dedekorkut1
Doçent
HATME-İ HACEGÂN
SELİM GÜRBÜZER
Hacegân sofrası bir bambaşkadır. Bu sofrada neler yok ki. Ancak bu bildiğimiz sofralardan çok farklıdır. Farkı ‘Hacegân Başbuğ Evliyalarının’ bizatihi teşrif ettiği manevi sofra olmasıdır. Öyle ki bünyesinde 14 Fatiha, 100 salâvat, 75 İnşirah, 1000 İhlâs, bir hatmi şerif duası ve Kuran’dan bir surenin okunduğu manevi gıdaları barındırır da.
İşte onca saydığımız türlü türlü bu ruhu doyurucu içeriklerden sonra az çok merak etmişsinizdir elbet, bu menü nedir diye. Elbette ki bu ‘Hatme-i Hacegân’ menüsünden başkası değildir. İlginçtir bu menünün çatal kaşığı da taşlardan ibarettir. Yani taşlar vasıtasıyla ruhumuzu ancak doyurabiliyoruz. Zaten kâinatta yaratılmışlar içerisinden en çok zikreden de cemadattır (taştır), ikincisi ise malum nebatattır (bitkidir). Olur ya, bir mecliste taş bulunmazsa bitki türünden nohut, fasulye gibi şeylerle de hatme yapılmaya cevaz vardır. Çünkü Evliyaullah'ın da belirttiği gibi, Allah’ı zikirde en çok sırasıyla: birinci derece cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derece nebatat (bitki âlemi), üçüncü derece hayvanat, dördüncü derecede ise insan gelir. Besbelli ki cansızlıktan canlılığa, yani basit yapıdan mükemmel yapıya doğru gidildikçe Allah’ı anma noktasında yaratılan her mahlûkun hem cinsine göre düşüş eğilimleri görülür. Şöyle ki; her gelişim veya her büyüme meyli meşguliyet demek olup, bu durum Allah’ı zikretmekten alıkoyabileceği anlamına gelir. Hiç kuşkusuz insanoğlunun meşguliyeti diğer yaratılan varlıklara göre çok daha ileri safhada olduğundan ister istemez dördüncü derecede zikreden bir konumda yer alır. Her neyse birinci konumda taşla zikir yapılacağını anladıktan sonra ister istemez merakımız daha da derinleştikçe acaba bu söz konusu çok yönlü zengin yer sofrasını elden ele günümüze dek taşıyanlar kim diye baktığımızda, hiç kuşkusuz taşıyıcıların Hâcegân Başbuğ Evliyaları olduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Her ne kadar Hâcegân yolunu günümüze taşıyan Hâcegân Başbuğ Evliyaları değişik isimler altında:
-Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ile Ebû Yezîd Tayfur bin İsâ Hz.leri (Bâyezîd-i Bistâmî) dönemi arasında ‘Sıddıkiyye’ veya ‘Bekriyye” ismiyle,
-Bâyezîd-i Bistâmî (k.s)’in Tayfûr lakabına nisbetle Bâyezîd-i Bistâmî (k.s) döneminden başlayıp Hâce Yusuf el-Hemedânî (k.s)’in halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s) dönemine gelen zaman diliminde ‘Tayfûriyye’ ismiyle,
-Abdülhalik-ı Gücdüvânî (k.s)’den Şah-ı Nakşibend Hz.lerine gelen dönemde ‘Hâcegâniyye’ ismiyle,
-En son Bahâeddin Nakşibend (k.s)’in elinde ‘Nakşibendîyye’ ismiyle taşımış olsalar da, sonuçta yol aynı yol, bu yetmez mi? Önemli olan gelinen noktada taşınan yolun özü itibariyle (ameli yönden) hiçbir değişikliğe uğramaksızın bugünlere gelmiş olmasıdır, gerisi elbette ki teferruattır. Nitekim Hatme-i Hacegân ameli bunlardan biri olup hem isim olarak hem de öz itibariyle hep aynı kalması bunun en bariz bir göstergesidir. Hâcegân yolunda icra edilen tüm amellerin öz itibariyle hep aynı kalması son derece gayet tabii bir durumdur. İlla bir değişiklik gerekiyorsa, bu kural değişikliği ancak teknik alanda işletilebilir, asla ibadet ve ameller için bu kural işletilemez. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) ilerisinde böyle şeylerle karşılaşılmasın babından olsa gerek Hacegân yolunu aslına uygun olarak ismiyle müsemma bir bütün halde sistemleştirmiş bile. Öyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s); “Bu yolumuzdan yüz çeviren helak oldu” derken aslında bu ifadeyle takip ettiği yolun Resul-i Ekrem (s.a.v) ve Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a dayanmasından kaynaklanan hassasiyeti dile getirmiştir. Keza sistemleştirdiği yol hakkında o kadar hassastır ki; “Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’ın yolunun nihayeti, benim yolumun bidayeti, Onun eline geçen en son marifet, benim elime geçen ilk marifet değilse, bu tarikat Bahaüddin’in kalbine haram olsun” demekten kendini alamaz da. Derken hassasiyet gösterdiği bu yolun meyvelerini toplar bile. Nasıl mı? Şöyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s), Allah Resulünün beyan buyurduğu “Ümmetim yağmur gibidir, evvelimi daha hayırlıdır, ahiri mi daha hayırlıdır bilinmez” hadis-i şerifinin mana ve ruhundan hareketle ilk işi Hakka ve hakikate en kestirmeden gidecek bir yol için Allah’a münacat etmek olacaktır. Ve münacat ettiğinde dileğinin kabul edildiğini müntesiplerine müjdeler de. Bu arada aklımıza belki şu soruda takılabilir, müjdelenen bu yolun özüne dokunmamak hususunda hassas olan bir tek Şah-ı Nakşibend Hz.leri mi olmuş, elbette ki bu hassasiyete tüm Nakşibendî Sadatları da iştirak etmiştir. Hele birileri sistemle oynamaya kalkışmaya bir dursun, yaşanılan dönemde Sadatlardan her kim posta oturmuşsa derhal duruma müdahale edip böyle bir girişime asla geçit vermedikleri görülmüştür. İşte Sadatların bid’atlara karşı bu denli hassas ve duyarlı oluşlarından dolayıdır ki, Şah-ı Nakşibend (k.s) elinde sistemleşen bu yolun dün olduğu gibi bugünde ameli noktada başta ‘Hatme-i Hacegân’ olmak üzere tarikatın diğer tüm adab, usul, erkân ve amellerinin kıyamete kadar değişmeksizin sürdürüleceğine inancımız tamdır. Bakın, günümüzün manevi Hacegan Başbuğlarından, Gavs-ı Bilvanisi (k.s) ‘Hatme-i Hacegân Zikri’ hakkında bakın ne diyor: “Şayet insanlar bir araya gelip hatme/zikir yapmanın faziletini bilselerdi, hasta ya da sakat olsalardı bile yinede sürünerek hatmeye gelirlerdi. Zira hatmenin manevi Reisi Resul-i Ekrem (s.a.v)’dir. O bu meclislere manen teşrif buyurur ve oradakiler dileklerini Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Madem öyle, şimdi sorarım size, Efendimiz (s.a.v)’in İlahi huzura arz ettiği şeyler hiç geri çevrilir mi?” Hiç kuşkusuz ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin de dediği üzere O’nun yüzü suyu hürmetine çevrilmeyecektir. Yeter ki Nakşî dergâhlarında ‘Hatme-i Hacegân’ sofrasına adabı usulünce nasıl oturulacağının bilincine varalım gerisi gelir elbet. Dikkat edin bilinç dedik. Çünkü bunun bilincinde olmayan yabancı birinin hatmeye girmesi hatme adabına aykırıdır. Bakın, Ahmet bin Hanbel, Şeddat bin Evs (r.anh)’dan şu hadisi- şerifi şöyle rivayet eder:
SELİM GÜRBÜZER
Hacegân sofrası bir bambaşkadır. Bu sofrada neler yok ki. Ancak bu bildiğimiz sofralardan çok farklıdır. Farkı ‘Hacegân Başbuğ Evliyalarının’ bizatihi teşrif ettiği manevi sofra olmasıdır. Öyle ki bünyesinde 14 Fatiha, 100 salâvat, 75 İnşirah, 1000 İhlâs, bir hatmi şerif duası ve Kuran’dan bir surenin okunduğu manevi gıdaları barındırır da.
İşte onca saydığımız türlü türlü bu ruhu doyurucu içeriklerden sonra az çok merak etmişsinizdir elbet, bu menü nedir diye. Elbette ki bu ‘Hatme-i Hacegân’ menüsünden başkası değildir. İlginçtir bu menünün çatal kaşığı da taşlardan ibarettir. Yani taşlar vasıtasıyla ruhumuzu ancak doyurabiliyoruz. Zaten kâinatta yaratılmışlar içerisinden en çok zikreden de cemadattır (taştır), ikincisi ise malum nebatattır (bitkidir). Olur ya, bir mecliste taş bulunmazsa bitki türünden nohut, fasulye gibi şeylerle de hatme yapılmaya cevaz vardır. Çünkü Evliyaullah'ın da belirttiği gibi, Allah’ı zikirde en çok sırasıyla: birinci derece cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derece nebatat (bitki âlemi), üçüncü derece hayvanat, dördüncü derecede ise insan gelir. Besbelli ki cansızlıktan canlılığa, yani basit yapıdan mükemmel yapıya doğru gidildikçe Allah’ı anma noktasında yaratılan her mahlûkun hem cinsine göre düşüş eğilimleri görülür. Şöyle ki; her gelişim veya her büyüme meyli meşguliyet demek olup, bu durum Allah’ı zikretmekten alıkoyabileceği anlamına gelir. Hiç kuşkusuz insanoğlunun meşguliyeti diğer yaratılan varlıklara göre çok daha ileri safhada olduğundan ister istemez dördüncü derecede zikreden bir konumda yer alır. Her neyse birinci konumda taşla zikir yapılacağını anladıktan sonra ister istemez merakımız daha da derinleştikçe acaba bu söz konusu çok yönlü zengin yer sofrasını elden ele günümüze dek taşıyanlar kim diye baktığımızda, hiç kuşkusuz taşıyıcıların Hâcegân Başbuğ Evliyaları olduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Her ne kadar Hâcegân yolunu günümüze taşıyan Hâcegân Başbuğ Evliyaları değişik isimler altında:
-Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ile Ebû Yezîd Tayfur bin İsâ Hz.leri (Bâyezîd-i Bistâmî) dönemi arasında ‘Sıddıkiyye’ veya ‘Bekriyye” ismiyle,
-Bâyezîd-i Bistâmî (k.s)’in Tayfûr lakabına nisbetle Bâyezîd-i Bistâmî (k.s) döneminden başlayıp Hâce Yusuf el-Hemedânî (k.s)’in halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s) dönemine gelen zaman diliminde ‘Tayfûriyye’ ismiyle,
-Abdülhalik-ı Gücdüvânî (k.s)’den Şah-ı Nakşibend Hz.lerine gelen dönemde ‘Hâcegâniyye’ ismiyle,
-En son Bahâeddin Nakşibend (k.s)’in elinde ‘Nakşibendîyye’ ismiyle taşımış olsalar da, sonuçta yol aynı yol, bu yetmez mi? Önemli olan gelinen noktada taşınan yolun özü itibariyle (ameli yönden) hiçbir değişikliğe uğramaksızın bugünlere gelmiş olmasıdır, gerisi elbette ki teferruattır. Nitekim Hatme-i Hacegân ameli bunlardan biri olup hem isim olarak hem de öz itibariyle hep aynı kalması bunun en bariz bir göstergesidir. Hâcegân yolunda icra edilen tüm amellerin öz itibariyle hep aynı kalması son derece gayet tabii bir durumdur. İlla bir değişiklik gerekiyorsa, bu kural değişikliği ancak teknik alanda işletilebilir, asla ibadet ve ameller için bu kural işletilemez. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s) ilerisinde böyle şeylerle karşılaşılmasın babından olsa gerek Hacegân yolunu aslına uygun olarak ismiyle müsemma bir bütün halde sistemleştirmiş bile. Öyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s); “Bu yolumuzdan yüz çeviren helak oldu” derken aslında bu ifadeyle takip ettiği yolun Resul-i Ekrem (s.a.v) ve Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a dayanmasından kaynaklanan hassasiyeti dile getirmiştir. Keza sistemleştirdiği yol hakkında o kadar hassastır ki; “Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’ın yolunun nihayeti, benim yolumun bidayeti, Onun eline geçen en son marifet, benim elime geçen ilk marifet değilse, bu tarikat Bahaüddin’in kalbine haram olsun” demekten kendini alamaz da. Derken hassasiyet gösterdiği bu yolun meyvelerini toplar bile. Nasıl mı? Şöyle ki Şah-ı Nakşibend (k.s), Allah Resulünün beyan buyurduğu “Ümmetim yağmur gibidir, evvelimi daha hayırlıdır, ahiri mi daha hayırlıdır bilinmez” hadis-i şerifinin mana ve ruhundan hareketle ilk işi Hakka ve hakikate en kestirmeden gidecek bir yol için Allah’a münacat etmek olacaktır. Ve münacat ettiğinde dileğinin kabul edildiğini müntesiplerine müjdeler de. Bu arada aklımıza belki şu soruda takılabilir, müjdelenen bu yolun özüne dokunmamak hususunda hassas olan bir tek Şah-ı Nakşibend Hz.leri mi olmuş, elbette ki bu hassasiyete tüm Nakşibendî Sadatları da iştirak etmiştir. Hele birileri sistemle oynamaya kalkışmaya bir dursun, yaşanılan dönemde Sadatlardan her kim posta oturmuşsa derhal duruma müdahale edip böyle bir girişime asla geçit vermedikleri görülmüştür. İşte Sadatların bid’atlara karşı bu denli hassas ve duyarlı oluşlarından dolayıdır ki, Şah-ı Nakşibend (k.s) elinde sistemleşen bu yolun dün olduğu gibi bugünde ameli noktada başta ‘Hatme-i Hacegân’ olmak üzere tarikatın diğer tüm adab, usul, erkân ve amellerinin kıyamete kadar değişmeksizin sürdürüleceğine inancımız tamdır. Bakın, günümüzün manevi Hacegan Başbuğlarından, Gavs-ı Bilvanisi (k.s) ‘Hatme-i Hacegân Zikri’ hakkında bakın ne diyor: “Şayet insanlar bir araya gelip hatme/zikir yapmanın faziletini bilselerdi, hasta ya da sakat olsalardı bile yinede sürünerek hatmeye gelirlerdi. Zira hatmenin manevi Reisi Resul-i Ekrem (s.a.v)’dir. O bu meclislere manen teşrif buyurur ve oradakiler dileklerini Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Madem öyle, şimdi sorarım size, Efendimiz (s.a.v)’in İlahi huzura arz ettiği şeyler hiç geri çevrilir mi?” Hiç kuşkusuz ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin de dediği üzere O’nun yüzü suyu hürmetine çevrilmeyecektir. Yeter ki Nakşî dergâhlarında ‘Hatme-i Hacegân’ sofrasına adabı usulünce nasıl oturulacağının bilincine varalım gerisi gelir elbet. Dikkat edin bilinç dedik. Çünkü bunun bilincinde olmayan yabancı birinin hatmeye girmesi hatme adabına aykırıdır. Bakın, Ahmet bin Hanbel, Şeddat bin Evs (r.anh)’dan şu hadisi- şerifi şöyle rivayet eder: