Halil Fevzi (k.s.) Efendi Hazretleri

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Arkadaşlar,
Bugünden itibaren Silsile-i Sadât’ın 34.halkasını teşkil eden Halil Fevzi -kuddisu sırruh- Hazretlerinin Hayat-ı Saâdetlerini buraya taşımaya başlamayı arzu eyledim.
Cenab-ı Hak muvaffak kıla ve bu pirân-ı izâm’ın muhabbetlerini kalbimize doldura…

Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-1-
Mehmet Ali Körpe

Hilye:

Bulgaristan’daki Karnabat kazasında Hicri 1285 (Miladi 1868) tarihinde dünyaya gelmişlerdir. Sekiz kardeşin en küçüğüydü. Babası Hüseyin ağa çiftlik sahibi olan zengin bir kişiydi.
Uzunca boylu, iri yapılı ve heybetliydi. Sakalı toparlak, değirmi ve gürdü. Alt ve üst göz kapakları şişkince idi. Göz rengi elâ, teni beyaz esmerce idi. Mübarek yanakları şişkince olup nur çehresi de iri idi. Sırtında sağ küreğinin üzerinde et beni vardı.
Künyesi: Hüseyin Efendi oğlu Halil Fevzi’dir.

Türkiye’ye Geliş:

Doksan üç harbinde (1877 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus işgali sırasında, bölgede türeyen çetecilerin zulümleri; bu âilenin Türkiye’ye göç etmesine vesile olmuştur.
Hazırlıkların tamamlandığı bir gün arabalara binilir. Babaları Hüseyin ağa bölgede çok tanınan nüfuzlu bir kişi olduğundan, kendisine kadın çarşafı giydirilerek arabada hanımların arasına alınır ve bu gizlilik içerisinde göç hareketi başlar. Çiftliğe baskın düzenleyen çeteciler bu maksatla geldiklerinde çiftlikte çalışan Bulgar işçilerden Hüseyin ağanın gidiş yolunu tesbit ederler. Takip neticesi Hüseyin ağa arabadan alınır, ağaçların altına götürülerek âilesinin gözleri önünde kurşunlanarak öldürülür.
Muhaceret maksadıyla göç eden bu gibi göçmenlerin Anadolu’ya gelebilmeleri için zamanın padişahı Abdülhamid tarafından üç vapur gönderilir. Bu vapurlardan biri ile Sinop’a gelirler.
1877 tarihinde Düzce’nin Muhacirtaşköprü köyünde iskân edilirler. Tahsillerini İstanbul’da tamamladıktan sonra Düzce’nin merkezine yerleşirler. Bir süre sonra da Düzce Belediye Reisinin kızı Fatma ile evlenir. Kayın babası tarafından kendilerine müşterek mülkiyet kaydı ile bir ev verilir. Önce Akçakoca’da, sonra da Düzce’de müderris olarak hizmet etmişlerdir. Cumhuriyet ilân edilince de bu hizmetlerine Merkez vâizi olarak devam etmişlerdir.
Hac fazirası için Hicaza Haremeyn-i şerif’e gitti. Ravza-i Mutahhara’da Nûr-i Muhammedî ile şereflendi.

Tahsil ve Terbiye:

Tahsilini, İstanbul Fatih medreselerinde tamamlayarak icâzetini almış ve Düzce’nin merkezine yerleşmiştir.

Tasavvuf’a İntisabı:

Bâtın ve Ledün ilmin ummanlarında seyri sûluku 1924 yılında zamanın Gavs’ı Erbilli Şeyh Muhammed Es’ad -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerini İstanbul Erenköy’deki köşkte ziyareti ile başlar. Köşkte kırk beş gün kadar misafir edilirler. Çok cezbelidirler. Bu çok kısa süreyi takiben tâlib-i tarikat olanları tâlime mezun ve Hazretlerinin halifesi olarak irşâd-ı ibada memur buyurulmuşlardır.
Şöyle ki:
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri Erenköy’deki köşkte müridleri ile birlikte bulunduğu bir gün halifesini tayin edeceğini söyler.
Sabri Kaptan’ın anlattığına göre, bir Hilâfet merasimi için bir elbise dikiliyormuş. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerinin birçok halifesi varmış, fakat Hilâfet elbisesi ancak iki-üç kişiye dikilmiş. O gün yeni dikilen Hilâfet elbisesinin kime dikildiğini kimse bilmiyormuş.
Herkes toplanmış, Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri de o mecliste hazır bulunuyor. Hatta içinden:
“Bu bahtiyar insan kimdir?” diye geçer.
İşaretleri üzerine Tarikat-ı Nakşibendiye’nin Silsile-i şerif’inin okunmasından sonra Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretleri dikilen elbise ile, o hilâfet tacını getirip Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerinin baş-ı şeriflerine koyuyorlar ve:
“Benden sonra halifem Hacı Halil Efendidir! Tebrik edin.”buyuruyorlar.
O anda ağlamışlar ve öyle bir cezbeye tutulmuşlar ki, bir fırlayışta ortada duran içi ateş dolu büyük mangalı bir anda devirmişler. Emir verilmediği için, hiçbir kimse de kıpırdayamamış, mangalı da toplamamışlar. Bir müddet cezbeli halde bulunmalarından sonra Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz emir vermişler, ateşi mangala doldurmuşlar, halının bir teli bile yanmamış.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, kendisine bu tacın giydirileceğini hayalinden bile geçirmemiş. Âniden mübarek başlarına konunca, o anda cezbeye tutulmuşlar.
Bu olanların şâhidi olan Sabri Kaptan:
“Fakat benim en çok dikkatimi çeken, birkaç kişiye ancak bu elbise dikilmişti de, bir tanesi de Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri idi.” demiştir.
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri kırk beş günlük iken hilâfet tacını giymişler, orada bulunan ihvanlar kucaklaşmışlar ve tebrikleşmişler.
Hatta orada İbrahim Efendi isminde bir zât varmış, çok muhterem bir zâtmış. Senelerdir tabii bu hale eremeyince, taaccüp etmiş. İbrahim Efendinin kalpten dahi geçirmesi onlara mâlum. Onun için:
“O dolu geldi.”buyurmuşlar.

Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri, Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretlerinin sene-i vefâtı olan 1931 yılına kadar yedi sene hâk pây-i celîelerine mülâzemette bulunmuşlardır. Mektûbât adlı eserinin 98. Mektub’unda da Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri, Halil’inin büyüklüğünü ve ihtişamını kendi kalemi ile ifade etmişler ve mektubta:
“Cemâl-i Cânânı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz.”buyurmuşlardır.
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin, en yakın halifesi olan Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri hakkında bir zâta yazmış oldukları bir mektupları teberrüken buraya alınmıştır:
“9 Mayıs 321 tarihli iltifatnâmeniz vâsıl oldu. Müteessir bir kalb, müteellim (elemli) bir hâtır (duygu) ile yazılmış olan o nâme-i meveddet-i alâmeyi (dostluğunuzun ve ilminizin ifadesi olan mektubunuzu) temaşâ eden (gören) göz, kıraat eyleyen (okuyan) lisan-ı fakirânemi tavsif etmek (vasıflandırmak) istiyorum. Lâkin biri deryâya düşen ve diğeri makâm-ı iktidardan düşen iki perişandan nişan vermek için, bir ârif-i âlîşan (şanlı bir ârif) ve bir kâtib-i belâgat-efşan (belâgat saçan bir kâtip) lâzımdır, dâiniz (duâcınız) gibi hâdim-i dervişânın iktidârından (gücünden) hariçtir.
Ziyâret-i fâzilâneleriyle şerefyâb olan (fâzıllara lâyık ziyaretinizle şeref ve fazilet kazanan) “Halil Efendi”nin sûret-i mülâkat ve muhabbetini (sizinle mülâkat suretini ve muhabbetini) okudukça ve o meclis-i melâik-i enîsin (meleklerin de katıldığı o yüce meclisin) ulviyet-i şânını düşündükçe, vücud-u fakîrâneme teveccüh eden endûh-i firkat ve arzu'y-ı vuslatı (ayrılık acısını ve vuslat arzusunu) bir vech ile (hiçbir şekilde) tarif edemem.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o “Halil-i Sâdık” (gerçek dost)a ihsan eden şeref-i dîdârı (ihsan eylediği yüzü) bu alîl-i vâmıka (bu hasta hayrana) da ihsan buyursun. Edilen ed'ıyye-i hayriyeyi (hayırlı duâları) bârgâh-ı icabetinde (yüce katında) şâyân-ı kabul eylesin, âmin.
İnşaallah-u Teâlâ birkaç güne kadar mûmâ-ileyh (adı geçen) “Halil Efendi” buraya gelip cemâl-i cânânı (sevgilinin cemâlini) gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz (gözlerimizi nurlandırırız).
Bugün ziyâret-i ihvan pek ziyâde olduğundan şu varakpâremi (mektubumu) üç-dört fâsıla ile tahrir etmiş (yazmış) olduğum gibi, Ali dâiniz dahi takdîm-i arîza için (mektup yazmaya) aslâ vakit bulamamıştır. Ellerinizi öpüyor, isti'fây-ı kusur ediyor (kusurunun affını istiyor), lütfen afv buyurunuz. Afv-ı kusur hususunda tevakkuf etmeyiniz (ağır davranmayınız). “El-cezâu min cins'il-amel = Ceza, yapılan amelin kendi cinsindendir.” Kaziyesi (hükmü) mâlum-i âlîleridir.
İbadet ve tâât için müsait zamanların kemâl-i gaflet ile geçmiş olduğu dahil-i hesab olur ise, vâki olan kusurların afvı için bir zemin-i müsit ihzar etmiş (müsait bir zemin hazırlamış) olursunuz.
Bâkî veffekakümüllahü Teâlâ. Âmin.
Vesselâmu aleyküm.” (Mektûbât, 98. Mektup)
Muhammed Es'ad


.../...
Hakikat Dergisi Eylül 2002 Sayı:108
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-2-
Mehmet Ali Körpe


Kemâliyetin Son Zirvesi:

Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri çok kemâlli, çok müberrâ bir zât-ı âlî idi.
Bunun yaşanmış bir temsili şöyledir:
Osmancıklı Bekir lâkabı ile anılan bir komşusu varmış. Hazret’in tavuğu bir gün o adamın bahçesine geçmiş.
Hazret sabah namazından sonra hocaların oturup çay içtiği ve sohbet ettiği Boşnak Âbid’in kahvesinde otururken, Osmancıklı Bekir gelerek Düzce müftüsü Kürtzâde Mehmet Efendi’nin de aralarında bulunduğu kalabalık bir topluluğun içinde, ağzına gelen her sözü söyleyerek hakaretlere başlamış.
Söylenmiş, söylenmiş, söylenmiş, aklına geleni söylemiş... Barbar adam hakaretleri uzattığında yorulmuş, nefes nefese kalmış ve söylenmesi bitmiş. Onun bu hâlini gören Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri kahveciye hitaben şöyle buyurmuş:
“Oğlum Âbid! Bekir efendi çok yoruldu, bir kahve yap da dinlensin!”
O da kahveyi yapmış, adama vermiş.
Ondan sonra bu adamı Allah-u Teâlâ eritmiş, yok etmiş. Zengin iken fakir etmiş, dilenci hâline düşürmüş.
Bu hadiseyi bilenler anlatıyor. Rıza Efendi isminde bir zât diyor ki:
“Namazdan çıktık geliyorduk. Osmancıklı Bekir peşime takıldı ve para istedi. Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: ‘Ver oğlum ver!’ dedi. Verdim, tekrar tekrar vermemi söyledi. Ona büyük bir para verdirdi, eve gittik, çıkardı o parayı bana iâde etti.”
Bu ise kemâlâtın son zirvesidir. Allah-u Teâlâ ona o kemâliyeti bahşetmiş.
Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
“Halil Fevzi -kuddise sıruh- Hazretlerimiz’den dört kelime arka arkaya işittiğimiz hiç vaki olmamıştır. Hep hâl ile, rumuzla almışızdır. Zaten hiç konuşmazdı. Gözlerine bakanlar kendilerini görürlerdi. Biz ona baktığımız zaman inanın bütün noksanlıklarımızı boşluklarımızı aynada görür gibi bir bir görürdük, kendimize ona göre çeki düzen verirdik.”

.../...
Hakikat Dergisi Ekim 2002 Sayı:109
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-3-
Mehmet Ali Körpe

Haşyetullah:

Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Onun hâl ve ahvâlinin tarifi mümkün değildir.
Farz-ı muhal ki Ramazan bayram-ı şerif’i gelecek. Mübarek simâları birdenbire kızarır, kül gibi olurdu, sanki yüzünü çok şiddetli bir yangın kaplardı. Yani daha doğrusu o ince deri pul pul yanardı. Bu durumunu görürdüm ve seyrederdim. Görenler de bunu rahat seyredebilirlerdi. Ne ile meşgul olduğunu bir Allah bilir.
O hâl, o münâcat bittiği zaman, yavaş yavaş geçerdi ve normal hâline gelirdi. Yani Allah-u Teâlâ’ya çok büyük niyazı vardı, gayb âlemiyle çok ilgisi vardı. Bunları halk bilmezdi, Hakk ile kendi arasındaki gizli bir işti.
Çünkü zamanın kutbu olduğu için, zamanın yükü üzerindeydi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi.” (Ahzâb: 72)
İşte o yük onun sırtındaydı. Çünkü büyük sıkıntıdaydı. Tasarrufları büyüktü, vazifeleri ağırdı, yükü çok büyüktü.
Ayak uzatmak nedir bilmemişler, ömrü hayatımda bir defa ayaklarını uzattığını görmedim, otururken ayaklarını hep çekerdi, toparlardı ve yatakta ayaklarını uzattığı vâki değildi. Onun hâli bambaşka idi, bambaşka bir hâl ve ahvâl içinde idi.
Birşey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi ki, o çok daha başka idi. Mübarek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi, fakat bir bıçak gezdirseniz alttaki boşluğu hissederdiniz. Bu ise çok zor ve çok büyük bir iştir. Biz o şekilde beş dakika bile duramayız.
Onlar dünyâya niçin geldiklerini çok iyi bilmişler ve dünyayı bir geçit olarak kabul etmişlerdir.
Dünyânın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hâli husule gelir.
Böylece âhirete intikal ettiler ve böylece kabre kondular. Ki hayat boyunca Huzur-u saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı, buna birşey denmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da yapamadık.
Onun için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.”buyurmuşlar.
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde yatırmaya gayret ederdik.
Dünyada değil, kabirde bile o durumdalar.
Allah’ımız onların yüzü suyu hürmetine bizi af ve mağfiret etsin!

Hâl Tasarrufu:

Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı. Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi.“Oğlum bir daha anlat!”buyurdular, başka bir şey ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep hâl ile yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık.Dört kelime arka arkaya duymamışızdır. Meselâ: “Şurdan şuraya git... Şunu yap!..” buyurmazlardı. Bir defa hatırlıyoruz:“Onları at, onları at... Bize gelen bize yeter!”buyurdular. Bize hep rumuz kullanırlardı. Üç mevzuyu değil de dört kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Tasarrufu çok yüksekti, çok büyük tasarrufu vardı. Allah-u Teâlâ dilini almış tasarruf vermiş. Öyle murad etmiş Mevlâ.
Dört kelime arka arkaya işittiğimiz hiç vaki olmamıştır. Hep hâl ile, rumuz almışızdır. Zaten hiç konuşmazdı. Biz ona baktığımız zaman inanın bütün noksanlıklarımızı boşluklarımızı aynada görür gibi bir bir görürdük, kendimize ona göre çeki düzen verirdik.
Hayatta hiçbir zaman keramet görmek hayalimden bile geçmemişti, amma her hareketi kerametti. Hiçbir şey gizlemezdi. Çok büyük bir tasarrufa sahipti. Allah-u Teâlâ onun kelâmını almış tasarruf lutfetmiş.

Hâl Sohbeti:
İrşad makamında bulundukları yıllarda İstanbul’dan iki kişi gelmiş ve“Sohbetinde bulunalım, kâmil bir mürşid ise intisap edelim.”diye düşünmüşler.
Huzur-u saâdetlerinde uzun müddet oturmuşlar, bakmışlar ki ne sohbet var, ne bir şey var.
İçlerinden birisi dayanamamış:
“Efendim biz İstanbul’dan tâ buraya zât-ı âlinizden istifade etmeye geldik.”demiş.
Büyüklüğünü, ancak o büyüklüğü ona veren Allah’ımızın bildiği mübarek Sultan şöyle mukabelede bulunmuşlar:
Bizim sükutumuzdan istifade edemeyen, sohbetimizden hiç istifade edemez.”

Mânevî Sehâvet:
Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Mânevî sehâveti o derece idi ki, her gördüğüne “Beraber... Beraber!..” buyururlardı.
Onlara; kemâliyeti nisbetinde sahâvet verilir.
Ne büyük bir lütuf!..
Onlarla beraber olmak bir ihsan-ı ilâhiyedir. Onlar bu kelimeyi herkes için kullanırdı. Fakat onların kullandığı bu ifade boş değildir. “Beraberiz!” dediği kimse ile beraberdir onlar.
Çünkü kal ile beraber, hâl ile beraber, hâl ile ve fiil ile de tasarruf altına alırlar. Bu derece sehâvetleri vardı.
Gönül ister ki onu bir defacık görseydiniz!

Ağlatan Mısralar:
Huzur-u saâdetlerinde bir ihvanı tarafından bir ilâhî okunmuş:
“Şeyhimiz asma küpü,
Müridleri filizi.
Yarın mahşer yerinde,
Cem edersin sen bizi.”

Mısraları okunduğunda ağlamışlar, hem de çok ağlamışlar. Bu ilâhiyi okuyan yaşlı ihvan, bu hadiseyi bir arkadaşıma nakletmiş, o da bize nakletti.
.../...
Hakikat Dergisi Kasım 2002 Sayı:110
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-4-
Mehmet Ali Körpe

Korku ve Ümit:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
Efendi Hazretleri’ni her gün İkindi namazından çıkınca ziyaret ederdik. Camiden çıkardık, ziyarete giderdik. Âdetimiz öyle idi, öyle alışmıştık. Evin çocuğu gibi girip çıkardık.
Yine bir ikindi sonrasıydı, ziyaretine gittim. Gördüm ki hiç oturmadığı bir yerde oturuyor. Elini öptüğüm zaman: “Atarım! Atarım!” buyurdular. Hem eliyle hem diliyle...
Elini öptüm ve ayrıldım, amma çok üzüldüm. Hayatımda ilk olarak böyle bir hadise ile karşılaşmıştım. Öyle bir hâl içerisine girdim ki, şiddetli bir üzüntü geçirdim. Kapıdan çıkınca gökyüzüne baktım ve Mevlâ’ya iltica ettim: “Allah’ım! Sana ulaşmam için bir bu kapı vardı, bu kapı da kapanırsa benim hâlim ne olur?” dedim ve çok üzüldüm. Bu üzüntü bizde gece de devam etti.
Ertesi günü yine ziyaretine gittim ve kapının yanına oturdum. Fakat bu sefer daha önce mutad olarak oturduğu bir yerde oturuyordu. İlk olarak ben girmişim herhalde ki, başka kimse yoktu. Elini öpmek istedim, elimi tuttu ve gözlerini yumdu, uzun bir müddet murakabaya daldı. Bu arada gelenler olmuş, Le şeklinde içerisi dolmuş. Fakat Efendi Hazretleri kimseye bakmıyordu. Bir müddet sonra gözünü açtı, omuzumu okşadı. ‘Aferin! Aferin!’ diye iltifatta bulundu, amma o iltifat benim kulağıma girmiyordu. Elhamdülillâh beni atmadılar. Kimbilir imtihan ediyordu belki de. Bir kere oldu bu.
Tabii ki burada açık edilemeyecek gizli haller var.

Hâl İle İrşad:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
Ramazan-ı şerif’ti. Birgün Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerinde bulunuyordum, hâlen çok gizli bir sırrı ifşâ etti. Bana değil hâlime söyledi, fakat hafsalam almadı, taştı. Yani hafsalamın alamayacağı bir şeydi.
Huzur-u saâdetlerinden çıktım, takriben üç yüz metre ayrılmamıştım ki, yolda giderken çarşının bir noktasında dimağımı açtılar o buyuracakları şeyi kafama koydular. Hem de yolda gidiyorum.
O sözü başkasına söyleseler küfür gibi gelir. Hayat boyunca o sözden elhamdülillah çok istifade ettim “Yağmur yerine Mürşid-i kâmil yağsa bizim için kıymet ifade etmez.” sözü, bundan sonra söylenmişti. Bunların hepsi o sözün içinde gizli idi.
Bunu anlatmak için o kalp o kafa lâzımdır. Bu ise Hazret-i Allah’ın ihsanı ile olur. Anladım demekle değildir, verdikleri kadar anlaşılır.

Kervan Göçtü !:
Hazretimiz bir gün yolda giderken, yaşlı birisi önüne çıkmış ve ders istemiş. “Ooo!.. Geç kaldınız, geç kaldınız!.. Bundan sonra senin dersin: Allah!.. Lâ ilâhe illâllah!.. Hadi bunlara devam et!” buyurmuşlar.

Bilinmediği İçin:
Düzce Posta müdürlüğünden emekli merhum Muhittin Özmen’in naklettiğine göre, huzurlarında bir kimsenin Tarikat-ı aliye’nin aleyhinde konuştuğu söylenmiş;
Kendilerine has şiveleri ile şöyle buyurmuşlar:
“Bilen demez, deyen bilmez. Biz dahi bir zamanlar: ‘Şu tekkeler yıkılsa da yerine harman yeri açılsa!’ derdik.”

Kunuri Çemberi:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’mizin mahdumu Mustafa anlatıyor:
Kore harbi sırasında babam bir gün evde, çok sıkıntılı bir şekilde; buhran içerisinde, çok celâlli idi. Ertesi günü de:
“Oh! Oh!.. Çok iyiler, çok iyiler!.. Çemberi yardılar!” sözlerini işittim ve sevindiğini gördüm.
Bir gün sonraki haber bültenlerinde Kore’deki Türk Alayının “Kunuri” çemberini yardığını duydum.

Tayy-i Mekân:
Hendek’ten her sene Hacc’a giden Tevfik Çavuş gibi tanıdıkları Hazret’imizi bir kaç sefer Kâbe-i Muazzama’da görmüşlerdir.
Tevfik Çavuş her sene Hacc dönüşü Hazret-i Pir’e oralardan selâm getirirmiş. Bir Hacc dönüşü gönderilen selâmı iletmeyi unutmuş. Huzura geldiğinde, kendisine hâl-hatır sormuş, akabinde de şöyle buyurmuş:
“Selâmı aldım! Aleyküm selâm! İyiymiş değil mi? Sağ olsun, eksik olmasın!”

Gönül Tokluğu:
Maddiyata zerre kadar değer vermemişler. Bunun numunesi ise; Bulgaristan’dan Anadolu’ya muhaceretleri sırasında, çok zengin bir çiftlik ağası olan babasının küplerle toprağa gömdüğü altınları dahi gidip almamalarıdır.

Kemaliyetin Altındaki Celâliyet:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Düzce’nin hafızlarından olan birisi ile huzura çıkmıştık. Ona öyle kızdı ki, öyle kızdı ki! Hiç öyle celâlli görmemiştim. Sonradan öğrendim ki meğer büyük bir günah işlemiş, onun için kızmış.”

…/… Aralık 2002 Sayı: 111
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-

HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-5-

“Okuduğun Sana Yeter!”:

Yaşayanlar ve Görenler anlatıyor:

“Yeni intisap etmiştik, tahminen bir-iki haftalık idik. Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetine girdik. Efendi Hazretleri; ‘Yeter!’ buyurdular.
O girdiğimiz gün Pazar’dı, bir hafta sonra diğer Pazar günü tekrar girdik. Bu defasında dört kişi daha bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz en arkada kalmıştık. Efendi Hazretleri bize sıra gelince: ‘Yeter!.. Yeter!...’ buyurdular.
Ve bizim hayat boyunca aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir almış değiliz. Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.
Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? ‘Herhalde dersin haricinde okuduğum şeyler var, bunları men etseler gerek!’ dedik. Amma kati emir olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Zaten kısa bir zaman sonra askere gittik.
Askerde aynı ders üzerinde dikkatle çalışıyorduk. Muhterem bir âlim vardı, birgün dedi ki:
‘Kitapta yeni birşey gördüm. Bir insan sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhanellâhi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-aziym.’
Derse, on günahı gidiyor on sevap veriliyor on derecesi artıyor.’
Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık, tahminen birgün devam ettik.
O gece âlem-i mânâda bir deniz kenarına götürüldük. Yanımda tanımadığım birisi vardı. Orada küçük bir oda gördük. Ebu Bekir sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz orada yatıyordu. Arkasında bir de levha vardı. O anda kalktı, kalktığı zaman sırtı da o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Karşı karşıya bulunmuş olduk.
O zaman buyurdular ki: ‘Yeter, yeter, yeter!.. okuduğun sana yeter!’
Bu sözün mânâsı şu: ‘Sana bir defa yeter dediler, sen anlamadın. İkinci defa yeter yeter dediler, sen yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: Yeter, yeter, yeter!... okuduğun sana yeter!.’
Yani birisi hepsi, hepsi birisi olduğunu anlatmak istiyoruz.
Efendi Hazretleri o hepsinin sonuncusu idi ve son bakla idi
Bu son baklayı Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle anlatırlar:
‘Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Diğer baklalar altındır, zamanın Pir’leridir. En son bakla bakırdır, o da benim. Amma birisi derse ki: ‘Bu altın baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi var?’ deyip sallarsa, o altın baklalar da sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır.’
Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size anlatmış oluyoruz.”

Kulak Zinâsı:
Avamdan bir kişi yaptığı bir ahlâksızlığı anlatırken, bir müridi de onu dinlemiş. Hemen o gece rüyâsında görmüş ki, o menhiyat işleyen kişi baş aşağı asılmış istifrâ ediyor. Adamın kusmuklarını bir bardak tutarak doldurmuş, sonra da iğrene iğrene içmiş.
Sabah huzura çıktığında, daha o rüyâyı anlatmadan Hazret:
“Akşam o çayı içtiniz ya!” buyurmuş.

İrşadın En Zoru:
Mudurnu’lu merhum Hacı Rasim Çolakoğlu ağabeyimizin Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri ile ilgili duyduğu bir menkıbe:
Bir gün ihvanlara: “Bugün irşad var. Biz filân hocaya gideceğiz, siz filân yerdeki sarhoşa gidin.” buyurmuş. Onların da içlerinden: “Bizi zor yere gönderiyor, kendisi kolay yere gidiyor.” diye geçmiş.
Buyurmuşlar ki:
“Oğlum, bir hocayı irşad etmek on sarhoşu irşad etmekten zordur. Onun ilim gururu var, sarhoşun ise bir şişesi var. Onu elinden aldığın zaman yola gelir.”


Lâtif Bir Lâtife:
Bakkallık yapan Fevâi isminde bir ihvan varmış. İlk zamanlar çok güzel sadâkati olduğu halde daha sonraları dünyaya dalmış.
Bir gün huzura çıktığında ona buyurmuşlar ki:
“Fevâi Fevâi! Şimdi oldun havâi.”

Kuzuya Sahip Çıkmak:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: “Kurda kuzuyu kaptıralım mı?”Buyurmuşlar. Yani birisi ayrılıyor diye peşini bırakalım mı? Kurttan murad şeytandır. Bu ise kuzudur. Bu kuzuya sahip çıkalım, kurda kaptırmayalım mânâsınadır. Onun peşine gitmek ve bırakmamak lâzım.

Nasipsizler:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz’in ihvanından Ahmet Efendi bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Gördüğüm bir rüyâyı anlatmak için hâne-i saâdete gitmiştim. Çok kalabalık vardı. Merdivenler bile doluydu. İçeriye geçme imkânı yoktu. Dışarıda beklemeye karar verdim. Yukarıdan: ‘Ahmet Efendi’ye yol verin gelsin!’ diye bir ses geldi. Yol açtılar, çıktım.Gördüğünü anlat!’ buyurdu. Şöyle bir rüyâ görmüştüm:
Efendi Hazretleri’nin elinde bir sopa ve önünde birçok hindi vardı. Onların bir kısmını kümese soktu, diğerlerini sopa ile kovdu.
Anlattığım zaman tebessümle cevapları şöyle oldu:
“Siz bu kalabalığa pek bakmayın. Onların çoğu kovulur. Biz ayırdığımızı ayırırız.”

…/… Ocak 2003 Sayı: 112
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-6-


Hakikatin Duyurulması:
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; Hak ve hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
Hidayet Hakk’tandır. Bütün kalpler O’nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur. Nasibi olanlar hemen filizini verir, nasibine doğru gelir.
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz bu hususta buyururlar ki:
“Biz hakikati üç kelime ile arzederiz. Hakikati anlamayana kav çakmayız. Yani ateş alma hassası varsa çakarız. Ateş almazsa kav çakmayız.”

Göynüklü Mustafa:
Mustafa isminde bir genç Düzce Askerlik Şubesi’nde askerlik görevini yaparken bir vesile ile Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ne ihvan olur. Her fırsatta ziyaretine gider ve hayır duâsını alır. Nihayet terhis zamanı gelir. Cebinde de Bolu’ya gidecek kadar yol parası vardır. Oradan da memleketi olan Göynük’e yayan olarak gitmeyi kalbinden tasarlar.
Vedâlaşmak için huzura çıkar: “Hazretim! Müsaade et ben gideyim!” der. Bolu’dan doğru gideceğini söyler.
Hazret-i Pir:
“Yâ! Gidecek misiniz? Oradan gitmeyin, Adapazarı’ndan gidin, sizi orada görecekler.” buyurur.
Cebindeki para da onu ancak Adapazarı’na kadar götürmeye yeterlidir. “Hazretim madem ki bu yolu işaret ettiler buradan gitmem gerekir.” der ve yola çıkar. Hendek’i geçince arabada Akyazı’dan bir asker arkadaşını görür.
Arkadaşı: “Nereye gidiyorsun?” diye sorar.
Mustafa: “Terhis oldum, memleketime gidiyorum!” deyince arkadaşı onu bırakmaz. “Bize gidelim.” der ve onu köylerine götürür.
Garip bir tecelli olarak köyde Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri’nin ihvanından olan ve sık sık ziyaretine giden ak sakallı saatçi ile karşılaşır. Birbirini görünce sevinirler.
Saatçi: “Hayrola! Ne oldu? Buraya niye geldin? Efendi Hazretleri nasıl?” diye sorar.
Mustafa: “Efendi Hazretleri iyidir. Terhis oldum, Hazretim: ‘Adapazarı yolundan git, seni görecekler.’ dedi. Ben de bu yoldan memleketime gidiyorum.” karşılığını verir.
Meğer saatçiye rüyâsında zekât olarak ayırdığı paranın, kendisini gelip görecek olana verilmesi bildirilmiştir. Bu maksatla beraberce eve gelirler.
Saatçi hanımına:
“Emanetlerin sahibi geldi, emanetleri ver!” der. Emanetler böylece sahibini bulmuş olur.

Zamanın Kutb’ul-Âzam’ı:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.
Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabirin içinde. Şöyle bir kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar. Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, üzerinde bir delik var. Deliğin üzerine baktım, Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri bulunuyor.
Zamanın Kutbu’l-âzam’ı, dünyanın mutasarrıfı olduğunu orada gözümüzle görmüş olduk. Zamanın kutbu demek, Hazret-i Allah’ın tasarrufunda kâinatı yürütüyor demektir. Bu bilinmiyor.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.”

Hoca Çocukları:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri huzurlarında birgün hoca çocuklarının çok acaip yetiştiğinden bahsedilmiş. Sebebini şöyle izah etmişler:
“Hocayız diye bizi dâvet ederler, güzel yemekler hazırlarlar. Gideriz ve âfiyetle yeriz. Halbuki o yemekler belki çocukların bir aylık nafakası idi, onlar da sıkıntı çekmiş olurlar. Çoluk-çocuğun nafakasını yediğimizden çocuklarımız da böyle oluyor.”

Gören Gözler:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Ah siz Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri’ni bir görseydiniz!
Onlar da Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri için: “Ah siz onları bir görseydiniz!” derlerdi.
Şeyh Es’ad -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz de mübarek mürşidi Tahâ’l-Harîrî -kuddise sırruh- Hazretleri için aynı sözü söylermiş.”

Tutan El, Kurtulan Hayat:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Bedri isminde yakın bir arkadaşımız vardı, saatçılık yapardı. Bir yerde oturduk. Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ne de gider gelirdi.
İstediği kızı mı alamadı ne oldu, kendisini üçüncü kattan aşağıya attı ve olduğu gibi betonun üstüne çakıldı. Fakat tüyüne halel gelmedi. Bir gün huzura çıktığında:
“Sen attın amma biz tuttuk!” buyuruyorlar.” …/… Şubat 2003 Sayı: 113
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-7-
Mehmet Ali Körpe

Can İle İmtihan:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Henüz birkaç günlük intisablı idik. Akşam-yatsı arasında Büyük cami’nin önünde yatsı namazı için abdest alırken, baktık kalabalıkça bir grup Efendi Hazretleri’ni ziyarete geliyorlar. Efendi Haretleri’nin hâne-i saâdetleri camiye çok yakındı. Sonradan öğrendik ki, aralarında Adapazar’lı Hacı Cevdet efendi de varmış. O anda hiç kimseyi tanımıyorduk.
İçerisi tıklım tıklım dolu idi. Kapının arkasında bir yer bulduk ve oturduk.
‘Elimize fırsat geçmişken biz de gidip istifade edelim.’ dedik ve peşlerinden gittik. İçerisi doluydu, oda kapısının arkasına çöktük. Bu arada boş oturmaktansa Râbıta yapmak hatırımıza geldi, içimizden doğdu. Râbıta yaptık, alamadık. Bir daha yaptık, yine alamadık. Herkes kendi âleminde, biz de kendi âlemimizdeyiz. ‘Bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerif’ okuyup öyle râbıta yapmak kalbimizden geldi. Üçüncü defasında öyle yaptığımızda, bir anda Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetine uzanmış olduk. Bu uzanış hâldedir, kâl ile tarif etmek imkânsız.
Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler, uzanmamla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. biz de boynumuzu uzattık. Kesilmesi bir kıl mesabesinde idi. Kendime geldiğimde kendimi yine oturuyor gördüm. Bu ilk intisabımızda, hayatta en canlı bir şekilde bir sahne geçti. Hepsi bir an içinde oldu, an içinde an.
Herkes elini öpüp yavaş yavaş ayrıldı, biz en sona kaldık. Biz de elini öptüğümüzde, elimizden tuttu ve bir müddet bırakmadı, sonra müsaade buyurdu dışarıya çıktık, gidilecek yere gittik.
Yani orada büyük bir can imtihanı geçmiş oldu.
Tasarruflarını kullandılar ve imtihana tâbi tuttular. ‘Acaba boynunu uzatacak mı çekecek mi?’ diye. Allah-u Teâlâ evvelden ikramda ihsanda bulunduğu için boynumuzu uzattık, onlar da kılıcını kaldırdılar. Bu artık kulun yapacağı bir iş değildi, orada zuhur eden Allah-u Teâlâ’nın ezelî ikramı ve ihsanı idi. Kıl kadar kalınca kaldırdılar, bunun büyük bir imtihan olduğunu anladık.
Henüz bir haftalık iken canımızı verebileceğimiz, o teslimiyet lütfedildiğinden, aynel-yakîn husule geldi ve boynumuzu uzatmış olduk. Gizli bir noktadır.
Misafirler biraz sonra bir bir gittiler, biz sonraya kaldık. Efendi Hazretleri’nin elini öperken elimi tuttu, bir müddet bırakmadı. Biz de acele ediyoruz ki, giden misafirler nereye gidiyor onu bileyim için.
İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut bilinmesin. An içinde ana tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ’nın ezelî lütfu husule geliyor, meydana çıkmış oluyor.
Râbıta-i şerif’ten önce okunan Fâtiha ve İhlâs-ı şerif’ler oradan kalmadır.”

Kadir Gecesinin Tecellîsi:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“İhvan kardeşler birgün toplanmışlar, Hendek’e teravihe gideceklermiş. Hafız Hilmi Hendek’teydi o zaman. Ramazan-ı şerif’in de tahmini on altıncı veya on yedinci gecesi idi.
Bize de teklif ettiler. ‘Gidelim!’ dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri’ne soralım, müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. ‘Efendim, müsaade ederseniz Hendek’e kadar gidip geleceğiz?’ dedik.
‘Bu akşam?’ buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların ‘Bu akşam?’ demelerinde hikmet olabilir dedik.
Hemen arkadaşları bulduk. Bazı mazuriyetlerimiz olduğunu, gidemiyeceğimizi söyledik. Onlar gittiler. Biz ise o akşamın Kadir gecesi olduğu tahminini yürüttük ve bir şüphe üzerine, mümkün mertebe ibadetle meşgul olduk. ‘Bu akşam?’ buyurmaları belki bu mânâyı taşıyabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. ‘Aa!..’ dedi, ‘Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu.’ dedi. O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu bildirmek için, Allah’ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
‘Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu.’ sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir gecesinin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri’nin ‘Bu akşam?’ sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah’ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri’nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir. Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik. Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.”

Gönül Adamı:
Adapazarı’ndan birkaç hoca; Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ni ziyarete giderler. Hafız Çerkez Yusuf da on üç yaşları civarında iken bu grubun içerisinde bulunmaktadır. Sohbeti müteakip huzurdan ayrılırken herkes: “Duâ buyrun, bizi de unutmayın!” sözleri ile Hazret’ten istirhamda bulunurlar. Çerkez Yusuf da çocuk olduğu cihetle kalbinden:
“Bu kadar Hocanın olduğu yerde beni kim hatırlar?” geçer.
Sıra ona gelince:
“Oğlum! Seni de unutmayız.” buyururlar.

Ruhaniyetin Lâtifeleri:
Bir müridanı dağa odun kesmeye gittiği gün yatsı namazını ay ışığında orada kıldıktan sonra bir ağacın altında zikre başlar. Zikir esnasında kendi köylerinden tanıdığı bir kadın karşısına gelerek, yaptığı hareketlerle onu tahrik eder. O anda Hazret’imiz elinde deynek olduğu halde tecellî eder ve kadını kovalar.

…/… Mart 2003 Sayı: 114
 

mavikuş

Profesör
Katılım
21 Tem 2013
Mesajlar
793
Tepkime puanı
6
Puanları
0
fakırı kardeş sen ne zaman kuddise sırruh oluyorsun?
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-8-
Mehmed Ali Körpe
Haber:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri, zelzele olmadan evvel:
‘Bir şey olacak, fakat bize bir şey olmayacak.’ buyurmuşlar.
Zelzele olduğunda, hikmet-i ilâhî hiçbir ihvana bir şey olmamış.

Emir Edepten Üstündür:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Bir gün Efendi Hazretlerinin huzur-u saâdetlerinde bulunuyorduk. Vâlide hanıma:
‘Kahve yap!’ diye emrettiler.
Kahve geldi: İç oğlum!’ buyurdular ve bize kahve içirdiler.
Halbuki kahve içeceğimizden değil. Çünkü ben ondaki esrarı bilmem ki. Öyle bir âdetleri de yoktu. O kahvenin içine koydukları şeyi bize vereceklerdi. Herkes kahveyi görür, içine ne koyduğunu kimse bilmez.
Hatta bir defasında da şöyle oldu. Setin üzerinde bir minder vardı:
‘Oğlum otur şuraya!’ buyurdu.
Hemen yerimizden kalkıp oraya oturduk. Niçin? Emir olduğu için. Yoksa diğer zamanlar huzurlarına girerken parmak uçlarına basarak girerdik, acaba bir hata mı işleriz diye. Allah’ımıza sonsuz şükürler olsun ki böyle sevgililerine bende eylemiş.”

Manevî İşaret:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Hafız Hasan Efendinin zamanında Düzce bir hafız fabrikası idi. Çok ciddi idi, doğru idi, çok temiz bir insandı. Yani imamlığa yakışırdı. Efendi Hazretlerinin taht-ı terbiyesinde yetişmişti.
Hafız Hasan efendi kendisi şöyle anlatmıştı:
‘Afyon’da imamlık yapıyordum. Hocam İstanbullu Hafız İsmail Efendi orada hocalık yapıyordu. İstanbul’a gideceğini söyledi. Oranın eşrafı:
Seni buraya bırakacağız.’ dediler.
Ben de onlara:
‘Benim bir şeyhim var, ondan izin almadıkça size söz veremem.’ dedim ve Düzce’ye yollandım.
Efendi Hazretlerine geldiğim zaman buyurdu ki:
‘Oğlum! Evvelâ ev, sonra köy, sonra kasaba, sonra vilayet, sonra devlet.’
Anladım ki: ‘Sen bize lâzımsın!’ demek istediler.
Hiçbir şey demeden Afyon’a döndüm, amma çok üzüldüm. Çünkü bütün eşraf beni ayakta bekliyordu.
Oraya varır varmaz:
‘Siz bizden gittiniz!’ dediler. Ben söylemeden evvel onlar söylediler.
Düzce’ye geldim, fakat işim yok. Pırpır köyünde çocuklara ders tâlim etmeye başladım, hem de imamlık yapıyordum. Büyük caminin imamı Hafız Ahmet efendi vardı, çok ihtiyardı. O ayrılınca beni oraya getirdiler.”
Düzce ondan sonra hafız fabrikası oldu. Hiçbir tarafta Kur’an-ı kerim okunmazken o, senede onlarca hafız yetiştirirdi. Ciddi ve çok dikkatli idi, çok sertti, çok hoş çok iyi bir insandı. Talebeleri güzel yetiştirirdi.
Bir daha onun yerini tutacak kimse gelmedi, o bir başkaydı. Allah rahmet etsin, Allah’ım nur etsin.
Sabah namazından sonra camiden çıkınca, Efendi Hazretlerini ziyaret eder, aşırını okur, sonra işine bakardı.
Hacc’dan geldiği zaman Efendi Hazretleri faytona binerek onun evine ziyaretine gitti. Demek ki onu o kadar seviyordu.
Hafız Hasan Efendi gelir oturur ve bunları anlatırdı.”

Nurlu Sözler:
Yaşayanların ve görenlerin anlattığına göre; bir kimsenin bacak bacak üstüne attığını gördüğü zaman:
“İki bacak arasından çıkanın çalımına bakın!” buyururmuş.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-9-
Mehmet Ali Körpe

Bir Anlık İlâhî Lütuf:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“İntisabımızdan evveldi, on dokuz yaşlarında idik. Gençliğimizde güzel giyinmeyi severdik. Mutadımız üzere giyindik. Bir pazar günü evden çıkarken, bilmediğimiz bir zâtla karşılaştık. Efendi Hazretleri’ni ve Tarikat-ı Nakşibendiye’yi tanıtmak istedi. ‘Ben seni camide gördüm, çok hoşuma gittin. Burada çok büyük bir zât-ı muhterem var, Allah-u Teâlâ’nın veli kuludur, biliyor musun?’ dedi.
O zamana kadar böyle bir şey duymadığımız için, hemen camiye gittik, şimdi yerine yenisi yapılan eski Cedidiye camii’ne... Minberin yanına oturduk. Kimse yoktu. Hususiyetle bu duâyı yapmak için gitmiştik. Cenâb-ı Allah’a niyaz ettik. ‘Yâ Rabb’i! Bu zât bana bir şeyler söyledi, amma ne anlattığını ben bilmiyorum. Eğer bunun tarif ettiği yol benim için hayırlı ise, rızâna mâtuf uygun bir yolsa nasip et!’ dedik.
‘Nasip et!’ dediğimiz zaman, ellerimiz böyle sağ tarafa doğru kaydı. ‘Muhakkak heyecanlanmışızdır, yoksa gitmemesi lâzımdır.’ dedik. Amma gittiğini de gördük, bir daha aynı şekilde duâ ettik. ‘Hayırlısı ise yâ Rabb’i!..’ dediğimizde ellerimiz yine gitti. ‘Allah Allah!..’ dedik, bu muhakkak heyecandan olmuştur da farkında değilim.
Üçüncü defa duâ yapmak zorunda kaldık. Fakat duâdan ziyade, heyecandan mı yapıyoruz diye artık dikkat ediyoruz. Bir taraftan dikkat ederken, bir taraftan da duâ ediyoruz. Aynı noktaya gelip: ‘Allah’ım! Hayırlı ise nasip et!’ dediğimiz anda, yine ellerimizin kendiliğinden gittiğini gördük.
Düşündük o zaman. Ne demişti bu zât: ‘Burada Hacı Halil Fevzi Efendi adında büyük bir Evliyâullah var, ziyaretine git!’ demişti.
Camiden çıktık ve aramaya başladık. Hacı Halil Efendi var mı burada? Var. Evi nerede? Filân yerde. Meğer herkes tanıyormuş da, biz tanımıyormuşuz. Tarif üzere gittik. Gittik amma nereye gittiğimizi bilmiyoruz.
Huzur-u saâdetlerine çıktık. Kapı açıktı. Kendilerini görünce kıyafetimden utandım, içeriye giremedim. Fakat onların câzibesine tutularak gayr-i ihtiyâri içeriye alındım.
Gayet tebessümle: ‘Otur oğlum!’ buyurdular, oturduk. Oturduğumuzda, şöyle hafif doğruldular, yüksek ve çok sert olmak suretiyle:
‘Allah!.. Allah!.. Allah!..’ buyurdular. Bu heybet karşısında orada şaşırdık kaldık, o heyecanın içine girerek kendimizi kaybettik.
O anda ne aldılar ne verdiler bilmiyoruz. Yalnız Huzur-u saâdetlerinden çıktığımızda, artık altmış yaşında bir kimse olarak çıktık.
Bundan sonra ne elbise, ne ipekli gömlek... Senelerdir elbiselerimiz duvarda çürüdü de, rahmetli Vâlide yalvarırdı: ‘Oğlum çürüdü bunlar!..’ derdi. ‘Çürüsün anne!’ derdik ve giymezdik, dünya ile hiç ilgilenmezdik.
İşte bu bir anlık tasarrufları, Allah’ımızın lütfunun erişmesine vesile oldu.”

Takdir Edilen İşte Basiretin Bağlanması:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri’nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, en sevdiği oğlunu vurdu. Hatta öyle ki: ‘Ben onu öldürmeye gidiyorum!’ demiş. Vâlide hanım: ‘Efendi! Mehmet sana: ‘Ahmed’i öldüreceğim! Onu öldürmeye gidiyorum!’ dedi de niçin mâni olmadın?’ dediğinde:
‘Allah-u Teâlâ bir şeyi takdir ettiği zaman kişinin basiretini bağlar.’ buyurmuş.
Ahmed ismindeki oğlu içlerinde en iyisi olanı imiş, babasının yolundaymış, ibadete çok düşkünmüş. Vâlide hanım derdi ki: ‘Zikir yaparken hep dizleri yırtılırdı. ‘Oğlum bu niye yırtıldı?’ diye sorardım. ‘Anneciğim! Zikrullahta cezbeye tutuluyorum, farkına varmadan yırtılıyor, bu hâle geliyorum!’ derdi.’
Vâlide hanım Ahmed’i çok severmiş. Evlât hasretiyle yanarken bir gün: ‘Efendi! Oğlumu bir görsem!’ dermiş. Efendi Hazretleri: ‘Kimseye demezsen sana Ahmed’i gösteririm!’ buyurmuş, o da demeyeceğine dâir söz vermiş. Bir sabah namazından sonra Ahmed eve gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş, konuşmuşlar. Bir müddet oturduktan sonra babası: ‘Hadi oğlum kalk git!’ buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlide hanım komşuya anlatıyor: ‘Ben Ahmed’i gördüm!’ demiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
Bunu Vâlide hanım anlatmıştı.”

İzden Çıkanlar:
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri’nin sevmediği kimseler de mâlumdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için, katiyyen ses çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri mâlumları idi. Hatta bazılarına mükemmel bir şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu tamamen ters anladılar.
Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya oturtmuşlar. Beni buraya lâyık gördüler diye, o da çok memnun olmuş. ‘Bundan bir şey anladın mı?’ diye sorduk. ‘Hayır!’ dedi. Halbuki ‘Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz, bizim burada işimiz yok!’ demek istediler. Şu tersliğe bakın! Başında bir mürşid-i kâmil varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?
Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es’adiye’yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: Bu kökü takip ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip etmeyen buradan değildir.
Birisi de diyor ki: ‘Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün tarlasında buldum.’ Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına atmışlar, bundan büyük âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor.
Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi Hazretleri bir kaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı. Kalbinden ne geçirdi bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi. Katiyyen buna benzer en küçük bir hareket yapmazdı.”


 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-10-
Mehmed Ali Körpe

Hâl İle Yapılan Rüyâ Tabiri:

Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:

“Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı. Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi. ‘Oğlum bir daha anlat!’ buyurdular, başka bir şey ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep halle yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık. Üç kelime arka arkaya duymamışızdır.
Meselâ: ‘Şurdan şuraya git... Şunu yap!..’ buyurmazlardı. Bir defa hatırlıyoruz: ‘Onları at, onları at... Bize gelen bize yeter!’ buyurdular. Bize hep rumuz kullanırlardı. Üç mevzuyu değil de üç kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Yabancılara çok iltifat ederlerdi, fakat ihvanı diledikleri gibi terbiye ederlerdi.”

İlâhî Hediye:
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Yeni intisap etttiğimiz günlerde idi. Halk Hazret-i Allah’a yönelişimizi tuhaf karşıladı. Hatta hiç unutmam, akrabamızdan birisi: ‘Kimin kızına göz kestirdin de namaz kılıyorsun?’ dedi. Fakat biz Hazret-i Allah’a sığınmıştık ve devam ediyorduk. Çevredeki insanlar nihayetinde anneme gittiler ve dediler ki: ‘Bu çocuk deli olacak, bunu bu yoldan al!’
Fakat Hazret-i Allah’ın tuttuğunu kul koparamıyor. Bir gün geldi annem bile Efendi Hazretleri’ne gitti.
Hatta annem gittiği zaman ona şöyle buyuruyor:
‘Allah-u Teâlâ sana hediye olarak iki çocuk verdi, onların ikisi de bir dükkânda çalışıyor.’
Hiç görmemişti, fakat Allah-u Teâlâ’nın bildirdiğini bildirmek istiyordu. Levh-i mahfuz’a bakardı da konuşurdu.”

“Oğlum Gitsen İyi Olur!”:

Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Sabri Kaptan’ı tanımazdım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri’ne ziyarete gelmiş, orada tanıştık. Vâlide hanım fakiri çağırmış, gittim. Efendi Hazretleri karşıda oturuyordu, huzurda Sabri Kaptan da vardı, bir kenara oturdum.
Vâlide hanım İstanbul’daki köşke birçok şeyler hazırlamış, onları benimle göndermek istiyor. Daha evvel söylemişti. Fakat: ‘Ben emirsiz bir adım atamam!’ demiştim.
Efendi Hazretleri’ne hitaben: ‘Efendi! Ben onu köşke göndereceğim, gitsin gitsin değil mi?’ dedi. Efendi Hazretleri hiç sesini çıkarmadı. Sonra bana döndü: ‘Bak izin aldım!’ dedi. ‘Yok vâlidanım, ben bu izinle bir adım atamam.’ dedim.
O zaman tekrar döndü: ‘Efendi! Köşke gitsin gitsin, değil mi?’ diye bastırarak söyledi. Yine hiç sesini çıkarmadı. ‘Vâlidanım ben bu hareketle bir adım atmam.’ dedim. Onlar dışarıya çıktı, Efendi Hazretleri’yle karşı karşıya kaldık. ‘Oğlum gitsen iyi olur!’ buyurdu. Amma Vâlidanıma gitsin demedi. Efendi Hazretleri’nden emir çıkınca Vâlidanımdan çıkmış gibi oldu.
Meğer ne hadiseler çıkacakmış, ne hadiseler başımıza gelecekmiş!
Anneme söyledim, o da: ‘Oğlum sana üç gün izin!’ dedi. Çünkü annem de rahatsız, işim de çok. ‘Peki anneciğim!’ dedim.
Vâlidanım da lüzumlu lüzumsuz birçok şeyler çuvala yüklemiş.
Giderken iki günü Hendek’te geçirdik, bir günüm kaldı. Adapazarı’na geldik, beni bir gülme aldı. Öyle gülüyorum ki, durmak tutmak mümkün değil! Kimbilir ne hikmet vardı o gülmede, hem gülüyorum hem de o çuvalı da taşıyorum. Tâ ki istasyona geldik, trene bindik, Pendik’e geldik. Oradan Erenköy trenine bineceğimiz yerde başka bir trene binmişiz. Sabri Kaptan: ‘Yanlış trene bindik, inelim!’ dedi. Tam ineceğimiz sırada tren de yürüdü. Onun bir torunu vardı, onu yere indireyim derken aşağıya düştüm, tam trenin altında kalıyordum. Her bakan: ‘Bu gitti!’ diyordu. O anda tren durdu ve oradan çıktık.
Fakat bu arada gizli mânevî filmler de dönüyordu, bunu hissediyordum.
Erenköy’e indiğimizde vakit biraz gecikmişti. Bir zâtın kapısını çaldılar. Evdekiler yattıkları halde, onu tanıdıkları için kalktılar, hemen bir çorba pişirdiler, önümüze koydular. Yemeğimizi yedik ve yattık.
O gece bir rüyâ zuhur etti, fakat kimseye bir şey demedim. Sabahleyin oturuyoruz, sohbet ediyoruz. O zât-ı muhterem: ‘Sabri! Bu kim?’ diye sordu. O da: ‘Düzce’de bir ayakkabıcı!’ diye cevap verdi. Ona: ‘Sen onu tanımıyorsun!’ dedi ve Sabri Kaptan’la hiç ilgilenmedi. Bizimle sohbet açtı. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’den mevzu etti, bu evi ona nasıl hediye ettiğini uzun uzun anlattı.
Çıkışımızdan dönünceye kadar o hayatî hikmetler devam etti. Baştan aşağı gizli hikmetler vardı.”

“Yeter! Yeter!”:

Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“İntisabdan sonra öyle bir arzu doğdu ki, hiçbir şey bilmediğimizden, her şeyi öğrenelim istiyorduk. Tahminen bir-iki haftalık iken bir pazar günü Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerine girdik. Bize döndüler ve “Yeter!..” buyurdular. Bir şeyi yasak ettiklerini hissettik, fakat ne olduğunu anlayamadık.
Bir hafta sonraki pazar günü tekrar gittik. Bize sıra gelince şöyle bir baktılar ve “Yeter, yeter!..” buyurdular.
O zaman düşündük, her halde dersin haricinde okuduğumuz şeyler var, onları men ediyorlar dedik. Emir kati olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Hayat boyunca Efendi Hazretleri’nden aldığımız emirler hep böyle rumuzladır. Arka-arkaya üç-dört kelâm duymuş ve açık bir emir almış değiliz. Çözebilirsen hakikati bulursun. Çözemezsen bu hakikat kaybolur gider. Bunun içindir ki, en küçük bir işaretlerini kaybetmeyelim diye dikkat kesilirdik.
Kısa bir müddet sonra askerlik çıktı. Şubede olduğumuz için hemen hemen beş vakit namazımızı da camide kılıyorduk. Muhterem bir hocaefendi vardı. Bir Cuma günü cemaate; “Kitapta yeni bir şey gördüm, sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhânellhahi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.’
Denilirse on günah gidiyor, on sevap veriliyor, on derecât artıyor.” dedi. Biz bunu duyunca tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık.
Aradan bir gün geçmeden bir rüyâ zuhur etti. Tanımadığımız bir kimse ile bir deniz kenarında bulunuyoruz. Bir de baktık ki Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-Hazretlerimiz küçük bir odada yatıyorlar. Duvarda bir de levha vardı, kalktıkları zaman mübarek sırtları o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Tam karşı karşıya gelmiş bulunduk. O anda bize buyurdular ki:
‘Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!’
Zaten tahmin ediyorduk da, şimdi daha iyi anlamış olduk. Bu sözleriyle: ‘Sana bir defa ‘Yeter!..’ dediler, sen anlamadın. İkinci defa ‘Yeter!..’ dediler, sen yine anlamadın. Şimdi ise biz ihtar ediyoruz.’ demek istiyorlardı. Onların birisi hepsi, hepsi birisidir...
Profesöre muayene olan hasta bir insan, hastalığına göre ilacını alır ve istimâle başlar. Daha tedavisi bitmeden profesöre kanaat etmeyip bir de asistana muayene olursa, kendi zannına göre o da ona bir ilaç verir. Fakat iki ilacı kullanan bir hasta şifa bulayım derken daha çok hastalanır. Marazı daha da artar.
Mânevî tedavi de böyledir. Mânevi tabib tedavisine aldığı müridine ilacını verip zikrullahla meşgul ettiriyor. İnkişafına kadar her şeyi kesiyor, bir ilaçla onu tedavi ediyor. Tedavisi bittikten sonra ise istediğini yapmakta serbest bırakıyor. Yoksa faydalıdır diye yapılan her şey hastalığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Hatta bazı zevât-ı kiram istidatlı müridlere o tedavi esnasında Kur’an-ı kerim dahi okutmamış, elinden çekip almıştır. Hastalığını iyileştirdikten sonra eline vermiş ve “Al oku!..” demiş. Çünkü o âna kadar kalp hasta idi, okuduğundan bir şey anlamıyordu.
Bütün bocalamalar buradan geliyor. Kişi onu yapıyor, bunu yapıyor, sonra hiçbirisi de ele gelmiyor. Kıymetini bilmediği için icabında o nimeti de elinden kaçırıyor.
Bu bakımdan kalbi bir tek hedefe bağlamalı, dimağı sağa-sola oynatmamalı. Yolcu yolunda gerek!”
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Silsile-i Sâdât -34-
HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-11-

Vuslat:
Harfi harfine Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin açtığı çığır üzerinde yürüdüler, hiçbir çığır açmadılar ve “Velilerin Hâtem”ine emaneti teslim ederek 27 Kasım 1950 = 7 Safer 1370 Pazartesi günü, yaşları seksen beş civarında olduğu halde vuslata erdiler.
Düzce Merkez cami-i şerif’inde huşu ve hüzünle karışık bir hâlet içinde namazı kılındı. Görenlerin ifadesine göre çok kalabalık bir sevenler topluluğu vardı. Bilhassa Akçakoca’dan gelenlerin çokluğu dikkati çekiyordu. Mübarek tabutu eller üzerinde gitti. İhvanından Hafız-ı kurra Hasan Efendi’nin talebeleri defin işi devam ederken dakikalar içinde hatimler indirdiler.
Sevenleri kabrinden yarım avuç toprak alabilmek için âdeta üşüşüyorlardı.
Türbe-i şerif yapılmadan önceki mezar taşına aşağıdaki beyt yazılmıştır:
“Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayrıdan gönül kes!”
turbe.jpg
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerimiz’in
Düzce’de bulunan Türbe-i şerif’lerinin dıştan görünümü.
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Dünyanın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hali husule gelir.
Gönül ister ki onu bir defacık görseydiniz.
Otururken hep ayaklarını toplarlar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayatı boyunca huzurda idiler, öylece âhirete intikal ettiler, öylece kabre kondular. Ki hayat boyunca Huzur-u saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı, buna birşey denilmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da yapamadık.
Onun için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz: “Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde yatırmaya gayret ederdik.
Dünyada değil, kabirde bile o durumdalar.
Allah’ımız onların yüzü suyu hürmetine bizi af ve mağfiret etsin.”
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: “Sen de mi riyakârlardan olmak istiyorsun?” Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.”
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri’nin vefatından sonra iki mânâ zuhur etmişti.
Bir mânâ şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hali lisanla şunu ifade etmek istiyorlardı. “Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu ediyorum.”
Ve gittiler.
Diğer mânâda ise: Büyük caminin doğu kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz.
Yaşlı olduğu için Efendi Hazretleri’ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden aldık.
Meğer öyle ağırmış öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.
Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah’ı bildiriyordu. “Allah öyle bir Allah!” buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler. “Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!..” buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde dönüyorlardı.
Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman kaybetmeyelim derken birden kayboldular.
Efendi Hazretleri’nin ilk huzuruna gittiğimizde “Allah!” dediler. Son giderken “Allah!” dediler. Onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah’ı duyduk, başka bir ses duymadık. Hazret-i Allah’ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.”
Mektûbât adlı eserinin 93. Mektûb’unda da Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri, Halil’inin büyüklüğünü ve ihtişamını kendi kalemi ile ifade etmişler ve mektupta: “Cemâl-i Cânânı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz.” buyurmuşlardır.
Hazret-i Allah’ın cemâlini müşâhede ettiğinin ifadesidir. Hazret-i Allah’ın nuru onu ihâta etmiş ve kendisini kaybetmiş.
Bir mahlûk kendisini ifnâ edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz. Nitekim Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ben, ben değilim ben. Bir varlığım var, benden içeri.”

Öyle Bir Sermaye Ki!
Muhterem okuyucu!
Hakikat Dergimizin yayın hayatına başladığı 1993 yılının Ekim ayından itibaren devam eden “Silsile-i Sâdât” yazı dizimizi burada noktalamış bulunuyoruz.
Bu yazı dizisinin bu kadar uzun sürmesine, onlara karşı duyduğum derin muhabbetim vesile oldu. Bir türlü sonuca bağlayamadım. Yine onların himmeti olacak ki, durup dururken mevzular ortaya çıktı. Bu durumdan dostlarım da memnun oluyor, kesilmesini istemiyorlardı. İnşallah-u Teâlâ bu muhabbet gönüllerimizde kesilmez ve eksilmez.
Cenâb-ı Erhamerrahimîn Hazretlerimizden; yazacak kalemleri olup silecek silgileri olmayan o muhteşem Zevât-ı kiram’ın muhabbetiyle kalplerimizi diriltmesini, gönül bahçemizi o muhabbetle neşv-ü nemâ eylemesini niyaz eyleriz.
O bizim Mevlâmız, o bizim en güzel yardımcımız, o bizim Mahbub’umuz! Her iyilik O’ndan, her güzellik O’ndan, her lütuf O’ndan...
O ki; Sevgili Peygamberlerini, onların kesildiği zamandan itibaren de birbirinin peşi sıra peygamber vekili olan velilerini göndermiş, kendisine varan yolu göstermiş, hiçbir asırda kullarını inâyet-i ilâhî’den umutsuz bırakmamıştır.
Zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtıni ilimleri öğretmek için Hakikat ehlini de eksik etmemiştir.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır; Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıranlar da yine bunlardır.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
O’nun dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve âhiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, âhirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
Şeyh Muhammed Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz:
“Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz’i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur.” buyurmuşlardır. (31. Mektup)
O böyle buyurursa bize ne düşer?
Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde:
“Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim yârim ve yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!” (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile âhirete intikâl etmiştir. Gerçekten Allah’a gönülden can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
O sâlihler zümresine yakın olan feyz ve berekete nâil olur.
Duâlarında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle!” (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Biz de sevdiğimizi iddiâ ediyoruz. Rabb’imizden bu muhabbetimizi samimi kılmasını istirham eyleriz. Bizi bu muhabbetle yaşatsın, bu muhabbetle emanetini bizden alsın! Bu muhabbetle kabirde de, mahşerde de, cennetlerde de onlarla haşır-neşir eylesin. Onlar ne güzel arkadaş, ne güzel dostturlar!
Allah’ımız bizi o altın halkanın dairesinden, kıyamete kadar devam edecek olan kaynaktan mahrum etmesin!
Cümlemizi bu tâifenin neşesine ve neşvesine ererek yaşamaya muvaffak kılsın! Âmin!
Gönül sultanlarımızın muhabbetiyle bizi ihyâ eden Rabb’imize sonsuz şükranlarımızı arzederiz.
•••
 

ALI25

Kıdemli Üye
Katılım
9 Nis 2015
Mesajlar
7,509
Tepkime puanı
106
Puanları
0
Konum
Almanya
HARİRİLER>Eş-Şeyh Halil Fevzi Efendi (ks)


Eş-ŞEYH HALİL FEVZİ MERİÇ (K.S)
Haci Halil efendi Hazretleri Bulgaristan’ın Karnabat kasabasında 1867 de doğmuştur. Küçük yaştan beri ilim ve irfanla meşgul olup çeşitli ilim adamlarından ders almıştır.İrfan hocalarından birisi olan Muhammed Esad efendi hazretlerinden ders aldı. 29 yaşında iken İstanbul Fatih medresesinden icazet almıştır . Büyük alim ve Fadıl insan olması nedeniyle Diyanet işleri başkanlığında görev almıştır.bu görev yeşil Düzce ‘mizde kürsü vaazı olarak görev yapmıştır. İstanbul Kelami dergah’ ında olan Muhammed Esad Erbili Hz. Ne intisab eder.Burada sıdkı sadakatle çalışır.Esad efendi ile birkaç defa görüşmeleri olmuştur. Esad efendi İzmir'e gidince daha görüşme olmamıştır. Hatta hacı Halil efendi çok görmek istedi ama izin verilmedi. Bunun üzerine mektuplaşma devam etmiştir.
Esad efendi Hz.nın Mektubat adlı eserinde Doksan sekiz (98) cu mektubunda oğlu Ali efendiye yazdırarak Hacı Halil Fevzi efendi Hazretlerine hem zahiren hemde batınen büyük bir methu sena ederek yerine bırakıyor. Hacı Halil Fevzi Efendi hazretlerine kendi dervişleri (Hazretimiz) derlerdi. Hazret’imiz evli ve bir oğlu hayatta yaşıyor. (Mustafa ef) dir. kendisi çok sıkı takva yolunun sırlarını bilir ona göre talebelerini hem eğitir ,hem öğretir, hemde takvada yarıştırırdı. Kendisi evlatlarının nefisleri terbiye ve tezkiyede onun üstünde kimse olamazdı. Hazretimizin bir çok halifeleri vardı .Bunların arasında biride vardı ki oda son derece hazrete teslim olmuş. kendini o uğurda feda etmiştir. Hazret’imiz hayatlarının son zamanlarında zahiren bir işaretle manen de vazifeleri bu kişiye tevdi etmişlerdir. Bu Düzce’li olup ismi şerifleri Hacı Hüseyin Yıldız Efendi Hazretleridir.(Haci baba) Haci Halil efendi hazretleri hicri 1283 de - miladi 1950 de vefat etmiştir. Şu an Düzce şehir mezarlığında medfundur. Türbesi mezarlığa girişte yeşil kubbeli yapılı dır. Mevlamız kendisine rahmet eylesin bizlere de o yola çalışmak nasıp etsin . Amin

http://www.rahiask.com/tetebbuat3.php?UrunID=202
hfevziks.gif
 

ALI25

Kıdemli Üye
Katılım
9 Nis 2015
Mesajlar
7,509
Tepkime puanı
106
Puanları
0
Konum
Almanya
Bu yukaridaki yaziyi niye ekledim denilecek olursa veya merak konusu icin sunu ifade edeyim suanda hal tercümesi gecen zat ömer öngüt ün hocasi vede ayni zamanda seyhi oldugu denilmektedir.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Kutbul Arifin Es'ad Erbili hazretlerinin hulefsındandır. Şeyhlik kendisine geçmiştir ama bir zaman.. Rabbim şefaatlarından ayırmasın
 

ilke

Paylaşımcı
Katılım
6 Kas 2017
Mesajlar
875
Tepkime puanı
188
Puanları
0
Kutbul Arifin Es'ad Erbili hazretlerinin hulefsındandır. Şeyhlik kendisine geçmiştir ama bir zaman.. Rabbim şefaatlarından ayırmasın


Eğer, "bir zaman" ifadesiyle zaman azlığı kasdedilerek bir küçümseme düşünülüyorsa, bu düşünce sahibinin öte alemde husrana uğratır diye düşünüyorum. Ne yani ! Ama uzun bir zaman , ama kısa bir zaman ! Bu "bir zaman" ifadesi bütün şeyhler için geçerli değil mi ? Hesabını vermeyeceğimiz böyle tuhaf sözler sarfetmeyelim !
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Şeyhlik makamında olan bir zat nasıl küçümsenebilir, hele ki o zat, Es'ad Efendi hazretlerinin halifesi olacak da!..

Es'ad Efendi'den devam eden bir silsile var mı şu an bilemiyorum, Sami Efendi hazretlerinden başka. Pek çok halifesi vardı ama çoğundan bihaberiz.
 
Üst