alma yükümlülüğünden kaçış imkânını sonuna kadar kullananların günü. Plastik düşünceler, naylon düşler, sentetik karakterler… Yapay ve olgunluktan yoksun ama bir o kadarda jelâtinli umutların alın yazılarına başkaldırdığı post modern bir dönem. İş dünyasının o vahşi ve göstermelik zarifliğiyle bireyleri teslim aldığı hatta ele geçirdiği bir zaman dili(mi)ne teslim artık ülkemiz. Artık evlerimizin sıkıca kilitlenmiş kapıları ardında da olsa, güvendeyiz. Bireylerin kurtuluşu vaadi gerçekleşti!!! Ama kurtarıldığımız ip tamamen zehirle sırlanmış ve elimize bulaştığında yavaş yavaş öldüren cinsten.


Türkiye’de kişinin önünü göremediği, arkasında iz bırakamadığı bir "çöl yolculuğu" olarak yaşanan hayat yalnızca yeşile boyanıyor. Üstelik yemyeşile. Soylu duygular sayesinde insanların övgülerini kazanmak için çalışmak, vatandaşlık ödevi oldu yurdumuzda. Bütün gücünü demokrasinin selameti için harcayan Türkiye, ne yazık ki kendi ferahlığını ve nefesindeki darlığın geçmesini demokrasisinin gelişimine çarmıhladı.


Bir bakıma Özgürlüğün esaretine


Kendi başına musallat olan her türlü sıkıntıyı yine kendi başına bela olmuş bir şeyle çözeceğine inanmanın sakatlığından söz ediyorum. İster yakın tarihimize ister uzak tarihimize bakalım, başımızın sıkıştığı yerde bize yardım eden şeylere burun kıvırmak en hafif ifadesiyle yalınkatlık.


Bu topraklardan bin yıldır boşuna yaşadık sanki. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir erkekle bir kızın uzun yıllar nişanlı kalıp bütün eksik ve gediğini görüp her türlü maddi ve manevi hazırlıktan sonra düğün günü ayrılmaya benziyor. İnsan her dönemde insandır. Âdem’den beri. Eşyanın değişmesi, insanın; dünyaya, yerine yurduna ettiği fenalıkları değiştirecek değil.


Sözün özü; acısıyla beslenen ergen pozları ve üst perdeden bayat teraneler yerine bin yıllık karakterin sağlam kalmış organların nakliyle düzelir sakatlığımız. Yani gelenekle. Hurma mübarektir, soğan kabuklarını yakmak iyilik getirmez diyenlerle… İş adamı merhametiyle değil.


Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ÜNİVERSİTELER BİLİM YUVASIDIR O HALDE MAYNALAR* NEREYE YUVA YAPAR?

Tedbirini terkeyle takdir Hüdâ’nındur


Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındur

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındur

Devran olalı devran erbab-ı safanındur

Rahmetli Şeyh Galip’in (18. yüzyıl divan şairidir, üniversite hocaları ve hacılarının bilgisine)bu şiirini duyalı beri geleceğinden emin olarak yaşamaya karşı olduğum gibi bu isteğe de var gücümle ve yok gücümle karşıyım. Türkiye’de hemen her kesimin oto çöpe karşı olduğu cinsten bir karşıtlık değil bu. Yahut soysuz bir inatlığın yansıması da değil. Biri ne söylerse onun tersini söylemek, öteki neye meylederse onun kesinlikle kabul edilmemesi gereken bir şey olduğunu söylemek, hafifliği dayanılmaz bir şey. Ve katlanılmaz. Bir şeylere karşı durmak, bir şeylerin karşısında olmak deyince “insan haklarına ters, düşünce özgürlüğüne aykırı “ gibi yeniçağın züppe söylemleriyle olabilecek kadar basit değildir.

Karşı olmak, karşında olduğun hayatın nimet olarak addettiklerine külfet, külfet olarak inandıklarına nimet gözüyle bakabilmektir.

Şeyh Galip’in şiirine gelince, sadece takdiri değil tedbiri de Allah’a bırakmanın zorunluluğundan söz ediyor. Bunu ilk duyduğumda hakikaten sarsılmıştım. Tedbir almakla mükellef olduğum öğretilmişti bana. Ve şairin biri tedbiri terk etmek gerektiğini söylüyordu. Ben de bir şair fıkhı, bir fakih fıkhından, bir mütekellim kelamından, şuuru sakallarına yansıyan bir şairin kelamı daha evladır deyip Büyük Şair’in bu düşüncesine intisap etmiştim. Hala müntesipliğim devam eder...

Bireylerin geleceklerini garanti altına almak istemesinin zararlarıyla “şahsiyet sorunu” olarak karşılaşıyoruz. Ya devletin geleceğini garanti altına almak istemesi nasıl bir sorunu dağ gibi önümüze yığıyor veya hangi meselemizi çözüyor? Buna cevap olarak üniversiteleri gösteriyorlar. Üniversiteler de Türkiye adındaki bu toprakların geleceğini garanti altına alan bilim yuvaları olduğunu yüksek sesle bağırıyorlar. (burada bir anla(tı)m bozukluğu yok). Kendilerini çağdaş, modern, ilerici, muasır, bilimin ışığında yürüyen yeryüzü kurtarıcıları olarak gören üniversiteler bu memleketin geleceğinin garantisi olarak da kendilerini görüyorlar. İnsanların geleceklerinden emin olmak istemesi olgunluğun tezahürleriyle değişecek bir şey. Ama bir devletin kendi geleceğini üniversitelere teslim etmesi akaidi bir meseledir.

"İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz". Bu söz Kitab-ı Mukaddes’te geçen bir ibaredir. Üniversiteler, kendilerine “bilim” adını verdikleri bir kıble yapıp gözlerini oradan ayırmıyor. Hakim medeniyetin içinde dünya çapında olağanüstü bir propaganda -siyasi, ticari, kültüre yönelik- savaşı yaşandığı zaman da üniversiteler sanki bu savaşın komutanı edasında “ileri” emirleri veriyor. Türkiye’nin maruz kaldığı sıkıntılara mukavemet göstermek yerine kendi çalışma alanlarında büyükbüyükbüyükçokbüyük insanlar haline gelmenin derdiyle yanıp tutuşan bilimcilerin evleri oldu üniversiteler.

Oysa gerçek hiç de öyle değil. Kendi alet ve edevatlarından yaptıkları mekanik akla aykırı gelen her şeye burun kıvıran üniversiteler, yaz günü öğlen saatlerinde kargaların ötmesinden ürken bir adamı neredeyse çarmıha gerecek kadar gelenekten yoksun bir anlayışı avuçlarımıza, metal bir tavırla çakıyorlar.
Mühendisliğin, mimarlığın, tıbbın yahut buna benzer ilimlerin bu toprakların şuurunu izhar eden bir tek eser yapamamasından çoktan geçtik. Diğer sosyal bilim dedikleri alanlar ise yalnızca kerameti kendinden menkul hevacelerin geleceklerini garanti altına alma serkeşliğine kurban gitti.

Bilim ve ilim adına yapılan her şey sadece buhar. Üstelik üstüne bir levha tuttuğumuzda sıvıya dönüşmeyen kuru ve boğazı yakan bir buhar. Bu toprakların serlevhasında ve şuurunda yer etmiş hiçbir gerçek üniversitenin kapısından içeri girmiyor.

Karga bizim ilk öğretmenimizdir. Üstelik o kara yanıyla bir ölüyü nasıl gömeceğimizi bile öğretecek kadar bilgedir. Ve kargaların bir yaz günü gökte öterek uçmasından öğrenilecek şey, kendi arş ve marşında her konuda ahkam kesen hocaların bilgisine göre vahiy kadar gerçektir…

*mayna: konuşma kabiliyeti olan özel bir karga türü

 
Üst