Hanı Yağma!!

Ahter

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2009
Mesajlar
5,252
Tepkime puanı
186
Puanları
0
Konum
antalya
(Vakti olanlar okusun




Kuzey Irak, Kafkaslar, Balkanlar, Ege Adaları ve Kıbrıs'ın ispat ettiği bir acı gerçek olarak Lozan:
Hân-ı Yağma!
(yağma sofrası)
besmele.gif
Aziz Okuyucu!



Tarih Ve Düşünce” dergisinin Ağustos 2004 tarihli 51 numaralı sayısında yayınlanan aşağıdaki yazıyı buraya aktarıyoruz. Burada okuduklarının tafsilâtını merak edenler, Sebil Yayınevi'mizde mevcud bulunan bu eserin üç cildini de temin edebilirler. Biz eserimizin her üç cildinide şöyle takdim etmiş bulunmaktayız; “Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının hân-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk'ün şahsında İslâm'dan intikam alınarak, bütün bir İslâm Dünyası'nın başsız bırakılmasıdır!... Lozan'ın getirdiği; adalarla yunan stratejik çemberine alınmış iktisadî kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayri tabiî hududların çizdiği küçük bir Türkiye'dir. Sebil Yayınevi, takrir-i sükûn kanunu ile Lozan'ın üzerine çekilmiş olan şalı kaldıran ve onu millî misak önünde ilk olarak muhasebe eden böyle bir eseri yayınlamaktan şeref duyar.”



Lozan'ın değerlendirilmesinde Sevr Muâhede Projesi 'ni miyar (ölçü) ittihaz etmenin üç temel yanlışa müncer olduğu gayr-i kâbil-i inkârdır. Bunlar:
• Türk istiklâlinin Lozan'da temin edilmiş olması.
• Paylaşılan Osmanlı topraklarından yeni Türkiye devletine mümkün olan yerlerin kazandırılmış bulunması.



• Lozan muâhedenâmesinin emsallerine nazaran uzun müddet meriyette (yürürlük) kalmasının mükemmelliğine hamledilmesidir.
Kısaca ifâde etmek gerekirse, Lozan'ın Türk Milleti'nin istiklâli ile hiçbir alâkası yoktur. Bu mantıkla “Millî Mücâdele” ye “Türk İstiklâl Harbi” denilmesi de yanlıştır. Zira Türk Milleti Lozan'dan evvel istiklâlini ortadan kaldıran herhangi bir muâhedeyi kabul etmiş değildir. Sevr aşağıda anlatılacağı üzere sadece bir projeden ibârettir Ondan hem M. Kemal Paşa 'nın Nutku hem de İnönü 'nün hâtırâlarında “Sevr Sulh Projesi” olarak bahsedilmektedir


.

İstiklâlini kaybetmemiş olan bir milletin onu Lozan'da yeniden kazan*mış olduğunu iddia etmek hem tarihî gerçekler ve hem de mantık önünde tutarlı değildir. Ülkemiz bir istilâya mâruz kalmış ve bu istilâyı canhıraş bir mücâdeleyle defetmiş bulunduğuna nazaran sadece istiklâlimize karşı tecâvüz mevzubahistir.


İstiklâlini kaybetme, esâret ihtivâ eden bir muâhedeyi hukukî usûlüne uygun olarak kabul ile gerçekleşeceği ve böyle bir durum mevcut olmadığı cihetle Lozan'la istiklalimiz arasında irtibat kurulamaz. “Millî Mücâdele” ye de “Türk İstiklâl Harbi” denilemez!...




Bir hân-ı yağma (yağma sofrası) hâlinde paylaşılan İmparatorluk topraklarından mümkün olan kısmının kurtarılabildiği iddiası da Lozan zâbitları ve binnetice tarihî gerçekler muvâcehesinde propaganda maksadına bağlı bir yalandır.



Gerçekten Türk murahhas heyeti başkanı İsmet Paşa Musul'dan gayri hiçbir yeri dava etmiş, almaya çalışmış da muvaffak olamamış değildir.
Şayan-ı hayrettir ki, Misak-ı Millîye dâhil oldukları hâlde Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya ve Halep'in bize bırakılması istikametinde Lozan'da murahhaslarımızca söylenilmiş bir tek cümle mevcut değildir. Üstelik İsmet Paşa , Batı Trakya'yı Yunanlılardan kurtarıp Bulgarlar'a vermek için çalışmıştır. Sahillerimize sekiz yüz metre mesâfedeki İstanköy Ada'sını talep etmezken Romanya'da Tuna Nehri içinde mevcut olan “Adakale” adındaki kuş gözü kadar bir ada için gereksiz ve mantıksız bir gayret sarfetmiştir.



Çanakkale Boğazı'nın trafiğine hâkim olduğu cihetle re'sen ve münakaşasız bir sûrette bize terk edilmiş olan ve dört adadan biri olan “Limni”, murahhaslarımızın onu zuhûlen (unutarak) kayda geçmemesi sebebiyle kaybedilmiştir. Musul için vâki talep ve ısrarlarda ise, sayısız hatalar yapılmış ve bugüne kadar Kerkük Türkleri'nin çektiği eziyete zemin hazırlanmıştır.
Lozan Muâhedenâmesi'nin uzun müddet meriyette kalmasını onun mükemmelliğine hamletmek de yanlıştır. Bu doğrudan doğruya Türkiye'nin kaybettiği toprakları dava etmeyen, Batı Âlemi karşısındaki korkak ve pısırık siyâsetinin neticesidir.




Şimdi size bir telgraf kısalığıyla takdim ettiğimiz bu gerçeklerin bir miktar izahını takdim edelim:



lozan_universitesi.jpg



SEVR ÖLÜM, LOZAN HAYAT!...



Yüzü Batı'ya dönük olan “Yeni Türkiye”nin temel taşı olan Lozan Muâhedenâmesi, Millî Mücâdele nihâyetinde İsviçre'nin Lozan şehrinde 24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilmiştir. Bir tarafta Türkiye diğer tarafta ise başta müttefikler yani İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan bulunmak üzere Romanya, Sırp-Hırvat-Slovenya (Yugoslavya) ve Polonya arasında cereyan eden müzâkereler, takriben 8 ay devam etmiş ve konferansın 4 Şubat 1923'te kesintiye uğramasıyla iki safhada gerçekleşmiştir.


Bu müzâkerelere Amerika ve Rusya müşâhid sıfatıyla katılmış, Bulgaristan ise, Ege Denizi'ne bir mahreç (çıkış yeri) talebi dolayısıyla zaman zaman dahil olmuştur. Bu sûretle, Türkiye ve karşısındaki devletler arasında cereyan eden müzâkereler sonunda tâ 1911 Trablusgarp Harbi'nden beri ihtilâflı olan pek çok mes'ele hallüfasl edilmiş ve karara bağlanmıştır. Ama nasıl?.. Maâlesef tâviz üstüne tâviz verilerek!..



Yunan Harbi'nden sonra memleket dâhilinde tasavvur ettikleri inkılâp hareketlerine girişmek hususunda büyük bir acelesi bulunan ve bunlar için Baîılılar'ın fiilî ve hukukî tastik ve tasvibini almak lüzumunu hisseden yeni Türkiye liderleri ve onların propagandacıları bugüne kadar devam eden bir “Lozan medih edebiyatı” nı mektep kitaplarına kadar aksettirmeye muvaffak olmuşlardır.

Bilhassa Şeflik Devri'nde “Takrîr-i Sükûn Kanunu” ile tedhiş resmîleştirilmiş ve talihsiz vatan çocukları “Sevr ölüm, Lozan hayat!..” sloganıyla yetiştirilmişlerdir. Fakat aradan belli bir zaman geçtikten sonra, Lozan Muâhedenâmesi'nin çarpıklıkları gizlenemez hâle gelmiş, Kıbrıs, Adalar ve Musul gibi küllenen kayıplarımız, arzu edilmeyen bir takım tesirlerle gizlenemez hâle gelmişlerdir. Böylece Lozan'ın mükemmelliği hususunda Türk umûmî efkârında beliren şüphe gelişen hâdiselerin yardımıyla gitgide kuvvetlenerek günümüze kadar gelmiştir.


Bu yeni durum muvâcehesinde Lozan'ın bir kere daha ele alınması ve değerlendirilmesi şarttır. Ancak bu değerlendirme yapılırken bugüne kadar kullanılageldiği üzere “Sevr Sulh Projesi ”ni miyar olarak kullanmak yanlıştır. Asıl miyar, “Misak-ı Millî” olmalıdır!..



Sevr Sulh Projesi'nin Lozan'ın değerlendirmesinde kullanılmasının yanlışlığı şöylece hülâsa edilebilir: Lozan, usûlüne uygun olarak karşılıklı müzâkerelerle cereyan etmiş, ortaya çıkan muâhede metni murahhaslarca imza edildikten sonra iç hukuk kâidelerine göre alâkadar devletlerin parlamentolarında tekrar müzâkere ve kabul edilmiş ve devlet reisleri tarafından tasdik olunmuştur. Sevr ise, Türk murahhaslarına bilâ müzâkere müthiş bir cebir ve terör havası içinde zorla imzalattırılmış, Yunanistan hâriç hiçbir devletin parlamentosunda müzâkere ve devlet reislerince kabul olunmamıştır. Bu sûretle onu gayr-i mer'i kılan, sayısız itham ve iftiralara maruz bırakılmış son Osmanlı Padişahı Sultan Vahîdeddin 'in vatanperverâne mukâvemeti olmuştur. (1) Bu sebeple proje hâlinde kalmış olan Sevr'i Lozan'ın değerlendirilmesinde esas almak abesle iştigalden başka bir şey değildir.(2)



SALÂHİYETNÂME (YETKİ BELGESİ)
selahiyetname.jpg

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Hariciye Vekili(Dışişleri Bakanı) olup aynı meclisde Edirne Mebusu bulunan İsmet Paşa , mezkûr Hükûmeti Lozan Konferansı'nda temsil edecek olan murahhas heyetin reisliğine tâyin edilmiştir.
Müşarünileyh, Türkiye ile Müttefik Devletler ve Yunanistan ile bir sulh muâhedesini ve Türkiye ile komşu olup gerek Boğazlar meselesi, gerek Şarkî Trakya hudutları ile alâkalı diğer devletlerle muâhedeleri müzâkere ve akdetmekle tavzif olunmuştur. Bu sûretle müşarünileyh bütün muâhedenâmeleri, mukavelenameleri, itilâfnâmeleri imzalamak salâhiyetini haizdir. Buna binaen iş bu salâhiyetnâme kendisine tevdi kılınmıştır.
Ankara 31 İlkteşrin (Ekim) 1922 İcra Vekilleri Heyeti Reisi Hüseyin Rauf (Orbay)
“

MÜZÂKERE Mİ, YOKSA HAPSEDİLME Mİ?”



Sevr'e iştirak eden Murahhaslardan biri olan Operatör Cemil Paşa, hatıralarında bu hususta pek geniş tafsilât vermekte ve Sevr'in imzalanması şartını şöyle anlatmaktadır:



“Avrupa'ya eski Sadrazam Tevfik Paşa 'nın riyâseti altında gönderilecek Murahhas Hey'etinin azâsı meyanında ben de vardım. Yola çıktık. Yanımızda İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin güya seyahatimiz esnasında muâvenet etmek üzere bize terfik ettikleri irtibat zâbitleri bulunuyordu. Üç hükûmetinde birbirine itimat ve emniyeti olmadığından, hepsi bu sûretle yanımıza birer tarassut (gözetleme) memuru koymuş bulunuyorlardı.



Göz hapsine alınmış bir halde ve yolda hiç kimse ile görüşmeden Paris'e vardık (1 Mayıs 192O). Fakat, Fransızlar Hey'etimizi Paris'teki büyük istasyonda indirmediler. Herkes dışarı çıktıktan sonra treni tekrar hareket ettirdiler. Gerisin geri gittik. Diğer bir şimendifer yolundan adetâ mahfuzan Versay'a vardık. Orada “Hotel de Reservoires” denilen tarihî bir binaya indik. Fransızlar, Alman murahhaslarını da galiba bu otelde misafir etmişler. İçeriye biz girdikten sonra, kapıya da süngülü bir asker konuldu.

Bu sûretle Fransa, misafirperverliğini bizden esirgememiş oldu! Lâkin “misafirperverlik” sözü sizi yanıltmasın. Otel masraflarını biz ödüyorduk! Ve sıkı bir kordon altına da alınmıştık. Değil Paris'e gitmek, hattâ yanımızda bulunan Versay Bahçesi'ne bile çıkmamıza müsâade etmiyorlardı.

Nerede kaldı ki, herhangi bir şahısla münâsebette bulunalım ve görüşelim! Esâret hayatımız ertesi güne kadar devam etti. Fakat artık sabrımız kalmamıştı. Vaziyeti protesto ettik, irtibat zâbitlerine:

“Dünya siyâset tarihinde, şimdiye kadar bir hey'et-i murahhasaya bu tarzda muâmele yapıldığı görülmemiştir.” dedik. “Biz, buraya hapsolmaya mı geldik, yoksa sulh konferansında bulunmaya mı?”

Nihayet, Klemanson 'u lütfen bize eylediği müsaade neticesinde serbest olduğumuzu bildirdiler! Meğer Alman murahhaslarından bu hudutsuz âtıfeti de esirgemişler!.. Zavallılar, Fransa'da bulundukları müddetçe, aynı binada oturmak, fakat ne içeri ne dışarı çıkmamak ıztırarında kalmışlar! Ve ne de bir ferd ile görüşebilmişler! Eski hanlara benzeyen ve otel adı verilen nesne de güzel bir bina olsaydı, yüreğimiz yanmazdı! Orada her yer pis ve bütün eşya eski idi. İnsan, böyle bir binada uzun müddet oturmak mecburiyetinde kalsa, mutlaka çıldırırdı! Birkaç gün sonra, İtilâf Devletleri'nin murahhasları gene Versay'ın tarihî salonunda bizi kabul ettiler. Loyd Corc ,Klemanson ve o devrin hemen hemen bütün diplomatları hazır bulunuyorlardı, içeri girdiğimiz zaman ayağa kalkmak nezâketini lütfen gösterdiler. Çünkü Alman Murahhas Heyetini de aynı salonda, aynı vaziyette kabul etmişler; fakat kılını kıpırdatan bile olmamış (Bunu o zaman Fransız Hariciye Nezâreti Protokol Şefi olan Mösyü Fukiver söylemişti)! Bize de aynı hakaret yapılmamakla beraber, hepimizi husûsî sûrette hazırlanmış ve salonun bir köşesine yerleştirilmiş bulunan kürsü gibi bir yere çıkardılar! Halbuki, ben, sulh konferansı için ayrılmış olan salona girince, yeşil çuha örtülmüş büyük bir masanın etrafında toplanacağımızı, İtilâf Devletleri murahhaslarıyla karşı karşıya oturacağımızı ve muâhedenin her maddesi için ayrı ayrı müzâkere ve münâkaşada bulunacağımızı zannediyordum. Meğer bu bir hayalden ibaretmiş ve hakikat, acı hakikat başımıza inen bir tokmak gibi bu hayali silip süpürecekmiş! Nitekim heyet-i hâkime huzuruna çıkan bir maznun gibi muâmele görüyor ve muâhedelerin maddeleri etrafında münâkaşa ve müzâkere etmek yerine bir ültimatom alıyorduk!



Bakınız, kısa bir vakfeden sonra, elinde bir tomar kâğıt olduğu hâlde ayağa kalkan Klemanson ne diyordu: “Efendiler! Siz de harbe, sebepsiz girdiniz. Çanakkale'yi yıllarca kapattınız. Muhârebenin dört sene uzamasına, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiniz! Bundan dolayı, bugün size teklif etmekte olduğumuz muâhede şartları çok ağırdır, içindeki maddeleri asla müzâkere ve kat'iyyen münâkaşa etmeyeceğiz! Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz! Kül hâlinde ve aynen -birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz!” Klemanson 'un bu sözlerinden sonra muâhede metnini, daha doğ*rusu idam hükmümüzü hâvi dosyayı bize uzattılar. Tevfik Paşa ayağa kalktı, verilen bir deste kâğıdı eline aldı. Fakat zavallının zaten titrek olan vücudu zangır zangır oynamaya başlamıştı.(3)



1_donem_murahhaslar.jpg



TAMAMEN FARKLI


derso_kolaj.jpg
Sevr'in ortaya çıkmasına âmil olan hâdiselerle, Lozan'ın imzalanmasına âmil olan hâdiseler, aynı değildir. Sevr, İttihatçılar'ın mütevâli (devam edip giden) ihânetleri neticesi mağlubiyete sürüklenmiş bir devletin murahhaslarınca imza mecburiyetinde kalınmıştır. Lozan'a giden Türk murahhaslarının ise, arkasında Anadolu'da kazanılmış olan zafer vardı. Bu itibarla her ikisinin şartları birbiri ile kıyaslanamayacak derecede farklıydı.




Bugüne kadar üzerinde yazılıp söylenenlerlede belli olduğu üzere Sevr hayal edilmeyecek derecede kötü bir anlaşma olduğuna nazaran, ondan daha iyi olmak, “daha az kötü olmak” demek değil midir? Şu mukayesenin mantıkî neticesi zarûreten budur.


ASGARÎ VATAN



O halde, Lozan'ı değerlendirmede başka bir kıstasa istinad etmek şarttır. Bu da “Misak-ı Millî” den başkası olamaz!.. Peki nedir Misak-ı Millî ?. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Mondros Mütarekenâmesi'nin imzalanmasından sonra, Müttefiklerden pek kötü teklifler geleceğini tahmin etmiş ve buna karşı yapabilecekleri fedakârlıkların azamî hudutlarını çizmişlerdir. Buna göre, maddî ve manevî bütün mes'elelerde kabul edebilecekleri şartları “Misak-ı Millî” ismiyle 6 madde hâlinde tespit ve 29 Ocak 1920'de kabul etmişlerdir. Vâki mağlubiyetler sebebiyle -realist olabilmek için- “asgarî vatan” kabul edilen bir hudut çizilmiş ve bundan fazla fedakârlığa razı olunmayacağı belirtilip üzerine yemin edilmiştir!.. İngilizlerin siyasî faâliyet merkezi olarak Ankara'yı ortaya çıkarmak maksadıylaRauf Orbay 'ın da teklifi üzerine (4) Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nı basması neticesi mebuslar, yeniden seçilenlerle birlikte 23 Nisan 192O tarihinde Ankara'da toplandılar.

Burada da ilk iş olarak, bu Misak-ı Millî'yi ele almışlardır. O zaman yapılan çeşitli teklifler arasında, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın hazırlamış olduğu metni eksik bulup, daha geniş hudutlar ihtiva eden yeni teklifler ortaya atıldığı görülmüştür. Ancak o anda da henüz bir zafer kazanılmış olmadığı için yine -realist davranmak- ve Müttefikleri tahrik etmemiş olmak maksadıyla Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın kabul ettiği Misak-ı Millî'ye itibar olunmuştur. Bu demekti ki T.B.M.M'de Misak-ı Millî'yi rehber ittihaz etmiştir. Buna göre: 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütakerenâmesi'nin imzası anında, fiilen veya hukûken elimizde bulunan yerler “asgarî vatan” sayılıyordu. Lozan'a muzafferen gidildiğine nazaran daha fazlasını istemek lâzım gelirken, bu prensip kararına rağmen verilmiş olan tâvizler korkunçtur. Ancak şurası da belirtilmelidir ki; Lozan'da mâruz kalınan kayıplar sadece "maddî" değil, aynı zamanda “mânevî” dir de... Bu bakımdan biz Lozanın'ın kayıplar tablosunu “maddî” ve “manevî” kayıplar olmak üzere iki bölümde işleyeceğiz. Fakat önce bu kayıpıların fiilî ve psikolojik âmillerini zikredelim:

hahambasi.jpg



AKIL HOCASI BİR HAHAMBAŞI
Lozan Başmurahhası İsmet Paşa , böyle bir müzâkere için zarurî olan lisan
ismet_i.jpg
bilgisinden ve tecrübeden mahrumdu. O derecede ki; bu aczini bizzat itiraf ederek Lozan'a gitmekten itizar ettiği M. Kemal Paşa 'nın Nutku'nda bile kayıtlıdır. Ayrıca Lozan yıldönümlerinin birinde gazetecilere bu husustaki acemiliğini bizzat ifşa edercesine:


“O güne kadar çizmeden başka hiçbir ayakkabı görmediğini, hiçbir diplomatik faâliyete katılmadığını, salona girerken ayrı bir elbise giyeceklerini sandığını”beyan etmişti. İnönü 'nün kulakları rahatsızdı, iyi işitmiyordu. Bu bakımdan müzâkereleri takip edebilmek için bir aracı kullanıyordu. Aracılar müşâvirlerden seçiliyordu. Peki bu müşâvirler nasıldı? Beraberindeki Türk gazetecileri ile birlikte, yüzelli kişiye varan Türk heyeti içinde neler yoktu?..


Bunların arasında kadın ticâreti yapmaktan, petrol şirketleri aracılığı peşinde koşanlara kadar ne türlü şahsiyetlerin bulunduğunu anlamak için İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur 'un büyük bir açık kalplilikle yazdığı meşhur hatırâtının “Lozan Bahsi” okunmalıdır!

Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayim Naum Efendi 'nin bulunduğu ve bunun İsmet Paşa 'ya akıl hocalığı yaptığı, Hilâfet pazarlığının bir numaralı âmili olduğu dikkate alınırsa muvaffakiyetsizliğin sebepleri biraz daha anlaşılabilir hâle gelir.


Gerek Başmurahhas İsmet Paşa ve İkinci Murahhas Rıza Nur ve gerekse heyetteki diğer eşhas, Avrupa karşısında aşağılık duygusuna kapılmış ve Türkiye'yi kendi millî şahsiyetinden vazgeçirerek bir an evvel Avrupa'ya teslim eylemek, her tâvizi verip bir an evvel sulhe kavuşmak ve içerdeki Batılı inkılâp hamlelerine başlamak arzusu bakımından Ankaradakilerden hiçbir farkları yoktu. Bu zihniyeti İnönü yıllarca sonra şu sözeri ile ne güzel ortaya koymaktadır:
sabkayi_hemen_giymisler.jpg


“Şapka inkılâbından sonra diğer bir arkadaşımızın, Ankara Vâlisi Yahya Gâlip Bey'in bir ziyaretini hatırlarım. Aynı zamanda mebus olarak bulunan Yahya Yahya Gâlip Beyde çok yakınımızdı. Bir teklifi vardı.”


“"Nedir?" dedim.
“Şapkanın orta yerine bir ay yıldız koyalım; diğer milletlerden farkımız belli olur” dedi. Teklifi bu.Yahya Gâlip Bey 'e:



“-Canım biz bunları farkımız olmasın diye yapıyoruz, sen ne teklif ediyorsun!” diye çıkıştım. (5)



Peki Dr. Rıza Nur farklı mı düşünüyordu? Hayır. Bakınız o da bu istikâmetteki sayısız itiraflarından birinde: “Bizim şu komisyonda Hristiyanlar'ın evlenme, miras işleri v.s. hakkında Yunanlılar ve diğerleri kıyamet koparıyorlar. Ben bunlara Avrupa kanunî medenîsini tatbik etmek üzere olduğumuzu söyleyerek cevap veriyorum.” (6)
Türk murahhaslarının Lozan Konferansı metnini imza günü onları başlarındaki silindir şapka ile gösteren fotoğraf da bu temâyülün diğer bir delilidir. Henüz şapka inkılâbı yapılmadan şu gayretkeşliği başka türlü izah etmenin imkânı yoktur.
kolaj2.jpg


DOSYALARI BİLE YOKTU!...
Türk murahhas heyetinin davalarını ispat için hiçbir hazırlıkları yoktu. Müttefikler oraya muntazam dosyalarla gelmişlerdi. Bizimkiler ise, mevzubahis olan bir eski anlaşmanın metnini dahi temin etmekte güçlük çekiyorlardı. Bu durumu ikinci murahhas Dr. Rıza Nur şu şekilde itiraf ediyor:
“Bizde ne hazırlık var, ne dosya var. Hiçbir şey yok. Lord Gürzon gibi bir takım resmî diplomatlar burada, hem bunların mükemmel dosyalan vardır. Ne yapacağız!.. Heyet-i Vekile bize giderken bir ictimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir tâlimat verdi. Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir kenara çekti dedi ki:
“Esaslarınız budur, baktınız ki hatta ......... alamıyorsunuz, söz*lerinden dönüyorlar, uğraşmayın, .............. sulhu yapın, icap ederse, ..................................... hiç uğraşmayın!” (**)



Mustafa Kemal'in de şifahî direktifi bu, hayret ettim. Trakya ile İstanbul'un bize terki mes'elesi olmuş bitmiş bir mes'ele gibiydi. Bu adamın fikri ne idi? Bilmem! Galiba ne olursa olsun, sulh istiyor. Doğrusu Trakya için zahmet çekmedik, kolay aldık, sadece Dimetoka'yı boşuna kaybettik. Fakal İsmetLozan'da Musul için daima bana:
“Canım, gel şunu bırakalım da, sulh yapalım” der beni zorlardı. Ben:
“Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım.” derdim.
“Canım, sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız” derdi. Boca onun tâbiridir. Ne yapsın efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı onları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler.(7)



Murahhas heyetindeki dağınıklık, aynı zamanda kifâyetsizlikten de kaynaklanıyordu. Bunun tipik misallerinden biri de, tâli komisyonda Türkiye nâmına bulunan Tevfik Bıyıklıoğlu 'nun, Müttefiklerin Ege Denizi'nde nota teatisi sûretiyle bize re'sen ve bilâ münâkaşa terkettikleri dört adayı zapta geçirirken, üçe indirilerek koskoca Limni Adası 'nı kendi müşâvirimizin hatası neticesinde kaybetmiş olmamızdır. O derecede ki, Lord Gürzon umûmî celsede “Herhalde bu adaya ihtiyacımız” olmadığı yolunda bir beyanla bizimkilerle alay etmiştir. Türk murahhas heyetinin muvaffakiyetsizliğinin bir diğer sebebi de, kendileri ile Ankara arasındaki diyalog kopukluğudur. Sulhten sonra Rauf Bey'in başvekillikten istifasının belli başlı sebeplerinden biri de budur. Yazışmalar, Köstence üzerinden yapılmakta idi.



İngiliz Başvekili Winston Churchilhatıralarında Türk Murahhas riyaseti ile Ankara arasındaki muhâbereye Köstence'de el konulduğunu, bunların Londra'da her sabah kahvaltısında müzâkere edildikten sonra serbest bırakıldığını alaylı bir dille anlatmaktadır. Şu şartlar muvâcehesinde Türk Murahhas Heyeti'nin muvaffak olmasının ve Lozan'dan yüzakıyla dönmesinin imkânı var mıydı?.. Nitekimde olmadı.

ismet_i_giderken.jpg




MADDÎ KAYIPLAR
Şimdi mâruz kaldığımız kayıpları iki grup hâlinde arz edelim.

Misak-ı Millî'ye nazaran “asgarî vatan” sayılan arazî bugünkü vatanımızdan mâada, Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya, Halep ve Musul 'u da ihtiva ediyordu. Bunların feda edildiği mâlûmdur. Daha fazlasının talep edileceği düşünülürken şu arazi kayıplarına ilâveten başka maddî kayıplara da mâruz kalınmıştır.



Bunlar, “Harp Tazminatı, Gemi Bedelleri, Vakıf Bedelleri ve Osmanlı Borçlarının Taksimindeki Adaletsizlik” gibi hususlardı. Şimdi maddî kayıpları hülâsa edelim.



turk_abd_hatira.jpg


BATUM


Batum 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda Ruslar'a geçmiş, kırk yıl esârette kaldıktan sonra 1918 başlarında tekrar Anavatan'a iltihak edebilmişti. Bunun için Ruslar ile aramızda imzalanan Brest-Litovsk Muâhedesihalkın reyine müracaatı kabul etmiş, yapılan plebisitte kahir ekseriyetle Türkiye'ye ilhak lehinde rey kullanılmıştır. Ermeniler'in plebisiti kabul etmemeleri üzerine bir kere de Kâzım Karabekir, harben burayı kurtarmış ve Anavatan'a bağlamıştı. O devredeki I.Büyük Millet Meclisi'nde 4 Batum mebusu bile vardı. Şu gerçeklere nazaran Batum, Misak-ı Millî'ye dahildi. Yani 3O Ekim 1918'de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan'da Ruslar'ın da konferansa katılmış olmalarına rağmen burası talep bile edilmemiştir. Nasıl edilebilirdi ki; 1921'de imzalananMoskova Muâhedesi ile Batum tekrar Rusya'ya verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile beş milyon ruble alınmıştı.
tbmm_delegasyon.jpg
BATI TIRAKYA
Batı Trakya'nın da Misak-ı Millî'ye dahil olduğu münakaşasız bir gerçek*tir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada mütâreke sıralarında“Batı Trakya Hükûmeti Müstakillesi” bile kurulmuştu. Lozan'da İnönü burasını, talep etmek yerine Yunanistan'ın elinden alınıp, Bulgaristan'a verilmesi için çalışmıştı. Buna Yunanlılar bile şaşmış da Venezilos : “Şu Bulgarlar'a şaşıyorum. Bizimle harb edip de zafer mi kazandılar ki, bizden toprak istiyorlar? Fakat asıl hayret ettiğim, İsmet Paşa'dır. Kendi elinde olmadıktan sonra, ha Yunanistan'da olmuş, ha Bulgaristan'da. Ne değişir ki, burasının bizden alınıp Bulgaristan'a verilmesi için çalışıyor?” demek mecburiyetinde kalmıştır. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi'nden Ege'ye açılmak istiyor, İsmet Paşa da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.


ADALAR




1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman İtalyanlar ânî bir baskınla Ege Denizi'ndeki adalarımızı işgal etmişlerdi. Arkasından Balkan Harbi zuhur edince, İtalyanlar ile anlaşma yapılarak tek cephede harp etmek ihtiyacı hissedilmiş ve 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile Trablusgarp Harbi ne nihâyet verilmişti. Buna göre, biz Trablusgarp'ı İtalya'ya bırakıyoruz, onlar da Adalar'ı bize geri veriyorlardı, iâde ediyorlardı.

Ancak, Yunanlılar'ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan Harbi bitene kadar emâneten bunların, İtalyanlar elinde kalması kabul edilmişti. Fakat Balkan Harbini müteakiben I.Dünya Harbi ve sonra da Yunan Harbi başlayınca Adalar'ın bize devri gecikmişti. Demek oluyor ki, bunları Lozan'da topyekûn dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukûken bize aid olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk murahhas heyeti bu işte de çeşitli tâvizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.



İnanılmaz bir gerçektir, ama İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, “Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi'ndeki Adalar meselesidir. Bunların bir kısmı Yunanlılar'ın, bir kısmı İtalyanlar'ın elinde. Ahali ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık, iktisadî vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu'ya tecâvüz için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye'de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı'nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demektedir...



Buna ilâveten askerî müşâvirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu 'nun Limni Adası'nı müttefikler münâkaşasız bize verdikleri hâlde zapta geçmeyi unuttuğu için kaybettiğimizi de tekrarlayalım.


Adalar meselesinde yapılan diğer bir hata da bu adaları gayr-i askerî hale getirirken, bunu Marmara Denizi'ne kadar şumüllendirmek ve Antalya'nın önündeki Meis Adası 'nı bile Yunanlılar'a kaptırmak olmuştur.

Adalar mevzuunda Lozan'dan sonra bile birçok hatalar işlenmiş olmakla beraber, bunlar mevzuumuz hâricidir. Şu kadarını söylelimki Alman Harbi'nde İtalyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu halde, o günkü Türk Hükûmeti akıl almaz bir ahmaklıkla bu teklifi değerlendirememiştir. Bugün Yunanistan “Kıt'a sahanlığı” meselesi ile gırtlağımızı sıkabilmekte ise, hep bu adalar sayesindedir. Ayrıca NATO üssü diyerek Adalar'ın Lozan'daki statüsünü bozan Yunanistan, yalandan bir oyun bozanlık ile bir ara NATO'dan çıkmış sonra tekrar girerken de Adalar'ı dahil etmeyerek, bunlardaki askerî üsleri kendi kontrolüne geçirmek imkânını bulmuştur.



rizanur_venizelos.jpg
KIBRIS
93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda İttihat Terakki'nin mübeşşirlerince mâruz kaldığımız felâketi hafifletmek maksadıyla Sultan Abdülhamid Han siyasî bir manevra çevirmiş ve bu iş için İngilizler'i kullanmıştı. Çünkü onlar da Hindistan'ın Kuzey kesimindeki menfaatleri itibariyle Ruslar'ın ilerlemesine karşı çıkmak mecburiyetindeydiler. Fakat bize yapacakları iyilik mukabilinde bir tâviz olarak Kıbrıs'ı aldılar.

Zira burası Hindistan yolunun emniyeti bakımından kendilerince mühim idi. Anlaşmanın bir şartı da Ruslar, başta Batum olmak üzere Elviye-i Selâse 'yi(üç vilâyet yani Kars, Ardahan ve Batum) bize iâde ettikleri takdirde, onlar da Kıbrıs'ı geriye vereceklerdi. Lâkin I.Cihan Harbi'nde biz İttihat Terakkicilerin hesapsız hareketleri sebebiyle Almanlar'ın yanında yer alınca, İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası'nı ilhak ettiklerini ilân ettiler. Türkiye, bu emr-i vâkiyi kabul etmedi. Mesele Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu.


Bunun da Lozan'da halli gerekiyordu. Lozan zâbıtlarını baştan sona kadar okuyanlar, Kıbrıs Adası'nın murahhaslarımızca talep olunduğuna dair bir tek cümleyle karşılaşmazlar. Muâhedenin 20. maddesi ile Türkiye'nin İngilizler tarafından 5 Kasım 1914 tarihinde ilân olunan ilhak kararını tanıdığı beyan edilmektedir. 21. maddede ise, orada yaşayan ahalinin artık Türk tâbiiyyetini kaybederek İngiliz tâbiiyyetini kazandığı hükme bağlanmaktadır. Ancak bizim murahhasların itirazı ile buna bir istisna getirilmiş ve isteyenlerin iki sene içinde Türk tâbiiyyetini tercih edebilecekleri kabul olunmuştur. Ancak bu tercih haklarını kullananların, müteakip 12 ay zarfında Türkiye'ye hicreti mecburî kılınmıştır. İşte Kıbrıs Adası'nda Türkler ve Rumlar arasındaki nüfus dengesizliği, bu sebepten kaynaklanmaktadır.


Sadece bu sebepten mi? Hayır... Bir de şu var: II.Cihan Harbinde açlık ve bombardımandan kaçarak Ege sahillerimize sığınan on binlerce Rum, istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs'a taşınıp yerleştirilmişlerdir.


ANTAKYA


30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi'nin akdi sırasında Fransız orduları Şam dolaylarında bulunuyorlardı. İşgallerini tâ Maraş'a kadar çok sonra ilerletmişlerdir. Bu itibarla Antakya da Misak-ı Millîye dahildi. Fakat Lozan'da talep edilmedi. Maraş hadiselerinde yediği dayağın tesiri ile henüz hiç bir zafer kazanılmamışken 1921 yılında “Ankara İtilafnâmesi” ni imzalayan Fransızlar, Adana'nın Dörtyol kasabasına kadar bütün bölgeyi kendi rızalarıyla boşaltıp bize teslim etmişlerdi. Lozan'a zafer kazanmış olarak gitmiştik. Fransızlar'dan bütün Antakya'yı talep etmek zaruri idi. Lâkin Ankara İtilafnâmesi'nin çizdiği hudutlarla iktifa edilmiştir.
Burasının bilâhare kurtarılabilmeside bizimkilerin dirayetinden ziyade İngiliz ve Fransız rekabeti sebebiyle İngiliz telkin ve desteği sayesinde mümkün olmuştur ki, bunun tafsilâtı da burada mümkün değildir.



HALEP


Aynı sebeplerle Halep de Misak-ı Millî'ye dahildir. Mütâreke günü ordumuz Halep'in 4O km. güneyindeki “Nibil Kasabası” nda idi. Ankara İtilafnâmesi ile hudut Halep'in 40 km kuzeyindeki Tibil'den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız hâricinde bırakılmıştır. Malûm olduğu üzere Müslüman alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta fark için Güney hudutlarımız 80 km kuzeyden çizilmiş demektir. Bunun da Lozan'da düzeltilmesi gerekirdi. Zabıtlarda baştan başa Türk olan Halep için sarfedilmiş bir cümleye rastlamak mümkün değildir!
ismet_i_imzaliyor.jpg


VE MUSUL


Bu öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler Mütârekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Ka*ım 1918'de işgal etmişlerdir. Musul'un Misak-ı Millîye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk murahhasları burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul'u da bize kaybettirmişlerdir!...
Lozan'da Musul, umûmî sulhun kaderinden tefrik olunarak, Türkiye ile İngiltere arasında 9 aylık bir müddet zarfında ikili bir sûrette görüşülüp, halledileceği esası kabul edilmiştir.

Bilâhare 1926 yılında İstanbul Kasımpaşa'da“Haliç Konferansı” adı ile toplanan konferanstan da bir netice alınamayınca bu yüzden mesele Cemiyet-i Akvam'a gitmiştir. Buradan da aleyhimize karar çıkmak ihtimali belirince, Ankara'da 14 Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul ingiliz mandası Irak'a bırakılmıştır. Karamela şekeri nevinden, 25 sene müddetle petrol gelirlerinden Türkiye'ye yüzde 10 verilmesi esası kabul edilmiş ve bu da alınamamıştır.

Halbuki Lord Gürzon 'un hatırâtına nazaran, İngilizler, Musul'u bize vermemekte direnirlerse ve bundan dolayı sulh gerçekleşmezse, petrol yüzünden sulhe yanaşmadıkları yolunda itham olunacakları endişesiyle Musul vilâyetini toprak olarak bize bırakmak, ama petroller üzerinde mümkün olanı sağlamak kararındaymışlar. Lâkin, Türk murahhaslarının meseleye bakışlarındaki zafiyeti gören Lord Gürzon, kendi Hükûmetinin bu sûretle vâki kararını bir tarafa bırakarak, dayatmış ve Musul'u hem arazi ve hem de petrol olarak İngiliz Kraliyeti'ne kazandırmıştır.



Musul'un kurtarılması için bilâhare de fırsatlar zuhur etmiş ve bunlar günümüze kadar devam etmiştir. Musul, bugün üzerinde 2,5 milyon (sağa sola kaçırılanlarla beş milyon) Türk'ün yaşadığı bir esir vatan parçasıdır. Buradaki halk, Kürdüyle Türküyle Dünya'nın en mustarip insanlarıdır. Türkiye'nin geleceği bakımından en ciddi bir tehlikeyi teşkil eden “Kürtçülük hareketi” gibi, gitgide ahlâk ve mâneviyatı kemiren maddî sefâlete karşı da, kurtuluş çaremiz Musul'dur, onun kurtarılmasıdır. Bunun için henüz bütün fırsatlar elden kaçmış değildir.“Körfez krizi” kapanmamış bir yara gibidir! Umarız ki, bütün siyasîler ve eli kalem tutan herkes, Musul'un ehemmiyetini kavrar da bu mağdur vatan parçasının kurtarılması için gönül ve amel seferberliği eder.


derso_kelin.jpg
MANEVÎ KAYIPLAR
EN BÜYÜĞÜ HİLÂFET

Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara'da ilgâ edildi. Fakat şu neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan'da atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis'te Saltanat'ın ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapıyordu.

Hatta İzmir İktisat Kongresi 'ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii'ndeki hutbesi herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan'da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek, Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılGürzonbir deneme yaptı. Fahreddin Paşa 'nın emniyet mülahazası ile Medine'den getirttiği “Mukaddes Emânetler” n geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.

İnönü 'nün buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa'nın Hilafeti yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa 'nın müşâviriHayim Naum Efendi'yi çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re'sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir'e geldi ve durumu M. Kemal Paşa 'ya anlattı. Bunun üzerine İzmir'e gelinceye kadar yollarda her vesile ileHilafeti methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye'ye dönmüşlerdi. Ankara'ya gitmekte olan İsmet Paşa 'nın treni Eskişehir'de bekletildi. M. Kemal kendisine mülâki olunca, ha*reket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir. Ancak bilahare “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” isimli eserimizin üçüncü cildinde bütün tafsilât bulunacağın*dan şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz.



ingilizheyeti_ile_cay.jpg
PATRİKHÂNE


Patrikhâne ve yerli Rumlar'ın, huzur ve sükun içinde ya*şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul'un işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne'nin kapısına çift kartallı Bizans bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya'ya asılmak için çanlar bile hazır edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne'nin Lozan'da alınacak bir kararla, Türkiye hâricine çıkarılması hususunda, TBMM'den sokaktaki adama kadar tam bir ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hemİnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne'yi ibka etmişlerdir. İnönü , Patrikhâne'yi Lord Gürzon 'a bir doğum günü hediyesi olarak ba*ğışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da Lord Gürzon 'un muavini Nikolsonile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say*falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır.

Lozan Muâhedenâmesi'ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git*memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza edilmiştir.

Türkiye'de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar'a nazaran imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye'de İslâm Hukuku'ndan yapılmış olan Mecelle mer'idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi'nin 35. maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi”başlıklı bölümde serâhaten ifadesini bulmuştur.

Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana, onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku'nu tatbik etmeyerek ayrı bir kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926'da bayrağı Haç olan İsviçre'nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar'a cebren tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi'ne göre pazar günü (o zaman resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten, çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!.. Yine Lozan Muâhedenâmesi'ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye'de yaşamış olan Patrik Atenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri'inde şahitlik ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.



Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi'yle gayr-i müslim azınlıklara tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek kanun çıkartamaz.
rum_mubadele.jpg
YÜZELLİLİKLER MESELESİ

Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler, Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince, bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki; bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan'daki murahhasların bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta hazır bir liste de olmayınca, Lozan'ın eklerinden biri olan af protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm ilâve edildi.


Türkiye'ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu insanların Şeyhülislam'dan köylü Mehmed Ağa'ya kadar aralarında kimler yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye'nin hukukî ayıplarından biridir.

ismet_i_lozandan_ayriliyor.jpg
ADLÎ MURÂKABE

Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası'na güven vermek için Avrupa hukukçu* larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye'ye dâvet edip onlara resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan'ın mânevî kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan ibaret olacaktır:
“ Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk'ün şahsında İslâm'dan intikam alınarak bütün bir İslâm Dünyası'nın başsız bırakılmasıdır! Lozan'ın getirdiği; Adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye'dir. ”
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken, Lozan'ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!...
Dipnotlar
** TCK'nın 5816 numaralı hükmüne takılabilme ihtimaline binaen alıntının bazı yerleri nokta nokta ile geçilmiştir.
(1) Bkz. Ahmed Reşid Rey (H. Nazım) Gördüklerim, Yaptıklarım, İst.1945 Sh. 199
(2) Gariptir ki, Sevr'den proje olarak bahsetmek bize mahsus değildir. Ondan Sevr-Lozan mukayesesi suretiyle Lozan'ı temize çıkarmak peşinde olan M. Kemal (Bkz. Nutuk An. 1927 Sh.403-404) ve hatta Lozan başmurahhası İnönü de (Bkz. İnönü'nün Hatıraları, Ulus gazetesi 24 Temmuz 1968 tarihli nüsha) "Proje" sıfatını kullanarak bahsetmektedirler.
(3) Operatör Cemil Paşa, Canlı Tarihler II, İstanbul 1945, sayfa 133-134'de
(4) Feridun Kandemir tarafından kaleme alınan Rauf Bey'in hatıralarına bakarsanız O'nun İngilizler'e Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nı bastırmakla iftihar (!..) ettiğini görürsünüz!..
(5) Bkz. İnönü'nün Hatıraları Ulus Gazetesi S. Nisan 1969 tarihli nüsha.
(6) Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım C. 3 sh.1056
(7) Bkz. Dr. Rıza Nur adı geçen eser sh. 982
imza-misiroglu.gif
 
Üst