Hoşgörü... Nereye kadar?!?

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Hoşgörülebilir "Hoşgörü" - 1

Muharrem ayının ilk on gününde Kerbela faciasını hüzün ve gözyaşları içinde yeniden konuştuk; 1371 yılın ağıtlarını yeniden yaktık; İmam Hüseyin Hazretleri'nin zalimlere karşı olan şanlı direnişini yeniden bayraklaştırdık; bu direnişe karşı çıkan, o faciaya neden olan Müslümanları yine kıyasıya eleştirdik.

Mevlana'nın vefat yıldönümü geldi peşinden; Leyletü'l-Arûs'ta vuslat'ı düşündük, Allah'a kavuşmayı bir "düğün" bildik; bir "hoşgörü pîri" olarak Mevlana'nın inanç ayrımı yapmaksızın tüm insanları engin bir sevgiyle nasıl kucakladığını anlattık...

Zalimleri lanetlememizle, zalimler de dahil herkesi sevgiyle kucaklamamızın eş-zamanlı oluşunda bir gariplik yok muydu?

Bunu konuşacağız. Ama başka bir "hoşgörü pîri"nin aşağıdaki mektubunu okuyalım önce:

"Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Selçuklu Sultanı I.İzzeddin Keykavus'a mektubu.

Tavsiye: Bu Bilâdü'r-Rûm, Bilâdü'l-Yûnân'ın sahibi, Allah'ın emriyle Gâlib Sultan Keykâvus'un (Allah ona merhametiyle muamelede bulunsun) 609'da (1212-13) bize yazdığı bir mektuba cevap olarak yazdığım nasihatleri ihtiva etmektedir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla.

...Ey kendisine Allah'ın ihsanda bulunduğu ve (Allah'ın) vekillik elbisesini giydirdiği kimse! Artık sen yaratıkları içinde Allah'ın vekili, O'nun yeryüzüne uzanmış gölgesisin. Öyleyse zâlime karşı mazlumun yanında ol. Allah'ın sana hükümranlık ve bazı beldelerini emrine vermiş olması seni mağrur edip de O'nun emirlerine muhalefet etmene, zalimce davranmana ve haddi aşmana yol açmasın. Çünkü böyle niteliklere sahip iken, Allah'ın sana öyle bir genişlik ihsanı, sadece bir mühlet vermesidir. Yaptığın amellerinle baş başa O'nun huzurunda duracağın güne sadece belirli bir süre kaldı.

Takdir edilmiş ecelin gelince, sen de atalarının ve babalarının göçtüğü o diyara göç edeceksin.

Artık orada pişman olanlardan olmayasın. Çünkü oradaki pişmanlık faydasızdır. İslâm'a ve Müslümanlara –ki onlar ne kadar da azdır- en çetin gelen iş, şehirlerinin üzerinde çan sesinin, inançsızlık göstergelerinin ve kelime-i şirkin yükselmesi, Müminlerin Emîri Ömer b. Hattab'ın zimmet ehline getirdiği kısıtlamaların kaldırılmasıdır.

Hâlbuki söz konusu şartlara göre onlar;

'1-Kendi şehirlerinde ve civar şehirlerde yeni kiliseler, manastırlar, keşişhaneler yapmayacak, yıkılanları tamir etmeyecekler,

2-Müslümanların üç gece kiliselerine yemekli konuk olmalarını engellemeyecek, casusları himaye etmeyecek,

3-Müslümanlara hainlik yapmayacak (veya hainlik yapanları gizlemeyecek),

4-Çocuklarına kendileri Kur'an-ı Kerîm öğretmeyecek,

5-Şirklerini izhâr etmeyecek, -eğer isterlerse- akrabalarının İslam'a girmelerine engel olmayacaklardır.

6-Müslümanlara saygı gösterecek, oturmak istediklerinde kendilerine meclislerinde yer açacak;

7-Başlık koymak, sarık takmak, nalın giymek veya saçları ayırmak gibi kılık kıyafetlerinde herhangi bir tarzda Müslümanlara benzemeyeceklerdir.

8-Müslümanların isimlerini kullanmayacak (kendilerine Müslüman isimleri vermeyecek) ve onların lakaplarını takmayacak,

9-(Bineklerinde) Eğerli hayvan kullanmayacak,

10-Kılıç kuşanmayacak ve herhangi bir silah taşımayacaklardır.

11-Yüzüklerine (ve mühürlerine) Arapça (ifadeler) yazmayacak,

12- İçki satmayacak,

13- Başlıklarını indirecek,

14-Her nerede olurlarsa olsun kendi kıyafetlerini kullanacak,

15-Bellerine zünnar takacak,

16-Müslümanların kullandığı yollarda haç veya yazılarından her hangi bir şeyi âşikar olarak göstermeyecek,

17-Ölülerini Müslümanların (kabirlerine) yaklaştırmayacak,

18-Çanlarını kısık bir sesle bir kere çalacak,

19-Kiliselerinde bir şey okurken ya da Müslümanların huzurunda iken seslerini yükseltmeyecek,

20-Koşarak çıkmayacaklar,

21-Cenazelerinde seslerini yükseltmeyecek, onların ardından ağıt söylemeyecek,

22-Bir Müslüman tarafından (almak üzere) işaret konulan köleyi satın almayacaklardır.

Getirilen kısıtlamalardan herhangi birini ihlal ederlerse, artık onlar zimmet ehli değildir. Bu durumda taşkın ve asilerin (kanı ve canı) helal olduğu gibi onlarınki de Müslümanlara helaldir.'

İşte bu adil İmam Ömer b. Hattâb'ın mektubudur. Bu hususta Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu sabittir: 'İslam ülkelerinde bir kilise yapılmasın, yıkılan da tamir edilmesin.' Bu yazdıklarım üzerinde iyice düşünürsen neyi yapman gerektiği konusunda Allah'ın izniyle doğruya ulaşırsın."

Bana Özkan Gözel'den intikal eden, Ercan Alkan'ın da "el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye (Nevâf el-Cerrâh neşri), Beyrut 1424/2004, VIII Cilt, S: 296-297" de yer aldığını teyid ettiği bu mektuba göre, İbn Arabî'nin "hoşgörü piri" olarak nitelenmesi imkansızdır.

İbn Arabî için mümkün olmayan bir nitelemenin Mevlana için yapılması da abesle iştigal etmek olmalıdır.

Demek ki, iyiden iyiye karıştırıyoruz bir şeyleri...

Lanetimizle sevgimiz, üzüntümüzle sevincimiz dengesiz gibi...

Gündelik çıkarlarımıza alet ediyoruz gibi kimi değerlerimizi...

Bunları da gelecek hafta konuşalım inşallah.

Ömer Lekesiz
Yenişafak
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Hoşgörülebilir "Hoşgörü" 2

Bir önceki yazımda yer alan İbn Arabî'nin mektubu, gayrimüslimler bir yana, zamanımızdaki çoğu Müslümanın bile korku duymasına neden olabilecek bir içeriğe sahipti.

O mektubu, birilerini korkutmak ya da şimdiki güçsüzlük içinde birilerinin nostalji yoluyla üstünlük taslamalarına vesile olmak için değil, dini uygulamalarda meydana gelen değişimin görülebilmesi için alıntıladım.

Bu mektuptan bakıldığında, hem İbn Arabî'nin hem de onun düşüncelerini izleyen, tekrar eden, şerh eden Mevlana ve Yunus Emre'nin "hoşgörü pîri" olduğunu söylemek mümkün değildir.

Onların kendi zamanlarındaki "radikal" ve "hoşgörülü" yaklaşımları vahiye ve hadislere olan uygunluklarıyla ve o zamanın toplumsal hayatıyla birlikte düşünüldüğünde ancak doğru değerlendirilebilir.

Onlar, toplumsal karışıklıkların ayyuka çıktığı dönemlerde bile Müslümanların potansiyel gücünden hiç endişe etmedikleri için, "siyaseten" konuşmaya ihtiyaç duymamışlar, dolayısıyla sadece Müslümanca bir maslahat gözetmenin rahatlığı içinde konuşmuşlardır.

Deyim yerindeyse, onların hoşgörüleri, şekere karışmış su misali, ayrıştırılamaz, farklılaştırılamaz ve bağımsızlaştırılamaz bir şekilde inançlarına dahildir.

Asıl bu nedenle, işte bugün bizim "belli bir siyaseti gözeterek" hoşgörüden sözettiğimiz yerde, onların konuyla ilgili düşüncelerini bağlamından kopartarak kullanmamız, daha açık bir söyleyişle, o sözleri kendi siyasetimiz uğruna istiskal etmemiz kaçınılmazdır.

Tam da bu yüzden, dini uygulamalardaki yorum farklarını gözetmeye "siyaseten" ihtiyaç duyduğumuz için, farklı görüşler arasında lastik toplar gibi dolaşmakta, dolayısıyla öfkelerimizle acımalarımızı, nefretlerimizle sevgilerimizi an be an değiştirmekteyiz.

Kerbela için gözyaşı dökerken, birden gözyaşımızı silerek Mevlana'nın "Ne olursan ol, gel" çağrısına yönelip, Büyük Şeytan'ın Irak'taki, Afganistan'daki eli kanlı askerlerini kucaklamaya, bir nifak merkezi olarak İsrail'in varlığını sineye çekmeye hazırlanıverişimiz söz konusu istiskal edişin ve "değiştirmenin" boyutlarını görmemiz için yeterlidir.

İbn Arabî'de, Mevlana'da Yunus Emre'de hayatları, insana, eşyaya karşı tutum ve davranışları itibariyle bir problem teşkil etmeyen "hoşgörü"nün, bizim zamanımızda bir probleme dönüşmesi, siyasi amaçlarla bu kavrama yüklediğimiz yeni içerik yüzündendir.

Geçmişte, kucaklamanın, yardımın, dayanışmanın, makul görmenin, mütehammil olmanın karşılığı olan "hoşgörü", bugün bizim dilimizde kucaklanma isteğinin, yardım talebinin, merhamet dilenmenin bir karşılığıdır.

Hoşgörü'deki "hamiyet-kâr"lık yerini, "himaye-gerde"liğe bırakmıştır.

Hoşgörü'deki "vakur" oluşla, "zelil" oluş yer değiştirmiştir.

Hoşgörü'deki "ötekinden sorumlu olma" hali, "ötekinden himmet talep etme"ye dönüşmüştür.

Hoşgörü'deki insanlığa hizmet esası, yerini, müstekbirlerin müstahdemliğine kabul edilme çabasına bırakmıştır.

Bunları söylerken, insanî ve imanî kaygılarla hoşgörüyü sürdürenlerin neslinin tükendiğini söylemiyoruz elbette; hoşgörülebilir hoşgörünün doğrudan akideyle ilgili olan esaslarında ciddi bir kırılmanın gerçekleştiğini vurgulamaya çalışıyoruz.

Dinin toplumsal hayata ilişkin emir ve yasaklarına dair farklı yorumlardan sadece zamana ve şartlara göre kendi cemaatlerimizin çıkarlarına uygun düşenleri var saydığımızı ve bunlardan "siyaseten" ürettiğimiz "yargıların" yeni hoşgörü anlayışını şekillendirdiğini söylüyoruz.

Daha açıkçası, inandığımız gibi yaşayamamanın neden olduğu travmayla, yaşadığımız gibi inanmanın doğru oluşuna kendimizi ikna etmek için hoşgörüyü bir istismar vesilesi olarak kullanıyoruz.

Bu uğurda, kültürümüzün yol ışıklarını yerlerinden söküp, yanlış emeller ve işler için yanlış güzergahlara dikmeye çalışıyoruz.

Hoşgörü'yü Müslüman olmanın bir zorunluluğu olarak almayıp, onu zalimlerle, müstekbirlerle, faşistlerle birlikte yaşamanın siyaseti olarak benimsemek ve uygulamakla, İbn Arabî başta olmak üzere, onun mektebine, meşrebine bağlı olan Müslümanların misyonlarına karşı saygısızlıkta bulunuyoruz.

İbn Arabî'nin, Mevlana'nın, Yunus Emre'nin "post-modern sevgi peygamberleri" olarak ilan edilmelerine neden olmakla kalmıyor; anlayışlarının bağlamlarını bizzat değiştirerek onlara ihanet ediyoruz.

Onlar yarın ahirette, vaki saygısızlığımıza ve ihanetimize rağmen biz ahir zaman Müslümanlarının yüzlerine bakarlarsa, bilelim ki, sadece "hamiyet-kâr" hoşgörüleri yüzünden bakacaklardır.

Ömer Lekesiz
Yenişafak
 
Üst