dedekorkut1
Doçent
HAYÂ BİR GÖNLÜN TİTREMESİDİR
SELİM GÜRBÜZER
Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Hayâ imandandır” hadis-i şerifi tüm benliğimizi kuşatan bir gönül titremesinin ta kendisi bir kelamdır. Hele mümin biri gayri ihtiyarı azcık hata yapmaya görsün o an tüm bedeni adeta akkor kesilip ar damarı yüz çehresine kızarık olarak yansır da. İşte böylesi bir ar ve hayâ sahibi o kişi yaptığı hatanın telafi edilirliğine ya da edilmezliğine bakmaksızın büyük bir pişmanlıkla kendini sorgulama ihtiyacı hissedip hiçbir şekilde herhangi bir bahanenin ardına sığınmaya tevessül etmeyecektir, bilakis kötülüğü kendinden hayrında başkalarından bilecektir. Derken böylesi halet-i ruhiye içerisinde kendine tutunacak tek dayanağın Allah’ın rahmet ipine sarılmak olduğunun idrakine varıp öyle hareket edecektir.
Gerçekten de öyle değil midir, sonuçta biz aciz kuluz etimiz ne budumuz ne, çokta kendimizi dev aynasında görmeye ne gerek var ki, hem şu fani dünyada şah olsak ne padişah olsak ne, her halükarda birbirimizin yardımına muhtaç durumdayız. Baksanıza karanlık bile ışığa muhtaç durumda, madem öyle ışıksız yola koyulmamak gerekir. Ne yapıp edip karanlık dünyamıza ışık olacak yar ve yardımcı dostlarla yola koyulmak gerektir. Onlarla yola koyulalım ki hayâ yoksunu haramilere yakayı kaptırmış olmayalım. Bakınız bu meyanda Hazret Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s) ne buyuruyor; “Hayatta hırsızlık yapmayı aklının kenarından bile geçirmeyen tüccar, şayet birkaç günlük bile olsa hırsız kimselerle dolaşırsa, mutlaka ki onlardan bir şeyler kapar. O da günün birinde hırsızlık yapmaktan artık hayâ etmez.”
İşte bu güzel düşündürücü sözden anlaşıldığı üzere hayâ sahibi iyi dostlarla oturup kalkmamız icab eder. Aksi halde başımıza gelecek olanlardan son pişmanlık fayda etmeyeceği gibi Allah muhafaza yaratılış mayamızda var olan hayâ melekesinden eser kalmayabilir de.
Hele bir insanın ar damarı çatlamaya görsün, böylesi bir durum karşısında tüm cemadat tüm nebatat tüm hayvanat ve yer gök incindiği gibi insan taifesinden kabrinde nur içinde yatan nice evliya-i kiramı yerinden fırlatır da. Nasıl mı? İşte Şeyh Ahmed Er Rufai Hz.lerinin talebelerinden Siirtli Molla Halil’in şahit olduğu bir hatırasını evliya-i kiramın yerinden nasıl fırlar olduğunu Hocasının dilinden şu şekilde nakleder:
“Bir gün Hocam Ahmed Er Rufai ile ders görüyordum ki o anda pencereden bize bakan bir adam telaşlı bir halde:
-Ya Ahmet, derhal yetiş diye seslenir.
Tabii Hocam bu çığlık karşısında dersi yarıda kesip dışarı çıkıverir. Aradan tam 10–15 dakika geçmişti ki döndüğünde bana şöyle sual tevdi eder:
- O pencereden seslenen adam kimdi biliyor musun?
Cevaben dedim ki;
- Efendim ben bilmem, sen bilirsin.
Bunun üzerine Hocam başından geçen tüm olayları şöyle dile getirir:
-O gelen Şeyh Abdülkadir Geylani Hz.leriydi. Ve bana Arab şehrinden bir zengin ağanın maiyetindeki adamlarıyla birlikte vergi toplamak için köy köy, kapı kapı dolaşırken en son Seyyide bir kadının kapısına dayandıklarında kadıncağız o adamlara fakirim deyip tam kapıyı kapatacağı sırada ardından ağanın asasıyla eteğini kaldırıverdiğinden söz etti. Öyle ki, ağanın bu arsız tavrından kadın utancından küplere binip neye uğradığının şaşkınlığıyla o an yüzünü Bağdat’a doğru çevirip Abdülkadir Geylani’nin merkadına doğru (türbesine) tükürdüğünü ve can havliyle zamanın Gavs-ı Geylani’nin ervahına şöyle seslendiğini:
- Ya Abdülkadir Geylani! Şayet sende azcık ar, hayâ ve namus gayreti varsa onu kabul etmezsin.
İşte bu söz evliyanın türbesinde can evinden vurduğu şundan belli ki bu noktadan sonra Gavs-ı Geylani’nin manevi âlemden müdahale yetkisi olmadığı için zahiren bu işi bize havale eyledi. Tabii, bizde ağa ibriğini alıp abdest bozmaya gittiğinde gereğini yapıp o ağanın zahirde haddini bildirmiş olduk.
Tabii Hocam meseleyi bu şekilde anlattı anlatmasına ama doğrusu zihnimi yine de kurcalayan bir şeyler vardı. Merak bu ya, kafamı kurcalayan bir takım soru işaretlerini zihnimden arındırmak üzere söz konusu yere yolculuk yaptım da. Oraya vardığımda gerçekten de yöre halkının bana anlattıklarıyla hocamın anlattıklarının kelimesi kelimesine aynısı olduğunu gördüm. Derken yöre halkı en nihayetinde hadisenin en nihai şeklini şöyle neticelendiğini dile getirdiler:
-Ağamız abdest bozmaya gittiğinde bekledik ama bir türlü gelmedi, merak edip gidip baktığımızda ağayı ölmüş bulduk.
Böylece hocamın anlattıklarıyla yöre halkının anlattıklarının birebir örtüşmesinin muvacehesinde kafamı kurcalayan tüm soru işaretleri de kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Bundan daha da ötesi zihnim ak pak ve durulmuş bir vaziyette Hocama olan teslimiyetim ve bağlılığım bin kat daha da artmış oldu.”
Hani “her kıssada hisse vardır, alana” denir ya hep, aynen öylede yukarıda anlatılan kıssada mutlaka bizimde hissemize düşen kıssa payı vardır. Sakın ola ki kendi kendimize manevi âlemde böyle şeyler olur mu itirazında bulunup da hiç yoktan tereddüt girdabında ufkumuzu karartmış olmayalım. Muhakkak ki, Allah’ın dostluğunu kazanmış Başbuğ veliler sıradan insanlar değildir elbet, onlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da Allah Teâlâ dostum olarak övdüğü Ahmed Er Rufai Hz.leri gibi pek çok başbuğ veliler üzerinden nice darda kalanlara, nice bin bir müşkülü olanlara yardım elini uzatmakta. Zaten şöyle kütüphanelerimizin raflarında dizili olan tüm evliya-i kiram menkıbelerini bir tarayın Başbuğ veliler üzerinden Ümmet-i Muhammedin müşküllerinin çözüldüğüne dair pek çok örnekler görmek mümkün. Her ne kadar menkıbeler hakkında uydurma diyenler olsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, her bir menakıbımız yaşanılan dönemler itibariyle o günün insanlarınca bizatihi şahit olup da dilden dile aktarılıp bugünlere gelmiş sözlü kültür birikiminin bir neticesidir. Elbette ki içlerinde istisna kabilden birkaç uydurma menakıplar olabilir, ama bu demek değildir ki tüm menakibler uydurmadır. Her neyse bir takım aklı evveller menkıbelere uydurma kıssalar baka dursunlar, önemli olan bizim her hal ve şartta Allah’ın inayetiyle Gönül Sultanlarının darda kalanların imdadına Hızır misali yetiştiklerine inancımızın tam olması çok mühimdir.
SELİM GÜRBÜZER
Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Hayâ imandandır” hadis-i şerifi tüm benliğimizi kuşatan bir gönül titremesinin ta kendisi bir kelamdır. Hele mümin biri gayri ihtiyarı azcık hata yapmaya görsün o an tüm bedeni adeta akkor kesilip ar damarı yüz çehresine kızarık olarak yansır da. İşte böylesi bir ar ve hayâ sahibi o kişi yaptığı hatanın telafi edilirliğine ya da edilmezliğine bakmaksızın büyük bir pişmanlıkla kendini sorgulama ihtiyacı hissedip hiçbir şekilde herhangi bir bahanenin ardına sığınmaya tevessül etmeyecektir, bilakis kötülüğü kendinden hayrında başkalarından bilecektir. Derken böylesi halet-i ruhiye içerisinde kendine tutunacak tek dayanağın Allah’ın rahmet ipine sarılmak olduğunun idrakine varıp öyle hareket edecektir.
Gerçekten de öyle değil midir, sonuçta biz aciz kuluz etimiz ne budumuz ne, çokta kendimizi dev aynasında görmeye ne gerek var ki, hem şu fani dünyada şah olsak ne padişah olsak ne, her halükarda birbirimizin yardımına muhtaç durumdayız. Baksanıza karanlık bile ışığa muhtaç durumda, madem öyle ışıksız yola koyulmamak gerekir. Ne yapıp edip karanlık dünyamıza ışık olacak yar ve yardımcı dostlarla yola koyulmak gerektir. Onlarla yola koyulalım ki hayâ yoksunu haramilere yakayı kaptırmış olmayalım. Bakınız bu meyanda Hazret Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s) ne buyuruyor; “Hayatta hırsızlık yapmayı aklının kenarından bile geçirmeyen tüccar, şayet birkaç günlük bile olsa hırsız kimselerle dolaşırsa, mutlaka ki onlardan bir şeyler kapar. O da günün birinde hırsızlık yapmaktan artık hayâ etmez.”
İşte bu güzel düşündürücü sözden anlaşıldığı üzere hayâ sahibi iyi dostlarla oturup kalkmamız icab eder. Aksi halde başımıza gelecek olanlardan son pişmanlık fayda etmeyeceği gibi Allah muhafaza yaratılış mayamızda var olan hayâ melekesinden eser kalmayabilir de.
Hele bir insanın ar damarı çatlamaya görsün, böylesi bir durum karşısında tüm cemadat tüm nebatat tüm hayvanat ve yer gök incindiği gibi insan taifesinden kabrinde nur içinde yatan nice evliya-i kiramı yerinden fırlatır da. Nasıl mı? İşte Şeyh Ahmed Er Rufai Hz.lerinin talebelerinden Siirtli Molla Halil’in şahit olduğu bir hatırasını evliya-i kiramın yerinden nasıl fırlar olduğunu Hocasının dilinden şu şekilde nakleder:
“Bir gün Hocam Ahmed Er Rufai ile ders görüyordum ki o anda pencereden bize bakan bir adam telaşlı bir halde:
-Ya Ahmet, derhal yetiş diye seslenir.
Tabii Hocam bu çığlık karşısında dersi yarıda kesip dışarı çıkıverir. Aradan tam 10–15 dakika geçmişti ki döndüğünde bana şöyle sual tevdi eder:
- O pencereden seslenen adam kimdi biliyor musun?
Cevaben dedim ki;
- Efendim ben bilmem, sen bilirsin.
Bunun üzerine Hocam başından geçen tüm olayları şöyle dile getirir:
-O gelen Şeyh Abdülkadir Geylani Hz.leriydi. Ve bana Arab şehrinden bir zengin ağanın maiyetindeki adamlarıyla birlikte vergi toplamak için köy köy, kapı kapı dolaşırken en son Seyyide bir kadının kapısına dayandıklarında kadıncağız o adamlara fakirim deyip tam kapıyı kapatacağı sırada ardından ağanın asasıyla eteğini kaldırıverdiğinden söz etti. Öyle ki, ağanın bu arsız tavrından kadın utancından küplere binip neye uğradığının şaşkınlığıyla o an yüzünü Bağdat’a doğru çevirip Abdülkadir Geylani’nin merkadına doğru (türbesine) tükürdüğünü ve can havliyle zamanın Gavs-ı Geylani’nin ervahına şöyle seslendiğini:
- Ya Abdülkadir Geylani! Şayet sende azcık ar, hayâ ve namus gayreti varsa onu kabul etmezsin.
İşte bu söz evliyanın türbesinde can evinden vurduğu şundan belli ki bu noktadan sonra Gavs-ı Geylani’nin manevi âlemden müdahale yetkisi olmadığı için zahiren bu işi bize havale eyledi. Tabii, bizde ağa ibriğini alıp abdest bozmaya gittiğinde gereğini yapıp o ağanın zahirde haddini bildirmiş olduk.
Tabii Hocam meseleyi bu şekilde anlattı anlatmasına ama doğrusu zihnimi yine de kurcalayan bir şeyler vardı. Merak bu ya, kafamı kurcalayan bir takım soru işaretlerini zihnimden arındırmak üzere söz konusu yere yolculuk yaptım da. Oraya vardığımda gerçekten de yöre halkının bana anlattıklarıyla hocamın anlattıklarının kelimesi kelimesine aynısı olduğunu gördüm. Derken yöre halkı en nihayetinde hadisenin en nihai şeklini şöyle neticelendiğini dile getirdiler:
-Ağamız abdest bozmaya gittiğinde bekledik ama bir türlü gelmedi, merak edip gidip baktığımızda ağayı ölmüş bulduk.
Böylece hocamın anlattıklarıyla yöre halkının anlattıklarının birebir örtüşmesinin muvacehesinde kafamı kurcalayan tüm soru işaretleri de kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Bundan daha da ötesi zihnim ak pak ve durulmuş bir vaziyette Hocama olan teslimiyetim ve bağlılığım bin kat daha da artmış oldu.”
Hani “her kıssada hisse vardır, alana” denir ya hep, aynen öylede yukarıda anlatılan kıssada mutlaka bizimde hissemize düşen kıssa payı vardır. Sakın ola ki kendi kendimize manevi âlemde böyle şeyler olur mu itirazında bulunup da hiç yoktan tereddüt girdabında ufkumuzu karartmış olmayalım. Muhakkak ki, Allah’ın dostluğunu kazanmış Başbuğ veliler sıradan insanlar değildir elbet, onlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da Allah Teâlâ dostum olarak övdüğü Ahmed Er Rufai Hz.leri gibi pek çok başbuğ veliler üzerinden nice darda kalanlara, nice bin bir müşkülü olanlara yardım elini uzatmakta. Zaten şöyle kütüphanelerimizin raflarında dizili olan tüm evliya-i kiram menkıbelerini bir tarayın Başbuğ veliler üzerinden Ümmet-i Muhammedin müşküllerinin çözüldüğüne dair pek çok örnekler görmek mümkün. Her ne kadar menkıbeler hakkında uydurma diyenler olsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, her bir menakıbımız yaşanılan dönemler itibariyle o günün insanlarınca bizatihi şahit olup da dilden dile aktarılıp bugünlere gelmiş sözlü kültür birikiminin bir neticesidir. Elbette ki içlerinde istisna kabilden birkaç uydurma menakıplar olabilir, ama bu demek değildir ki tüm menakibler uydurmadır. Her neyse bir takım aklı evveller menkıbelere uydurma kıssalar baka dursunlar, önemli olan bizim her hal ve şartta Allah’ın inayetiyle Gönül Sultanlarının darda kalanların imdadına Hızır misali yetiştiklerine inancımızın tam olması çok mühimdir.