Hilafet Osmanlılara Yavuz Sultan Selim tarafından mı getirilmiştir?

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Soru: Hilafet Osmanlılara Yavuz Sultan Selim tarafından mı getirilmiştir?

Cevap: Resûl-i Ekrem hayatta iken hem peygamber olarak Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ etmiş hem de müslümanların dünyevî işlerini düzene koymuş, hukukî ihtilâflarını çözümlemiş, ahlâk bakımından onları eğitmiş, siyasî birliğin tamamlanmasından sonra devlet başkanlığı ve ordu kumandanlığı görevlerini üstlenmiştir. İslâm âlimleri Hz. Peygamberin vefatıyla peygamberliğin sona erdiği, buna karşılık toplumun idaresiyle ilgili diğer işleri bir kişinin üstlenip bunları tek başına veya bazı görevleri yetkili şahıs ve mercilere devrederek yürütmesi, böylece müslümanların düzen içinde yaşamasını temin etmesi gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardır (1). Bu amaçla İslâm tarihinde Hz. Peygamberin vefatının ardından Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle (2) birlikte hilâfet müessesesi ortaya çıkmıştır (3).

İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte –yukarıda bahsedilen idarenin sağlanması için- değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar (Emeviler, Abbasiler, Fâtımîler, İsmaililer) kendi topraklarında halife unvanını kullanmışlardır. Bu anlamıyla hilâfet bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilmiş ve meseleye şer’î bir dayanak için, “Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler" şeklinde yorumlar yapılmıştır (4).

Peki, Osmanlı Devleti’ne baktığımızda Osmanlı padişahları taa kuruluş aşamasının başından beri (5) İslam’ı yüceltme (i’lâ-yı kelimetullah) kaygısında iken (6) “halifelik unvanı”nı devletin kuruluşundan yaklaşık iki asır sonrasına kadar kullanmamış olabilir mi? Bu sorunun cevabını tarihi kaynaklara ve uzmanların görüşleri doğrultusunda cevaplamaya çalışalım.

Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Arap yarımadası Osmanlı hâkimiyetine girince padişah “hâdimü’I-Haremeyni’ş-şerîfeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) unvanına sahip oldu. Muahhar kaynaklar, Mısır’ın fethi üzerine son Abbâsî halifesi III. Mütevekkil-Alellah’ın hilâfeti Yavuz Sultan Selim’e bir merasimle devrettiğini yazar. Buna göre Mütevekkil -Alellah Yavuz tarafından Halep’te kabul edilmiş ve onun Kahire’ye girişinde yanında bulunduktan sonra da İstanbul’a gönderilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a dönüşünün ardından Eyüp Sultan Camii’nde (7, 8) ve/veya Ayasofya Camii’nde (9-13) yapılan bir törenle hilâfet kılıcını padişaha kuşatarak unvanını yeni sahibine vermiştir (14).

Fakat bugün çok yaygın olarak bilinen bu rivayeti o dönemin Osmanlı ve Arap kaynaklarında görmek mümkün değil (15). Bu kadar önemli bir hadisenin Hoca Sadüddin Efendi’nin iki cümlesi ile (16) ibn Iyâs’un naklettiği rivayetten başka, diğer tarihçiler ve siyasetnâme, nasihatnâme yazarları tarafından atlanabileceğine ihtimal vermek de tatmin edici olmaz (7, 17). Kronolojik olarak takip edildiği zaman "Osmanlı halifeliği" veya Osmanlı Padişahlarının aynı zamanda halife oldukları meselesi üzerindeki vurgularla ancak XVIII. asırda karşılaşabiliyoruz (17). Buna dair ilk rivayet, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru d’Ohsson’un tarafından kaleme alınan eserde yer almaktadır (18). M. D’ohsson’un vermiş olduğu bu merasim haberi, bir hakikat olarak kabul edilerek, kendisinden sonra Avrupa ve Türkiye’de yazılmış olan eserlerde tekrar edilmiştir.

Fakat Rus W. Barthold, 1912 yılında yayımladığı bir makalede, bazı Türk kaynağı ile Mısırlı îbn îyas ve İbn Zünbül’e dayanarak Yavuz’un halifeliği el-Mütevekkil ‘Alal-lâh’dan devralmadığını ortaya koymuştu (19).

Barthold’un bu mütalâası tam bir tasvible karşılandı ve halifeliğin devralındığı haberi Avrupa ilim âleminde, geniş ölçüde veya tamamiyle değerini kaybetti. Bu arada Alman C.H.Becker de Barthold’un mütalâasını da teyid eden halifeliğin tarihi hakkında uzunca bir makale yayımlamıştı (20).

Günümüzde de modern tarihçiler, böyle bir merasimi belgeleyen orijinal bir kaynağın bulunmadığı gerekçesiyle daha sonraki kaynaklarda verilen bilgilerin zayıf (21) veya uydurma olduğunu ve Osmanlılar’ın bunları, hilâfetin mânevî nüfuzuna ihtiyaç duydukları dönemlerde geriye dönük olarak rivayet ettiklerini ileri sürerler (22-24).

Diğer taraftan, tarihçiler Mısır'daki Abbasî halîfesi al-Mutavakkil’in, Yavuz Sultan Selim tarafından İstanbul'a gönderildiği, yolsuzlukları yüzünden Yedikule’de hapsolunduğu, Kanunî tahta çıktığında Kahire'ye dönmesine izin verildiğini (25), Mütevekkilin ise orada yeniden Halîfe olarak vazife gördüğü ve bu göreve, ölüm tarihi olan 1543 yılına kadar devam ettiği, hattâ Osmanlı Mısır Valisi Hâin Ahmed Paşa’nın (26) sultanlığını ilan edip kendi sultanlığının tasdiki hususunda bu zatı ve dört mezheb
kadılarını zorladığını söylemektedir (22, 27).

Diğer taraftan 1258'de Hülagü'nun Bağdadı zaptı ve Abbasî ailesini kılıçtan geçirmesinden sonra İslâm dünyasının büyük bir bölümü Müslüman olmayan Moğol hanlarının hükmü altına düşmüştü. O zaman şeriatın uygulanması yerel ulemanın sorumluluğu halini aldı, öbür yandan Müslüman hükümdarlar da şeriatın baş uygulayıcısı olarak imâmet ve saltanatı kendi nefislerinde birleştirdiler ve bu sıfatla "halîfe” unvanını kullanmaya başladılar. Hindistan’daki bazı Babürlü Sultanları (28) ve Osmanlı Devleti’nde de I. Murad'dan itibaren Osmanlı hükümdarları da, İslâm dünyasının başka taraflarında olduğu gibi "halîfe” unvanını kullanmışlardır (29).

I. Murad, Edirne’yi aldığında en büyük rakibi Karamanoğlundan gelen kutlama içerikli mektupta halife olarak nitelendirilirken, gönderilen yanıtta ”şeref-i hilafet” tabirine yer verilmiştir. Edirne’nin alınmasını neredeyse yeni bir hilafet merkezinin tesisi olarak değerlendiren kimi Müslüman hükümdarlardan gönderilen mektuplarda şehrin başkent haline getirilmesi makarr-ı hilafet gibi karşılanmış ve hazret-i hilafet unvanı kullanılmıştır (30). Aynı duruma dönemin yazarlarında da rastlanmaktaydı (31).

Sultan II. Mehmed döneminin önde gelen bilginlerinden Alaaddin Ali Tusi, bizzat sultanın isteğiyle kaleme aldığı Tehafütü’l-Felasife adlı eserin girişinde hükümdardan “Allah’ın halifesi, zamanın hâkimi” (32) şeklinde söz ediyordu. Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi’nin girişinde “es-Sultanü’l A’zam, Halifetüllahi fi’l-Alem...” ibaresinin kullanılması (33), vakfiyesinde hilafet ve saltanat semasının güneşi, gazilerin efendisi tanımlamalarına yer verilmesi rastlantı değildi (34).

Kemalpaşazade Tevarih-i Âli Osman’da II. Bayezid’den ilk dört halife sonrasında gelen en değerli halife olarak bahsederken bu unvanın artık yerleşik bir tabir haline geldiğine de işaret ediyordu (35).

Yavuz Selim’e gelince, o da Mısır seferinden (1517) önce de halîfe unvanını kullanmıştır (36). Örneğin 1516’da tahrir edilen Semendire Sancağı Kanunnamesi’nin başında kendisi “halifetullah” olarak anılıyordu (37). Tüm bunlar Osmanlıların politik ve askeri güce dayalı olarak yeniden biçimlenen hilafet teorisinin sağladığı imkânları kullandıklarına işaret etmekteydi (38). Bununla birlikte Hicaz’ın Osmanlı yönetimi altına girmesi onlara Kutsal Kentlerin de koruyucusu olma ayrıcalığıyla bu unvanın kullanımı için daha geniş fırsatlar sundu (39).

Sonuç olarak: Osmanlı padişahları Yavuz Sultan Selim Han’dan önce halife ünvanını kullanıyor olsalar da bunun devletlerarası münasebetlerde (yazışma, antlaşma, savaş vs…) pek itibara alınmadığı, Yavuz’la birlikte Hicaz da Osmanlı hâkimiyetine girdiği ve dolayısıyla “Hilafet Makamı” da resmi olarak Âl-i Osmani’ye geçtiği için Osmanlı Devleti kendisini, tüm dünya müslümanlarının koruyucusu konumunda görmeye başlamıştı. Nitekim Osmanlılar bu görevlerini ilk defa, Rusya’nın 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması ile Osmanlı Devleti içindeki Ortodoksların himayesini istemesine karşılık, hilafet sıfatına dayanarak, Rusya hâkimiyetine giren Kırım’daki müslümanların himayesini talep etmekle yerine getirmeye başlamışlardır (40). Böylece Osmanlı Devleti, din-i İslam’ın koruyucusu sıfatıyla, sınırları dışındaki müslümanlar üzerinde de hak ve yetki sahibi olduğunu iddia etmeye başlamıştı (41).

Tarih yazılmaya devam ediyor…


Aziz KARACA (14.11.2017)


Kaynaklar:

1. Casim Avcı. TDV İslam Ansiklopedisi, Hilafet bab’ı. c. 17; s. 539.

2. Taberî, III, 206.

3. Casim Avcı. a.g.e. c. 17; s. 540.

4. Azmi Özcan. a.g.e. c. 17; s. 546.

5. Devletin kurucusu Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinde, esas gayelerinin “I’lâ-yı kelimetullah” olduğunu belirtmiştir. Fatih’in meşhur beytini de bu bağlamda zikredebiliriz: “İmtisâl-i câhidû fıllah oluptur niyyetim / Din-i İslam’ın mücerred gayretidir gayretim”

6. Cemal Fedayi, Osmanlı Devleti'nde Şeyhülislamlık Kurumu. Güler Eren (Ed.), Halil İnalcık (Yayın Kurulu Başk.); Osmanlı Ansiklopedisi. Yeni Türkiye Yayınları. Ankara 1999. c. 6, s. 450.

7. Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim. Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1969, s. 211.

8. Yılmaz Öztuna. Yavuz Sultan Selim. Babıali Kültür Yayıncılığı. İstanbul 2011. s. 48.

9. Atâ Bey, Tarih-i Ata, İstanbul 1292-3, s. 93.

10. Nâmık Kemal, Evrak-ı Perişan. Tercüman Yayınları. İstanbul 1301, s. 232, 348.

11. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. Türkiye Yayınevi. İstanbul, 1971. c. 2, s. 37.

12. Ziya Nur Aksun - Osmanlı Tarihi – Ötüken Yayınları, İstanbul 1994. c. 1, s. 229; 3 no’lu dipnot.

13. Ahmet Rasim. Osmanlı Tarihi, Hikmet Neşriyat. İstanbul, 2000. c. 1, s. 327.

14. Cevdet Paşa da (1822-1895) Yavuz’un halifeliği Mısır seferi esnasında aldığını yazıyor (Tarih, İstanbul, 1309, I, s. 38; II, s. 324.). Tarih-i Enderun müellifi Ata, Müverrih Hayrullah Efendi (Tarih, İstanbul, 1273, X, s. 3) ile Vatan Şâiri Namık Kemal’de aynı fikirdedir (Mısır’ın son Memluk sultanı Melik Tumanbay II. adına Çorlu’da bulunan bir kitabe, İstanbul, 1935, s. 37-46).

15. Halil Ethem, Düvel-i İslâmiyye, İstanbul, 1927, s. 17-9.

16. “Libâs-ı hilâfeti istihkak ile telebbüs eylemişken dervîşâne kisvet ve libâsı ihtiyâr itmişdi” Bkz. Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t Tevarih. Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1979. c. 2, s. 388. Yine aynı eserde, aynı yerde İstanbul’a ve Edirne’ye “makarr-ı hilâfet” denilmektedir.

17. İsmail Kara. Osmanlı Hilafeti ve İktidar. Mustafa Armağan ve Heyet; Osmanlılar Ansiklopedisi, İz Yayıncılık (Yeni Şafak Baskısı); İstanbul,1999, c.2, s.180.

18. İgnatius Mouradgea M. Le Baron C. d'Ohsson. Tableau general de l'empire ottoman. Paris 1787. c. I, s. 89, 269-70. Eserde şöyle yazmaktadır: “Osmanlı hanedanı halifelik (imamet) hakkına sahip olmak için şeriatın istediği bu oymaktan gelmek şerefinden mahrum bulunmakta idi. Bununla beraber, şimdiki fakihlerin birlik içinde paylaşdıklan görüşe göre 923 (1517) yılında Mütevekkil ‘Alal-lâh denilen Ebu Cafer XII. Muhammed, Selim’in şahsında hâkimiyet süren bu hanedan lehine kesin olarak feragat ederek bu hak Osmanlı hanedanına kazandırılmıştır. Bu, Abbasî halîfelerinin sonuncusu idi. Mısır’da Çerkeş Memlükleri’nin hâkimiyetini yıkan darbe Abbasî halîfelerinin de varlığına son vermiştir. Aynı yıl içinde Mekke şerifi Ebu’l-Berekât I. Selim’e tâbiliğini bildirmiş ve oğlu Ebu Numey vasıtasiyle bir gümüş tepsi içinde Mekke’nin anahtarlarını takdim etmişti.”

19. Halifı Sultân, Mir Islama, Petersbourg, 1912,1, s. 203-26, 345-400.

20. Barthold’s Studien Üter Kalif und Sultan, Der İslam, Strasbourg, 1916, V. s. 350-412. Burada şu hususu açıkça belirtmek isterimin Yavuz Selim’in halifeliği devralmadığını o devrin kaynaklarım okumam sonucunda anlamıştım. Esasen bu kaynaklardan birini, mesela Haydar Çelebi’nin Rûznâmesini okuyan bir kimse bunu anlayabilirdi. Bu sebeple yukarıda adı geçen Avrupalı şarkiyatçıların makalelerinden ve diğer makalelerden ancak, konuyu araştırmaya başladığım zaman haberdar olmuştum (Faruk Sümer, “Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?”, Belleten, Aralık 1992, c. LVI, sy. 217, s. 676).

21. Selahattin Tansel, a.g.e. s. 212.

22. İlber Ortaylı, “Halil İnalcık İle Söyleşi”, Cogito, Yaz-1999, Sayı 19, Osmanlılar Özel Sayısı. s. 36-7.

23. N. Ahmad Asrar, “Hilâfetin Osmanlılara Geçişiyle İlgili Rivâyetler” (trc. Süleyman Tülücü), TDA, sy. 22 (1983), s. 91-100.

24. Faruk Sümer, “Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?”, Belleten, Aralık 1992, c. LVI, sy. 217, s. 675-701.

25. İstanbul’a gönderilmiş olan Mütevekkil, “kendisine emânet edilen malları gasb” ettiği ve kadınlarla düşük bir hayat yaşadığı için amcazâdeleri tarafından şikâyet edilmiş, bundan dolayı Yavuz onu Yedikule’de habs etmiş ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın cülusuna kadar habsde kalmıştı. Bkz, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, (1972) Osmanlı Tarihi, Ankara: TTK Yayını, II/280.

26. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında, Mısır valisi iken isyan eden Osmanlı paşası.

27. Barthold, a.g.e. s. 385-6.

28. A. Ahmad, Studies in Islamic Cnime in the îndian Environmnt, Oxford 1964, s. 33. Esasen bu usûl İslâm topraklarında miladi XIV. yüzyıldan sonra görülmeye başlanmıştır. Bkz.: H.A.R Gibb, “Some Considerations on the Sünni Theory of the Caliphate”, Studies on the Civilizations of Islâm, (ed.: Shawand Folk), Boston 1962, s. 141-50; N. Rehman Farooqi, Mug- hal Ottoman Relations, N. Delhi 1989, s. 173-211.

Bundan başka birçok müellifin de başka ülkelerde ve başka zamanlarda hükümdarlarını halîfe ve hilâfet deyimlerinin bulunduğu terkipler ile vasıflandırdıkları görülür. Mesele Ebu Bekr-i Tihranî, Uzun Haşan Bey hakkında “hilâfet-penâhî”, “Muînülhilâfe”, oğlu ve halefi Halil Mirza hakkında da; Vârisul-hilafet tabirlerini kullanır ve yine Halil Mirza için: Ve ber serir-i saltanat be tâc-i hilâfet serefrâz geşt (Kitâb-i Diyârbekriyye, Ankara, 1962, I, s. 8-9) cümlesini yazar.

29. Kemal H. Karpat. Osmanlı ve Dünya. Ufuk Kitap. İstanbul 2000. s. 41. Ayrıca I. Murad’dan Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı padişahlarının halife unvanını nasıl kullandıklarına dair çeşitli nâme örnekleri için bkz.: Ibn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, (nşr.: Şerafettin Turan), Ankara 1957, VII, 99, 197, 233, 235, 465, 525; Feridun Bey, Münşeat, İstanbul 1274-75,1, 95, 96, 97-98, 99, 102, 103 vd.; Fatih Mehmed II Vakfiyeleri (nşr.: Vakıflar Umum Müdürlüğü), Ankara 1938, s. 20-25; Faruk Sümer, “Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?", TTK Belleten, LVI/217 1992 s. 696-698. Ayrıca bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı Padişahı” A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XII, 2, 1958, s. 68-71; The Ottomans and the Caliphate, “Cambridge History of Islâm”, I, Cambridge 1970, s. 320-323.

30. Feridun Bey, Münşeat-i Selatin I, İstanbul 1858, s. 95-97, ayrıca bkz. Thomas W. Arnold, The Caliphate, Oxford University Press, London 1924, s. 134-135.

31. Ferzend-i e'azzi erşedi kâmkâr ve ercümendi se'adetmendi nâmdâr semere-i şecere-i hilâfet ve gonca-i gulbln-i devlet” (I. Murad’ın Hamîdili sancak beyi şehzade Bayezid'e gönderdiği mektup, Feridun Bey, I, s. 107).

“Es-Sultân ibnüs-Sultân Es-Sultân Mehemmed bin Bâyezid bin Murad halledallahu hilâfetehu fi’l-arzı mülkehu ... fi zühicceti ısneteyn ve'işrine ve semanimiye (Yeşil câmiin kapısındaki kitabeden, H.B. Kunter, Kitâbelerimiz, Vakıflar Dergisi, II, s. 439).

“...Sultan Murad Han ve Murad bahs-i âlemiyân halledallahu ta'âlâ mülkehu ve sultanehu ve hilâfetehu” Akkoyunlu hükümdarı Hamza Beğ’in II. Murad’a gönderdiği mektup (Feridun Bey, I, s. 190).

32. Alaaddin Ali Tusi, Tehafetü’l-Felasife, Ankara 1990, s. 5.

33. Kanunname-i Ali Osman, (Neşreden: Mehmet Arif), TOEM ilavesi, İstanbul, 1330.

34. Fâtih, oğullarından Şehzâde Mustafa’ya gönderdiği mektupta onun için “nevr-i hadika-i hilâfet” (hilâfet bahçesinin çiçeği) (Feridun Bey, I, s. 279), Şehzâde Cem’e yolladığı mektupta da onun için “nûr-ı hadaka-i hilâfet” (“hilâfet gözbebeğinin nuru) denilmektedir (Feridun Bey, I, s. 283)

— Fatih devrine ait başka bir vesikada Fatih için: “Sultânül-îslâm zillul-lâhı 'al’el-enâm mâliku rikâbil ümem Halîfetullahı fî’l-‘âlem mâliku şeriri’l-hilâfeti bi’l-istihkâk” deniliyor (Belleten, XXI, sayı 83, 1957, s. 284).

— “El-Hâletu hâzihi Cenâb-ı hilâfet meâb cânibinden iftihârüz-z evvâkın İskender Beğ kulunuz” [Fâtih devrine ait Münşeat mecmuası, yayınlayanlar N. Lugal-A. Erzi, İstanbul, 1936, s. 91. Aynı mecmuada Fatih hakkında “Hazret-İ hilâfet-penâhî” ve ayrıca “dergâh-ı hilâfet penâh deniliyor (s. 97,99)].

— “Halledallâhu Te'âlâ fi basiti’1-arzi mülkehu ve hilâfetehu ve sultânehu ve efâze ‘alâ’l-âlemîn feyze 'adlihi ve merhametihi” (Feridun Bey, I, s. 274.)

— Fatih devri müverrihlerinden Dursun Bey İstanbul’dan Dürül- hilâfe şeklinde söz eder (“Andan dârül-hilafe İstanbul’a azimet buyurdu” (Tarih-i Ebûl-fetih, hazırlayan M. Tulum, İstanbul, 1977, s. 110, dahi s. 193). “Vefât-i Sultan Mehemmed ve culûs-i Sultan Bâyezîd ber taht-ı hilâfet me’nûs” (aynı eser, s. 196)).

— Kemal Paşaoğlu, tarihinin Fatih devri bölümünde Fatih hakkında: “Pâdişâh-ı hilâfet penâh,” “Hazret-i hilâfet-destgâh şeri’at penah”, “Hilâfet şi'ârun” terkiplerini kullandığı gibi, İstanbul için de dârü’l-hilâfet tabirini kullanıyor (Tevârih-i Al-i Osman, yay. Ş. Turan, TTK, Ankara, 1957, s, 99, 197, 233, 465, 528.).

35. İbn Kemal, Tevarih-i Al-i Osman VII. Defter, Haz. Şerafettin Turan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1957, s. 235.

II. Bâyezîd için halîfe ve hilâfet’in çok kullanıldığı görülür:

— “Sultan Bâyezîd Han’un hilâfeti zamanında” (Tevârih-i Al-i Osman, yay. Ş. Turan, TTK, Ankara, 1957, s, 235).

— Mihr-i sipihr-i hilâfet ve tacdârî (Şehzade Korkud’a yazılan mektupta (Feridun Bey, I, s. 294).

— Halîfetullahi fî’l-enâm hâûz-i şugûr-i İslâm (Horasan hükümdarı Umurlu Hüseyin Baykara’nın gönderdiği mektupta (Feridun Bey, I, s. 306). Herat Şeyhülislamı Ahmed Teftâzânî’nin gönderdiği mektupta: “Ve eyyede zilâl-i saltanatihi ve hilâfetihi” yazılıyor (aynı eser, I, s. 365). Meşhur Molla Câmî de aynı hükümdara gönderdiği mektupta, “revâne-i pâye-i serir-i hilâfet-maşîr” demektedir (aynı eser, I, s. 362).

— Muızzüs-saltanat ve hilâfet (Akkoyunlu Sultan Yakub’un gönderdiği mektup (aynı eser, I, s. 313). Sultan Yakub’un diğer mektupları ile oğlu Baysungur’un mektuplarında da bunun gibi terkipler görülür (aynı eser, I, s. 297, 301,308, 315, 316, 320, 325, 327, 328, 331, 334,351).

— Bâyezîd Han Gazi hullidet hilâfetuhu ve ubbide saltanatuhu ilâ yevmid-dîn (Kıvamı, Fetihnâme-i Sultan Mehemmed, yayınlayan F. Babinger, İstanbul, 1955, s. 310).

— Başında tâc-ı sa'âdet Zehî celâl u şeref. Elinde mühr-i hilâfet zehî 'atâ vü neval (Şâir Ahmed Paşa divanı (bk. S. Tansel, Yavuz Sultan Selim, s. 213).

— Halîfe olalı dünya sarayına (Selâtin-nâme (bk. aynı eser, s, 273). Yine bir vesikada Sultan Bayezıd için “Emîrül- mü’minîn halîfe bi’l-bâhire” deniliyor (aynı eser, s. 213). II. Bayezid devrinde yazılmış Trabzon Sancağı Tahrir defterinde de II. Bayezid hakkında “Emirü’l-mü'minûn° unvanı kullanılıyor (Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü, nr. 828, s. 6).

36. “Emmâ ba’d in hitâb-i müstetâb ez cenâb-i hilâfet-i mâ ki kâtilü’l- kefere ve’l-müşrikîn” (Yavuz’un sefer esnasında, 920 yılının Safer ayında (1514 Nisan) İznikmîd (İzmit)den Şah İsmail’e gönderdiği mektup (Feridun Bey, I, s. 379).

— “Ez hazret-i ubbehet menzilet-i mâ ki Halîfetullahi Te'âlâ fi’d-dünya” (Yavuz’un Şah İsmail’e gönderdiği ikinci mektup (aynı eser, 1, s. 382).

— “Dest-i bi‘at-i Sultânul-Islâm ve Halîfe-i Rahman istihkâm nümûdend” (Ebu’l-FazI Mehmed Efendi, Zeyl-i Heşt Bihişt, Esad Efendi, nr. 2447, 78a.)

— “Ve ba'de ez ân be savb-i taht-i hilâfet mekân” (Aynı eser, 77b. be cânib-i darül-hilâfe...” (79).

Bu misalleri kolayca çoğaltmak mümkündür (Faruk Sümer. a.g.e. s. 698.)

37. Ahmed Akgündüz. Bilinmeyen Osmanlı. Osmanlı Araştırmaları Vakfı. İstanbul 1999. s.144.

38. Halil İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, The Cambridge History of Islam, Ed. P. H. Holt- Ann K. S. Lambton-Bernard Lewis, Cambridge University Press, 1970, s. 320-321.

39. Namık Sinan Turan. İslam Politik Teorisinin Dönüşümü Ekseninde Osmanlı Hilafeti. Evrensel Kültür Dergisi, Mart 2014, sayı 266, s. 49-54.

40. Cevdet Paşa, Tarih, İstanbul 1309, II, s. 324.

41. Bu antlaşma, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belge olması bakımından önemlidir. Ancak bu durum zaman içinde ilk hilâfet iddiası şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan çok önce 1727’de III. Ahmed, Afgan Hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı bir antlaşmada kendisini “bütün müslümanların halifesi” olarak nitelemiştir (H. İnalcık, “The Ottomans and the Caliphate”, Cambridge, History of İslam, I, s. 320.). Dolayısıyla Küçük Kaynarca Antlaşmasının bu açıdan önemi, Osmanlı halifesinin bu unvanının milletlerarası bir antlaşmada tescil edilmesinden gelmektedir (Azmi Özcan. Osmanlılar ve Hilâfet. Güler Eren (Ed.), Halil İnalcık (Yayın Kurulu Başk.); Osmanlı Ansiklopedisi. Yeni Türkiye Yayınları. Ankara 1999. c. 7, s. 467-9.)
 
Üst