Hazreti Hüseyin’in şehâdeti

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Dün Aşure Gecesiydi, bugün de Aşure Gününü idrak ediyoruz. Bütün okuyucularımızın Aşure Gününü tebrik ediyoruz...
Aşure Günü, birçok Peygambere (aleyhimüsselâm) huzur getirmiştir. Onlar da onlara iman edenler de sevinmişler, sıkıntıları bu günde sona ermiştir. (Geçen hafta arz etmiştik.) Bugün meydana gelen yegâne üzüntü veren hadise Hazreti Hüseyin’in şehid olmasıdır. Her mü’min bu acıyı ciğerlerinde hisseder. Yüzlerce asır geçse de bu acı hiç ama hiç unutulmaz.
Sevgili Peygamberimizin çok sevdiği ve mübarek dizinde büyüttüğü, bütün müminlerin göz bebeği iki torunu da şehit oldular...

“ESHÂBIM ŞÂHİTTİR...”Bir gün mübarek dedeleri Hazreti Hasan’ı sağ dizine, Hazreti Hüseyin’i de sol dizinde oturtmuş onları seviyordu. Cebrâil aleyhisselam geldi ve dedi ki: “Torunlarını bu kadar çok seviyorsun, fakat ikisi de şehid olacaklardır!..”
Bu söze çok hayret eden Allah’ın Resulü aleyhisselam sordu: “Kâfirler mi bunları şehid edecek?”
Cebrâil aleyhisselam “Hayır” diye cevap verdi, “Senin ümmetin yapacak bu büyük hatayı!”
Bu defa daha çok hayret ederek dedi ki: “Nasıl benim ümmetim olur ve nasıl bu ciğerparelerimi şehid ederler! Benim bunları ne kadar çok sevdiğimi herkes bilir. Bebek olduklarında ağlamalarına bile dayanamazdım. Annelerini ikâz ederdim. ‘Niçin ağlatıyorsun yavrularımı? Bilmiyor musun onların ağlamaları beni çok üzer!..’ diyordum. Onları ne kadar çok sevdiğime bütün eshabım şahittir...”
Cebrâil aleyhisselam arz eder: “Efendim! İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Nefis ve şeytan gibi iki kuvvetli ve tehlikeli düşmanları vardır. Bunlar insanların çoğuna her kötülüğü yaptırırlar... Âdem aleyhisselâmı bunlar cennetten çıkarmadı mı? Yusuf aleyhisselâmı kendi kardeşleri kuyuya atmadı mı? Ki, onu kuyuya atmak öldürmek demekti... Kardeş kardeşe bunu yaparsa, senin ümmetinin torunlarına yaptıkları garip olamaz...”
Bu mübarek kimselerin şehid olmaları onlar için ihsanı ilâhi oldu. Şöyle ki:
Hazreti Hüseyin ile abisi, Medine-i Münevvere doğumludurlar. Bu mübarek beldede dünyamızı şereflendirmişlerdir.
İkisi de çok nazlı (el bebek, gül bebek) büyümüşlerdi. Başta fahr-i kâinat olmak üzere bütün mü’minler onlara çok değer veriyorlardı. Müslüman oldukları için hiçbir sıkıntıya maruz kalmamışlardı. Din-i mübin uğrunda hiç cefâ çekmemişlerdi. Bu da onların derecelerinin diğerlerinden düşük olmasına sebep olabilirdi.
Bilâl-i Habeşi, Ammar bin Yasir, Suheyb-i Rumi (radıyallahü anhüm) gibi mü’min oldukları için çektikleri dayanılmaz işkenceler onları çok kıymetlendirmişti.
Yüce Rabbimiz, bu iki sevdiği kuluna şehâdet makamını lütfetti, ta ki dereceleri diğerlerinden geri kalmasın.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benzeyenlere gelir.”
Dünya, zevk için yaratılmadı. Âhiret bunun için yaratılmıştır. Dünya ile ahiret, birbirinin zıddıdır. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur.

ŞEHÎD OLMAK İSTİYORDU!..Yeryüzündeki bütün şeriflerin ve seyyidlerin babaları, ömürlerinin sonunda bu acıları çekmeselerdi, cennet nimetlerinin tadını bu kadar çok alamazlardı.
“Açlık çekmeyen yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen rahatlığın kıymetini bilmez...” Dünyada bunlara elem vermek, sanki dâimi lezzetleri artırmak içindir.
Belâlar, sıkıntılar, cahil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen her şey tatlı olmaktadır.
Allahü teâlâ sevdiklerine sıkıntı vermeden de derecelerini yükseltmeye kadirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de ahirette rahatlık verebilir. Fakat âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve adaleti altında gizlemeyi sever.
Şehid olmayı Hazreti Hüseyin (radıyallahü anh) kendisi istedi. Yezid’e biat etseydi şehid olmazdı.
Kerbelâ’da Rabbinden zafer isteseydi; mübarek dedesine melekleri gönderen, ona da gönderirdi ve Bedir muharebesindeki zafer ona da verilirdi. Fakat o, şehâdet istiyordu...

HAFTANIN SOHBETİ
M.SAİD ARVAS


 

PUTKIRAN

Kıdemli Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
3,228
Tepkime puanı
189
Puanları
0
Konum
Ankara
Şevki Yılmaz - Yeni Akit
2010-12-17​
Kanayan yara Kerbela Günümüz İslam Coğrafyasında ‘Her günün Aşura ve her yerin Kerbela olduğu’ bir zaman diliminde, emperyalistlerin ve içimizdeki uşaklarının insanlık dışı işgal ve katliamlarının adeta başlangıcı sayılan, Hicri 61 yılının 10 Muharrem Cuma gününde, hicri 1371 yıl evvel zalim ve mel’un Yezid’in eliyle iktidar hırsı uğruna gerçekleşen insanlık tarihinin en acı ve en unutulmaz (ismiyle müsemma) KERBELA facia ve katliamının miladi 1330. yıldönümündeyiz.
Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin (sav) Ehl-i Beyt’inin sevgilisi, biricik torunu, büyük şehid İmam Hz.Hüseyn’in (ra) zulme ve zalime başkaldırışının meydanı olan Kerbela’nın tarihi seyri ve yaşanan bu menfur katliamdan ders çıkarmak adına söylenecek ve yazılacak çok söz var. Bu ‘çetrefilli’ ve bir o kadar da yanlış yönlendirmelere açık olan Kerbela olayında karışık olan zihinleri düzeltmeye çalışmak her iman ve vicdan sahibinin görevidir. Yüzyıllardır İslam Ümmetinin manipüle edilerek kardeşin kardeşe kırdırıldığı, fütursuzca cinayetlerin işlendiği, cahil halkların kirli amaçlar ve çıkarlar uğruna kullanıldığı Kerbela hadisesi üzerine çok ehemmiyetli gördüğüm bir konuyu arz etmenin elzem olduğunu düşünüyorum...
Kerbela’da var olan her iki taraftan birini Şİİ, diğerini ise SÜNNİ olarak tezgahlayan siyonist odakların İslam Ümmetini böl-parçala-yut planında ne kadar başarılı olduklarını bugün de görmekteyiz maalesef... Bildiğiniz üzere Emperyalistlerin Irak’ı işgal süreciyle o bölgede artan Şİİ-SÜNNİ kavgasının ve cinayetlerinin ideolojik fikri altyapısının Kerbela’da yaşanan ‘kara güne’ dayandığı iddia edilmektedir...
İslam Ümmeti olarak bugüne dek Kerbela’nın asırlardır devam eden bu kanayan yarasına neşter vuracak cesareti ortaya koymayarak asıl çıkarılması gereken dersleri almamakta direndik ve zannettik ki İslam Ümmeti bu olay sebebiyle Sünni ve Şii diye ikiye ayrıldı!
Sanki Yezid mel’unu Sünni, büyük şehid Hz. Hüseyin de (ra) Şia’yı temsil ediyormuş tezgahı Kerbela’dan Horasan’a, Hicaz’dan tüm dünyaya bu yalanla yayıldı! Buradan ifade ediyorum ki; bu iftira ve yalanlar islam düşmanlarının bizleri birbirimize düşürmek için asırlardır içimize soktuğu nifak tohumu söz, ifade ve iddialardır. Peygamber torununa kıyan mel’un Yezid’i SÜNNİ bir mümin olarak görmek nasıl korkunç bir yalan, iftira ve fitne ise, Hz.Huseyin’i de Şİİ veya SÜNNİ müslümanı olarak görmek de bir o kadar yalan, iftira ve fitnedir. Ne Yezid sunni veya şiadır ve ne de Hz. Hüseyin r.a ve beraberinde şehadet şerbetini içen yarenleri ŞİA ya da SUNNİ’dir!
Hiçbir tarihi, ilmi ve akli ispatı olmayan ve olamayacak bu iddia ve yalanlarla bizi birbirimize düşürdüler ve düşürmeye de devam ediyorlar... Kerbela faciasının yaşandığı Hicri 61 yılında ne Şia vardı ne de Sünni’lik. Ehli sünnet ve ehli şia veya alevilik, sunnilik kavramları Kerbela faciasından asırlar sonra ortaya çıkmış ve kullanılmış kavramlardır.
Kerbela’nın bir tarafında Hakk’ı ve adaleti üstün tutan, zulüm ve zalimin iktidarı karşısında onurlu duruşuyla bedel ödeyen Hz. Hüseyn (r.a) ve O’nu kıyamete kadar destekleyerek savunduğu ve uğrunda can verdiği islami ilkelerin yanında olan müslümanlar topluluğu, diğer tarafta ise; geçici dünyanın mal ve makamı için, iktidarını koruma uğruna terör estiren ve bu terörü dine alet eden katil Yezid ile, kıyamete kadar insan hak ve hürriyetlerinin ihlaline destek veren çıkar çevreleri ve yaşanan olaylara seyirci kalarak haktan ve haklıdan yana tavır alamayan halk yığınları vardı!
Peygamberimiz (sav) Efendimizin hicretinden 4 yıl sonra dünyaya teşrif eden ve 9 yaşındayken dedesi, Peygamberimiz (sav) efendimizi kaybeden Hz. Hüseyin şehid edildiğinde 57 yaşındaydı. Hz. Hüseyn çıktığı yolun sonunda kendisini ve ailesini bekleyen olası tehlikelerin bilincinde olarak mevcut zalim ve fasık iktidara imanı gereği cephe almıştı. Hz. Hüseyin, ortaya koyduğu muhalefetiyle buradan kendisine bir makam ve mevki çıkarmak isteseydi Yezid’le anlaşır ve istediği makama da kolaylıkla otururdu! Ama büyük şehid, dünyanın makam ve mevkisini elinin tersiyle itmiş, kendisini bekleyen ‘ölüm tehlikesine’ rağmen çıktığı yoldan dönmemişti!
Hz. Muhammed (sav)’in torunu, Hz. Ali’nin yavrusu, Hz. Fatıma’nın kuzusu, Hz. Hasan’ın kardeşi, Hz. Zeyneb’in aslan yürekli abisi Hz.Hüseyn çıktığı yoldan dönmeyi, “zalime karşı mazlumun hakkını aramaması” olarak niteleyerek, kıyamete dek tüm müslümanlara örnek olacak bir tavrı sergilemişti. Büyük İmam, bu tavrı ortaya koyarken ne Şİİ idi ne SÜNNİ! O, “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve gerçekten ben müslümanlardanım diyen” *(Fussilet Suresi 33) bir mü’minden başka bir şey değildi!
Kerbela katliamından elli yıl sonra başta İmamı Azam olmak üzere İmamı Malik, İmamı Şafi ve İmamı Hanbel gibi ilim önderlerinin tamamı maddi ve manevi destekleriyle Ehlibeytin yanında yer aldılar. Hz.Hüseyin’in torunları Ehlibeytin yarenleri İmam Zeyd bin Zeynelabidin ve İmam Caferi Sadık(Allah hepsinden razı olsun) gibi imamlarla el ele gönül gönüle, Emevi ve Abbasi iktidarlarının faşizan zulmüne karşı direnerek bir kısmı şehadeti, bir kısmı da hicreti tercih ettiler.
İmam Azam Ebu Hanife’nin Ehli Beyt’i müdafaa ve yardım uğruna zalim Abbasi kralının zindanlarında kırbaçlanarak şehid edildiğini ve İmam Malik’in aynı sebeble kırbaçlanarak iki kolunun da kesilerek cezalandırıldığını kaç Alevi, kaç şii ve kaç sunni müslüman biliyor? O zaman bu asırlardır devam eden ayrılık niye? Bu kin ve öfke kime? Bu ilgisizlik niçin ve neye?
10 Muharrem Aşura ve Kerbela hadisesinden çıkarılacak dersleri hâlâ anlamakta direnen İslam alemindeki bir kısım müminler, kendi vücutlarını zincirlerle döverek Yezid ve yandaşlarından intikamlarını aldığını sanmanın gafletiyle o günün acısını bedenlerinde yaşattığına inanırken, diğer bir kısım Müminler de sadece aşure yemeğini dağıtıp yemek suretiyle bu mühim güne ilgisiz kalmanın gafletiyle yaşamaya devam ediyor.
Oysa mübarek başı kesilen, kolları, ayakları ve gövdesi ayrı ayrı Hicaz Bölgesine ‘ibret’ olsun diye yollanan büyük İmam Hz. Hüseyin (r.a), Kerbela’da mülahazaların çok ötesinde bir mesaj vermiş ve islam siyaset, ehliyet ve emanet hukukunu kanıyla yazmıştır. Nasıl mı? İnşaallah gelecek yazıda anlatmak ve anlamak temennisiyle, başta İmam Hüseyn ve diğer Kerbela şehidlerini rahmetle, saygıyla ve sevgiyle anıyorum. Rabb’im izinden gidenlerden eylesin.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
‘Nasıl?’ yerine, ‘Niçin öldürüldü?’yü sorgulayamadıkça, Hz. Huseyn daha çoook katledilir..


Güneş takviminin bu yılki 15-16 Aralık günleri, Ay takviminin Muharrem ayının 9 ve 10. günlerine rastlıyor.. Hicrî-qamerî 1432 yılına yeni girmiş bulunuyoruz.. Ve bu günler, Hicret’in 61. Yılında, Muharrem ayının 9 ve 10’ncu günlerinde noktalanan Kerbelâ Faciası’nın yıldönümü..
365 günlük Güneş Yılı’na göre, Hicret’ten bu yana 1389 ve 355 günlük Ay Yılı’na göre de 1432 yıl geçtiğine ve Kerbelâ Faciası da Hicret-i Nebevî’in 61. yılında cereyan ettiğine göre.. Demek ki, o hadisenin üzerinden Hicrî- Şemsî / Güneş Yılı’na göre 1328; Hicrî- Qamerî / Ay Yılı’na göre de 1371 yıl geçmiş bulunuyor..
*
‘Onuncu Gün’ demek olan Aşûrâ Günü’nün, sadece Muharrem ayının onuncu günü için kullanıldığını da bu vesileyle bir daha hatırlayalım..
Bu günün yıldönümü münasebetiyle, günlerdir, çeşitli tv. ekranlarında konuşmalar, proğramlar, ezadârî / mâtem merasimleri ve semah gösterileri yapılıyor, mersiyeler/ ağıtlar ve dualar okunuyor, gözü yaşlı ve hattâ hüngür hüngür ağlamalı sahneler sergileniyor..
Ama, toplumumuzun küçümsenmiyecek bir kısmı, bu proğramları bir folklorik gösteri imişçesine seyretmekle yetiniyor. Bu proğramlarda verilmek istenen mesajı kavramaya, anlatılmak istenen asıl konuyu anlamaya büyük bir ilgi gösterildiğini söylemek herhalde çok zordur..
*
İslamî bilgileri ve hassasiyeti bilinen çoğu genç insanlarımıza bile şöyle bir sorsak, ‘Nedir bu Aşûrâ törenleri ve onun dayanağı olan Kerbelâ Faciası?’ diye; alacağımız cevab, hemen hemen sıfırdır..
En fazla, ‘Şey işte.. Alevîlerin törenleri.. Haa, bir de âşure tadlıları..’ cevabını alırsınız..
Hele, ‘alevî/likne demektir, kim/ler/dir, şiî / şia, caferî, 12 İmam/ İsna’aşeriyye ve hattâ sünnîlik nedir, şafiîlik, hanefîlik, caferîlik, hanbelîlik, mâlikîlik gibi mezhebler veya daha yeni dönemlere aid olan Vehhabîlik, Selefîlik, İsmailîlik, Ahmedîlik, Naqşbendîlik, Kadirîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik, Nurculuk, Süleymancılık, Tebliğ Cemaati, İkhvan’ul Muslimîyn, sufîlik vs. ve daha bilmem necilik gibi cereyanlardan söz edince.. Çoğumuz, bu gibi konulara kafa yormayı göze almayız.. Böyle olunca da, hattâ aralarındaki telaffuz yakınlığı dolayısiyle şiîlik ve şafiîliğin aynı şey olduğu kanaatini ortaya atanları bile görebilirsiniz..
*
Doğrudur ki, bu gibi konular konuşuldukça, mes’eleler anlaşılmak bir yana, daha bir anlaşılmaz hale de gelebiliyor..
Bu gibi konularla ilgili mes’eleler etrafında, bir ingiliz gazetesinde çok ironik, ama, son derece düşündürücü bir fıkra yayınlanmıştı, birkaç sene önce..
Londra’da bir gece, Times nehri üzerindeki köprülerden birinde, bir kişinin atlayıp intihar etmek istediğini gören bir kişi, onu son anda tutar ve ikna etmeye çalışır ve hayatından bezmiş olan kişiyi kararından vazgeçirmek ve hayata döndürmek için dil dökmeye başlar..
‘-Bak dostum, hepimiz insanız, bir derdin varsa, çare olmaya çalışayım..
-??...
-Söyle bakayım, Tanrı’ya inanır mısın?
-Evet, inanırım..
-Aaa, ne güzel.. Bak, insan olmaktan öteye, bir diğer ortak noktamız daha var..
Bir dine inanıyor musun, yoksa ateist misin?
-Hristiyanım..
-Ben de hristiyanım.. Bak, bir diğer ortak nokta daha.. Hangi mezhebdensin?
-Evangelist.
-Aaa, ben de evangelistim.. Hangi kiliseye bağlısın?
-Anglikan..
-Ne güzel, ben de anglikan kilisesine bağlıyım.. Hangi tarikattansın?
-Baptist..
-Aaaa, ben de baptistim.. Hangi kolundan?
-Filan kolundan..
-Neee! Vayy hain, alçak..’
Ve, intihardan vazgeçirmek için dakikalar boyu dil döktüğü adama bir tekme atar, adamcağızı nehrin karanlık sularına gönderir.. Çünkü, onunla temel konularda birliği yakalamıştır, ama, teferruatta düşman gördüğü kimselerden olduğunu anlamıştır..
*
Bu fıkra, hele de günümüzde, müslümanların birbirleriyle olan irtibatlarına da uygulanamaz mı?
Çünkü, ‘Allah’a, Kur’an’a, Resul-ü Ekrem (S)’in Peygamberliğine inandığını söyleyen ve ben müslümanım diyen veya Ehl-i Kıble olan kimseler tekfîr edilemez..’ gibi ölçüleri inançlarının temel kuralı olarak gören nice insanlarımız bile, teferruat ayrılıkları sözkonusu olunca, birbirlerine en ağır ithamlarla saldırabiliyorlar..
Soğukkanlı, itidal ile düşündüklerinde çok da mâkul düşünüp, ‘Demek ki, onların inancı, anlayışı, kavrayışı böyle, n’apalım, neticede temelde birleşiyoruz ya..’ diyebilen insanlar, ama, aynı kitleye hitab ediyor ve aynı menfaatleri sahibleniyor duruma gelince birbirlerinin boğazına sarılmıyorlar mı?
Hattâ, tamamen laik zeminlerde verilen siyasî mücadeleler açısından aslında birbirlerinden pek farkı olmayan kişi veya grupların bile, aralarında çıkan ihtilaflar üzerine; bazılarının ötekileri, kendilerinden ayrılanları veya kendileriyle ihtilafa düşenleri, zıdlaşanları en ağır itiqadî suçlamalarla, sapkınlıkla, murtedlikle suçladıklarını yaşamıyor muyuz?
Ve bazıları da kendilerini ‘tevhidî müslüman’ olarak nitelemiyor mu; sanki tevhîd inancına sahib olmaksızın müslümanlık mümkün imişcesine..
*
Sırf bu anma törenlerindeki ifrat ve tefritlerden dolayı sahnelenen bu düşmanlıklar müslümanlar olarak hepimiz için zül’ değil midir?
Amerikan işgalinden sonra, Irak’da yıllardır insanların birbirlerini şiî, sünnî veya kürd, arab, türkmen diye, hem de kitleler halinde katlettikleri, hemen hergün ortalama -neredeyse- 60-70 kişinin canına mal olan patlamalar, suikasdler.. Nicelerine, Saddam diktatörlüğünü bile aratır durum bir durum ortaya çıkarmadı mı? Bu terör saldırıları, mezhebî savaşları daha bir ateşlemeye yönelik, karşılıklı olarak sürdürülmüyor mu? Ki, son zamanlarda, bu saldırılar, Irak’daki Necef ve Kerbelâ gibi mekanlara İran’dan yapılan kitlevî ziyaretlere yapılan sistematik bombalı saldırılar daha bir düşündürücü değil midir?
Amerikan emperyalizmi bu ayrılıkları, evet, körükledi, ama, Pakistan’da olsun, öyle bir açık askerî işgal yokken, aynı cinayetler orada da sözkonusu değil mi?
Hele de son 15-20 yıldan bu yana, Pakistan’da, özellikle de, -‘Allah’ın Evi’ olarak kabul olunan- câmileri, mescidleri şiî veya sünnî camileri diye ayırıp, bu mekanların her hafta, karşılıklı olarak, bombalamalara hedef olduğu ve motosikletli kişelerin mukabil tarafın mescidlerinde gerçekleştirdikleri her patlamada 50-60’den aşağıya düşmeyen ölüm rakamlarıyla neticelendiğini görmüyor muyuz? Daha geçen hafta, Pakistan’da meydana gelen patlamalarda ölenlerin sayısı 80’i buldu.. (Ki, yıllardır bu bombaları üstlenen ve sonra kanundışı ilan edilen teşkilatın adı, yazık ki, Sipah-ı Sahabe / Sahabe Ordusu gibi kutlu bir isim taşıyordu..)
Hakezâ, 15 Aralık günü de, İran’ın Sistan- Belûcistan eyaletinin Çabahar kasabasında Aşûrâ merasimlerinde gerçekleştirilen bombalı saldırılarda 38 kişi can verdi, yüzlerce kişi de yaralandı.. Aynı eyaletin merkezi olan Zâhidân şehrinde ise, birkaç ay önce meydana gelen patlamalarda yine onlarca insan can vermişti.. (İran Belûcistanı’ndaki bu patlamaları üstlenen terör teşkilatı da, yazık ki, ‘Cundullah / Allah’ın Askeri’ gibi kutlu bir isim taşıyor.. Ki, Belûcistan’ın bağımsızlığı ve o mıntıkadaki sunnî müslümanların fıqhî ölçülerine göre bir rejim kurmak iddiasıyla ortaya çıkan ve son 10 yılda yüzlerce insanı katleden bu silahlı mücadele örgütünün lideri olan Abdulhamîd ve Abdulmâlik Riğî kardeşler henüz birkaç ay önce idâm olunmuşlardı..)
*
Hele de Aşûrâ Günleri’ndeki ‘ezadarî / mâtem törenleri’nde sergilenen ve her ülkeye, her kültüre göre, içinde folklorik mâtem sahnelerinin de bulunduğu anma farklılıklarına bakarak, ‘bu gibi anmaların İslam’da olmadığı’na dair kanaatlerle, o kitlelerin ve törenlerinin yok edilmeye veya sindirilmeye çalışılması -diyelim ki, bazılarının anlayışlarına aykırı gelse bile- ve onlarca-yüzlerce insanın katliyle, bombalarla parça parça edilmesine müncer olan bu kanlı ve korkunç tablolar, İslam açısından caiz miydi?
Doğrudur, bir çok yerde, sadece sînelere vurarak mâtemlere katılmak (sînezenî) tarzındaki mâkul tavırlardan ayrı olarak; kendilerini ‘Huseyn- Huseyn..’ diyerek zincirlelerle döğmek (zencirzenî) veya kafaların bıçakla yarılması (qamazenî) ve hattâ bazı yörelerdeki bu anma törenlerinde birbirlerine sopalarla vurmak şeklindeki ilkel görüntüler, tabiatiyle, çoğu kimsede bir rahatsızlık uyandırabilir.. Veya bu gibi törenlerde okunan bazı şiirli söylemlerde şer’î sınırların zorlanması mümkün olabilir.. Ama, yakın zamanlarda, (başta, rahmetli İmam Khomeynî’den, merhûm Huseyn Ali Muntezerî, rahmetli Muhammed Huseynî-i Fazlullah ve halen de İslam İnqılabı Rehberi Seyyid Ali Khameneî ve diğer nice âlimler olmak üzere) aklı başında hemen bütün şiî-müslüman âlimler, toplumları bu gibi anma törenlerinde şer’î sınırlara titizlikle riayet olunması için devamlı ikazlar yapmışlardır.. Buna rağmen, kitlelerin bu gibi konularda, geleneklerden kurtulmasının o kadar kolay olmadığı da bilinir..
Ama, bu konularda şer’î hassasiyetlere riayet edilmezse, asıl katledilen, Hz. Huseyn’in temsil ettiği değerler olacaktır.. Bu ise, Hz. Huseyn’in de defalarca katledilmesi demek olur..
Elbette, bu arada bazıları da, ‘Bu gibi anmaların, aradan asırlar geçtiği halde devam ettirilmesinin ne mânası vardır?’ demekte ve bu hususta, şiî müslümanların ‘ifrat’a kaçtıklarını söylemektedirler.. Ama, şiî-müslüman olarak nitelenmeyen öteki müslümanların da, Kerbelâ’da işlenen o büyük tarihî cinayet ve faciaya ilgisizlikleri de ‘tefrit’ derecesinde değil midir?
‘Ama, bunları anıp durmakta, düşmanlıkları sürdürmekte ne mâna vardır?’ sözü, ilk planda çok safiyâne gözükebilir.. Nitekim, bazıları bunu ifade etmişlerdir.. Elbette, asırlar içinde, bu gibi faciaları ve o faciaların etkilerini nesilden nesle aktarmakta, çeşitli yöntemler kullanılabilir.. Nitekim, şiî müslüman kitleler arasında, Kerbela Faciası çok güçlü şekilde asırlardan asırlara, nesirlerden nesillere aktarılır; Hz. Huseyn’in Ehl-i Beyt’inin ve bir avuççuk yârânının nasıl öldürüldüğü anlatılır..
*
Evet, ‘nasıl’ değil, ‘niçin’ katledildiğini anlamaktır, aslolan..
Ama, aslolan, Hz. Huseyn ve Ehl-i Beyt’inin ‘nasıl’değil, ‘niçin öldürüldüğü’nü düşünmek ve kavramak olmalıdır.. Ama, o gibi anma törenlerinde yükselen şiar’ların şuûr’a dönüşmekte bir fonksiyonu yok mudur? Nitekim, o anma törenlerinden hemen hiç haberi olmayanların, Kerbelâ’da nelerin- niçin olduğunu kavramakta çok daha sığ kaldıkları da bir acı gerçektir..
Ayrıca, Resul-i Ekrem (S)in irtihali üzerinden sadece yarım asır geçmekteyken, O’nun torununun tarih sahnesinden böylesine silinmek istenmesini çok basit bir düşmanlık olarak ele almak da safdillik olmaz mı?
Eğer bunu söyleyenler, hayattan çekilmelerinin üzerinden binlerce yıl geçmiş olan Nemrûd ve Fir’avun’lar ve kezâ, Resul-i Ekrem (S)’in -üstelik amcası olan- Ebû Leheb bile, ‘İki eli kurusun..’ diye Kur’an’da nefrinle, lânetle anılmıyor mu ki, bazıları, Yezid’lerin lanetlenmesinden rahatsızlık duymaktadırlar..
*
Evet, mes’ele, asırlar önce ölüp gitmiş olanlarla hesablaşmak değil, Hak ve batıl arasındaki ezelî ve ebedî kapışmanın içinde, kendi yerimizi belirlemektir.. Çünkü, kötü insanlar da, insanlar da sanhneden çekildiler-gittiler.. Bugün hayatta olanların da çekilip gideceği gibi.. Ama, binlerce yıl öncesinde gitmişi olanların zihniyetleri bugün de vardır..
Nemrud ve Hz. İbrahîm,
Fir’avun ve Hz. Mûsâ,
Yahudi aristokrarisi ile Hz. İsâ,
Ebû Cehl ve Ebû Leheb’ler ile Resul-i Ekrem (S), ve de
Yezid ve Hz. Huseyn arasındaki mücadele..
Gerçekte, hayatın zıd ve birbirine en karşıt kutuplarda olan zihniyetleri arasındaki bir mücadeledir ve bu mücadele hayatın kaçınılmaz tabiî gereğidir..
Eğer, tarihin bu iyiler- kötüler ve Hak-bâtıl güçler arasındaki bu saflaşmadaki yerimizi belirleyemezsek ve kendimizi sloganlardan şiarlardan şuûra yükseltemezsek, bu gibi anma proğramlarının neresinde olursak olalım, boşa emek harcamış olmaz mıyız?

Selahaddin E. Çakırgil
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'Hz Fatıma örnek alınsaydı dünya cennet olurdu'

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile Avrasya Platformu Eş Başkanı Harun Tokak, Hz. Ali ve Hz. Fatıma ailesinin örnek bir aile olduğunu belirterek, ''Bugün bütün aileler o aileyi model alsa, dünya cennet olurdu'' dedi.



Gecede, Kerbela mateminin tarihçesini anlatan Harun Tokak, Ehlibeyt'in model bir aile olduğunu, dünyanın bütün sıkıntılarının temelinde bu model aile mantığının kaybolmasının yattığını kaydetti.
Tokak, Ehlibeyt ailesinde sevgi, saygı, birlik, beraberlik, metanet ve anlayış olduğunu vurgulayarak, şöyle konuştu:
''O aile cennet bahçesinden bir ailedir. Bugün bu ailenin mantalitesini kaybettiğimiz için acı çekiyoruz. Dünya elbet bir gün aile olacak ve işte bu birliktelik Ehlibeyt anlayışından fışkıracak. Milletimizin sahip olduğu cesaret, sadakat ve merhamet, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın evinden yayıldı. Çünkü Hz. Ali imanda, cesarette ve sadakatte önde bir insandı. Hz. Ali ve Hz. Fatıma ailesi örnek, model bir aile idi. Bugün bütün aileler o aileyi model alsa, onlar gibi bütün insanlığı kucaklayabilseydi, dünya cennet olurdu.''


Tokak, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın cennet bahçesine benzeyen evlerinde ''Hasan'' ve ''Hüseyin'' adında iki çiçek açtığını, torunlarına olan sevgisinden dolayı Hz. Muhammed'in o evi daha sık ziyaret etmeye başladığını anlattı.


Hz. Muhammed'in torunlarının ağlamasına hiç dayanamadığını, hatta kızına ''Fatıma, onların ağlamaları beni üzer'' dediğini belirten Tokak, ''Hz. Muhammed öldükten sonra Hz. Ali ve Hz. Fatıma ailesine bir matem çöktü. Bu acıya Hz. Fatıma sadece 6 ay dayanabildi. Ölümünden bir gün önce, o yüzü günden güne solan Hz. Fatıma anamıza bir canlılık geldi, Hasan ve Hüseyin'i yıkadı, saçlarını taradı, evini temizledi. Aylardır eşinin yüzünün gülmediğini bilen kocası Hz. Ali, hanımına bu iyiliğin nedenini sorunca, şu cevabı aldı: 'Yarın gidiyorum ey Ali. Babam dün rüyamda beni çağırdı, 'yarın iftarı birlikte yapacağız' dedi. Eğer evliliğimiz boyunca seni üzecek bir şey yaptıysam beni affet.' Hz. Fatıma, oğulları Hasan ve Hüseyin'i de eşi Hz. Ali'ye emanet ederek, son nefesini verdi.''


Tokak, Kerbela'nın, peygamber çocuklarının susuz bırakıldığı ve canlarının alındığı toprakların adı olduğunu ifade ederek, Kerbela'nın bir kuyu olduğunu, Ehlibeyt'in çiçeklerini yuttuğunu ve onların ayaklar altında ezilmesine seyirci kaldığını söyledi.
O gün Fırat'a düşen kanın acısının hala yüreklerde hissedildiğini belirten Tokak, Hz. Hasan ve Hüseyin'in şehit edildiği günün bir cuma günü olduğunu hatırlatarak, ''O gün cuma olduğu için camilerden selalar okunuyordu. Hz. Hüseyin yaralar içinde son bir güçle başını kaldırarak, 'Camilerden dedemiz Hz. Muhammed için salavatlar okunuyor, ama biz ayaklar altındayız' dedi. İşte o gün o model aileyi kaybettiğimizi için bugün dünya acı çekiyor'' diye konuştu.

Erikli Baba Kültür Derneği Başkanı Metin Tarkan da mistik bir ortamda Ehlibeyt'i anmak için bir araya gelmenin mutluluğunu yaşadıklarını belirterek, ''Ehlibeyt sevgisini ortak değer olarak kabul ediyoruz. Bu sevginin kaynaştırıcı bir unsur olduğunu ve bizi bir aile gibi kaynaştırdığını görüyoruz'' dedi.
Tarkan, yıllar önce yaşanan Kerbela olayının bütün acısıyla hala hafızalarda yerini koruduğunu ve sonsuza dek bu acının devam edeceğini kaydederek, Ehlibeyt sevgisinin tüm inananlara çok şey kazandırdığını, bunun başında da Sufilik ve tasavvuf anlayışının geldiğini söyledi.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Hz. Hüseyin'in mesajı ve ümmet


İslam ümmeti, üzerinden asırlar geçmesine rağmen halen Hz. Hüseyin (ra) şehadetini gerçek manada irdelemeye korkuyor. Kimi Hz. Hüseyin’in şehadetini anmaktan uzak dururken, kimi de onun mesajını anlamak yerine kendilerine eziyet ederek çok aşırı gitmekte. Öte yandan, Hz. Hüseyni ve Hz. Ebuzeri kendilerine örnek edinip de ne İslam’la, ne özgürlükle, ne adaletle ne de onların vermek istediği gerçek mesaj ile hiçbir alakaları olmayanlar ise işin cabası…

Bundan tam 1371 yıl önce Hz. Hüseyin çoğu kadın ve çocuktan oluşan 72 kutlu yolcu ile birlikte İslam tarihinin en uzun protesto yürüyüşüne neden çıktı? 10 Muharrem’de sona eren bu kutsal yürüyüş yol ayırımındaki ümmete ne tür büyük mesajlar taşıyordu?

Eğer bugün Müslümanlar, işgallerden, sömürüden, yozlaşmaktan, dünyevileşmekten, despot yönetimlerden ve çürümüşlükten kurtulmak istiyorsa asırlar önce verilmek istenen bu mesajı çok iyi okumalı… Ancak bu mesajı okumak için ümmetin bu tarihi sahifesini görmezlikten gelimemeli ya da hain Kufeliler gibi ihanet duygusuyla kendisine işkence etmemeli. Mesaja… mesaja… yani Hüseyin’in ortaya koyduğu davaya odaklanılmalı…

Sünnisiyle ve Şiisiyle herkes bilmeli ki, Hz. Hüseyin ve beraberindekiler şehid edilirken ümmetin sessiz kalması asla affedilecek bir durum değildir… Senelerdir dedelerimizin ve atalarımızın tuttukları yas, Zalim Yezid’e boyun eğişin ve Hz. Hüseyin’in davasına sahip çıkmamaktan kaynaklanan bir ar ve utanç olmasın? Ümmetin asırlardır belini bir türlü doğrulatamaması hem Kur’an’ın, hem Peygamberin hem de Hz. Hüseyin’in ortaya koyduğu mesajı doğru bir şekilde anlamamazlıktan kaynaklanmıyor mu? Hâlâ bile ümmetin Hüseyinleri Afganistan’da, Filistin’de, Somali’de, Çeçenistan’da, Irak’ta ve Yemen’de şehid edilirken sessiz kalmıyor muyuz? Kutsal mabedlerimiz kirletilirken dünyanın çirkin bataklığında bocalanmıyor muyuz?

Hz. Hüseyin, Muaviye’nin, vefatından önce halefi olarak ümmetin başına Yezid’i tayin etme şekline ve insanların zorla biate zorlanmasına baş kaldırmıştı. Hüseyin’den sonra İmam Hanifeler, İmam Şafiler, İmam Malikler ve İmam Ahmedler de zorla biate karşı çıkmış ve bunun bedelini hemen hemen hepsi kanıyla ödemişti. Çünkü İslam tarihinin Raşid Halifeleri Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali kimseden zorla biat almamış bilakis ümmetin onayıyla seçilmişlerdi.

Yezid’in seçilişi sonrası Hz. Hüseyin uzun ve tarihi bir yolculuğa çıkıyordu. Yürüyüşe başladığı andan itibaren zalim Yezid’in yüzlerce atlı ve silahlı adamı adım adım onları izliyor ve taciz ediyordu… Kafiledeki kadınların ve çocukların korkudan bedenleri titriyor ve çığlıkları bütün bir vahayı ve çölü inletiyordu…

Hz. Hüseyin Kufelilerin daveti üzerine oraya doğru yola çıkmıştı. Ancak o da biliyordu ki onlar sözlerinde durmayacak ve ihanet edeceklerdi. Giderken yolda İkrime oğullarından birisiyle karşılaştı. Bu zat, Hz. Hüseyin’e “Canım sana feda olsun geri dön. Vallahi sen ancak mızrakların ucuna ve kılıçlara doğru gidiyorsun. Sana mektup yazanlara asla güvenme! Çünkü onlar seninle savaşmaya kalkacak ilk kişilerdir” dedi. Hüseyin bu cevabı onayladı ve şöyle dedi: “İş Allah’a kalmıştır. O ne dilemişse o olacaktır. Hükümleri her an yerine gelir. Eğer iradesi bizim arzumuz yönündeyse şükürler olsun deriz. Yok, ümitlerimiz boşa çıkarsa, o zaman da sabır ve geri çekilişimizin karşılığını alırız.”

Hz. Peygamber (sav)’in cennetteki gençlerin efendisi olarak adlandırdığı Hz. Hüseyin, ümmetin tarihi bir yol ayırımında olduğunu bildiği için silahsız olarak kadın ve çocuklarla birlikte, -küçük bir grup bile olsalar. Tıpkı Mavi Marmara gemisinin seferi gibi- yola koyulmuş ve yürüyüş esnasında kendilerini dört bir yandan an ben an kuşatarak izleyen sözde halife Yezid’in Müslüman(!) askerlerine şu altın öğütlerde bulunuyordu:

“Ey nâs (insanlar)! Hz. Peygamber buyurdu ki, ‘Kim ki zulmeden ve ilahi hududu aşan, Allah’a verdiği ahidden dönen ve peygamberin sünnetini hiçe sayıp, insanlar üzerinden zorla hükmünü yürüten bir yöneticiye rastlar da, söz ve eylemleriyle ona karşı çıkmaz ise Allah ahirette ona iyi bir hayat nasip etmeyecektir.’ Bakın! Onlar şeytanın peşinden gidip, Allah’ın hükümlerine karşı çıkıyorlar. Bozulma baş gösterdi. Allah’ın koyduğu hududu çiğniyorlar. Gayr-î Meşrû yollarla servet ediniyorlar. Meşrû, gayr-î meşrû oldu, gayr-î meşrû olana da meşrû kılıfı giydirildi.”

“Ey nas! Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti. Tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz, hak ve doğru yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyebilecek kimse kalmadı. Zaman, her mü’minin Allah uğruna hakkı savunacağı zamandır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşama zulmün ta kendisidir.”

Fakat, Hz. Hüseyin’in yürüyüş esnasında günlerce Yezid’in adamlarına ve dalkavuklarına yaptığı konuşmalar -birkaç kişi dışında- kalpleri ve gözleri mühürlenmiş bu insanlara tesir etmiyordu. Muharrem’in 10’u Cuma günü yaklaştığında gözü dönmüş bu canilerin büyük bir katliama girişeceklerini hisseden Hz. Hüseyin onlara son kez seslendi:

“Ey nas! Soyuma şöyle bir bakın. Durun da, bir an için ben kimim, düşünün. Zihninizi kurcalayın, bilgilerinizi tazeleyin. Beni öldürmek ve bana duyulan saygıyı hiç saymak sizin için hak mıdır? Ben, sizin peygamberinizin kızı Fatıma’nın ve yeğeni Ali’nin oğlu değil miyim? Şehitlerin efendisi Hamza, babamın amcası değil miydi? Cafer-i Tayyar benim amcam değil midir? Peygamberin şu ünlü, ben ve kardeşim Hasan için “Cennet gençlerinin efendisi” diye buyuran hadisini hatırlamıyor musunuz? Eğer dediklerim doğruysa –ki kuşkusuz doğrudur, çünkü kendimi bildim bileli hiç yalan söylediğimi hatırlamıyorum- bana karşı kınından çekilmiş kılıçlarla durmayı mı reva görüyorsunuz? Eğer söylediklerime inanmıyorsanız, aranızda doğruluğunu ölçebilecek kimseler vardır. Peygamberin benim ve kardeşim hakkında böyle bir şey deyip demediğini onlar size söyler. Bu gerçeğin sizi kanımı dökmekten alıkoyması gerekmez mi? Allah’a yemin ederim ki, şu andan yeryüzünde benden başka peygamber torunu yoktur. Ben Peygamberinizin doğrudan doğruya sülbünden gelen bir torunuyum. Birinizin canına kıydımda mı, beni öldürmek istiyorsunuz? İçinizden birinin kanını mı akıttım? Bir kimsenin malını mı gasbettim? Evet, ne yaptım? Söyleyin! Nedir benim suçum? Nedir beni suçum?”

Hüseyin bu soruyu üst üste sordu, amma cevap veren olmadı. Bilakis daha da gaddarlaşıyordu zalimler. Hz. Hüseyin’in üzerine saldırmak için vakit kolluyorlardı. 10 Muharrem’de gün daha ağarmadan sabah namazı sonrası saldırıya geçti katiller ve gaspçılar ordusu… Kadın ve çocuk ayırmaksızın silahsız toplam 72 kişinin üzerine yüzlerce atlı ve silahlı çullandı… Mü’min saflar bir bir şehid veriyordu. Dünya belki ilk kez bu kadar karalara bürünüyordu... Bağiler ve zalimler o kadar aşırı gidiyorlar ki, kılıç ve mızraklarla delik deşik ettikleri Hz. Hüseyin’in başını mübarek vücudundan koparıyorlar… Bununla da yetinmiyorlar zalimler, Hz. Hüseyin’in mübarek başını şehir şehir dolaştırıp zalim Yezid’in sarayına getirip ayaklarının önünde yere atıyorlar… (Allah’ım sen bize sabırlar ver…)

İşte, ümmetin en karanlık sahifesi… Hakikatle bağımızın koptuğu nokta… Filmin koptuğu yer… Bugün bu unutulsa bile, Muharrem günleri her yıl bu dehşetli trajediyi anılarımızda taptaze canlandırıyor. Fakat, kaç kişi bu büyük trajediye doğru bir açıdan bakabilmekte ve bu dünyada hayırla şer arasında süregelen kavga yönünde tam olarak anlamını kavrayabilmektedir?

Hz. Hüseyin şehid edildiği yere – ki burası Kufe’ye bir mesafe uzaklıkta çöl bir bölgeydi- vardığında “Buranın adı ne?” deyince, ona “Kerbela” dediler. Hz. Hüseyin “Burası kerb (sıkıntı, meşakkat) ve belalı bir yerdir. Babam Hz. Ali, Sıffin’a giderken buraya uğramıştı. Ben de onunla birlikteydim. Babam burada durdu ve adını sorunca, ismini haber verdiler. Babam ‘burası onların hayvanlarını konaklattıkları yerdir. Onların kanlarının akacağı yer burasıdır’ dedi. Bunun sebebi sorulunca babam; “Muhammed’in âli-beytinden bir zümre buraya inecek ve konaklayacak” dedi. Hz. Hüseyin’in emri üzerine hicri 61 yılı muharrem ayının başı (biri) Çarşamba günü yükü bu mekâna indirildi. Hz. Hüseyin bundan on gün sonra öldürüldü. Şehadeti aşura günüydü…

Peki, Hz. Peygamberin, Hz. Fatıma’nın ve Hz. Ali’nin doğrudan terbiyesi altında yetişmiş ve sahabelerin oluşturduğu en iyi toplum içinde küçüklüğünden orta yaşlara varıncaya kadar yaşamış Hz. Hüseyin bu uzun protesto gösterisiyle ümmete ne mesaj vermek istemişti?

Hz. Hüseyin bu yürüyüşüyle ümmetin iktidarını zorla gasbedenlere, insanların rızası olmadan zorla biat alanlara, debdebeli saraylar inşa edenlere, lüks ve israfa dalanlara, ümmetin malı olan beytül malı kendi çıkarları için çarçur edenlere, adaleti terk edenlere, halklarına zulmedenlere, düşünce özgürlüğüne gem vuranlara, hukukun üstünlüğünü hiçe sayanlara, vatandaşları arasında din, dil ve ırk ayırımı yapanlara, şurayı askıya alanlara ve zayıfları dışlayıp zenginlere kucak açanlara karşı nasıl durulması gerektiğini öğretti bütün insanlığa…

21. yüzyıl Müslümanlarının Hz. Hüseyin’in bu mesajından alacakları ne güzel örnekler var. Yüksek bir ideal sahibi olmak ve onun için ölümü, sıkıntıları, eziyetleri, hakareti ve işkenceleri göze almak… Adalet, özgürlük ve eşitlik için… Ancak tüm bu idealler tersinden bir diktatöre, despota ve zalime dönüşmeden gerçekleştirilmeli. Müslüman kanı akıtılmadan yürünmeli. Rahmet ve sabır kılıcını kuşanmalı… Yoksa Ali’nin ve Hüseyin’in yolunda olduğunu söyleyenler de gün gelir Yezidleşebilir…

Hâsılıkelâm; Hüseyinlerin idealleri ve ülküleri vardır, mazeretleri yoktur ancak Yezidlerin ne değerleri ne de idealleri vardır, mazeretleri ve kılıfları ise çoktur…

İmam Şafiî “Ehli Beyt’i Sevmek Farzdır” adlı şiirinde şöyle der:

Ey Resûlullah’ın ehli beyti
İndirdiği Kur’an’da Allah
Farz kıldı sevginizi*
Yeter şeref olarak size, böyle övünç bulunmaz
Size salat getirmeyinin
Namazı olmaz.**

*Ahzab Suresi’nin 33. ayetinde işaret ediliyor.
**Namazlarda kunut duası sonrası âli beyte salat ve selam getirilir. Nesei, Sünen, Kitabu’s-Sehv, Bab 49.

Turan Kışlakçı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Âşûrâ, Arapça ‘aşera (on) veya âşir’den (onuncu) geliyor. Kameri ayların ilki olan Muharrem ayının 10. gününe verilen isim.

Buhari’nin tahric ettiği Hz. Aişe ve Abdullah ibn Ömer rivayetlerinin icmalinden çıkardığımıza göre, cahiliyye dönemi Arapları âşûrâyı kutlarlardı. Bu onlara Hz. İbrahim’den kalan bir gelenekti. Yine cahiliyye Arapları bu günü oruçlu geçirirlerdi. Peygamberlik geldikten sonra Hz. Peygamber de bu orucu tutmayı sürdürdü.


İkinci görüşe göre âşûrâ, Yahudilerin kutladığı bir bayramdı. Zira onlar Firavun’un zulmünden âşûrâ günü kurtulmuştular. Hz. Peygamber hicretin ardından onların bu günü oruçlu geçirdiklerini görünce, sebebini öğrendi ve “Biz Musa’ya sizden daha evlayız” (Buhari) dedi. Kendisi oruç tuttu ve Müslümanların da oruç tutmalarını tavsiye etti. Hatta bunun için münadiler çıkarttığı rivayeti vardır. Hicretin 2. yılında Ramazan orucu farz kılındı. Bundan sonra da, aynı titizlikte olmasa da, Rasulullah ve isteyen Müslümanlar âşûrâ orucu tutmayı sürdürdüler.

Bu iki rivayeti telif etmek mümkündür. Bizce âşûrâ İbrahimî bir gelenek olarak hem İsmail oğulları hem İshak oğulları tarafından tevarüs edilmiştir. Yahudilerin bölgeye gelişiyle bu iki gelenek tekrar birbiri içine girmiş, birçok alanda olduğu gibi âşûrâ meselesinde de birbirini etkileyerek sürmüştür.

Mevsuk olmayan bazı kaynaklarda, doğruluğu asla ispatlanamayacak olan bir takım rivayetler yer alır: Âşûrâ günü Hz. Adem’in tevbesi kabul edilmiş, Hz. Nuh karaya ayak basmış, Hz. İbrahim ateşten kurtulmuş… İsbatı olmasa da, bunlar kolektif bilincin âşûrânın ruhuna uygun muhayyel bir semeresidir. Anlaşılabilirdir. Her ne güzellik varsa, âşûrâ kazanının içine atılıp karıştırılmıştır. Tıpkı âşûrâ tatlısı gibi, kolektif bilinç de aklına gelen her kurtuluşu muhayyilesinde kurduğu bu kazana atıp karıştırmış, pişirmiş ve gelecek nesillere servis yapmıştır.

Rasulullah’ın Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar tuttuğu âşûrâ orucunu ille de hukuki bir forma oturtmaya çalışan ulemamız, bu konuda görüş birliği içinde değil. Hoş, bu iş ille de formel bir kalıba sokulmak zorunda değil. Ramazan’dan önce de sonra da Efendimiz âşûrâyı oruçlu geçirmiştir. Bizce asıl olan bunun formatif tarafı değil, maksadıdır.
Âşûrânın İbrahimî bir gelenek olduğunu hatırlayacak olursak, Efendimizin bu orucu tutmaktan maksadını, onu inşa ve terbiye eden Kur’an’ın ilkeleri arasında aramalıyız.En’am 90. ayet tam 18 peygamber adı saydıktan sonra şöyle biter: “İşte bütün bu peygamberler Allah’ın rehberliğine tabidirler; şu halde sen de onların izini takip et!”

İşte bu! Allah, âlemlere rahmet Elçi’sini kendisinden öncekilerin yolunu izlemeye çağırıyor. O da Allah’ın bu çağrısına her vesile ve fırsatta uyuyor. Hepsi bu. Bizim için bu maksat, üzerinde ihtilaf edilen normatif yaklaşımların tümünden de daha açıklayıcı ve akledenkalbe daha yatkın değil midir? Efendimiz, âdeti olduğu veçhile âşûrâ orucunda da Yahudilerden ve cahiliyye insanından farklı bir kimlik oluşturmak için tek gün oruç tutmuyor. Muharrem’in 9 ve 11. günlerini veya bunlardan birini 10. günle birleştirerek üç (veya iki) günü birlikte oruçlu geçiriyor.

Maksadı böyle okuduk. Peki bize bundan kalan ne?
Şu: Âşûrâ günü oruç tutan Nebi, kendinden önceki nebilerin izini izliyordu. Biz de bu sünneti devam ettirmekle, aslında Nebi’nin izini izlemiş oluyoruz. Öyle bir kervanın arkasına takılıyoruz ki, bu kervan insanlıkla yaşıt. Bu kervan, insanlığın değişmez değerlerini temsil ediyor. Bu kervan, bizim imanımızı evrensel kılıyor. Bu kervan, bizi nevzuhur ve zıpçıktı belalar karşısında dayanıklı kılıyor. Bu zıpçıktılara dönüp, hal diliyle şöyle demiş oluyoruz: Sizin kaç günlük maziniz var ki bize posta koyuyorsunuz? Siz kimsiniz? 300 yıllık, 200 yıllık, 150 yıllık, 100 yıllık, 80 yıllık dünkücüksünüz. Yarına sizden ne kalacak, çok tartışılır. Utanmadan karşımıza geçip de efelenmeniz de neyin nesi? Ey zıpçıktılar! İyi bilin ki sizin hepimizi küçümsüyoruz! Sizden korkmuyoruz! Sadece size acıyoruz! Böyle giderseniz, Şeytan’ın askeri olacak, Kabil’in, Nemrud’un, Firavun’un, Âd, Semud veLut kavminin akıbetine uğrayacaksınız. Ve biz insanlık destanı boyunca nasıl var olmuşsak, gelecekte de öyle var olacağız!”

Ancak, âşûrâ kazanının içinde tatlı olsa da, tarihimizde aynı gün olan öyle bir olay var ki,tevhid ve adalet ehli Müslümanlar için dünyanın tüm acılarına bedel: Kerbela faciası. Zira o gün yeryüzünün yüzünü karartan bir zulüm işlendi. Cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin ve 72 yakını hunharca şehit edildi. Öyle diyordu Hz. Hüseyin: “Şu Dicle’nin suyunu kurtlar dahi içerken, Rasulullah’ın evladını susuzluktan öldürmeniz reva mıdır?”

Hüseyin “akide” için, Yezid “kabile” için savaşmıştı. Rasulullah’ın kendisine “Anam babam sana feda olsun” dediği iki kişiden biri olan Saad b. Ebi Vakkas’ın oğlu ve Yezid’in Hz. Hüseyin’in üzerine saldığı ordunun komutanı Ömer b. Saad “ganime(t)” için savaştı. Bu ganimetçi adam, öldürmeye geldiği Hüseyin namaza durunca ona cemaat olarak uymakta bir beis görmüyordu. Hz. Hüseyin’e de utanmadan şöyle diyordu: “Ey Hüseyin, kalbimiz seninle ama kılıçlarımız Yezit’le”. Şöyle etrafınıza bakın:
Kalbi Hüseyin ile olduğu halde kılıcı Yezid’le olan ne kadar bedhah göreceksiniz.
O günden bu güne zaman değişti, mekân değişti, imkân değişti, fakat savaşın bu üç unsuru değişmedi. Savaşlar yine üç şey uğruna yapılıyor: Akide, kabile, ganime(t). Akide belli. Şimdinin kabileleri “uluslar”, “ulus devletler”, “çıkar çevreleri”, “tröstler” ve “paktlar”. Şimdinin ganimeti de enerji kaynakları.

Mustafa İslamoğlu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
AŞURA’YI ANLAMAK

Bazıları İmam Hüseyin(r.a)’nin kim olduğunu bile bilmeyecek, kimileri rahmetle, hürmetle anıyoruz diyecek. Bugün yine televizyonlarda, gazetelerde Kerbela faciasının arka planı tartışılacak; Emevi saltanat mı? Hilafet mi? tartışmaları yapılacak; Ehl-i Beyt’in üstün vasıfları, Kufe ehlinin ihaneti anlatılacak; Yezid’e ve askerlerine lanetler okunacak, İmam Hüseyin(r.a)’e methiyeler düzülecek, hüzünlü mersiyelerle göz yaşına boğulacağız:
“Her gün Aşura, her yer Kerbela!”
diyeceğiz hep bir ağızdan. Sonra cenk şiirleriyle coşacağız, yumruklar göğe havalanacak:
“Yolun, yolumuzdur ey Huseyn!”
Sonra… İmam Hüseyin(r.a)’i romantizmin ve hissiyatın bir konusu haline getireceğiz,
Sonra… susacağız ve unutacağız…
Öyle büyük bir suskunluk olacak ki ta bir sonraki Aşura’ya kadar, öyle bir unutkanlık ki İmam Hüseyin(r.a)’in yolu hep önümüzde dururken biz başka yollara gideceğiz.
Hani hergün Aşura’ydı? Hani İmam Hüseyin(r.a)’in yolu yolumuzdu?

Resulullah (s.a.v) sonrası İslam tarihinin bir kırılma noktası olarak tanımlanan Kerbela Olayı’nı çözemeden, İmam Hüseyin(r.a)’in misyonunu (yolunu) , şehadeti ile verdiği mesajını tam anlayamadan ve en önemlisi de İmam Hüseyin(r.a)’i ve misyonunu bugüne taşıyamadan tarih sayfalarının içinde “müstesna” bir yere koyacağız. İmam Hüseyin(r.a)’in cesaretine, Zeyneb(r.a)’in sabrına hayran olacağız yine; ama onları Kerbela’da bırakacağız o mücadeleyi buraya taşıyamadan. “Yezid kafir miydi? Fasık mıydı?” tartışmaları yapacağız yine, kimin ne için savaştığını anlayamadan.

Kendisini İslam adına söz söyleme yetkisinde gören herkes (alim, bilim adamı, şeyh, lider…) şu ortak noktada birleşir: “İslam’ın mesajı zaman ve mekanlar üstüdür. Dolaysıyla her zaman ve mekanda caridir”. Lakin taşınacak mesajın ne olduğu, bugüne ve buraya nasıl taşınacağı, kimin taşıyacağı hep tartışılmış; bu tartışmalar esnasında kimi zaman taşınacak olan mesajlar unutulmuş, sadece metoda(usule) ilişkin tartışmalar kalmış elimizde.

1371 yıl (Miladi 1330 yıl) önce yaşanan Kerbela Hadisesi’nden bugüne ve buraya taşınacak olan bir şeyler yok mudur? Kerbela’da kim ne için savaştı? Kim, ne kazandı? Bugün de benzer kişiler yok mu? Bugün benzer olaylar yaşanmıyor mu? Bugün İmam Hüseyin(r.a)’in arkasından ağıtlar yakanlar, yaşanan benzer olaylar karşısında zamanın Hüseyin’lerinin yoksa Yezid’in yanında mı yer alıyor? Ve daha bir çok soru var cevaplanması gereken…
Kerbela’nın üç önemli karakterini şöyle tarif etmişti bir büyüğümüz “İmam Hüseyin(r.a) akide için, Yezid ırkçılık için savaştı, Ömer bin Sa’d ise ganimet için…
Doğru tesbittir, lakin birkaç karakter daha eklenebilir. Mesela,
Önce davet edip, İmam Hüseyin(r.a)’i koruyacaklarına yemin edip sonra sırtını dönen Kufe halkı,
“Kur’an Hakkı için Hüseyin haklıdır, lakin Yezid’e güç yetirmek zordur” deyip bu katliama sessiz kalan kalabalıklar,
“Hüseyin otoriteye başkaldırmış bir asidir” diye yaygara koparan (bazı kaynaklarda “alim” diye bahsedilen) satılmış ağızlar…

Ya bugün? Nerede bir (silahlı veya silahsız) çatışma varsa benzer tipler orada değiller mi? Bugünün Hüseyin’leri bugünün Kerbela’larında bugünün Yezid’lerinin emirleriyle bugünün Ömer bin Sa’d’larına katlettirilirken, imanlarından dolayı kardeşlik sözü verip de (inne ma’l mü’minune ihvetün) sırtlarını dönenler, “vah vah” çekip seyirci kalanlar, ve bugünün satılmış ağızları…
Nerede mi? Örnek mi?

İşte Gazze…
Hergün yağan bombalarla çocukları, bebekleri öldürülen Gazze`nin çektiği ızdırap, su içirmek niyetiyle suya yaklaşırken ellerinde bebeği oklanan İmam Hüseyin(r.a)’in ızdırabından daha mı azdır?

“Şu Dicle’den kurtlar bile su içerken, Evlad-ı Muhammed’e neden izin vermezsiniz?” diyen İmam Hüseyin(r.a)’in ashabının çektiği çile ile insanlık dışı ambargo altında bebelerine mama, hastalarına ilaç bulamayan ve Gazze halkının çektiği arasında fark mı vardır? “Şu dünyanın nimetlerinden faydalansın diye köpek balıklarını dahi korumaya alanlar, neden insanlık dışı ablukayı kaldırma girişimde bulunmaz?” diye haykıran Gazze’nin çığlığı, Zeyneb(r.a)in figanından az mıdır?

Allah’ın emrine isyan ederek ırkçılığı tercih eden İblisin yoldaşı olan ırkçı siyonist İsrail Terör örgütü, “Haşimoğulları’ndan Bedir’in intikamını aldık” diyen Yezid’den daha berbat değil midir? Her ikisi de kendilerinin Meşru Devlet olduklarını iddia etmiyorlar mı?

Bu kıyımlara karşı tepkisiz kalan Krallar, prensler, başkanlar, liderler İmam Hüseyin(r.a)’e sırtını dönen Kufe halkından ehven midir?

Gazze’de bir toplu kıyım yapılırken bırakın yardım etmeyi, yardım ulaştırmaya çalışanları dahi yaftalayanlar, engel olmaya çalışanların Şam saraylarının satılmış ağızlarından bir farkı kalmış mıdır?

Ve bizler…
İmam Hüseyin(r.a)’in yolunun gerçek takipçisi olduğunu şehadeti ile isbat eden Şeyh Ahmed Yasin’in Rabb’ine şikayet ettiği ümmet başka bir ümmet midir? Ya da biz gerçekten Muhammed(s.a.v)’in Ümmetti miyiz?

Ve bizler…
“Kur’an Hakkı için Hüseyin haklıdır, lakin Yezid’e güç yetirmek zordur” deyip yerine çakılan sessiz kalabalıkların İmam Hüseyin(r.a)’in kanında vebali yok mudur ki; bizler de onlar gibi yerimize çakılıp kalmışız?

Yoksa Nisa 75-76. ayetler bize inmemiş midir?
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?
İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkar edenler ise tağut yolunda savaşırlar öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır. 4/75-76)”

Selam olsun İmam Hüseyin’e ve onu çağa taşıyıp Hüseyin’ler olanlara…

O Zeyneb’in kardeşi idi, kıyamı ile tüm mazlumların ön cüsü oldu
O Fatıma’nın goncası idi, direnişi ile ümmetin göz bebeği oldu
O Ali’nin yiğidi idi, sadakati ile Seyyid-i Şüheda oldu
O evlad-ı Resul idi, şehadeti ile İzzet-i Ümmet oldu
O Hüseyin adında bir kuldu, sevdasıyla İmam Huseyn oldu

Yasin ALTINTAŞ
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Hz. Hüseyin`in şehadetinin yıldönümü.



Hicretin 61. yılının 10 Muharrem günü Hz. Hüseyin ve yanında bulunan bir avuç insan 4000 kişilik Yezid ordusu tarafından kuşatılarak bugün Irak toprakları içerisinde kalan Kerbela`da hunharca katledildiler.

Bu normal bir cinayet değildi.

Katledilen Hz. Peygamber`in sevgili torunuydu, bir.

Katledilmeyi gerektiren bir cürüm işlememiş, sadece yönetim kendisini potansiyel muhalif gördüğü için türlü entrikalarla yerinden edilerek tuzağa düşürülmüştü, iki.

Onun katli, değil bir peygamber torununa, hiçbir insana, hatta bir canlıya dahi reva görülemeyecek hunharlıkta gerçekleştirilmişti, üç.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı bu olay müslümanların hafızasına adeta silinmez bir biçimde kazındı. İslam ümmetinin kollektif hafızası Sünni`siyle Şii`siyle, Bekrî`siyle (kökeni Hz. Ebubekir`e dayanan tarikatların mensupları), Alevi`siyle (kökeni Hz. Ali`ye dayanan tarikat ve meşreplerin mensupları) bu olayı unutmadı ve unutturmadı.

Kerbela ağıtları, mezhep ve meşrep ayırdedilmeksizin müslümanların yaşadığı her coğrafyada yüzyıllardır yakılageldi. Yanık sesli erkekler ve kadınlar, gözyaşları eşliğinde Hüseyniye`leri dillendirdiler.

Kimi kaynaklar aksini iddia etse de, başta müslüman Anadolu halkı olmak üzere bir çok müslüman halk, kendi cenazesinin taziyesine gelenlere helva ikram eder gibi, Hz. Hüseyin`i öz evinden çıkmış kendi cenazesi bilerek, onun adına âşûreler kaynatıp dağıttı.

Yitirdiği babası ve anasının ardından taziyeye gelenlere helva ve tatlı dağıtan evladın maksadı nasıl ki "Gözüm aydın olsun!.. İyi ki kaybettim!.. Bu sevinci paylaşalım" (!) anlamına gelmiyorsa, elbette samimi kitlelerin 10 Murarrem`i âşûre ile karşılamaları da "Oh olsun!" anlamına gelmiyordu. Bu bir tanesinin dahi aklının köşesinden geçmezdi.

İnsanlar Kerbela`da olanların anısını zihinlerde taze tutmak için çocuklarının adını Hüseyin ve Zeynep koymaktan bir an bile geri durmadılar. Özetle Hz. Hüseyin, tüm müslümanların gönüllerinde yer tutan ortak sembollerden biri olmuştu.

Bu ortak değeri, mezhep taassubuyla kendi hanelerine yazıp tekelleri altına almak isteyen mezhebi dininin önüne geçmiş kimi müfrit Şiiler, hiçbir zaman Şia`nın tümünü temsil etmedi ve edemezdi de... Karşı tarafı hasım görerek "Yezitlikle" suçlayan bu tiplere bakıp kimse Hz. Hüseyin`den soğuyamazdı.

Yine ender de olsa, mezhep taassubuyla Hz. Hüseyin`in hunharca katlini mazur göstermeye çalışıp binbir dereden su getiren bazı kalemler, Sünni dünyada hiçbir zaman muteber kabul edilmediler. Mezhebini din edinen bu gibilerden sadır olan bu tür aykırı ve şaz yaklaşımlar, Sünni çoğunluğun gönlünden Hz. Hüseyin sevgisini alamazdı ve alamadı da...

Şimdi o tür taassuplar yerini akl-ı selime terkediyor. Yavaş yavaş müslümanlar ortak değerlerini birbirlerinden kıskanmadan ve onları ipotekleri altına almadan koruyup yaşatabileceklerini daha iyi öğreniyorlar. Bu gerçekten de güzel bir gelişme...

Tersi ahmaklık olurdu. Küffarın mezhep, meşrep, mektep demeden müslümanların geleceğini toptan yok etmek için seferber olduğu şöyle bir zamanda, müslümanların ortak sembol ve değerlerinden ilham ve güç alarak geleceği inşaya yönelmekten başka çıkar yol gözükmüyor.

Seksenli yılların ünlü bir marşı vardı. Nakaratı "Her gün âşûrâ / Her yer Kerbelâ" idi.

Ne dersiniz? Her gün kanayan İslam coğrafyasına bakınca, bunun bir marşın dizeleri değil de günümüz islam dünyasının halini özetleyen bir tesbit olduğunu söylesem, "hayır" diyeniniz çıkar mı?

İhanet eden "Kûfe`leri" var oldukça, `Hüseyinleri` bitmez bu dünyanın...


Mustafa İslamoğlu
 
Üst