Hikayeler ve Öyküler

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Bulduğum tüm güzel hikayeleri bu başlıkta toplayacağım inşallah.

İncinin Öyküsü

Okyanusun dibinde yatan bir istiridye, su uzerinden
akip gecsin diye,
kabugunu acmis. Su icinden gecerken, solungaclari
yiyecek toplayip
midesine gonderiyormus. Aniden, yakinindaki bir balik,
bir kuyruk darbesiyle
kum ve camur firtinasi yaratmis. Istiridye de kumdan
nefret edermis;
zira kum oylesine puruzluymus ki kabugunun icine
kacarsa son derece
rahatsiz olurmus. Istiridye derhal kabugunu kapamis
ama cok gec kalmis;
Sert ve puruzlu bir kum tanecigi iceri girip, ic
derisi ile kabugun arasina
yerlesmis.
Kum tanesi istiridyeyi ne cok rahatsiz ediyormus.
Ama, kabugunun icini kaplamasi icin kendine verilmis
olan salgi hucresini
hemen calistirarak, minik kum tanesinin ustunu
kaplamaya baslamis;
ta ki, nefis, parlak ve duzgun bir ortu olusana
kadar...

Istiridye, yillar yili, minik kum taneciginin ustune
katlar eklemeye devam
etmis
ve sonunda muthis guzel, parlak ve son derece degerli
bir inci olusmus. Karsi karsiya oldugumuz problemler
bu kum tanecigine benzer,
bizi rahatsiz ederler ve niye bize bu derece eziyet
cektirip
asabilestirdiklerine sasariz;
fakat ; ... azmin getirdigi cesaret ve kuvvetle,
sorunlarimizin ve zayifliklarimizin
ustesinden geliriz. ...daha alcakgonullu,
isteklerimizde daha israrli, cevremizdekilere daha
yakin,
daha akilli ve sorunlarimiza karsi daha dayanikli hale
geliriz. ...gizli gücümüzle, yasamımızdaki pürüzlü kum
taneciklerini,
bize kuvvet veren ümit ve ilham kaynagi olan degerli
incilere
dönüstürürüz....

ümitsiz olmayın
ümit SİZ olun....
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
.: ÖlÜmsÜz Ask :.

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden
çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...

Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz,bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için yada tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek
eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam: "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...

Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı.. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....

Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika
bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam
Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde
kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu
fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu
neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç
beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...

Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...."

"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...

Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.

Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor" dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl
Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev
tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten
hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla
kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Gül Bahçesi

Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış.. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş.. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şovalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş...

Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş... Ama kız onu da reddetmiş...

Aradan uzun yıllar geçmiş.. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış...Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk cocuğa karışmış... Birgün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş..

Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş... Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş.. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş...

Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş... Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış... Üstelik zengin bile değilmiş.. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış.. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş.. Kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş...

Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış... Birden çok güzel sarı bir gül görmüş.. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pempe bir gül gözüne çarpmış... Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş...

Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gülü koparıp kıza götürmüş... Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül..

Bunun üzerine adama dönen kız şöyle demiş : "Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın.. Bu yüzden gençlik elden gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.."
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
aşk+ zaman = sonsuzLuk

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:

Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir''den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk''ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk''ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu Aşk''tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk''a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi''ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman''dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş:

"Çünkü sadece Zaman Aşk''ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Babanın Büyük Gafleti

Hızlı bir çalışma temposunun ardından saatin beş olduğunu kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik Yoğun bir servisti çalıştığım servis çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü olan servisleridir.

Artık günün yoğunluğu geçmiş servis sessiz bir hal almıştı akşam tedavilerini henüz bitirmiş ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım Çünkü o günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye kendi kendime düşünüyordum. Kep dağılmış saç baş karışmış yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda .Aynada kendimi tanıyamadım ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu...

Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu içlerinde çocuklarında bulunduğunu damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. Tüm yorgunluğumu unutmuş hızla acil servisine yönelmiştim ki diğer telefonda nöbetçi hekimin icapçı beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:

- Ne yapalım? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? Gelmek zorundasınız!

- Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Nöbet değiştirseydiniz çok önemli bir davetti madem.

- Siz Hipokrat yemini etmediniz mi ? Konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binerek koşarak acil servisine gittim Her yer kan revan içinde ağlayan koşuşturan yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma gayretini gösteriyordu.

Acil serviste yatak kalmamış sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise aileleri çıkartıyordu. Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır 15-17 yaş arası bir genç vardı gerekli müdahalesi yapılmış fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu.

Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra o çocuğun başına giderek ilgilenmeye çalıştım şuuru yerindeydi konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu. Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum onu orada yalnız bırakamıyordum .

Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. Genç iyice kötü olmuştu ellerimi sımsıkı tutuyordu bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe kendimi bende tutamaz hale gelmiştim eğildim yanaklarından öptüm Bırakmayacağım seni sakin ol üzülme sakın , diyordum hiç tanımadığım daha önce hiç görmediğim bu insana anlatılmaz bir yakınlık hissediyor sanki onun acısının aynısını çekiyordum...

Çok acı çekiyordu hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından .Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum o artık aramızda değildi bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor içimden lanetler yağdırıyordum . Derken beyin cerrahi hekimi gelmişti...

Hastanın daha doğrusu ex ( ölmüş ) ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. Çarşafı kaldırdığımda doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm .Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum yemekli bir davetten gelmişti acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizimi geçiriyordu diye düşünürken diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile.

Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki... Kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine yeniden dönememişti . Seni yeniden andım KEREM ruhun şad olsun hayattaki bir saatlik dost bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost .1986...
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
çorabin Bile Yok Senin

Çok zengin bir adamcağız, ölümünün yaklaştığını hissedince, oğlunu yanına çağırmış. Evvelâ en mühim vasiyetini bildirmiş. Demiş ki : Beni mezara çoraplarımla gömün. Anlamamakla berâber kabul etmiş oğlu. Adam bir de mektup tutuşturmuş oğlunun eline. Ölümümden sonra, ilk başın sıkıştığında bu mektubu açarsın demiş sonra. Ona da peki demiş çocukcağız. Neyse hak vâkî olmuş, adam rûhunu teslim etmiş. Eş dost toplanıp ağıt yakarken, oğlanı almış bir düşünce. Ben şimdi bu adamı çoraplarıyla nasıl gömerim diye. Bir hoca bulup sormuş acele tarafından. Ama müspet cevap alamamış. Olmaz demiş hoca, dinimizce uygun değil böyle bir şey. Başka hocaya sormuş, o da Olmaz demiş. Çocuk çâresiz, ölüyü de artık bekletmeden gömmek lâzım. Aklına birden babasının ilk başın sıkıştığında aç diyerek bıraktığı mektup gelmiş. Hemen mektubu arayıp, bulmuş. Mektupta şunlar yazılıymış. Oğlum, gördüğün gibi ben bunca zenginliğime rağmen yanımda bir çorap bile götüremiyorum. Sen düşün gerisini...
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Mucizenin Fiyati

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı, Georgi'nin yalnızca çok pahalıya mâl olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mâl olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!...
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Mutluluğu Satin Alabilir Misiniz?

Mutlu olmayı kim istemez ki? Bunun cevabı herhalde herkestir. Ama her şeyin bir bedeli olduğu gibi mutlu olmanın da bir bedeli var. Belki de hayatta ödediğimiz en ağır bedellerden biri olabilir. Bazı insanlar hayattan beklentilerini çok yüksek tutarlar. Zannederler ki bu yükseklik onların mutluluklarının seviyesini de arttıracak. Oysa ki mutluluğun fiyatı ya da seviyesi yoktur. Onu sahip olduğunuz bedene tattırabilirsiniz. Ama bedeniniz nankör davranacaktır. Oysaki ruhunuz mutluluğu anlayacak ve hayatınız boyunca hiç kaybetmeyeceğiniz bir yerde onu saklayacaktır. Eğer bir şeyi satın alamıyorsanız, ona paha biçilemiyor demektir. O zaman mutluluk sahip olabileceğimiz en yüce şeydir. Bazen yanı başımızda duran mutluluğa yüzümüzü ekşiterek bakarız hayatımız boyunca. Çünkü mutluluğun ne demek olduğunu anlamamışızdır. Oysa mutluluk bazen basit bir tebessüme karşılık vermek ya da sağ ol be dostum lafını kulaklarımızdan heyecanla içeri sokmaktır. Bazen mutluluk sıra dışı zamanlarda içinde ilginç bir huzur hissetmek bazen ise dünyayı karşına alıp mücadeleye girişmektir. Ya da eski arkadaşlarınla haylaz günleri hatırlamak ve özlemini içine gömüm hayata delicesine bağlanabilmektir. Aslında mutluluk satın alınması çok kolay bir şeydir. Ama yanlış olan insanların onu neyle satın almak istedikleridir. Eğer siz satın almak için doğru karşılığı verirseniz, mutluluğu çok ucuza hayatınıza katabilirsiniz. Unutmayın ki; arabalarla, milyarlarla, yatlarla, ünle ya da bunun gibi geçici şeylerle sağladığınız mutluluk sizin sadece ileride sahip olduğunuz şeylerden çok daha değersiz gördüğünüz toprak olacak bedeninizi tatmin eder. Ne zaman ruhunuzun dışarı özgürce çıktığını hissedersiniz işte o zaman mutluluğu yakalarsınız. Ufak şeylerle kendinizi mutlu etmeye çalışın çünkü gerçek mutluluk onların arasında gizli!
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
aşk ve akıl

Arslanla pençeleşen bir yiğit elindeki demir kolçağa güvenerek saldırdı.

Arslan güçlü pençesiyle çekip alıverdi elinden.

Adamı yere serdi

Arslanın pençesine yenik düşen ve zavallı bir şekilde yerde yatan adama, birisi, ‘öyle uyuşuk uyuşuk durmak yakışıyor mu sana?Bir pençede sen vursana.‘

Adam, yerdeki kolçağı göstererek, ‘bu pençe arslanla savaşmak için uygun değil‘ diye cevap verdi

Aşk arslan, akıl ise demir pençe gibir.

Aşka karşı aklın yapabileceği bir şey yoktur.

Çevgahın topu çeldiği gibi, aşk da aklı çeler.
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
GerÇekten MÜslÜman Miyiz?

Kendinize, gelişmiş toplumların neden Müslüman toplumlar olmadığını hiç sordunuz mu? Ben defalarca sordum. Ama sormak yetmediği gibi yaptığımız anlamsızlıkların bedelini de ödemiyor. Bugün dünyanın neresine giderseniz gidin Müslüman olan birinin kendini belli etmesi gerekmez mi? Peki nasıl? Maalesef günümüzde Müslüman toplumlar gelişmemiş ya da gelişmekte olan toplumlar. Dünyada söz sahibi bir Müslüman toplum yok. Nedeni ise bence çok basit. Biz gerçekte Müslümanlığın ne olduğunu anlamıyoruz. Yaptığımız sadece bize söylenen doğrulara inanmak ve hayatımız boyunca bunlara güvenip, sonumuzu bu sanılara emanet etmek. Düşünmek mi? Çok zor bizim için. Hatta tehlikeli. Müslümanlıkta en çok yanlış anlaşılan konu sorgulamaktır. Hiç bir Müslüman sözde dinini sorgulayamaz. Bu ona haram kılınmıştır. Çünkü sorgulamak onun gibi bir kulun haddine değildir! Oysa ki gerçek iman ancak sorgulamayla olur.
Çünkü aklın ve kalbin ortak hareket etmesi gerekir. Bu ancak kafamızdaki ve kalbimizdeki soru işaretlerini gidermekle mümkün olacaktır. Nedense biz sorgulamak kelimesinden isyan etmekten başka anlam çıkartmıyoruz. Neden sorgulamıyoruz? HAŞA!!! Biz basit bir kuluz. Yıllardır peygamberler geldi, alimler geldi, bu işe kafa yormuş muhterem insanlar geldi. Onlar gerekeni yaptılar. Bize düşen onların söylediklerine güvenmek. İşte bu yüzden biz hiç bir noktaya ulaşamıyoruz. Sizce Türkiye neden geri? O da basit. Çünkü kimse üzerine düşeni yapmıyor. Sorgulamıyor. Herkes kendi menfaatine uyan neyse ona devam, aksi ise dur diyor. Düşünmeyi, yapıcı bir şekilde eleştirmeyi, kıyaslamayı, soru sormayı, çözüm aramayı unutmuş bir toplumun Müslüman olması düşünülemez. Olduğu zaman da ancak bizim kadar olur. En basit ve güncel örneği televizyon programlarında çıkan saçma yarışmalardır. İnsanlarımız o kadar boş vakte ve kişiliğe sahipler ki hayatlarında kendilerini adadıkları hiç bir gerçek yok. Başkalarının hayatları ya da oyuncak duyguları onları tatmin edebiliyor. Bu kadar basit yaşamaya alışmış bir toplumun gerçek anlamda düşünmesini ve yorumlamasını beklemek belki de biraz hayal oluyor. Oysa ki Müslüman denildiğinde insanların aklına, aklı ve mantığı ile yürüyen, hayatı seven, yaptığı her şeyi kendisiyle beraber çevresi için de düşünen, sağ duyulu, ilime ve emeğe saygı duyan, barışı ve üretmeyi esas alan, paylaşımı her şeyin üstünde tutan insanlar gelmeliydi. Ne yazık ki gelmiyor...
Size soruyorum. Lütfen siz de kendinize sorun. Nasıl bir Müslümansınız? Allah'ı kimden duydunuz? O'nu nasıl tanıdınız? O'nu anlamak için neler yapıyorsunuz? Eğer bu soruları irdelemeye başlarsanız göreceksiniz ki yaşamda boşlukta duran bir çok soru var ve bunlar sizin için belki de hayati bir önem taşıyor.

Bugün gençlerimizin çoğu konuşmasını, ahlakını bilmiyor. Neredeyse herkes için küfretmek doğal bir tepki sayılıyor. Şiddet ve öfke hepimizi sarmış. Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım hep kendimizi düşünmemiz bize öğretilmiş. Yüzlere bakamıyoruz. Bir şeyler istenir diye selam veremiyoruz. Söyleyin lütfen biz Müslüman mıyız?

Ben bir parçayım. Ben Allah'ın bir parçasıyım. Hepimiz gibi... O halde O'na yaraşır davranmak benim varoluş borcum ve yaşama kaynağımdır. O'ndan güç alırım ve O'na inanırım. O'nunla severim, O'nunla yan yana mücadele veririm. Ben O'nunla gözümü açtım, O'nunla kapatırım. İlk kelimem O idi, sonuncusu da O olacaktır. Ne bildiysem bana O gösterdi ve ne istediysem bana sadece O yardım etti. O'nunla güldüm bu kaypak dünyada, O'nunla anladım insan olduğumu. O'na sığındım. Tek amacım; O'nun dostluğunu kazanmak, boşuna gelmediğimi kanıtlamak kendi özüme, bilmek, anlamak, sevmek, barışı ve paylaşmayı hayatım boyunca yaşamaktır. Ne kazandıysam bu hayata sahip çıkanlarındır. O'nunla birlikteyken kaybedeceğim hiç bir şey olamaz
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Kumru

EVİMİN arka balkonunu oturmak için kullanmıyordum. Fazla eşyaları rasgele istif etmiştim. Pencerenin camından süzülüp gelen kumru sesini işitince şaşırdım. Perdeyi hafifçe aralayarak baktım. Bir çift kumru yuva yapmıştı.
Sabahları seslerini işiterek kalkıyordum yataktan. Ürkütmemeye çalışarak seyrediyordum onları. Yumurta yapıp yavru yetiştireceklerdi sanırım. Pek de sevimliydiler. Nereden yiyecek buluyorlardı acaba? Ekmek parçalarını bir kapta ıslatıp balkona koydum yesinler diye. Küçük bir sofra kurmuştum kumrularım için. Fırsat buldukça kontrol ediyordum. Evet, yiyorlardı.

Sonra tek kumru gelmeye başladı balkona. Öbür teki yoktu. Ölmüş müydü acaba? İçim burkuldu. Kumrular yalnız yaşamayı sevmezler diye işitmiştim. Ne yumurta vardı yuvada ne de eş! Zamanla bana alıştı bu tek kumru. Pencereden daha rahat bakabiliyordum. Bir süre sonra balkona çıkmaya başladım, kaçmıyordu artık. Ben ona bakarken o da bana bakıyordu.

Günlerden bir gün eve üzgün geldim. İş yerim kapanmıştı ve ben işsiz kalmıştım. Bir bardak çay alıp arka balkona gittim. Birazdan kumru da geldi, yuvasına yerleşti. Göz göze bakışmaya başladık.

"Bugün üzgün görünüyorsun" demez mi! Hayretten donakaldım.

"Çok mu garip?" dedi.

"Evet... Kumru konuşmaz diye biliyorum" dedim.

"Rabbim dilerse konuşur."

"Fakat bu insan dili..."

"Ne olmuş yani. Konuşan senin dilin mi ki! Bir et parçası o. Seni ALLAH (c.c.) konuşturuyor. Dil de, dudak da birer araç sadece."

"Peki, tamam."

"Niye üzgünsün böyle?"

"İşimi kaybettim de ondan."

"Aç kalırım diye mi korkuyorsun?"

"Bu zamanda iş bulmak, para kazanmak kolay mı sanıyorsun!" dedim.

"Hep insanlardan umuyorsun. Hep onlardan korkuyorsun. Rabbine tevekkülün yok senin. Bu yüzden kaygılanıyor, acı çekiyorsun."

"Ama çalışmadan olmuyor ki..." diyecek oldum.

Bir süre tüylerini temizledikten sonra bana baktı.

"Benim bir iş yerim var mı sence?" deyi sordu.

"Sanırım yok" dedim.

"Bir tarlam, bahçem, ekinim var mı?"

"Sanmıyorum. Kuşların böyle şeyleri olmaz."

"Evet... Olmayınca aç mı kalırlar. Mesela ben aç mıyım, açıkta mıyım? Biliyorum ki rızkımı Rabbim veriyor, beni koruyan, gözeten hep o. Ona güveniyor rahat ediyorum. Sen de Rabbine güven ve dayan, üzüntüden kurtul."

"Fakat sen bir kuşsun ben bir insanım, nasıl aynı olabiliriz!" dedim.

"Anlatamadım galiba! Sen de, ben de onun kullarıyız. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elinde. Gerisi sebep, vesile, araç..."

"İyi de, çalışmalıyım ki rızkımı versin..."

Yuvadan çıkıp balkon demirine kondu.

"Elbette çalışacaksın... Bütün yapman gereken iş aramak... Kendine değil ona güven. Sana işi de, rızkı da verecek olan odur çünkü," dedikten sonra uçup gitti.

Ben şaşkın bir halde kalakaldım. Bir süre sonra da iş buldum. Fakat bunu ona söyleyemedim. Çünkü bir daha dönmedi balkonuma. Bu konuşmayı sadece bir arkadaşıma anlattım.

İnanmadı, güldü ve "Sen rüya görmüşsün!" dedi.

Bu cevap dilimi susturdu, bir daha da kimseye anlatmadım.

Ne dersiniz, bir kumru benimle konuşmuş olabilir mi?



Ömer Sevinçgül
 

Kimya_ı Saadet

Ordinaryus
Katılım
1 Nis 2013
Mesajlar
2,052
Tepkime puanı
219
Puanları
0
SÖZÜN YALANINA

Bir gün Tebriz’de bir yahudi, Şems’e gelerek:
- Müjde ya Şems, Mevlana geliyor !…Şems, bu müjde üzerine elinde ne v ar ne yoksa bu yahudiye hediye eder.
Biraz sonra başka biri Şems’e gelerek:
- Yahudi seni aldattı ve bütün malını aldı. Ortada ne Mevlana var, ne bir şey… Gelen giden yok… Yahudi seni aldattı.
Şems :
- Biliyorum, ben malımı ve mülkümü bu sözün yalanına verdim, doğrusuna canımı vermek lazımdı.

Kıssadan Hisse: Dostluk…. Büyüklerin dostluğu….
 

Kimya_ı Saadet

Ordinaryus
Katılım
1 Nis 2013
Mesajlar
2,052
Tepkime puanı
219
Puanları
0
MİSAFİR

Misafirperver bir sahabi vardı. Hanımı ise her gün kocasının yanında birkaç misafirle gelmesine tahammül edemez ve kocasına:
-Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını yiyorlar, der.
Kocası, aldırış etmez eve gelirken her gün yanında birkaç misafir getirmekte devam eder. Kadın sahabi dayanamayıp, gider durumu Resûlullah’a::
-Ya resûlallah! Kocam her akşam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalanıverse, açlıktan ölmekten korkarım, der..
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadının kocasını, huzuruna çağırtır, durumu birde ondan dinler. Sahabi:
-Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş’e ve bereket veriyor, der.
Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadına, bundan sonra fazla değil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı olmayarak:
-Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, der.
Adam hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa, bir misafire razı olur. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini gördü. Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa girdi, üç kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da, misafirlerden birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.
Kadın kocasına:
-Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sorar.
Adam, ikinci misafirin farkında değildir:
-Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte, diye cevap verdi.
Kadın çok iyi görmüştü. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştı.
Bu münakaşanın içinden çıkamayacaklarını anlayan karı-koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar…
Onları dinleyen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
-Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan sûretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına sokmuştu. Hanımın ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.
kıssadan hisse: Şunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rızkı ile gelir. Ve kimse, kimsenin rızkını yiyemez, eksiltemez… Hatta misafir, bir evin bereketini artırır ve o evin rızkında artma olur, buyurdular. Tabiî ki kadın, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda değildi.
 
Üst