dedekorkut1
Doçent
HİMMET
SELİM GÜRBÜZER
Tüm insanlığın birbirine muhtaç olarak yaratıldığı şundan besbelli ki zayıflar güçlülerin, fakirler zenginlerin, hastalar doktorların, ilmi olmayanlar da âlimlerin kapısını çalmakta habire. Tabii tüm bu örneklerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; hayat yardımlaşma üzerine kuruludur. Ki; bu dünyevi yardımlaşma şeklinde olabileceği gibi uhrevi yönden de olabiliyor. Malum uhrevi bakımdan yardım denilince, tasavvufta manevi yardım manasına himmet olarak karşılık bulur. Burada önemli olan asıl himmet edenin kim olduğunu idrak etmek çok mühimdir. Bakınız Resulüllah (s.a.v) bu hususta “Asıl veren Allah’tır, ben ise verileni pay edip yerine ulaştırmakla görevliyim” beyan buyurmakla tam da bu noktaya işaret etmiştir. Öyle ya, sonuçta Allah Resulü de beşer, o da ancak elçi konumunda kendisine tanınan hudutlar dâhilinde ümmetine himmet edip destek çıkabiliyor. Keza ilmiyle amil kâmil evliyalar da öyledir, onlar da ancak Allah Resulünün varisi konumunda kendi irşat sınırları dâhilinde taliplerine himmet edip destek çıkabilmekteler. Dolayısıyla Allah dostu bir zat, Allah Resulüne uzanan silsilenin hangi halkasında yer alırsa alsın taliplerine himmet ediciliği kendisinden kaynaklanan bir himmet değil, Allah’a dayanarak gelen bir himmettir. Bu demektir ki himmet ehli zatlar ilahi kaynaktan gelen nurani feyzi taliplilerine aktarmada sadece vesile konumundadırlar, asla gaye değillerdir. Nitekim Allah Teâlâ Salih kulları kulları üzerinden nasıl himmet edildiğini mecazi anlamda şöyle beyan eder: ‘Bir kulumu sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” Anlaşılan himmet denen hadise bu mecazen zikredilen hadis-i kudsi sırrınca gerçekleşmekte. Zaten her kim Yüce Allah’ın sevgisine mazhar olur, biliniz ki o insan eninde sonunda Allah’ın izniyle mutlaka himmet eyleyen kulların arasına dâhil olacak demektir. Hele o kul bir de basireti açık olmaya görsün uzak yakın hiç fark etmez Allah Teâlâ cemal nuruyla hemen herkese ve bilhassa darda kalanlara himmet etmesine güç yettirir de. Hiç kuşkusuz bu himmet Allah’ın takdiri ve dilemesiyle olmakta, O dilemedikçe iki cihan bir araya gelse asla bu himmet tezahür etmez. Zira mutlak kudret sahibi ve mutlak himmet kaynağı sadece Allah’tır, diğerleri ise vesiledir. Besbelli ki, Allah (c.c) her şeyi bir sebebe bağlamış, tıpkı bulutu yağmura vesile kıldığı gibi dostluğunu kazanmış veli kullarını da insanları irşad edip himmet etmeleri için vesile kılmıştır. Yeter ki Allah (c.c) veli kuluna ‘yürü kulum’ desin himmet beraberinde gelir de. Nitekim Yüce Allah (c.c) Habib’ine bu meyanda şöyle ferman buyurur da; “De ki; Allah’ın dilediğinden başka kendime ne bir fayda vermeye gücüm yeter, ne bir ben kendime fayda ve zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana hiçbir kötülük de dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim.” (A’râf 188)
İşte himmet budur. Kaldı ki himmet gerçeğini Peygamberimiz (s.a.v)’in ve sahabenin hayatında yaşanmış örneklerde de görmek mümkün. Şöyle ki; Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında âmâ bir adam, arzuhalini bildirmek için Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına vardığında şöyle der:
''-Ya Resulullah! Malumunuz âmâyım. Üstelik şuan perişan vaziyetteyim, elimden tutacak kimsem de yoktur. Bana dua ediniz ki, gözlerim açılsın.''
Peygamberimiz (s.a.v.) bunun üzerine şu nasihatte bulunur:
“-Hele bir önce abdest al, ardından iki rekât namaz kıl ve sonrasında da Ya Rabbi, Peygamber (s.a.v.)’in hürmetine gözlerimin açılmasını ihsan eyle diye dua et.''
Tabi bitmedi dahası var, orada bulunan sahabelerden biri bu olayın devamını şöyle anlatır:
''-İşte o âmâ gerçekten denilenleri yapıp tekrar Allah Resulünün huzuruna çıktığında sanki daha önceden gelen o âmâ adam değil de bir başka adammışçasına gözleri görür bir halde gördük.''
Tevafuk bu ya, bir başka benzeri hadise de Hz. Osman (r.a) döneminde vuku bulur. Şöyle ki, Bu kez başka bir adam halife Hz. Osman (r.a.)’ın yanına vardığında:
“-Ya Halife, benim şöyle şöyle müşkülüm ve hacetim var” diye dert yanar.
Fakat Hz. Osman (r.a) hiç oralı olmaz, o an meşguldür. Tabii bu durumda adam boynu bükük bir halde huzurdan ayrılıverir. İlginçtir o adam yukarıda bahsettiğimiz, yani Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde âmânın durumuna şahit olan sahabe ile bir şekilde yolu kesiştiğinde hoş beş sohbetin ardından meramını ona şöyle yakınarak dile getirir:
''- Hz. Osman (r.anh)’a hacetimi gidermesi için huzuruna gitmesine gittim ama, gel gör ki bana hiç kulak asmadı.”
Sahabi tüm bu yakınmaları dinlediğinde o anda Allah Resulü dönemindeki o âmânın durumu gözünde canlanıverir ve hacet sahibi adama yönelip şöyle der:
''-Bak, sana bir şey öğreteyim mi? ''
Adam:
''- Tabii ki.''
Bunun üzerine o adama bir zamanlar tıpkı Peygamberimizin âmâya söylediği öğüdün bir benzerini şöyle öğütler:
''-Sen iyisi mi git bir güzel abdest al, iki rekât namaz kıl ve akabinde ellerini açıp; Ya Rabbi! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hürmetine, hacetimin görülmesi için Hz. Osman’ı vesile kıl diye dua et, inşallah yapacağın bu dua umulur ki Allah katında karşılık bulur.''
Evet, o ihtiyaç sahibi denilenleri yapıp Hz. Osman (r.a)'ın yanına vardığında gerçektende işin şekli-şemalı bir anda değişiverir. Öyle ki daha önce kendisine yapılan muamelenin tam tersi bir muameleyle karşılaşır. Hz. Osman (r.a.), ona öyle hürmet eder ki, sanki o adamla hiç karşılaşmamış gibi hacetini yerine getirir de. Derken o adam sevincinden soluğu kendisine öğüt veren sahabenin yanında alıp şükranlarını bildirir ona. Böylece bu iki örnekle birlikte bizde bu arada, gerek Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında gerekse sahabenin hayatında yaşanan himmet hadisesinin nasıl vuku bulduğunu idrak etmiş olduk. Keza aynı idraki rabbani âlimlerin hayatlarını incelediğimizde de idrak ediyoruz. Nasıl idrak etmeyelim ki, dikkat edin cami imamından söz etmiyoruz, elbette ki rabbani âlimlerden söz ediyoruz. Ki, Onlar sırf sırtına cübbe giymiş, başına da sarık sarmış imamlar değillerdir, aynı zamanda ilmiyle de amil olmuş Hz. Peygamber (s.a.v)'in izini iz süren himmet ehli imamlardır (önderlerdir).
İşte iz sürmek bu ya, tüm Rabbani âlimlerin hayatına bir bakıyorsun hemen hepsi Allah Resulü hayatta iken ne yapmışsa onu yapmak için çaba göstermişler. Nitekim varlık nedenleri de bu izi devam ettirmek için varlar. Üstelik bu izin sürdürülebilirliği ancak kaynaktan sapmamak kaydıyla sürdürülebiliyor. Şayet bugüne kadar varlıklarını devam ettirip gelebilmişlerse bunu büyük ölçüde ehlisünnet çizgisinden milim sapmaksızın Allah Resulünün izini iz sürmelerine borçludurlar. Dikkat edin iz süren dedik, hâşâ ulûhiyet isnad edip Peygamber demedik, ne dedik himmet ehli Rabbani âlim, yani ilmi ile amil Peygamber varisi dedik. Dolayısıyla bir Allah dostunun himmet ve bereketi ne kadar büyük olursa olsun, bu iz sürmenin sınırları Allah’ın belirlediği hudutları dışına çıkamaz manasına himmet ehliliktir bu.
SELİM GÜRBÜZER
Tüm insanlığın birbirine muhtaç olarak yaratıldığı şundan besbelli ki zayıflar güçlülerin, fakirler zenginlerin, hastalar doktorların, ilmi olmayanlar da âlimlerin kapısını çalmakta habire. Tabii tüm bu örneklerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; hayat yardımlaşma üzerine kuruludur. Ki; bu dünyevi yardımlaşma şeklinde olabileceği gibi uhrevi yönden de olabiliyor. Malum uhrevi bakımdan yardım denilince, tasavvufta manevi yardım manasına himmet olarak karşılık bulur. Burada önemli olan asıl himmet edenin kim olduğunu idrak etmek çok mühimdir. Bakınız Resulüllah (s.a.v) bu hususta “Asıl veren Allah’tır, ben ise verileni pay edip yerine ulaştırmakla görevliyim” beyan buyurmakla tam da bu noktaya işaret etmiştir. Öyle ya, sonuçta Allah Resulü de beşer, o da ancak elçi konumunda kendisine tanınan hudutlar dâhilinde ümmetine himmet edip destek çıkabiliyor. Keza ilmiyle amil kâmil evliyalar da öyledir, onlar da ancak Allah Resulünün varisi konumunda kendi irşat sınırları dâhilinde taliplerine himmet edip destek çıkabilmekteler. Dolayısıyla Allah dostu bir zat, Allah Resulüne uzanan silsilenin hangi halkasında yer alırsa alsın taliplerine himmet ediciliği kendisinden kaynaklanan bir himmet değil, Allah’a dayanarak gelen bir himmettir. Bu demektir ki himmet ehli zatlar ilahi kaynaktan gelen nurani feyzi taliplilerine aktarmada sadece vesile konumundadırlar, asla gaye değillerdir. Nitekim Allah Teâlâ Salih kulları kulları üzerinden nasıl himmet edildiğini mecazi anlamda şöyle beyan eder: ‘Bir kulumu sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” Anlaşılan himmet denen hadise bu mecazen zikredilen hadis-i kudsi sırrınca gerçekleşmekte. Zaten her kim Yüce Allah’ın sevgisine mazhar olur, biliniz ki o insan eninde sonunda Allah’ın izniyle mutlaka himmet eyleyen kulların arasına dâhil olacak demektir. Hele o kul bir de basireti açık olmaya görsün uzak yakın hiç fark etmez Allah Teâlâ cemal nuruyla hemen herkese ve bilhassa darda kalanlara himmet etmesine güç yettirir de. Hiç kuşkusuz bu himmet Allah’ın takdiri ve dilemesiyle olmakta, O dilemedikçe iki cihan bir araya gelse asla bu himmet tezahür etmez. Zira mutlak kudret sahibi ve mutlak himmet kaynağı sadece Allah’tır, diğerleri ise vesiledir. Besbelli ki, Allah (c.c) her şeyi bir sebebe bağlamış, tıpkı bulutu yağmura vesile kıldığı gibi dostluğunu kazanmış veli kullarını da insanları irşad edip himmet etmeleri için vesile kılmıştır. Yeter ki Allah (c.c) veli kuluna ‘yürü kulum’ desin himmet beraberinde gelir de. Nitekim Yüce Allah (c.c) Habib’ine bu meyanda şöyle ferman buyurur da; “De ki; Allah’ın dilediğinden başka kendime ne bir fayda vermeye gücüm yeter, ne bir ben kendime fayda ve zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana hiçbir kötülük de dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim.” (A’râf 188)
İşte himmet budur. Kaldı ki himmet gerçeğini Peygamberimiz (s.a.v)’in ve sahabenin hayatında yaşanmış örneklerde de görmek mümkün. Şöyle ki; Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında âmâ bir adam, arzuhalini bildirmek için Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına vardığında şöyle der:
''-Ya Resulullah! Malumunuz âmâyım. Üstelik şuan perişan vaziyetteyim, elimden tutacak kimsem de yoktur. Bana dua ediniz ki, gözlerim açılsın.''
Peygamberimiz (s.a.v.) bunun üzerine şu nasihatte bulunur:
“-Hele bir önce abdest al, ardından iki rekât namaz kıl ve sonrasında da Ya Rabbi, Peygamber (s.a.v.)’in hürmetine gözlerimin açılmasını ihsan eyle diye dua et.''
Tabi bitmedi dahası var, orada bulunan sahabelerden biri bu olayın devamını şöyle anlatır:
''-İşte o âmâ gerçekten denilenleri yapıp tekrar Allah Resulünün huzuruna çıktığında sanki daha önceden gelen o âmâ adam değil de bir başka adammışçasına gözleri görür bir halde gördük.''
Tevafuk bu ya, bir başka benzeri hadise de Hz. Osman (r.a) döneminde vuku bulur. Şöyle ki, Bu kez başka bir adam halife Hz. Osman (r.a.)’ın yanına vardığında:
“-Ya Halife, benim şöyle şöyle müşkülüm ve hacetim var” diye dert yanar.
Fakat Hz. Osman (r.a) hiç oralı olmaz, o an meşguldür. Tabii bu durumda adam boynu bükük bir halde huzurdan ayrılıverir. İlginçtir o adam yukarıda bahsettiğimiz, yani Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde âmânın durumuna şahit olan sahabe ile bir şekilde yolu kesiştiğinde hoş beş sohbetin ardından meramını ona şöyle yakınarak dile getirir:
''- Hz. Osman (r.anh)’a hacetimi gidermesi için huzuruna gitmesine gittim ama, gel gör ki bana hiç kulak asmadı.”
Sahabi tüm bu yakınmaları dinlediğinde o anda Allah Resulü dönemindeki o âmânın durumu gözünde canlanıverir ve hacet sahibi adama yönelip şöyle der:
''-Bak, sana bir şey öğreteyim mi? ''
Adam:
''- Tabii ki.''
Bunun üzerine o adama bir zamanlar tıpkı Peygamberimizin âmâya söylediği öğüdün bir benzerini şöyle öğütler:
''-Sen iyisi mi git bir güzel abdest al, iki rekât namaz kıl ve akabinde ellerini açıp; Ya Rabbi! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hürmetine, hacetimin görülmesi için Hz. Osman’ı vesile kıl diye dua et, inşallah yapacağın bu dua umulur ki Allah katında karşılık bulur.''
Evet, o ihtiyaç sahibi denilenleri yapıp Hz. Osman (r.a)'ın yanına vardığında gerçektende işin şekli-şemalı bir anda değişiverir. Öyle ki daha önce kendisine yapılan muamelenin tam tersi bir muameleyle karşılaşır. Hz. Osman (r.a.), ona öyle hürmet eder ki, sanki o adamla hiç karşılaşmamış gibi hacetini yerine getirir de. Derken o adam sevincinden soluğu kendisine öğüt veren sahabenin yanında alıp şükranlarını bildirir ona. Böylece bu iki örnekle birlikte bizde bu arada, gerek Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında gerekse sahabenin hayatında yaşanan himmet hadisesinin nasıl vuku bulduğunu idrak etmiş olduk. Keza aynı idraki rabbani âlimlerin hayatlarını incelediğimizde de idrak ediyoruz. Nasıl idrak etmeyelim ki, dikkat edin cami imamından söz etmiyoruz, elbette ki rabbani âlimlerden söz ediyoruz. Ki, Onlar sırf sırtına cübbe giymiş, başına da sarık sarmış imamlar değillerdir, aynı zamanda ilmiyle de amil olmuş Hz. Peygamber (s.a.v)'in izini iz süren himmet ehli imamlardır (önderlerdir).
İşte iz sürmek bu ya, tüm Rabbani âlimlerin hayatına bir bakıyorsun hemen hepsi Allah Resulü hayatta iken ne yapmışsa onu yapmak için çaba göstermişler. Nitekim varlık nedenleri de bu izi devam ettirmek için varlar. Üstelik bu izin sürdürülebilirliği ancak kaynaktan sapmamak kaydıyla sürdürülebiliyor. Şayet bugüne kadar varlıklarını devam ettirip gelebilmişlerse bunu büyük ölçüde ehlisünnet çizgisinden milim sapmaksızın Allah Resulünün izini iz sürmelerine borçludurlar. Dikkat edin iz süren dedik, hâşâ ulûhiyet isnad edip Peygamber demedik, ne dedik himmet ehli Rabbani âlim, yani ilmi ile amil Peygamber varisi dedik. Dolayısıyla bir Allah dostunun himmet ve bereketi ne kadar büyük olursa olsun, bu iz sürmenin sınırları Allah’ın belirlediği hudutları dışına çıkamaz manasına himmet ehliliktir bu.