Hangi ilmi kimden ve nerden öğrenelim ?

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
HANGİ İLMİ KİMDEN VE NERDEN ÖĞRENELİM ?


Arkadaşlar,
Bilindiği gibi, İslâm Dininin bir görünen ve herkese vacib olan Şeriatı bilme-tanıma yani, zahiri yönü, bir de görünmeyen ve hususa ait olan Tarikatı bilme-tanıma yani batıni bir yönü vardır. İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir. İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye iki yönü vardır.
Zahirî fıkhın hükümleri Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden zahiri âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini ve mürşid-i kâmilleri de eksik etmemiştir. Her zaman için de mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye'de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna “Kadiri tarikatı”, hafi zikir yapanların yoluna ise “Nakşibendi tarikatı” denmiştir.
Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye’dir. Gaye, Allah-u Teâlâ’yı en güzel şekilde zikretmek ve O’na kulluk yapmaktır.
Bu kısa açıklamadan sonra bilinmelidir ki, her husus veya konu erbabından öğrenilir veya tahsil edilir . Bu durum maddi-pozitif –müsbet ilimlerde böyle olduğu gibi, din ilimlerinde de böyledir. Nasıl ki, bizler badetlerimizi nasıl yapacağımıza dair fıkhi bilgileri zahir ilim erbablarından sorup öğreniyorsak , ibadetlerin ruhuyla, ijhlâsıyla ve özüyle ilgili batıni ve ince meseleleri de ancak, batini ilim erbablarına danışarak öğrenebiliriz. Diğer bir amiyane deyişle “Kasap dükkanına girip, oradan bal istenmez!” Çünkü, bal şarküterilerde satılır. İşte aynen bunun gibi, dini meselelerde de zahiri konular , zahri ilim erbablarına, batıni-manevi (ilmi-i kedunle ilgili konular da evliyûllaha-mürşidi kâmillere sorularak öğrenilir ve öğrenilmelidir. Aramızdaki bazı kıt ve kısır akıllılar, bu ilimleri ve konuları birbirine karıştırarak çorba yapmakta, bazıları da kahve fincanı ile deryaları ölçmeye kalkmaktadır ! Örneğin, İslâm Dünyasında İbnu’l-Arabi ; Şeyhu’l-Ekber diye maruf olan ve tanınan Muhiddin-i Arabi Hz.leri telif ettiği kitaplar ; “Bizim yolumuzda, mesleğimizde ve meşrebimizde olmayanlar ve bizi bilmeyenler , bizim kitapalrımzı okumasınlar ve irdelemesinler !” ikaz ve uyarısını yaptığı hâlde, bu batıni ve manevi ilmi büyük zatın kitaplarında zikrettiği görüş , düşünce ve şathiyeler , aynı yolu, meslek ve meşrebi tanımayan ve bilmeyen zahiri alimlere sorulmakta ve Müslümanlar arasında fitne ve fesada sebep olunmaya çalışılmaktadır. Yani, üstte zikrettiğimiz gibi, kasaplara pekmez sorulmaktadır ! İşte, böyle ve bu tür sorularla karşılaşan kasapların “Bu ürün bizde bulunmaz-yoktur!” diyeceği yerde, bal veya pekmez nasıl yapılırı anlatmaya kalkışması neyse, batıni ilim erbabının eser ve görüşlerini zahiri alimlerden öğrenmeye kalkışmak da aynı şeydir diye düşünüyoruz. Elbetteki bütün zahir ilmine mensub olan alimler böyle değildir.

Ulemâ-i Kiram ve Tasavvuf:

Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.
İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. "Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?" dediklerinde "Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir." cevabını verdi. (İhyâ-u ulûm'id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii'den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: "Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?" diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve: "O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir." cevabını verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram'dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Seyyidimiz, efendimiz İbrahim" buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ'larını düşünürler." cevabını vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakikatlere vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nâil olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim etti? Hakk'a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:
"Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatine göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk'a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne götürmüş, onunla görüştükten sonra:
"Yakup Çerhî'ye intisab etmeden önce râfizî imişim. Alâeddin Attar Hazretleri'ne mülâki olduktan sonra Allah'ımı bildim." buyurmuş.
Buna benzer daha birçok misaller vardır.
 
Üst