Harf Devriminde bilinmesi gerekenler

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
Sn Eylül ve Mugalata durumu çok güzel açıklamışlar, benim de ekleyeceğim bir iki nokta var bu hususta. Malum Osmanlı imparatorluğu belli bir döneme damgasını vuran büyük bir hükümranlık yaşamıştır, bunun beraberinde kendisine ait bir dili olmasını istemesi normal de karşılanabilir belki fakat arapça ve farsçadan bir çok kelime ve gramerin türkçeye derc edilmesiyle oluşan "osmanlı türkçesi" klasik edebiyatta belli bir zümrenin anlayacağı bir dil olurken genel anlamda da konuşulan dil ile yazı dili arasında oluşan uçurumlar 17. yy'da ihdas olmuştur. Halk şairlerinin yalın türkçesiyle de bu süreç hızlanmıştır dolayısıyla bu durumun bir gecede vuku bulduğunun söylenmesi doğru değildir..
 

Takiyüddin

Yasaklı
Katılım
17 Kas 2014
Mesajlar
329
Tepkime puanı
9
Puanları
0
osmanlı halkı zamanında kaç kelimeyle konuşuyordu biliyor musunuz? hayır.

kırsal kesimdeki yaşam tarzı ne kadar müslümanlıktı biliyor musunuz hayır.

tek kıyas aldığınız yer neresi istanbul mu? o bile değil, saray!

siz konuşun durun o zaman. aslında pek çoğu ne istediğini de istemediğini de bilmez bu yüzlerden! ama konuşur durur, eldeki verilerle yetinir, avunur karışır karıştırır!
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Dr. İlter Turan ise “işin gerçeği”ni fısıldıyor idrakimize:

“Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmak değildir… Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.” (İsmet İnönü de aşağı yukarı hatıralarında bunları yazıyor).

“Milliyetçiler (yani devleti yönetenler), yeni bir toplum meydana getirmek isteğindeydiler. Toplumun geçmişiyle bağları ne kadar kuvvetli olursa, toplumu değiştirmek o kadar güç olurdu. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenmeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserlerin muhtevasını ise milliyetçiler denetleyebileceklerdi. Türk yazısı ile Arap yazısı başka olduğundan, Araplarla kültür bağ ve ilişkileri zayıflayacak ve Türkiye Batıya yönelecekti. Din eser*leri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”

“Yeni bir tarih tezi ileri sürüldü. Bu teze göre medeniyetin ilk kurucuları Orta Asya’daki Türkler, Orta Asya’dan göç ederek medeniyeti dünyanın diğer bölgelerine yaymışlardı (Meşhur “Güneş Dil Teorisi”nin tarihe yansıması)… Bugünkü Avrupa medeniyetinin öncüleri de Türklerdi. O hâlde Türklerin Batılılaşmak istemesi, doğmasında kendilerinin büyük payı olan bir uygarlığa tekrar dönmelerinden ibaretti. ‘Batılılaşmak’ demek, kendilerinin de bir parçası olduğu uygarlığı yeniden benimsemek demektir.”

“İkinci olarak, Anadolu’da tarih boyunca kurulan uygarlıklar incelenerek, bunların Türk uygarlıkları olduğunun gösterilmesine çalışıldı. Anadolu uygarlıkları arasında, özellikle Sümerler ve Etiler üzerinde duruldu. Sümerler ve Etilerin tercih edilmiş olması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletinin kalıntılarının yıkılmak istendiği bir devrede, Osmanlı tarihi incelenemezdi. Sonra gerek Selçuklu, gerek Osmanlı tarihinin araştırılması, Türklerin İslâm’a olan yakın ilgisini de belirtmek zorundaydı. Lâikleşme döneminde İslâm’ın bir araştırma konusu edilmesi uygun düşmezdi. Hâlbuki Sümerler ve Etiler, Anadolu’da yaşamış oldukları gibi, Selçuklu ve Osmanlıların ortaya çıkardığı sakıncalar (yani Müslümanlık) onlar için varit değildi (çünkü onlar Müslüman değildi). Dolayısıyla onların pek de kesin olmayan Türklükleri—ki, bugün Etilerle Sümerlerin Türk olmadığı konusundaki deliller kesindir—üzerinde duruldu, kurdukları uygarlıkların “Anadolu Türk uygarlığı” olduğu ve Türklerin Anadolu’da uzun bir tarihe sahip olduğu gösterilmeye çalışıldı.”

“Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldığından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardır.”

Dr. İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, s. 93-94’ten aktaran Yavuz Bahadıroğlu. (Yeni Akit gazetesi, “Harf devriminin en önemli amacı”, 21 ve 22 Mayıs 2013.)

http://belgelerlegercektarih.com/2013/05/22/harf-inkilabini-savunan-abdullah-cevdetin-pismanligi/
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yavuz Bahadıroğlu’nun yorumu:

“Belirli bir gaye”den muradın ne olduğunu bugün hepimiz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, medeniyetinden, tarihinden koparıp Batılılaştırma gayesidir bu. Hatta bu “gaye”nin gerçekleşmesi için isyanlar tertiplenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bırakılmıştır.
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
Yapanların niyetlerinin ne olduğu tartışması "osmanlı türkçesinin" zorlama bir dil olduğu gerçeğini değiştirmez..
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Logobar_Ekrem_Ekinci.jpg


OSMANLILAR OKUR-YAZAR DEĞİL MİYDİ?

24 Nisan 2013 Çarşamba

Geçen meşhur bir tarihçi çıktı, Osmanlılarda okur-yazarlığın çok düşük olduğundan bahsetti. Bunu da bağnazlığa bağladı. Ama ilk Kur’an emrinin “Oku!” olduğundan bahsetmedi. Ne diyelim, dilin kemiği yok. Ama rakamlar yalan söylemez.

Cumhuriyet istatistikleri 1927’de Türkiye’deki okur-yazar nisbetini % 8,1 verir. Fakat bu sayı hayli problemlidir. Acaba kasıt Latin harflerini bilenler midir? Zira 1903 Maarif Salnamesi’ne (yıllığına) göre, 19.929.168 nüfusun,1.375.511’i talebedir. Bu sayının 868.879’u da ilkmekteptedir. Şu halde nüfusun %5’i ilkmektebe devam etmektedir. Orta, lise ve yüksek tahsilde veya gayrı resmî mekteplerde okuyan, hususi ders alan talebeler de vardır. Memur sayısı yüzbinleri bulur. 5-10 yaş arası çocuklar, nüfusun %10’u olduğuna göre, her 2 çocuktan biri talebedir. 1903’deki topraklardan 1923’te TC elinde kalanlar üzerinden hesap yapılırsa nispet artar. Zira burada yaşayan 12.516.308 nüfusun, 981.442’si ilkmektep talebesidir. Bu da nüfusun %8’i eder. Yeni rejimin verdiği okuryazar nisbeti, sadece ilkmektebe devam edenler kadardır. İstatistik mantığına göre geriye kalan nüfusun yarısının daha evvel mektebe gittiği düşünülecek olursa, okuryazar nisbeti %50’den aşağı olamaz. Çeyreği gitmişse, bu nisbet %30’lardadır. Şu halde iki istatistikten biri yalan söylüyor.

1908-1914 arası sadece İstanbul gazetelerinin günlük tirajı 100 binin epeyce üzerindedir. Taşra gazeteleri de canlıdır. 1928’de İstanbul ve Ankara gazetelerinin (zaten yeni rejim, yüzlerce gazeteden sadece üçüne izin vermiştir) tirajı 19.700’dür. Bu, Osmanlı devrinden daha düşük bir seviye demektir. Cihan Harbi’nde okumuş kitlenin cephelerde eritilmesi bir yana; harf inkılâbı sayesinde “okur-yazar” kesim, bir günde “okumaz-yazmaz” hâle gelmiştir.

hoca%20ders%20veriyor(2).jpg
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yazının devamı:

Arab alfabesi zor mu?

Cemiyette okur-yazarlığın çok şey ifade etmediği; soyluların, papazların, hatta kralların bile okuma-yazma bilmediği, buna ihtiyaç duymadığı, okuma ve yazmanın bir zanaat olarak görüldüğü ve gerekirse ücret mukabilinde yaptırıldığı bir devirdir bu. Üstelik Şark kültüründe yazı değil, söz kıymet ifade eder. Sözlü kültür, yazılı kültürün önündedir. Her ne kadar “Hatırdan çıkar, satırdan çıkmaz” dense de, “İlim sudûrdan sutûra (kalbden yazıya) intikal edince zâyi olur” sözü tercih edilmiştir.

1927’de 13.650.000 nüfusun, okuryazar olmayan 1.347.0007’u on yıl içinde yeni harflerle okuma yazma öğrenmiştir. Okur-yazarların nüfusa nisbeti, 1935’de %15; 1960’ta %32; 1970’te %46’dır. Bu da yeni harflerin okur-yazar nisbetini arttırmakta yetersiz kaldığını gösterir. Bu nisbetin düşük olmasının sebebi, Arab alfabesinin zorluğu ve imkânsızlıklar değil; okuma-yazma istek ve ihtiyacının bulunmamasıdır. Zira normal zekâlı bir insan 3 ayda okuma ve yazmayı öğrenir. Arab alfabesinde bu müddet, Latin alfabesindekinden daha uzun değildir. Bu satırların yazarı Latin alfabesini 3 ayda sökmüş, üstelik sınıfın ilklerinden olduğu için kırmızı kurdele almış; Kur’an-ı kerim okumayı ise 15 günde öğrenmiştir.

Bir meselede hüküm verirken, hem zamanın şartlarını nazara almalı; hem de mukayese yapmalıdır. Acaba aynı yıllarda Avrupa’daki vaziyet nedir? 1890’da bu nisbet Rusya’da % 17’dir. İspanya, %39; İtalya, %45; Belçika, %74; Fransa, %78; Amerika’da %89,3; İngiltere, %92 okuryazara sahiptir. Osmanlı Devleti, şarklı bir imparatorluk olmasına rağmen, kendisine en çok benzeyen Rusya’dan çok ileride, İspanya ve İtalya ile aynı seviyededir.

Şifre harfleri

Osmanlıcanın, Latin harflerine göre zorlukları vardır, avantajları da vardır. Bazı harfler yazılır, ama okunmaz; bazıları yazılmaz, ama okunur. Fakat alışan bir kimse için matematik gibidir. Bazı formüller kafaya yerleştirildiği zaman iş kolaylaşır. Harfler birbirine bağlıdır. Bu sebeple stenografiktir, acele not tutmaya uygundur. Aziz Nesin’den Kenan Evren’e kadar çok enteresan kimseleri bu harflerle not tutarken görmüşüzdür. Harfler yuvarlaktır, gözleri yormaz. Eskilerde gözlük takan sayısı azdır. Üstelik çeşitli yazı türleri çıkarılabilir, sanata elverişlidir. Şifreli yazı yapılabilir. Üstelik Yemen’de, okuma ve yazmanın beraber öğretildiği bir usul sayesinde, okur-yazar olmayan yok gibiydi. 1862’den sonra kurulan ibtidaiyelerde bu usul tatbik olundu. Sağdan sola yazıldığı için insanın dengesine uygundur. İbrani, Süryani, Hind, Göktürk, Uygur, Japon ve Çin alfabeleri de sağdan sola yazılır. Bir tek Latin alfabesi soldan sağadır.

Câmi olan her köy ve mahallede bir hoca, dolayısıyla bir ilkmektep vardır. Erkek ve kız çocukların buraya gönderilmesi mecburidir. Sultan II. Mahmud’un bu yolda bir fermanı vardır. Câmi olmayan köyler, kışın veya Ramazan’da bir hoca tutar; bu, çocuklara okuma-yazma öğretir. 2-3 sene süren bu mekteplerde Kur’an-ı kerim ve tecvid, imlâ ve inşâ (yazı), ahlâk ve ilmihâl (din dersi), hesap ve biraz da tarih okutulur. Eski yazıda okumak başka, yazmak başkadır. Bazısı okur ama yazamaz. Çin’de böyledir. Osmanlı coğrafyasında okur-yazarlık nisbetinin düşük olduğu iddiası, inkılâbı haklı göstermek için yapılmış normal karşılanacak bir propagandadır. Ama bunu söyleyen tarihçinin, devletçe neşredilen ve kendisinin de editörlerinden olduğu Osmanlı istatistiklerini okumaması şaşılacak bir husustur.

fuyuzati%20hamidiyye%20kiz%20ilkmektebi.jpg
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
http://www.takvim.com.tr/yazarlar/bekirhazar/2014/11/28/adam

c636fa21-ba22-443b-a618-dd42735810c2.jpg


Eğitim verdikleri, staj yaptırdıkları Yerlimiz çoktu. O yerlilerden biri de zaten "Hatıralarının" toplandığı kitabın 3.cildi 223.sayfasında şöyle diyordu;

"Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak Arapİslam Dünyası ile bağları koparmak... Ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmak. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler. Yeni yazıyla çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Dinî eserler eski yazı ile olduğundan okunmayacak. Dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."

"İnönü'nün hatırları" idi yukarıdaki satırları sayfalarından fışkırtarak sunan. Ezanı da yıllarca Türkçe okutarak işe başlamıştı o İnönü. Babam camide "Ezan Türkçe olmaz" diye hutbe vermişti o yıllarda. Sağolsun bir CHP'li de hemen ihbar etmişti. Babam ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ( !) Türkiye'de hapse atılmıştı.
İdamla yargılanmıştı İnönü kanunlarıyla.

safakgokce_133082409532.jpg
 

Mugalata

Kıdemli Üye
Katılım
10 Mar 2014
Mesajlar
4,252
Tepkime puanı
146
Puanları
0
Konum
izmir
Yapanların niyetlerinin ne olduğu tartışması "osmanlı türkçesinin" zorlama bir dil olduğu gerçeğini değiştirmez..

osmanlı türkçesi için "zorlama dil" demek pek doğru değil ama. osmanlı türkçesi de şimdiki türkçe kadar gerçek bir dildi. yapay bir dil değildi.

ancak bununla, o dönemde bile sınırlı sayıda kişinin anlayabildiği divan edebiyatı, hukukî metinler veya devlet yazışmaları gibi metinleri kastetmiyorum. orada gerçekten zor anlaşılırlık var. ama okullarda öğretilecek olan umarım bu olmaz da gündelik hayatta konuşulan ve yazılan eski türkçe öğretilir.

eğer o üst kesimlerin anlayabildiği ağdalı osmanlıca öğretilmeye çalışılırsa, boşuna ders verilmeye çalışılmış olur. kimsede istek kalmaz ve bir işe yaramaz.

kanunî'nin, yavuz'un, abdülhamid'in yazılarına, şiirlerine vb bakın. mesela kanunî'nin o ünlü, fransa kralına yazdığı mektubu okuyun. anlayabilirsiniz. yani anlaşılmaz bir dil değildir. halide edib'in, hüseyin rahmi'nin, o dönem yazarlarımızın eserlerini az çok şimdi bile anlayabilirsiniz. anlamadığınız kelimeler ise bundan 40-50 yıl önce biliniyordu. mesela ben 30 küsur yıl önce hüseyin rahmi'nin kitaplarını okuyup, kimi kelimeler dışında, anlayabiliyordum. bilmediğim kelimelere de sözlükten bakıp öğrenmiş oluyordum.
 

Mugalata

Kıdemli Üye
Katılım
10 Mar 2014
Mesajlar
4,252
Tepkime puanı
146
Puanları
0
Konum
izmir
ayrıca, bugün anlayamadığımız o kelimeleri öğrenmek bizlerin hayrınadır. bunların bir kısmını tekrar kullanıma sokabilmeliyiz. dilimizin bugün içinde bulunduğu kelime dağarcığı fakirlikten kurtulmuş olur böylece.
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
osmanlı türkçesi için "zorlama dil" demek pek doğru değil ama. osmanlı türkçesi de şimdiki türkçe kadar gerçek bir dildi. yapay bir dil değildi.

ancak bununla, o dönemde bile sınırlı sayıda kişinin anlayabildiği divan edebiyatı, hukukî metinler veya devlet yazışmaları gibi metinleri kastetmiyorum. orada gerçekten zor anlaşılırlık var. ama okullarda öğretilecek olan umarım bu olmaz da gündelik hayatta konuşulan ve yazılan eski türkçe öğretilir.

eğer o üst kesimlerin anlayabildiği ağdalı osmanlıca öğretilmeye çalışılırsa, boşuna ders verilmeye çalışılmış olur. kimsede istek kalmaz ve bir işe yaramaz.

kanunî'nin, yavuz'un, abdülhamid'in yazılarına, şiirlerine vb bakın. mesela kanunî'nin o ünlü, fransa kralına yazdığı mektubu okuyun. anlayabilirsiniz. yani anlaşılmaz bir dil değildir. halide edib'in, hüseyin rahmi'nin, o dönem yazarlarımızın eserlerini az çok şimdi bile anlayabilirsiniz. anlamadığınız kelimeler ise bundan 40-50 yıl önce biliniyordu. mesela ben 30 küsur yıl önce hüseyin rahmi'nin kitaplarını okuyup, kimi kelimeler dışında, anlayabiliyordum. bilmediğim kelimelere de sözlükten bakıp öğrenmiş oluyordum.


Türkçe, arapça ve farsça olan üçüz bir dilden bahsediyoruz bir dilin yapısal olarak başka bir dilde tebarüzü oldukça sıkıntılıdır ki bu üç dilin eklektiği süreç içerisinde dikiş atmıştır..
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Harf devrimi neticesinde üniversitenin de büyük darbe yediğini görüyoruz.

http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=469

Mimlenen üniversite

İlk modern üniversite, cumhuriyet idaresi tarafından kurulmuş değildir. İstanbul Üniversitesi’nin kökü, Sultan II. Mahmud zamanına kadar ulaşır. Osmanlılarda önceleri yüksek tahsil medreselerde yapılırken, Tanzimat’tan sonra Avrupa’dakine benzer bir maarif sistemi kabul edildi. Islahatın icap ettirdiği elemanları yetiştirmek üzere tıbbiye, baytar, mühendislik, hukuk, mülkiye gibi yüksek mektepler kuruldu. Bunların bağlandığı Dârülfünûn, yani “fenler evi”, Avrupa’daki benzerleri gibi bir üniversite idi. Bünyesinde dünya çapında hocaların ders verdiği Edebiyat, Fen, İlahiyat, Tıp (Eczacılık ve Dişçilik) gibi fakülteler vardı. 1900’de son hâlini almıştır. İstanbul Tıp Fakültesi’nin dünyada bir eşi Viyana’da idi. Dârülfünûn mezunları, beynelmilel itibara sahipti.

Dârülfünûn, muhtariyeti (otonomiyi, özerkliği) haizdi. Bu ise, Cumhuriyetten sonra idareyi ele alan Tek Parti hükümetini rahatsız ediyordu. Cumhuriyet ilan edildiğinde, “siyasî cereyanlardan uzak durmak gerekçesiyle” tebrik telgrafı çekmemesi ve 1928 Harf İnkılâbı’na sıcak bakmaması sebebiyle Dârülfünûn mimlenmişti. 1932 senesinde tertiplenen Tarih Kongresi’nde, Gazi’nin ortaya attığı ve dünya dillerinin tümünün Türkçe’den geldiğine dair Güneş-Dil Teorisi’ne, Dârülfünûn’dan iki tanınmış edebiyat ve tarih profesörü Mehmed Ali Ayni ile Zeki Velidi Togan açıkça karşı çıkmak gafletinde bulundu. Diğer hocalar da ima yoluyla muhalefet ettiler. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Dârülfünûn’un ölüm fermanı o gün imzalandı.

İmdada yetişen Hitler

Maarif vekilliğine tayin olunan eski İstiklâl Mahkemesi hâkimi Reşit Galip, “objektif ve isabetli karar” vereceğini düşünerek, İsviçre’den Türkçe bilmeyen ve Türkiye’de hiç bulunmamış maarifçi Alfred Malche’yi getirtti. Onun hazırladığı 66 sayfalık bir rapor istikametinde, inkılaplar karşısında “tarafsız kalmakla” suçlanan Darülfünun, 1933 Temmuz ayında çıkarılan 2252 sayılı kanun ile kapatıldı. Yerine İstanbul'da Maarif Vekâletine bağlı, otonomisi olmayan yeni bir üniversite kurulması kararlaştırıldı. İlahiyat Fakültesi kapatıldı. Dârülfünun’un 155 hocasından 96’sının işine son verildi. İmdada ülkesindeki Yahudileri tazyik edip kaçırtan Hitler yetişti. Zürih’te kurulan “Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti” reisi Schwarz, Ankara’ya geldi. Onun teşebbüsüyle bu hocalardan 34 tanesi İstanbul’a getirildi. İktisatçı Röpke, Rüstow, Kessler, Neumark; kimyacı Arndt, Haurowitz, Alsleben; tıpçı Schwartz, Nissen, Eckstein; müzikolog Hindemith, Ebert, Zuckmayer; hukukçu Hirsh, Hönig; mimar Reuter bunların en meşhurlarıdır. Yetmeyince, inkılâba sadakati ile tanınan lise mezunları bir gecede profesör yapılarak kadroya alındı. Hocaları tayin ve azil salahiyeti, hükümete verildi. Müderris, muallim, muid, emin yerine, profesör, doçent, asistan, rektör tabirleri kondu. Alman hocalar, mevcut sahalarda varlık gösterdiği gibi; bazıları müzik, tiyatro, mimari gibi modern sahalarda yeni rejimin beklentilerine hizmet sundular. Böylece Türkiye’de küçük bir Almanya kurdular. Aralarında sosyalistler de vardı, liberaller de. Hepsine yeni bir hayat kuracakları için Türk hocalara verilenlerden üç ile on misli arasında maaş verildi. Bu profesörlerin de kıymeti bilinmedi; İkinci Cihan Harbi’nden sonra birer ikişer ilme ve ilim adamına kıymet veren Amerika; İngiltere gibi memleketlere göçtüler.

Tıp fakültesinde vazifeye başlayan Philipp Schwartz, “Benden evvel bu kürsüde kim vardı?” diye sorduğunda, “Hamdi Suad” cevabını alınca, “Eyvah, ben Hamdi Suad’ın yerine mi geldim? Onun yeri doldurulmaz” demiştir. Hamdi Suad, dünya çapında buluşları olan bir patolog idi. Aslen İttihatçı olduğu halde, Osmanlı tarihini sevdirmekle suçlanan Ahmed Refik Altınay da atılanlar arasında idi. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Babanzade Ahmet Naim, Şekip Tunç gibi büyük felsefeciler, gelenekçi bulunarak tasfiye edilirken; yerlerine pozitivist Hans Reichenbach getirildi. Her devrin adamı olmakla tanınan, 1928’den önce harf inkılâbı aleyhine, hemen ardından da lehine yazı yazan Köprülü Fuad Bey, sadakatinin karşılığını aldı; tasfiyeden kurtuldu. Atılan hocalar, rejim aleyhtarı sayıldığı için çok büyük sıkıntıya düştü. Muallimlik bulabilenler şanslı idi. Hamdi Suad, üzüntüden verem olup vefat etti. Üniversitede hatırası için merasim yapılması istenince, telaşlanan rektör kapıları bile kapattırdı. Kimyacı Cevad Mazhar intihar etti. İstanbul Üniversitesi ise sıradan bir üçüncü dünya mektebi seviyesine düştü. Yıllarca doktora yaptıracak hoca bulunamadı. Zamanın hükümeti, “ilim yerine idealistliği ön planda tuttuk” diye kendini müdafaa etti. Türkiye’de üniversitenin misyonunu bu söz izaha kâfidir.

1933%20reformuna%20dair%20cemal%20nadirin%20karikaturu1(1).jpg
1933%20reformuna%20dair%20cemal%20nadirin%20karikaturu2(1).jpg
 

Mugalata

Kıdemli Üye
Katılım
10 Mar 2014
Mesajlar
4,252
Tepkime puanı
146
Puanları
0
Konum
izmir
Türkçe, arapça ve farsça olan üçüz bir dilden bahsediyoruz bir dilin yapısal olarak başka bir dilde tebarüzü oldukça sıkıntılıdır ki bu üç dilin eklektiği süreç içerisinde dikiş atmıştır..

evet, bu nedenle "lisan-ı selasiye"(üçlü dil) denirdi. doğrudur. arapçadan ve farsçadan keyfî biçimde kelimeler alınıyor, yanlış ekler verilerek farklı anlamlar üretiliyor ve arapça isim tamlamaları gibi türkçenin gramerine ters uygulamalara başvuruluyordu.

halk türkçesi kaba ve ilkel bulunuyordu ve o dönemlerin sanat ve bilim dili arapça ve farsça idi. sonradan bunlara fransızca da eklendi. mesela türkçe "dil" demek basitlik olarak görülüyordu ve onun yerine "lîsan" deniyordu. dilin ağzın içindeki somut organ olduğunu, konuşulan dile de "dil" demenin doğru olmayacağını ileri sürüyorlardı. oysa bu doğru değildi. mesela ingilizcede de bu böyledir.

özellikle divan edebiyatında ve resmî yazışmalarda koyu ağdalı bir dil kullanılıyordu ki bunları o dönem insanlarının da çoğu anlamıyordu. benzetme yapacak olursak, bugünki "tinsel oluntuların bağlamsal içkinliklerindeki yapıntılıklar..." gibi sözleri nasıl pek kimseler anlayamıyorsa, o zamanki eşdeğer özenti alt dili de az sayıda insan anlıyabiliyordu.

tabii ki derslerde o alt dili değil, halkın konuştuğu dili öğretmeliler. aksi halde saçmalık olur. ama üniversitelerin ilgili bölümlerinde (edebiyat, tarih vb) divan edebiyatı vb de zaten öğretilmeye devam edecektir.
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,879
Tepkime puanı
2,060
Puanları
113
Konum
Mars
Arapların durumu ortada iken bunu görmezden gelmek olmaz galiba ellerinde ana dillerine hitap eden bir kitap var ama okuyamıyorlar!
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Şurada ilginç bir derleme var:

http://yakintarihimiz.org/harf-devrimi-icin-ne-dediler.html

Burada aktarıldığına göre, Ayşe Hür gibi biri bile şunları söylemiş:

Bir toplumun okuma-yazma oranlarının doğrudan alfabenin kolaylığı ya da zorluğuyla ilgisinin olmadığına dair dünyada çokça örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Çin, İsrail, Kore, Sırbistan, Hindistan, Taylant gibi ülkeler ekonomik ve kültürel kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarabilmişlerdi. [Ayşe Hür / Derin Tarih Kasım 2012] Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf Inkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle (dinle) ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen ‘tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, ‘kozmopolit’, ‘karışık’, ‘Şarklı’, ‘geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, ‘etnik açıdan saf, ‘dünya görüşü açısından laik’, ‘Batılı’, ‘modern’ bir ‘Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-ulus devletini inşa etmekti. [Ayşe HÜR- Öteki Tarih]
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
evet, bu nedenle "lisan-ı selasiye"(üçlü dil) denirdi. doğrudur. arapçadan ve farsçadan keyfî biçimde kelimeler alınıyor, yanlış ekler verilerek farklı anlamlar üretiliyor ve arapça isim tamlamaları gibi türkçenin gramerine ters uygulamalara başvuruluyordu.

halk türkçesi kaba ve ilkel bulunuyordu ve o dönemlerin sanat ve bilim dili arapça ve farsça idi. sonradan bunlara fransızca da eklendi. mesela türkçe "dil" demek basitlik olarak görülüyordu ve onun yerine "lîsan" deniyordu. dilin ağzın içindeki somut organ olduğunu, konuşulan dile de "dil" demenin doğru olmayacağını ileri sürüyorlardı. oysa bu doğru değildi. mesela ingilizcede de bu böyledir.

özellikle divan edebiyatında ve resmî yazışmalarda koyu ağdalı bir dil kullanılıyordu ki bunları o dönem insanlarının da çoğu anlamıyordu. benzetme yapacak olursak, bugünki "tinsel oluntuların bağlamsal içkinliklerindeki yapıntılıklar..." gibi sözleri nasıl pek kimseler anlayamıyorsa, o zamanki eşdeğer özenti alt dili de az sayıda insan anlıyabiliyordu.

tabii ki derslerde o alt dili değil, halkın konuştuğu dili öğretmeliler. aksi halde saçmalık olur. ama üniversitelerin ilgili bölümlerinde (edebiyat, tarih vb) divan edebiyatı vb de zaten öğretilmeye devam edecektir.

Halk zaten her ne kadar diğer dillerden kelime kazanımları olmuş olsa da eski türkçe/anadolu türkçesi konuşuyordu, konuşulanı da arap alfabesiyle yazıyordu. Osmanlıca türkçesini, türkçenin bir geçiş süreci olarak ele alıp değerlendirmeliyiz aksi halde yaklaşımlarımız varolan olayın zihniyeti az çok bilinen bir zümrenin elinden olması hasebiyle dramatikleştirilen bir duygusallıktan öteye gitmeyecektir ki kompleks sorunlara romantik çözümlerin bi faydası yoktur doğru olan da bu değil zaten onlar bir ümmetti geldi geçti (gad halet) değişimde yapılan siyasi yaklaşımlar da bittabi gözden kaçmaz, ne bekleniyorduki bir batılılaşma süreci gerçeği vardı ve hızla ilerliyordu üstelik bu çok önceleri baş göstermişti uzun bi mesele geçiyorum bunu fakat değinmek istediğim harflerin değişmesi bi yana batılılaşmanin getirmiş olduğu laiklik gibi kavramlar neticesinde osmanlı'nın dine bilinen yaklaşımı ve dine yakın şark dilinin türk dilinde kazanımları amorf zihniyetler tarafından yok sayılıp men edilmesi doğru değildi elbet. Diller öyle veya böyle bir çok yabancı kelimeye açıktır kazanımı zor da olmaz çünki yenilendiği gibi eskiyebilir de bu sebeble dile canlıdır denmiştir fakat akışında kazanılan bi yana belli başlı yabancı kelimelerin devşirilip başka bir dilin yapısına indirgenmesi bi yana dediğim gibi kazanımları elbette olmuştur fakat sıkıntıları da görmezden gelinmemeli, bugün halkın hassas duyguları üzerinden bu konu gündeme getiriliyor müstebit bi şekilde değil seçmeli bir eğitim olmalıydı diye düşünüyorum..
 

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
Osmanlıda çoğunluğun okuma yazma bilmeyişini bugünün salak aydınları, yazıyı öğrenmenin zor oluşuna yorumluyor. Bu yorumları yapanların kasten bu şekilde yaptıklarına inanmaya başlıyorum çünkü okumuş bir insan bu kadar salak olamaz bu mümkün değil. Bence kasıt var! Hadi bu zevzekler dönme/kripto/sabetaycı da bizim salaklara noluyor, niçin aymaz aymaz dinliyorlar, cevap veremiyorlar?

1) Osmanlıda herkes Türk değildi
2) Osmanlıda infrastruktur, yani altyapı sıfırın altındaydı. 1700'lerde Avrupanın hemen hemen her kasabasında belediye binası var, tren yolları döşenmiş, posta telgraf sistemleri kurulmuş, üniversite sistemi oturmuş velhasılı altyapı tamamlanmıştı. Avrupanın herhangi bir köyüne gidin görün; kullandıkları belediye binaları 300 seneliktir ve hala aynı belediye binalarını kullanırlar. Bu nitelikte okul binaları bile vardır. Yahu ben Berlin'de 1733 yılında kurulmuş şehir hastanesi gördüm, herifler hâlâ kullanıyorlar bunu! Biz Osmanlı deyince enine boyuna her köşesine hakim bir imparatorluk anlıyor, böyle düşünüyor, böyle hayal ediyoruz ama öyle bir dünya yok ve bizde hiç olmamıştır arkadaşlar, bunu hayal dünyanızdan çıkartın. Osmanlı, saray ve çevresinden; birkaç sancaktan ve bu sancakların bir ok atımlık çevresinden ibarettir. Bu sonuna kadar da böyle kalmıştır. Sultan Abdülhamit bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapmıştır ama çok geç ve yetersiz olmuştur. Bütün bunları bilmeden halkın niçin çoğunun okuma yazma bilmediğini zorluğa bağlamak, kusura bakmayın ama aymazlıktır, dangalaklıktır. Senin her kasabada okulun mu vardı, gelişmiş kaç metropolün vardı da halkın çoğundan okuma yazma bekliyorsun? Bu saydığım altyapılar Avrupada yokken oralarda da okuma yazma bilenlerin sayısı çok azdır. Bu oran, tamamen altyapının gelişmesiyle ilintilidir. Malesef türk aydını modern çağın oluş sırrını ve ne üdüğünü bilmediği/anlamadığı için analizleride kendileri gibi sığ oluyor. Veya karşısında ki muhafazakarın bu sığlığını gözüne kestirip dönmeliğini icraa ediyor. Zira o dönmelerin dedelerinin dedesi de bize felsefeyi kerih gösterip müfredatımızdan çıkarttırmış, bizi salaklığa ''halidine fi ha ebedea'' kılmıştır.
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Haşmet Babaoğlu seneler önce şöyle yazmış (bu tür makalelerdeki her görüşe katılmayabilirim; ama artık bu konuların birçok yazar ve entellektüel tarafından düşünülmeye ve tartışılmaya başlaması bile benim gibi "eski" vatandaşlar için hoşa giden bir gelişme oluyor):

Haşmet Babaoğlu yazıyor- Sabah

NTV Tarih dergisinin son sayısında 1928 Harf Devrimi'ne ayrılmış güzel bir dosya var.
Geçen akşam da NTV'de "Tarih Konuşmaları" programında konu ele alındı.
İyiydi, hoştu da...
Programı izlerken içimden sordum...
"Devrim" denilen şeylerin, ister bütün toplumu, ister harfi, şapkayı, çiçeği böceği hedef alsın siyasi bir eylem olduğunu görmekten kaçınıyorsak, onları anlayabilir ve anlatabilir miyiz?
Hayır! Asla!



***

Sevindirici olan şu...
Artık kimse, Devrim'in en fanatik savunucuları bile Latin alfabesine geçişin gerekçesi olarak, dünyanın en estetik kaligrafisine sahip Arap alfabesine "kargacık burgacık" demiyor.
Malum, yıllarımız kocaman adamların hiç sıkılmadan böyle saçma şeyler iddia etmesiyle geçti.
Pek kültürlü hanımlar beyler bilirim. Çok değer verdikleri Batılı sanatçıların bu "kargacık burgacık Arap yazısı"ndan hayranlıkla söz edişlerine şaşmışlardır.


***

Bu "çocuk kandırmacası"nın yerini ne aldı peki?
Onu da NTV'deki programda gördüm.
Eski alfabenin imla sorunları varmış! Seslerle harfler arasındaki uyumsuzluk had safhadaymış! Devrim bu nedenle zorunluymuş!
Oysa her dil alfabesiyle ve imlasıyla sorun yaşar! Latin alfabesini kullanan hangi dil (Türkçe dahil) bu uyumsuzluğu yaşamıyor ki! Çalışılır ve sorunlar en alt düzeye indirilir.
1928'de Harf Devrimi'yle alfabe değiştirilmeseydi, Ankara bu "düzenleme"yi eski alfabe üzerinde yapardı, hiç kuşkunuz olmasın!


***

Bazen diyorum ki...
Acaba Harf Devrimi'ni tartışanların önce "dil nedir, alfabe nedir" gibi temel bilgiler alanında kafalarını berraklaştırması gerekmez mi?
İyi de, profesörlerin, uzmanların kafası nasıl berrak olmaz?
Söyleyeyim...
Çünkü herkes alttan alta bilir ki, konu özünde ne dilsel, ne eğitimsel ne de bilimseldir. Basbayağı siyasidir.


***

TV'deki programda laf bir ara Latin alfabesiyle bilim yapmanın ve hatta bilgisayar kullanmanın kolaylığına geldi.
Bir "uzman" fırsatı kaçırmadı, Arap alfabesini kullananların "acıklı" halini, bu yüzden Arapların global kültüre ve bilime eklemlenemediklerini anlattı.
Yahu insan halen birçok farklı alfabeyi kullanan Japonları, bilgisayar dünyasını oyuncağa çeviren Hintlileri ve Çinlileri falan düşünmez mi! (Biz Latin alfabesine geçtik diye kaç bilim Nobeli kazanmışız? Sıfır. Biraz da bunları düşünsek artık!)


***

Harf Devrimi olmuş bitmiş! Sevmişiz yeni harfleri, uymuşuz, sindirmişiz.
Zaten insanlığın kültür tarihine baktığınızda görürsünüz ki, alfabeler dokunulmaz değiller, çok sık değişiyorlar.
Sorun orada değil!
Sorun bu devrim nedeniyle muazzam bir kültürel birikimle bağımızı koparmış olmamızda! (Bir Alman Goethe'yi, Hölderlin'i okuyabiliyor, biz yüz yıl öncenin şiirlerini bile yazıldıkları halle okuyamıyoruz.)
Yine de bu kopuşun üstesinden gelebilirdik. Mesela ortaokullardan başlayarak seçmeli Osmanlıca dersi konulabilirdi.
Konulmadı! Konulmazdı! Neden?
İşte asıl bu sorunun cevabı önemli.





 

Mugalata

Kıdemli Üye
Katılım
10 Mar 2014
Mesajlar
4,252
Tepkime puanı
146
Puanları
0
Konum
izmir
... Diller öyle veya böyle bir çok yabancı kelimeye açıktır kazanımı zor da olmaz çünki yenilendiği gibi eskiyebilir de bu sebeble dile canlıdır denmiştir fakat akışında kazanılan bi yana belli başlı yabancı kelimelerin devşirilip başka bir dilin yapısına indirgenmesi bi yana dediğim gibi kazanımları elbette olmuştur fakat sıkıntıları da görmezden gelinmemeli, bugün halkın hassas duyguları üzerinden bu konu gündeme getiriliyor müstebit bi şekilde değil seçmeli bir eğitim olmalıydı diye düşünüyorum..

evet, konu ideolojik kamplaşma konusu olarak ele alınıyor ve hatalı yaklaşım devam ettiriliyor. bizdeki eğitim sistemiz zaten sorunlu. öğretme konusunda ve dersi sevdirme konusunda yanlışları olan bir sistem. osmanlı türkçesi eğitimini de kimbili nasıl kötü biçimde ele alıp öğrencileri bezdirecekler. oysa murat bardakçı'nın dünki yazısında da dediği gibi, çalıkuşu vb romanları aslından okuyacak kadar bir dil bilgisinin liselerde verilmesi yeterli. gramer öğretimine girilmemeli. ağır metinlerin öğretilmesine çalışılmamalı.
 
Üst