Hak Dostlarının Örnek Ahlakından....

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
TEVAZU...

İnsanı insan yapan, onu aslî cevheriyle tanıştıran, varlığının esas gâyesine ulaştıran ve neticede insanlıkta kemâle erdiren sır; îman zemîninde neşv ü nemâ bulan “güzel ahlâk”tır.
İnsanın asıl yücelik, olgunluk, fazîlet ve kıymeti, ahlâkî seviyesi nisbetindedir. Bu cihanda Hak Teâlâ’nın sevip râzı olduğu bir kulu olabilmek, mânen olgunlaşmayı gerekli kılar. Bu olgunlaşmanın yolu da “mânevî terbiye”den geçer.

Hak Dostları

Her hüner ve mârifetin kazanılışı, bir yol gösterenin kılavuzluğuna muhtaç olduğu gibi, insanın şahsiyet ve karakterine en güzel ve en doğru istikâmeti gösterecek olan mânevî terbiye üstadları da “Hak dostları”dır. Zîrâ onlar;

- Dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş;

- Zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış;

- İdrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşmuş;

- Bütün gayretleri, insanlığı kötü huylardan ve nefsin karanlık gayyâsından kurtararak güzel ahlâka, yâni mânevî olgunluk ve nûrâniyet semâsına yükseltebilmek olan; ârif, sâlih ve kâmil mü’minlerdir.

Onların gönül âlemleri her an Hak Teâlâ ile beraber olduğundan, dâimâ Hakk’ı hatırlatırlar. Onların izinden yürüyenler, hayat ve hâdiseleri âhiret penceresinden seyretmenin hikmet ve mârifetine ererler.

Hak dostlarının hâl ve davranışları, umûmiyetle Hakk’ın murâdına muvâfık düşer. Zîrâ Peygamber Efendimiz, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir:

“…Kulumu sevince Ben onun (âdeta) konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38; Mecmau’z-Zevâid, II. 248)

Hak dostlarının ahlâkı, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın gönül dünyâsından feyizli akisler taşır. Risâlet Güneşi Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini titizlikle hayatlarına tatbik gayreti içinde bulunan Hak dostları, tıpkı nûrunu güneşten alan mehtap gibi, o nebevî ahlâkın güzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler. Bunun içindir ki, onların hâl ve tavırlarını kalbî bir rikkatle seyredip o gönül erlerine muhabbetle bağlananlar, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler.

Rabbimiz velî kullarına, ihlâs ve samîmiyetlerine mukâbil, gönüllerde tasarruf salâhiyeti ihsân eylemiştir. Zîrâ onlar, önce kendi hayatlarında istikâmet üzere yaşayıp bizzat hâlleriyle, davranışlarıyla çevrelerine feyiz saçar, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini temsil ve telkîn ederler. Bunun için de müstesnâ bir tesir bereketine mazhar olmuşlardır.

Yaşanmayan sözler ve samîmiyetten uzak riyâkâr davranışlar ise, içi boş ikramlar gibidir. Bunlar, esen hayat rüzgârları karşısında çok geçmeden kaybolup giderler, geriye en ufak bir iz bile bırakmazlar. Buna mukâbil Hak dostlarının kalplerde silinmez nakışlar bırakarak devâm etmelerinin sırrı; yüksek ihlâs, samîmiyet ve muhabbetleridir.

Bu yönüyle tasavvuf da, sırf dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünüp belli evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir. Bilakis özü itibariyle tasavvuf, hayat ve kâinatta sergilenen sayısız hikmet tecellîleri ile rûhen derinleşerek ilâhî vuslat yolunda mesâfe alabilmektir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışları karşısında hiçliğini idrâk ederek her nefeste “Aman yâ Rabbî!” niyâzı ile yaşamaya bağlıdır.

Hak dostları, içinde bulundukları her muhit için bir rahmet ve bereket vesîlesidirler. Toplumun bütün kesimlerine açılan bir şefkat ve muhabbet kucağıdırlar. Ayrıca onlar, îmân ehli için bir mıknatıs gibi câzibe merkezi hâlindedirler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olan bu sâlih kullarını sevmiş ve sevdirmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Bu sebepledir ki Hak dostları, fânî vücutlarından sonra da mâzî olmazlar, unutulmazlar, sevenlerinin gönüllerinde yaşamaya devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın, velî kullarına karşı nasipli gönüllere lutfettiği bu sevgi, aslında ebedî saâdet vesîlesi olan pek büyük bir nîmettir. Zîrâ âhirette kişinin sevdiğiyle berâber olacağı, nebevî bir vaaddir. Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kullarını sevip onlara yakın bulunmaya çalışmak, kulu Rabbine yakınlaştırır.

Bizler de şâyet Hakk’ın sevgili kulları olan velîlere muhabbet duyuyorsak, âhirette onlarla haşrolunmayı arzuluyorsak, onların ahlâkî güzelliklerinden nasîb almaya çalışmalıyız. Çünkü sevginin alâmeti, sevenin, sevdiğindeki hâllerle hâllenmesidir. Bu itibarla Hak dostlarının ahlâkına bürünmeye çalışmak için, güzel ahlâkın, onlardaki muhteşem tecellîlerini çok iyi idrâk etmek îcâb eder. İşte Hak dostlarının ulvî ahlâkını aksettiren fârik vasıflardan biri:

Yüksek bir Kulluk Edebi: TEVÂZÛ


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Yüksek bir Kulluk Edebi: TEVÂZÛ

Hakk’a kulluk; öncelikle yüksek bir şuur işidir. İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğini idrâk etmek, Hakk’ın dilemesiyle yokluktan varlığa çıktığımız gibi, varlığımızı da O’nun lutf u keremiyle sürdürebildiğimizi, her an ve her nefeste O’na muhtaç olduğumuzu bilmek, kulluğumuzun özünü teşkil eder. Yâni kulluk, saltanat-ı ilâhiyye içindeki âciz mevkiini görebilmek ve haddini bilebilmekten geçer. Bunu lâyıkıyla görebilen bir insanda ise büyüklenmeye, varlık ve benlik iddiâsına mecâl kalmaz, engin bir tâzim ve edeb hâlinde;

“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” diye Hakk’a ilticâ eden Hüdâyî Hazretleri gibi, kulluğunu îtirâf ile hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur. Dolayısıyla tevâzûdan nasibi olmayanlar, Rabbin kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir.

Yine ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’nın:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim.” niyâzında olduğu gibi, hakîkî tevâzû, kulu ilâhî azamet karşısında yokluğunu îtiraf ile boyun eğmeye sevk eder.

Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın Kâbe’yi tavâf edip Makâm-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kıldıktan sonra içli içli tekrarladığı şu yakarışı, kulluk edebine dâir ne güzel bir misaldir:

“Yâ Rabbî! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbî! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!..”

Bu yanık ilticânın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan Efendimiz, yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastlar. Selâm verir. Onlar da Hazret-i Hasan’ı mütevâzı yemeklerine dâvet ederler. Peygamber torunu Hazret-i Hasan o yoksullarla birlikte oturur ve:

“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurur. Ardından da:

“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” der. O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirir, ceplerine de bir miktar para koyup uğurlar.” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

İşte gerçek bir tevâzû hâli, mü’mini Rabbine ve O’nun yarattıklarına karşı böyle bir duygu derinliği içinde yaşatan, yüksek bir kulluk edebidir. Bu edebi, şahsiyetlerine güzelce nakşedebilenler, her hâl ve hareketlerinde ölçülü ve dikkatli olurlar. Oturuşlarında, kalkışlarında, giyim-kuşamlarında, konuşmalarında, sükûtlarında, duruşlarında, yürüyüşlerinde, velhâsıl her hâllerinde bu edebin tezâhürü içinde bulunurlar. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği) kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler.” (el-Furkan, 63)

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (el-İsrâ, 37)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zîrâ Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)

Âyet-i kerîmelerde, mağrur adımlarla ve çalım satarak yürümek, men edilmiştir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yokuştan iner gibi hızlı ve vakur adımlarla önüne bakarak yürüyüşü de O’nun mütevâzı hâlinden bir numûnedir. Nitekim bu ahlâk-ı hamîde, Hak dostlarının da şiârı olmuş, tasavvufta “nazar ber kadem” tâbiriyle bir düstur hâline getirilmiştir.

Yürürken ayak uçlarına bakmakta; tevâzû, edeb, haddini bilmek, gözü haramdan korumak, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine bağlılık gibi fazîletler vardır.

Sadece yürürken değil, her hâlükârda mütevâzı olmak, Hakk’ın muhabbetine vesîle olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“…Kim Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır...” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 325)


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, tevâzû husûsunda toprağın hikmetini okuyarak tevâzûda toprak gibi olmaya dâvet eder:
“Allah buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim. Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzuu kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.”

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî ise, tevâzuun mânen yükseliş sırrına dikkat çekmek üzere suyu hikmet nazarıyla okuyup şöyle buyurur:

“Sel, heybetle aktığı için baş aşağı yuvarlanıp gidiyor. Çiğ damlası ise, küçücük ve âciz olduğundan, güneş onu sevgiyle yükseklere çıkarmaktadır.”

Hak Teâlâ’nın kullarında görmeyi murâd ettiği tevâzû hâli, ilâhî müjdelere nâiliyet vesîlesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…(Rasûlüm!) O ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele! Onlar öyle kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (el-Hac, 34-35)

Dolayısıyla ihlâs ve tevâzû, Hakk’a kulluk mes’ûliyetlerimizin îfâsında hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir.

Kılıç, Boynu Olanın Boynunu Keser…

Varlık ve benlik iddiâsından uzak, mütevâzı insanlar, pekçok mânevî tehlikeden emin olurlar. Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati şu teşbîh ile îzâh eder:

“Kılıç, boynu olanın boynunu keser… Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.”

Ayrıca sâhibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin de artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur. Bu meyanda da Mesnevî’de şöyle buyrulur:

“Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basîretini ihsân eder. Artık her şeyin hakikatini açıkça görür, «Allâh’ım, bize bütün eşyânın hakikatlerini olduğu gibi göster.» hadîs-i şerîfinin sırrına muttalî olursun.”

Tevâzû; merhameti, hizmeti, cömertliği doğurur. Mütevâzı insan, hizmet ehlidir, merhametlidir, şefkatlidir. Bunun zıddına tevâzûdan nasipsiz bir insan, kibirlidir, hasistir, ilâhî lutuflardan mahrumdur.

İmâm-ı Şârânî “el-Bahrü’l-Mevrûd” adlı eserinde der ki:

“Bir mânevî mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevâzû ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşreb, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.”

Efendimiz’in Tevâzuu

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Allah Teâlâ bana; «Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın.» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64)

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hür ve kölelerin dâvetine icâbet eder, bir yudum süt de olsa hediyeyi kabul eder ve ona hediye ile mukâbele ederdi. Toplumda hor görülen, küçümsenen câriye veya yoksul insanların isteklerine cevap verme husûsunda da büyük bir titizlik gösterirdi.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Efendimiz’e gelince arkadaşları:

“–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21)

Mekke fethi, müslümanların yirmi sene çektiği çile, ıztırap ve zulümlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği en büyük zaferdi. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’ye zafer işâretleriyle değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış olarak ve bir şükür edâsı içinde girmiştir. En cüz’î bir benlik tezâhürüne karşı koymak üzere de:

“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» niyâzında bulundu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecandan titreyerek:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!” diyen hemşehrisini, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan misâl vererek teskin etti ve:

“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidesini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetîmiyim!..”1 diyerek kâ’bına varılmaz bir tevâzû gösterdi.

Yine aynı gün, ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îman telkîn etmesini isteyen Hazret-i Ebû Bekir’e:

“–Yâ Ebâ Bekir! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!.” karşılığını verdi.

Kendisine aşırı tâzim gösterenlere de:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” ikâzında bulundu. (Heysemî, IX, 21)


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Ashâbın Tevâzuu
Nebevî terbiye altında yetişen sahâbe nesli de Allah Rasûlü’nün tevâzû hâlinden müstesnâ nasipler almışlardır.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle; “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi”3 olmasına ve yine Efendimiz’in; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…” buyurmasına rağmen, halîfeliğe seçildiğinde îrâd ettiği ilk hutbede:

“Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım halde başınıza emir tayin edilmiş bulunuyorum.” diyerek vazîfesindeki yüksek dirâyetine rağmen Hak Teâlâ’nın lutf u ihsânını ümîd ederek tevâzûdan müstağnî kalmamıştır.

Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan bir tüccar gelmişti. Tüccar, yükünü taşıyacak bir hamal ararken, sırtında bir aba olan Selman -radıyallâhu anh-’a rastladı. Onu tanımadığı için de; “–Gel şunu taşı!” dedi.

Selman -radıyallâhu anh- yükü sırtlandı. Halk vâliyi birinin yükünü taşırken görünce adama hemen durumu îzah ettiler. Şamlı tüccar derhâl özür dileyip yükü almaya çalıştıysa da Selman -radıyallâhu anh-:

“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)

Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında; “Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti. Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ona kızdı. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:

“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbiseyle gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş:

«Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şâyet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.»” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40)

Tevâzûda Îtidâl

Tevâzûda aşırıya kaçmak, kişiyi ya zillete ya da dolaylı bir kibre götürür. Asıl tevâzû, mânen seviyeli insanların kârıdır. Böyle olmadığı hâlde, öyleymiş gibi davrananların yaptıkları, tevâzû kisvesi altında böbürlenmek ve riyâkârlıktır.

Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar.”

Buna göre kıymeti hâiz bir vasfı olmayan kimselerin o vasıfla ilgili kullandıkları tevâzû ifâdeleri, ayrı bir riyâ misâlidir.

Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere eğip insanlara ikrâm etmesi gibi; ancak akıl, ilim ve hikmet sahibi seçkin insanlar mütevâzı ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu, gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde, iç âlemini bütün varlıkların istifâde edebileceği bir hazine hâline getirmelidir.

Kimileri ise kendileri hakkında “ne mütevâzı insanmış” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla tevâzû gösterirler. Bu riyâkâr hâl, aslında “tevâzûun fahrı”ndan, yâni tevâzû görüntüsü verilmiş bir kibirden ibârettir. Meselâ; “–Ben fakir, âcizâne, ancak şu kadar hayır-hasenat yapabildim, şöyle şöyle ibâdetlerim var.” gibi sözler, gurur ve kibrin, tevâzû perdesi altında sergilenmesinden ibârettir. Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsanlar arasında kendisini fazla zemmeden kimse, hakikatte kendisini övmüş olur. Bu ise riyâ alâmetlerindendir.”

Dolayısıyla tevâzûda aşırıya kaçmak da tehlikelidir. Zîrâ kibir ve gurur, nefsi palazlandırırken rûhu öldüren zâhirî yükselişlerdir. Hazret-i Mevlânâ bu hususta şöyle îkâz eder:

“Köle gibi mütevâzı ol da at gibi yerde yürü. Omuzlarda yürüyen tabut gibi yükselmeye kalkışma. Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; (ne kadar ulu olsan da) ululuk taslama.”

Asıl tevâzû, nefsi Hakk’a karşı kulluk, halka karşı insaf makâmında bulundurmaktır. Yani Allâh’ın emirlerine samîmiyetle itaat edip kusur ve acziyetini îtirâf etmek, insanların da haklarına riâyet edip onların doğru sözlerini kabûl etmek, hakîkatler husûsunda nefsânî bir inatlaşmaya girmekten sakınmaktır. Nitekim Fudayl bin İyâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:

“Tevâzû; ister câhilden, ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir.”


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Mânevî Terbiyede Tevâzû İksîri

Bir atasözünde; “Tevâzû, şeref avlayan bir avcıya benzer.” denilir. Hakîkaten mânevî izzet, şeref ve mertebeleri kazandırmakta, tevâzû kadar müessir bir başka vâsıta yoktur. Bunun zıddına kibir ve benlik dâvâsı gütmek, Cenâb-ı Hakk’ı son derece gazaplandıran kötü huylardır. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurur:

“Kul dünyâ nimetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”

Mânevî terbiyeye de, öncelikle nefis tezkiyesiyle başlanır. Nefisten en zor çıkarılabilen kötü huy; kibir ve benliktir. İlk mutasavvıflardan Ebû Hâşim es-Sûfî:

“Kalpte yer etmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazmaktan daha zordur.” buyurmuştur. Fakat bu başarılmadıkça da mânen tekâmül edebilmek, dînin hedeflediği kâmil insan olabilmek mümkün değildir. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Bir kişi, kendinden geçerek yokluğa ulaşır, yokluk o kişiye manevî bir ziynet olursa, o kişinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi gölgesi kalmaz. Yani o kişi hayâlî ve gölge varlığından kurtulur.”

Aslı yokluk olan, yâni yokluktan gelen insanoğlunun varlık ve benlik iddiâsına kalkışması, ne büyük bir bedbahtlıktır. Bütün dünyevî dayanaklar ve nefsânî hazlar da kulun bu gaflete düşmesine zemin hazırlayan imtihan tuzaklarıdır. Bu tuzağa düşen mağrur kimseler, oltadaki yemin bir anlık lezzeti için kendini helâke sürükleyen balıklar gibidirler. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel îzâh eder:

“Varlık ve benlik, insanı adam akıllı sarhoş eder; aklını başından, utanma duygusunu gönlünden alır.

Şeytan, bu sarhoşluğa kapıldı da; «Âdem niçin benden üstün olsun; bana reis olsun?» dedi de lânete uğradı.”

Bu bakımdan kibir âfetini nefisten silip atmak, hayâtî bir vecîbedir. Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Tevâzû, karşılaştığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmendir.” buyurur.

Ârifler sultânı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir. Bu şekilde büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüş, pek çok mânevî mertebelere de bu hizmetleri bereketiyle nâil olduğunu ifâde etmiştir. Onun nâil olduğu tecellîlerin âdeta sırrını ifâde eden şu mısrâları pek mânidardır:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!..

(herkes tam, ben kusurlu)

İşte bu kalbî kıvâma erdikten sonra kişi asıl mânevî terakkî yoluna girmiş sayılır. Mevlânâ Hazretleri bu kalbî kıvâma erenlere şöyle seslenir:

“Yola düşersen, sana yol açarlar. Yok olursan, seni varlığa ulaştırırlar.”

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değil isen, Hakk’ın huzuruna yokluk götür.”

Kibir gibi bir sıklet ve gaflet ile mânen mesâfe alabilmek imkânsızdır. Zîrâ Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.”

Bunun içindir ki Hak dostları, nefislerini tezkiye edebilmek için evvelâ varlık ve benlik elbisesini çıkarmışlar, yokluk ve hiçlik libâsını büyük bir samîmiyetle giymişlerdir. Ancak bu merhaleden sonra mânâ sultanlığına nâil olmuşlardır.

Nitekim cihan padişahlarına yön veren Hüdâyî Hazretleri, mânevî terbiye için Üftâde Hazretleri’ne intisâb ettiğinde ilk olarak kendisinden dünyevî ve nefsânî dayanaklarını terk etmesi istenmiştir. Bu meyanda da kadısı olduğu Bursa’nın çarşısında, süslü kaftanıyla ciğer satması emredilmiş, akabinden de dergâhın helâ temizliği hizmeti verilmiştir.

Yine büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ilim âleminin âdeta güneşi mevkiinde iken Dehlevî Hazretleri’nin önünde diz çökmüş, verilen helâ temizliği vazîfesini titizlikle îfâ etmiştir. Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, netîcede üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur.

Velhâsıl, mânevî olgunluk için hiçbir zaman tevâzû libâsını üzerimizden çıkarmamamız îcâb eder. Tevâzûsuz bir kulluk, noksan ve illetli bir kulluktur. Benlik ve kibir ise, tıpkı şeytan -aleyhillâ‘ne- misâlinde olduğu gibi, kişiyi küfre kadar götürebilen en tehlikeli âfetlerdendir.

Hak dostları, tevâzûyu kendileri için hayat düsturu edindiklerinden, Hakk’ın büyük nîmetlerine mazhar olmuş, mâneviyat semâsının yıldızları hâline gelmişlerdir. Eriştikleri mânevî salâhiyetle de ömürleri boyunca insanların irşâdına gayret ettikleri gibi, fânî ömürlerinden sonra da irşâda devâm etmektedirler.

Rabbimiz, Hak dostlarının tevâzû, yokluk ve hiçlikle yücelmiş gönül iklîminden kalplerimize hisseler ihsân eylesin. Kulluğumuzu ve haddimizi bilip vazîfe ve mes’ûliyetlerimizi kemâl-i edeple îfâ edebilmemizi müyesser kılsın!


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Tamam güzel gülo ama bir de Fazla (gereksiz) tevazu kibirdendir sözüne uygun olan bir yazı gelsin ardından olur mu :)
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından / Îsar

ÎSAR

Îsar, peygamberlere ve Hakk’ın velî kullarına mahsus, fedâkârlık ve cömertliğin zirvesi olan bir haslettir. Nefsinden fedâkârlık yaparak, hakkından vaz geçerek, kendinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkânı, diğer bir mü’mine devredebilmektir. Her hâlükârda kendinden önce din kardeşinin huzur ve saâdetini düşünebilmektir. Yâni benlikten diğergâmlığa geçip “önce ben” yerine “önce o” diyebilmektir.
Nitekim “İnfak nedir?” suâline Hakîm Tirmizî -kuddise sirruh-:
“İnfak; başkasının sevinci ile huzur bulmaktır.”1 karşılığını vermiştir.
Hak dostlarını bu güzel ahlâka sevk eden en kuvvetli âmil, onların fıtratlarının merhamet hamuruyla yoğrulmuş olmasıdır. Yine onların, “Mü’minler ancak kardeştir...” (el-Hucurât, 10) ilâhî mesajını bilhassa zor zamanlarda bir ibadet heyecanıyla îfâ etmeleridir.
Îsar, cömertliğin zirvesidir. Zîrâ cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir. Îsâr ise, muhtâc olduğu ve kendisine de lâzım olan bir şeyi, kendisinden koparıp verebilmektir. Nefsin îtirazlarını susturarak, ihtiraslara set çekerek kazanılan rûhânî bir zaferdir. Rabbimiz, kullarında görmeyi murâd ettiği bu ahlâka dâir, bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Onlar, kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları, o günün fenâlığından korur, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (el-İnsân, 8-11)
Hakîkaten, insanın varlık içindeyken infâk edebilmesi kolaydır. Böyle bir infak, malın fazlasından verildiği için kişinin nefsini çok fazla zorlamaz. Zor olan, yokluk içinde de cömert olabilmektir.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur:
“Dünyalık sana yöneldiği zaman, vermesini bil. Zîrâ vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz!”
Îsarda, yâni kişinin kendisinin de muhtaç olduğu bir şeyi infâk edişinde, nefsin çetin fırtınalarına sabredip rızâ ve teslîmiyetle fedâkârlık yapabilmek söz konusudur. Bu da her yiğidin harcı değildir. Bu ahlâkı sergileyebilmek, mânevî bir olgunluk, kalb temizliği ve ruh sâfiyeti ister.
Her hayrın ecri, onun zorluğu nisbetindedir. Bu yönüyle îsârın ecri de, sâir infaklardan çok daha büyüktür. Bunun içindir ki Hak dostları, bu ahlâkın mânevî kazancını eşsiz bir ganîmet telâkkî etmişlerdir. Onun âhiretteki saâdet ve saltanatına erebilmek için bu fânî âlemde “fakirlikten korkmaksızın” infâk etmek sûretiyle, gönül zenginliğine nâil olmuşlardır.
Hak dostu Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Bir çınarın yaprakları dökülürse, Cenâb-ı Hak, ona yapraksız da yaşama gücü verir. Cömertlikten ötürü elinde mal kalmasa, Allâh’ın inâyeti, seni hiç ayak altında çiğnetir mi?”
Dolayısıyla îsar, risk alarak verebilmektir. Mahrum olmayı, aç kalmayı göze alarak elindekini din kardeşine ikrâm edebilme büyüklüğünü gösterebilmektir. Nefse ne kadar ağır gelse de yüzü ekşitmeden, gönül hoşluğuyla infâk edebilmektir.


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Her Nîmetten Îsar

Îsar, sırf para veya mala has bir fedâkârlık değildir. Allah Teâlâ bize ne ihsân ettiyse, kendi rahat ve menfaatimizi geri plana atarak, nefsimizin cimriliğine gem vurarak, şart ve imkânlarımızı zorlayarak, onu Allah yolunda infâk edebilmektir. Yâni îsar, bütün maddî ve mânevî nîmetlerden, kâbiliyet ve istîdatlardan, ilimden, irfandan “fedâkârâne” infakta bulunabilmektir. Bu da îsârın kalpte bir meleke hâline gelmesiyle mümkündür.

Meselâ bir Kur’ân muallimi; “Benim ne gücüm var ki infâk edeyim?” dememelidir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lutfettiği Kur’ân’a hizmet imkânını ganimet bilip, şahsî istirahat zamanlarından bile fedâkârlık yaparak hizmetine devam etmelidir. Bu takdirde o da îsar ehli olmuş olur.

Fahr-i Cihân Efendimiz, Tâif’te İslâm’ı tebliğ ederken taşlandı. Lakin orada bir kölenin müslüman olması, O’nun hüznünü hafifletti. Bu çileli yolculuğun ardından, durup dinlenmeden, müşrik kabilelerden câhiliye haccı için gelenlere gitti. Onlara, kavminin mü’minlere karşı nasıl terör estirdiğini anlatıp, “Beni kavminize götürün, size tebliğ edeyim.” dedi. Tebliğ vazîfesini îfâ adına bir çileden diğerine koştu. Kendi rahat ve istirahatını unuttu. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“Öyleyse, bir işi bitirince yine kalk, hemen başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8)

O hâlde Allah yolunda yapılabilecek sayısız gayretler için, rahatımızı terk etmek pahasına fedâkârlıkta bulunabilirsek -inşâallah- bizler de îsar ehli oluruz.

Allah Rasûlü’nün ve Ashâbın Îsârı

Her hususta olduğu gibi îsar bahsinde de en güzel örneğimiz, Peygamber Efendimiz ve O’nun nebevî terbiyesi altında yetiştirdiği güzîde sahâbîleridir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisinden bir şey isteyeni boş çevirdiği görülmemişti. Kendisinden bir şey istenildiği zaman, o an verecek hiçbir şeyi olmasa bile muhakkak bir imkânını bulur, infaktan geri kalmazdı. Nitekim birgün muhtaç bir kimse gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim adıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Efendimiz, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadı. Ensâr’dan biri:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi.

Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in hoşuna gitti. Tebessüm ederek:

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)


Yâni Peygamber Efendimiz, borç alarak infâk edebilecek kadar cömertti. O’nun diğergâmlıktaki bu kâbına varılmaz incelik ve zarâfeti, biz ümmeti için ne güzel bir fiilî kıstastır.

Yine Allah Rasûlü’ne bir süt getirilse, onu önce fakir sahâbîler olan Ashâb-ı Suffe’ye ikrâm ederdi. Ashâbı açken kendisini doyurmayı düşünmezdi. Zîrâ O’nun nazarında infak ve fedâkârlığın hazzı, duyulabilecek bütün lezzetlerin şâheseriydi. Bir şâir, Efendimiz’in bu îsar hâlini ne güzel bir teşbîh ile îzah eder:

“Bir gün biri, Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, fakat Sen verirken gülersin.”

Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir vefât ettiklerinde, Âişe vâlidemizin odasına defnedilmişlerdi. Hazret-i Âişe de odasında kalan bir kişilik yere kendisi defnedilmeyi arzu ediyordu. Fakat Hazret-i Ömer

-radıyallâhu anh- hançerlenerek ağır yaralandığında, o yerin kendisine bağışlanması için, oğlunu Hazret-i Âişe’ye ricâcı olarak gönderdi. Hazret-i Âişe de kendi hakkından ferâgat ederek o yeri Hazret-i Ömer’e ikrâm etti.

Yine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın, oruçlu olduğu bir gün, yoksulun biri gelerek kendisinden yiyecek bir şeyler istemişti. Âişe vâlidemizin evinde, akşam iftar edeceği bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkârına onu vermesini söyledi. Hizmetkârı îtiraz edecek olduysa da Âişe vâlidemiz ısrar edip o ekmeği verdirdi. Akşam olunca birisi Âişe vâlidemizin evine bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Âişe vâlidemiz hizmetkârını çağırarak:

“–Buyur ye, bu, senin (vermeye kıyamadığın) ekmeğinden daha lezzetlidir!” buyurdu. (Muvatta, Sadaka, 5)

Zîrâ onlar çok iyi biliyorlardı ki, Cenâb-ı Hak, kulundan daha cömerttir ve kulunu zorda bırakmaz. İnfâk edilenin yerine ondan daha hayırlısını lutfeder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir...” (es-Sebe, 39)

İşte bu mânevî alışverişlerin yüksek kazancını bilen mü’minlerde infâk etmek, bir lezzet hâline gelmiştir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Kumaş satan kişi, elindeki kumaşın fazla para getireceğini görünce, o kumaşa olan sevgisi soğur, onu hemen satmak ister. Fakat kumaşının fazla para getireceğini görmese, ona bağlanır, elinden çıkarmak istemez.”

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı zâyi olmaktan korur!”

Sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsarlarını şöyle anlatır:

“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da çok görünen fazla yığın Ensâr kardeşlerimize kalsın diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu yine Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmın kendilerine kalmasını sağlamış olurlardı...” (Heysemî, X, 40)

Îsârın mânevî hazzını yaşayabilmek uğruna sergilenen ne ince bir davranış… Maddî ve fânî menfaatleri geri planda bırakacak kadar ulvî bir fedâkârlık ve kardeşlik hâli…

Yine sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah, ordu kumandanı iken çölde kendisine soğuk su ve taze ekmek getirildiğinde; “Askerim de bunu bulabiliyor mu?” diye sormuş ve bunun kendisi için husûsî tedârik edildiğini öğrenince o yiyeceklere el sürmemiş; “Askerim ne yiyorsa bana da ondan getirin.” demiştir. Zîrâ o azîz sahâbî de “önce nefsim” değil, “önce din kardeşlerim” diyenlerdendi.

Bir yoksul, Peygamber Efendimiz’e gelerek aç olduğunu söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hanımlarına haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. Fakat bütün hanımlarından aynı cevap geldi:

“–Allâh’a andolsun ki, evde sudan başka bir şey yok.”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ashâbına dönerek bu şahsı kimin misâfir edebileceğini sordu. Hemen Ensar’dan biri kalkarak:

“–Ben misafir ederim!” dedi ve o yoksulu evine götürdü. Halbuki evinde ancak çocuklarına yetecek kadar az bir yiyecek vardı. Hanımına:

“–Çocukları oyala. Misafirimiz gelince lambayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi.

Sofraya oturdular. Misafir karnını güzelce doyurdu. Sabahleyin ev sahibi, Allah Rasûlü’nün yanına gitti. Onu gören Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Bu gece misafirinize ikramınız sebebiyle Allah Teâlâ sizden çok hoşnud oldu.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6)


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak Dostlarının Îsârı

Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostları da, tıpkı sahâbenin sergilediği gibi nice îsar numûneleri sergilemişlerdir. Bunlardan birini Antakyalı Ebu’l-Hasan şöyle nakleder:

“Bir defasında otuz küsur kişi Rey şehri civarındaki bir köyde toplanmıştı. Bunların, hepsine yetmeyecek kadar sayılı çörekleri vardı. Çörekleri parçaladılar, ışıkları kısarak yemeğe oturdular. Bir müddet sonra sofra kaldırıldığında ekmeklerin olduğu gibi sofrada durduğunu ve her birinin diğer kardeşini kendisine tercih ederek kimsenin bu çöreklerden yemediğini gördüler.” (İhyâu Ulûmiddîn, III, 572)

İşte diğergâmlığa ulaşabilen mü’minlerin gönül ufku… “Önce ben” değil, “önce o” diyebilmek… Yine bu güzel ahlâkın ibret dolu misallerinden biri de Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne âittir:

Hizmetine bakan talebesi birgün ona:

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebesi:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi.

Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de şöyle anlatır:

“Birgün pazara gitmiştim. Çok fakirdim. Bir kişi yanıma gelerek aç olduğunu söyledi. O vakit hiçbir imkânım da yoktu. Sâdece eski ve fitil fitil olmuş bir sarığım vardı. O aç insanı alıp bir aşhâneye götürdüm. Aşçıya:

“–Şu sarığımı al. Eski, fakat temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun karşılığında şu aç insanı doyurur musun?” dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etti. Fakat söz verdiğim için almadım. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 651)

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, sonradan büyük bir servete sâhip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Hazret, o zamanki hâlini de şöyle anlatır:

“Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime aldım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben, onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 653)

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin hâli ne ibretlidir. Hazret, dilese sahip olduğu servet ile bütün bu hizmetleri hiç yorulmadan yaptırabilir, kendisini hiç zahmete sokmayabilirdi. Ancak îsar fazîletinden mahrum kalmamak için, şahsî rahatından fedâkârlık ve ferâgatte bulunuyordu.

Abbâs bin Dehkan naklediyor:

“Bildiğim insanlar arasında dünyaya geldiği gibi ölen tek insan, Bişr bin Hâris’dir. Dünyaya çıplak geldi ve çıplak gitti. Ölüm döşeğinde iken biri gelerek ondan bir şey istedi. O esnâda onun, üzerindeki gömlekten başka bir şeyi yoktu. Onu da çıkardı, yoksula verdi. Başka birinden ödünç gömlek aldı ve o şekilde vefât etti. Yâni ölünce bir gömleği bile yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.”

Öte yandan, Allah yolundaki hizmetlerde mühim olan da, bir hizmeti hiç kimse yapmazken onu yapabilmek, bir garibi kimse sahiplenmezken ona sahip çıkabilmektir. “Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” sırrına nâiliyet de böyle olur. Kimsenin vermeye kıyamadığı şeylerden fedâkârlık yapmakla olur. Velev ki bu fedâkârlık, candan bile olsa…



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
"Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.”

Aslında hepimiz gömleksiz gelip gömleksiz de gidiyoruz ama ardımızda kendimizin ver(e)mediği pek çok gömleği paylaşılma kavgalarına malzeme olsun diye bırakarak... hem dünya huzurumuz hem de kabir huzurumuz pahasına hem de....

 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Îsârın Zirvesi: Candan Îsâr

Îsar, dînî gayretlerin şâheseridir. Allah ve Rasûlü’nün sevgisini, bütün fânî sevdâların üstüne çıkarabilmektir. Bunun içindir ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ömer’in şahsında bütün ümmetine:

“–Beni canından da çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın!” buyurmuştur.2 Nitekim Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetinin bedelini canıyla ödeyerek şehîden Rabbine kavuşmuştur.
Aşk-ı ilâhî, gerçek bir fedâkârlık ister. Ancak fânî muhabbetlerden vazgeçmekle kavuşulur. Aşk ve muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. İnsanlar en büyük bedeli, muhabbetleri uğrunda öderler. Çünkü herkes, sevdiği uğrunda, muhabbeti nisbetinde fedâkârlığa katlanır. Aşk ve muhabbet kemâle erince, sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlık da zirveye ulaşır. O zaman artık cefâlar dahî safâ hâline gelir.
Îmânı böyle bir aşk ile yaşayanlar, canlarını bile fedâ etmekten çekinmezler. Nitekim Rasûl-i Ekrem Efendimiz hicret edeceği gece, düşmanları tarafından evi sarıldığında, yatağına Hazret-i Ali’yi yatırarak evinden çıkmıştı. Hazret-i Ali, ölümü göze alarak korkusuzca Efendimiz’in yatağına uzandı.
Îsârın zirvesindeki mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder…” (el-Bakara, 207)
Hazret-i Mevlânâ da bu hâli ne güzel târif eder:
“Candan daha azîz bir şey olmadıkça, can azîzdir. Fakat candan kıymetli bir şey elde edilince, canın adı bile anılmaz. Mal ve can, kar gibi erir, gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah cennet karşılığında mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı…»3 buyrulur.”
Meşhur sûfî aleyhtârı Gulâm Halil, bütün sûfîlere karşı düşmanca bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfîyi tutuklatıp devlet merkezine sevk etti. Çıkarılan bir fermanla îdamlarına karar verildi. Cellât, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyn Hazretleri gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete şaşırdı. Cellât da:
“–Ey civanmert! Sen öne atılıyorsun ama, bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz senin sıran gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi. Ebu’l-Hüseyn -kuddise sirruh-:
“–Benim yolum îsar yoludur. En değerli şey de; candır, hayattır. Şu birkaç nefeslik vaktimi, kardeşlerimin biraz daha yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zîrâ dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit, bizim için âhiretteki bin yıldan daha değerlidir. Çünkü burası Hak rızâsını kazanma yeridir, orası ise Hakk’a yakın olma mahallidir. Hakk’a yakınlık da hizmetle elde edilir. Bunun için şu birkaç nefesimi dostlarıma fedâ ediyorum.” dedi.4
Mal, can ve evlât, insanın en fazla düşkün olduğu ve en zor vazgeçebileceği varlıklardır. Bu itibarla bu üç hususta verilecek imtihanlar da en zor imtihanlardır. Cenâb-ı Hak nice kullarını bu hususlarda ağır imtihanlara tâbî tutmuş ve kullukta samîmiyet derecelerini sınamıştır.
İbrâhim -aleyhisselâm- bu üç husustaki imtihânı da Allah’ın lutfuyla kazanarak Hakk’a “Halîl: dost” olmuştur. O, fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etmiş, tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan Nemrud’un ateşine atılmış, böylece gerektiğinde canını da Rabbine teslîm edebileceğini göstermiştir. İnsanoğlu için en ağır imtihan vesîlelerinden bir diğeri olan evlât husûsunda da Hakk’a itaat ve teslîmiyetin âbidesi olmuştur.
Evlât, neslin devâmına medâr olduğundan, insanın fıtratında meknuz olan ebedîlik arzusunun bir nevî tatmin vâsıtasıdır. Bunun için insanoğlu, evlâdına karşı çok düşkündür. Zîrâ evlât, anne-babanın devâm eden bir parçasıdır.
İbrâhim -aleyhisselâm- da, oğlu İsmâil’i kurban etmesi emredilerek, imtihanların en ağırına tâbî tutuldu. Hem kendisinin, hem de oğlu İsmâil’in kâbına varılmaz rızâ ve teslîmiyetlerinin bu dünyâdaki mükâfâtı olarak, melekler tarafından koç indirildi. Onların bu candan fedâkârlık hâtıraları, kıyâmete kadar devâm edecek olan bütün îman nesline bir ibâdet olarak hediye edildi.
Bu itibarla kurbandan asıl maksat, gerektiğinde Hak uğrunda canından bile fedâkârlık göstereceğine dâir, kulun Rabbine söz vermesidir. Yine kurban, takvâ imtihanını kazanabilmek, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir. Nitekim âyet-i kerîmede de kurbanlar hakkında:
“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37) buyrulmaktadır.
Hazret-i Mevlânâ, candan îsârın fazîletini ne güzel ifâde eder:
“Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
İki melek dâimâ niyâz eder: «Yâ Rabbi! Fakirlerin ihtiyacını gören cömertleri doyur, onların verdikleri her dirheme karşılık, yüz bin dirhem ihsân et...»
Hele canını verene, boğazını uzatıp Yaratan’a kurban olana... O kimse, Hazret-i İsmâil gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah, o boğazı kestirmez.”
“Sen, Allah rızâsı için ekmek verirsen, sana da ekmek verirler. Allah uğruna can verirsen, sana can bahşederler.”
“Hakk’ın cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin? Canın için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın? Irmağın kıyısında durup da suyu esirgeyen, ırmağı göremeyen kalbi kör kişidir.”


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Îsârın Muhteşem Bereketi

Nefsinden ferâgat edip îsâr ile verilen bir dirhem, böyle olmayan yüz binlerce dirhemlik sadakadan daha üstündür. Bunu şu hadîs-i şerîf ne güzel îzah eder:

Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb:

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi.

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yâni malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Demek ki infâk edilen malın miktarından çok, infak edenin fedâkârlık derecesi mühimdir. Buna göre hakîkî zenginlik, mal çokluğu değil gönül tokluğu; hakîkî cömertlik de, imkânlarını zorlayarak fedâkârâne infakta bulunmaktır.

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî anlatıyor:


Mûsâ -aleyhisselâm- Allah Teâlâ’ya:

“–Yâ Rab! Muhammed -aleyhisselâm- ile ümmetinden bâzılarının cennetteki mevkîlerini bana göster!” diye ilticâ eder. Hak Teâlâ’dan şöyle bir hitap gelir:

“–Ey Mûsâ! Sen buna güç yetiremezsin. Fakat Ben onların büyük derecelerinden birini sana göstereyim. Bu derece ile O’nu, senden ve bütün mahlûkattan üstün kıldım.”

Daha sonra melekût âleminden kendisine bir kapı açılır. Onun makâmının nûrunu ve Allah ile olan yakınlığını görünce, nerede ise kendinden geçer. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ O’nun nasıl bu dereceye yükseldiğini sorar. Allah Teâlâ:

“–O’na verdiğim yüksek bir ahlâk sâyesinde.” buyurur. Hazret-i Mûsâ bu ahlâkın ne olduğunu sorunca da Cenâb-ı Hak:

“–Îsâr, yâni başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcına tercih etmektir. Bu ahlâk ile kim Bana gelirse, Ben onu hesaba çekmekten hayâ eder ve onu cennetin istediği yerinde iskân ederim!” buyurur. (İhyâ, III, 570-571)

Elbette böyle zirvelere ulaşabilmek herkesin kârı değildir. Ancak o ufka ne kadar yaklaşabilirsek o kadar değerli nasipler elde edeceğimiz muhakkaktır. Unutmayalım ki İslâm’ın güleryüzünü bütün ihtişâmıyla sergileyen îsar ahlâkında atacağımız en ufak bir adım, belki de bizler için ebedî bir kazanç kapısı olacaktır.

Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyrularak bizlere mes’ûliyetimizin büyüklüğü hatırlatılmaktadır. Bir uzvun acısını bütün vücut hissettiği gibi, bütün müslümanlar da din kardeşlerinin ıztırâbını yüreklerinde hissedebilmelidirler.

Dolayısıyla bizler de en yakınımızdan başlayarak tâ Afrika’daki, Açe’deki velhâsıl dünyanın dört bir yöresindeki din kardeşlerimizin ıztırâbını derinden hissetmek mecbûriyetindeyiz.


(devamı var)


OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Câhil ve Nâdanlara Sabır ve Tahammül

Hayır ve şer, hak ve bâtıl, doğru ve eğri, insan idrâkinde örnekler sayesinde netliğe kavuşur. Kur’ân ve Sünnet’in feyiz ve rûhâniyetiyle yaşayan Hak dostları da, bizler için fiilî bir kıstas, yâni canlı birer örnektir. Kendi hâlimizi dâimâ onların hâliyle mîzân etmeli, onlar gibi feyz ve rûhâniyetle dolu bir gönle sahip olmaya gayret göstermeliyiz.
Zîrâ peygamber vârisi olan Hak dostları, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yâni onlar, Hazret-i Peygamber’i ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak yüksek şahsiyetlerdir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.
Hak dostlarının fârik vasıflarından biri de, câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara sabredip insanların irşâdı için dâimâ halkın içinde bulunmalarıdır.
Bütün fazîletler gibi bu fazîletin en mükemmel bir sûrette tahsil edileceği mektep de, Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyetidir.

Peygamber Efendimiz’in Sabır ve Tahammülü

İnsanlığa örnek şahsiyet olarak lutfedilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ömrü boyunca nice ağır cefâlara katlandı, sayısız çile çemberinden geçti. Nitekim; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Lâkin Allah yolunda katlandığı ezâ ve cefâlar O’na hiçbir zaman ağır gelmedi, aslâ bezginlik vermedi, gönlünün muvâzenesini bozmadı. Zîrâ O’nun latif kalbi, dâimâ Rabbinin rızâsını diliyor, O râzı olduktan sonra, fânîlerden gelen eziyetlere aldırmıyordu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (el-Ahzâb, 48)
Allah Rasûlü’nün, insanlardan gelen ezâ ve cefâlara büyük bir sabırla tahammül etmesi, daha önceki mukaddes kitaplarda da haber verilen peygamberlik alâmetlerinden idi. Nitekim önceleri yahudi âlimlerinden biri olan Zeyd bin Sa’ne, beklenen son peygamberin böyle bir husûsiyete sahip olduğunu, Kur’ân’dan önceki semâvî kitaplardan okumuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a her baktığında O’nda peygamberlik alâmetlerinin tamamını gören Zeyd bin Sa’ne; “Acabâ gerçekten kendisine karşı kaba-saba davrananları da affediyor mu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça O’nun hilim ve müsâmahası da o nisbette artıyor mu?” diye merak etmiş ve bu hususta Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-’ı âdeta bir denemeye tâbî tutup hakîkaten böyle olduğunu gördükten sonra mutmain bir kalb ile îman şerefine nâil olmuştur. (Bkz. Hâkim, III, 700/6547)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hak dâvâsı yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın zarâfet ve nezâketini henüz yeterince kavrayamamış yeni müslümanlardan sâdır olan kabalıklara da, büyük bir sabırla tahammül gösteriyordu. Çölden gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:
“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmalarına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla:
“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbele ediyordu. Yâni muhâtaplarının kabalığına rağmen, O hiçbir zaman nezâket ölçülerinin dışına çıkmıyordu.
Yine çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler adamı azarlamaya başladılar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû 58, Edeb 80)
Rahmet Peygamberi’nin bu hâli, nice hidâyetlerin bereketli tohumu oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et...” (Âl-i İmrân, 159)
Allah yolunda türlü sıkıntılara katlanan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, dâvâsında muvaffak olup Allah’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lutfettiği zamanlarda bile bir kenara çekilip insanların eziyetlerinden kurtulmayı aslâ düşünmedi.
Birgün kalabalık bir sahâbe grubunun içinde diz üstü oturmuş yemek yerlerken O’nu bu hâlde görüp yadırgayan bir bedevî:
“–Bu nasıl ve ne değişik bir oturuş!” diyerek Efendimiz’in yüksek edebi karşısındaki hayretini ifâde etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773)
Yâni ince ve hassas rûhuyla bütün insanlığa nezâket ve zarâfet timsâli olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, inatçılık ve zorbalık gibi kötü sıfatların, mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmayacağına işâret buyurdu.
Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- da, azîz yeğeninin insanlarla haşır-neşir olup onların çeşitli eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyuyordu. Bunun için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bu sıkıntıların bir kısmından kurtulmasını istemişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise:
“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)
Mü’minleri de şöyle îkaz etti:
“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Ayın karanlık geceden kaçmaması, sabretmesi, onu nurlandırır, aydınlatır. Gülün, dikenin arkadaşlığına katlanması, sabretmesi de, ona çok güzel bir koku, latîf bir renk verir.”
“Bütün peygamberlerin, kendilerine inanmayanların veya câhillerin ezâlarına, cefâlarına katlanmaları, sabretmeleri, onları Hakk’ın has kulları yapmış, mânen muzaffer sultanlar hâline getirmiştir.”
“Sabrı (güzelce) yaşayabilirsen o sana kanat olur, yücelere yükselirsin! Hazret-i Mustafâ’ya bak! Sabır ona Burak oldu, Mîrâc oldu, Sidre-i Müntehâ oldu da O’nu göklerin mâverâsına (ötesine) yükseltti, Hakk’a mülâkî eyledi.”
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ümmetine olan düşkünlüğü, bu uğurda çektiği bütün zorlukları unutturuyordu. Ümmetinin kurtuluşu yolunda hiçbir güçlük O’nu bezdiremiyor, ümmetinin kendisine verdiği sıkıntılardan zerrece şikâyet etmiyor, Rabbine dâimâ “ümmetî, ümmetî” niyâzında bulunuyordu. Zîrâ O, ümmetinin ebedî saâdeti için kendi rahatını terk etmişti.

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Bu son konu için söylüyorum ki bunlara sabretmek çoook zor... çok.... Rabbim yardım etmezse imkansız hatta....
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak Dostlarının Sabır ve Tahammülü

Peygamber vârisi Hak dostları da insanların kendilerine karşı gösterdikleri kaba davranışlara, hata ve kusurlara aldırmaz, onların ıslâhı için türlü meşakkatlere cân u gönülden katlanırlar. Zîrâ bu hâl, gerçek ilim ve irfânın muktezâsıdır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Musîbete karşı rızâ hâlinde, şiddete karşı sabırlı ve sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velîlerin âdetidir.”

“İlmin başı, yumuşak huyluluk; hikmetin başı, insanlarla iyi geçinmektir.”

Dolayısıyla insanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir. İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar. Dînin nezâket ve zarâfetinden bîhaber kalmak, en fecî cehâletlerden biridir. Zîrâ edep, dînin rûhânî yapısının fârik vasıflarındandır. Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder:

“Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îmân edepten ibârettir.» dedi.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

“Âyette ifâde edilen «en güzel yol»’dan maksat, öfke ânındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer. Sanki samimî bir dost olur.” (Buhârî, Tefsîr, 41/1)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da; «…O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.» (Fussilet, 34) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde;

“O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin.» diyerek karşılık verir.” buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Hak dostları da, kendini bilmez câhillere aldırmaz, onlarla tartışmaya girmezler. Zîrâ bunun o nâdanları nefsânî bir inatlaşmaya götürüp daha büyük bir zarara sürüklenmelerine sebebiyet vereceğini bilirler.

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunur:

“Alçakça söylenen bir söze karşı sakın cevap vereyim deme!.. Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifadelerle karşılık verirler. Câhil ile sakın lâtîfe etmeye kalkma!.. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”

Mevlânâ Hazretleri de:

“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!”

“Güzel huylu kişi, dedikodulara tahammül eden, insanların kötülüğüne karşı âmâ ve sağır davranan kişidir.” buyurur.

Hakk’ın velî kullarının bu güzel ahlâkına dâir pek mânidar bir misâli Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle haber verir:

Birgün ashâbına:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ne muazzam bir gönül ufku… Cenâb-ı Hakk’a duyulan nihâyetsiz muhabbet, O’nun kullarına merhameti, şefkati, af ve müsâmahayı beraberinde getiriyor. Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor. Allâh’ın kullarını rahatlatarak ilâhî rahmete ermeyi ümîd ediyor.

İmam Gazâlî Hazretleri de insanların sıkletlerine katlanmanın fazîletine dâir şu kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını sanmıştı. Allah Teâlâ zamanın peygamberine şöyle vahyetti:

“–Falana söyle, yeryüzünü nifak ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!”

Bunun üzerine adamcağız tek başına bir mağaraya çekilerek ibâdet etmeye başladı ve: «İşte şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.» diye düşündü. Yine Allah Teâlâ peygamberine:

“–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.” diye vahyetti.

Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611)

Nitekim tasavvufta da belli bir müddet inzivâya çekilip insanlardan ve dünya meşgalelerinden el-etek çekmek, rûhî tekâmül için gerekli bir temrin olarak görülmüşse de, bunun âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı hâline getirilmesi, men edilmiştir. Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devâm etmek, “halvet der-encümen” adı ile kâideleştirilmiştir. Diğer bir ifâde ile “kesrette vahdet”, yâni kalabalıklar içinde bile Allâh ile beraberlik hâli, mü’minin mânevî seviyesini gösteren bir kulluk âdâbıdır. Yine kişinin insanlarla bir arada bulunmasının, kalbinin dâimâ Hak Teâlâ ile halvet hâlinde bulunmasına mânî bir durum olmadığını ifâde sadedinde de; “El kârda, gönül Yar’da…” tâbiri meşhur olmuştur.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.”

“Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz.”

İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder:

“Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar:

«–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden kurtulmak, huzura kavuşmak istiyorum…»

Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur. Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur. Tehlike; senin gücünü imtihan eder. Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»”

Hakk’ın velî kullarının diğer bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir.

Nitekim Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” deyince, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 29/2194)

Velhasıl Hak dostlarının bu vasfının kısaca ifadesi, “Hakk’ın kullarından gelen ezâ ve cefâlara Hak rızâsı için katlanabilmek”tir.

Hak dostu Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin şu hâli ne kadar ibretlidir:

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, ölmek üzere olan bir hastayı evinde misâfir eder ve onun bütün hizmetini görür. Hasta ise, ıztırâbının şiddetiyle gece-gündüz inleyip kendisi bir an bile uyuyamadığı gibi, feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmaz. Üstelik gittikçe huysuzlaşır ve evdekileri ağır sözleriyle rahatsız eder. Nihâyet onun huysuzluklarına dayanamayan evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçarlar. Evde Mâruf-i Kerhî ile hanımından başka kimse kalmaz. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, geceleri de uyumayıp hastanın ihtiyaçlarını gidermeye devam eder. Ancak birgün uykusuzluğu dayanılmaz noktaya varır ve gayr-i ihtiyârî uyuyuverir. Bunu gören gâfil hasta, kendisine şefkatle kucak açan zâta teşekkür edeceği yerde nankörce söylenmeye başlar:

“–Bu nasıl derviş böyle! Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Başkalarına takvâyı emreder, kendileri yapmazlar. İşte bu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Karnını doyurup uykuya dalan kimse, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..”

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere de sabreder. Lâkin hanımı daha fazla dayanamayıp ona, bu nankör hastayı artık evden göndermesini söyler. Mâruf-i Kerhî Hazretleri ise, mütebessim bir çehreyle şöyle der:

“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki? Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik etmişse bana etmiştir. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içinde. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...”

Bu kıssayı Bostan adlı eserinde nakleden Şeyh Sâdî, şu nasîhatte bulunur:

“Muhabbetle dolan kalb, affedici olur. Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sâhibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedâkârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder. Görmez misin ki, Kerh şehrinde birçok türbe var. Fakat Mâruf-i Kerhî’nin türbesinden daha mâruf ve ziyâretçisi bol olanı yoktur.”

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Derviş gönülsüz gerektir;

Söğene dilsiz gerektir,

Döğene elsiz gerektir,

Halka beraber gerekmez…


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Yâni insanların ezâ ve cefâlarına karşı alttan almak, sabır ve serinkanlılıkla mukâbele etmek; mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilen derviş-meşrep gönüllerin kârıdır. Halkın avâmı gibi her gördüğü kabalık karşısında öfkeye kapılıp aynı duygusuzlukla karşılık verenler, belki haklarını savunmuş olsalar da tasavvufî âdâbın gerektirdiği af, müsâmaha ve tahammülü gösterememiş, Hakk’ın bir imtihan cilvesi olarak gönderdiği bu sır ve hikmetten gâfil kalmış olurlar.
Hâlbuki Hakk’ın kullarına karşı af, müsâmaha, sabır ve tahammül gibi hasletler, Halık’ın merhametini, rızâ ve muhabbetini celbetmede müstesnâ bir kıymeti hâizdir. Bu bakımdan tasavvufî ahlâkta bu hasletler âdeta bir ganîmet bilinir. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:

“Kötülere karşı sabretmek, sâlih mü’minlerin rûhâniyetinin seviye kazanmasına vesîledir. Nerede Hakk’a teşne bir gönül varsa, sabır o gönlü ihyâ eder.”

Ayrıca bu ahlâk, çoğu kere kaba kişilerin ıslâhına da vesîle olur. Fakat kabalık yapanlar pişmanlık duyup hâllerini ıslâh yönünde bir tavır sergilemezlerse, bu defa da kendilerinin maddî veya mânevî bakımdan çok daha fazla zarar görmelerine, hattâ helâklerine sebep olurlar. Zîrâ bu takdirde kabalık yaptıkları sâlih kulların hakkını bizzat Cenâb-ı Hak alır. Allah Teâlâ’nın sevgili kullarının hakkını zâlimlerden alması ise, kimi zaman celâl tecellîsiyle ve çok çetin bir intikam sûretinde gerçekleşebilir. Nitekim şu kıssa bu hikmeti ne güzel îzah eder:

İsmail Fakirullah Hazretleri’ne hizmet eden İbrahim Hakkı Hazretleri, birgün su almak için çeşmeye gider. Su dolduracağı sırada oraya gelen bir atlı:

“–Çekil önümden be çocuk!” diye bağırır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ni azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı, testisini bırakıp kendisini kurtardığı esnâda at da testinin üzerine basarak onu paramparça eder. Ağlayarak hocasının huzuruna gelen İbrahim Hakkı olup biteni anlatır. Hocası sorar:

“–Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?”

“–Hayır, hiçbir şey söylemedim.” der. Hocası:

“–O hâlde çabuk git ve o adama bir-iki lâf söyle!” diye emreder.

İbrahim Hakkı Hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmekte olan adamın yanına varıp bekler. Fakat terbiyesinden dolayı bir türlü:

“–Benim testimi niye kırdın be zâlim adam!” diyemez.

Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah Hazretleri sorar:

“–Ona bir şey söyleyebildin mi?”

“–Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim!” der.

Hocası tekrar ve daha yüksek bir sesle haykırır:

“–Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şey söyle, yoksa sonu felâket!”

İbrahim Hakkı Hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gider. Bir de bakar ki, testisini kıran adam, kendi atından yediği çiftelerle yerde hareketsiz yatıyor. Koşarak gelip, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’ne bu vahim vaziyeti haber verir. Hocası bu hâle üzülür:

“–Vah vah, bir testiye mukâbil, bir adam!..” der.

Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle îzah eder:

“–O atlı adam, İbrahim Hakkı’ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukâbelede bulunmadı, böylece zâlimi Allâh’a havâle etmiş oldu. Bu da Allah Teâlâ’nın gayretine dokunup zâlimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı onun zulmüne karşılık verip bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum olmayı tercih etti. Bense ödeştirip adamı kurtarmak için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!”

İşte bu sırra vâkıf olan ârif zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarının kendileri sebebiyle cezâ görüp Hak katında müşkil durumda kalmamaları için, bazen gördükleri kabalığa küçük de olsa bir karşılık vermek sûretiyle, onları celâl tecellîsine mâruz kalmaktan kurtarmayı murâd ederler.

Velhâsıl, olgun mü’minler, sûretâ insanlardan geliyormuş gibi görünen ezâ ve cefâların, aslında Hak’tan gelen bir imtihan cilvesi olduğunu düşünerek onlara en güzel bir sûrette tahammül etmeye çalışırlar. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Mâdeninde birkaç geçer akçesi olan dağ, kazma darbeleriyle paramparça olur.”

Yâni meyveli ağaç taşlanır. Meyveli ağaç nasıl ki başına yağacak taşlara hazırlıklı olmalıysa, kâmil mü’minler de câhil ve kaba insanlardan gelebilecek eziyetlere hazır olmalıdırlar. Hak rızâsı için insanların ezâ ve cefâlarına katlanmak da, yüksek bir îman şuurudur.

Cenâb-ı Hak, velî kullarına lutfettiği bu firâset, basîret, incelik ve hikmetten gönüllerimize hisseler ihsân eylesin! Câhil ve nâdanların kabalıklarına, sataşma ve tahriklerine kapılmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun! Hepimizi, kâmil mü’minlere yakışan akl-ı selîm ile yaşayıp huzûr-ı ilâhîye selîm bir kalb ile varabilenlerden eylesin!


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN

 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Kötülüğe İyilikle Mukabele Etmek

Kötülüğe İyilikle Mukabele Etmek

Yüce dînimiz İslâm’ın her bir prensibi, îmânın hayata aksedişinden ibâret olan ahlâkî güzellikler manzûmesidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)


Kâmil bir mü’min olabilmemiz için, İslâm’ın emrettiği ahlâk ölçülerinde derinleşip onları hayatımızın her safhasına aksettirebilmemiz îcâb eder. Aksi hâlde insanlık haysiyetimizi zedelemiş ve ebedî saâdetimizi ziyân etmiş oluruz.


Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâhip olduğu yüce ahlâk ile beşeriyete bir fazîletler medeniyeti armağan etmiştir. Evliyâullâh da peygamberlerin sünnetini, yâni fazîlet çizgisini büyük bir muhabbet ve sadâkatle devâm ettiren peygamber vârisleridir.


Peygamberlerin ve evliyâullâh’ın örnek ahlâkı içindeki en mühim fazîletlerden biri; Allâh’ın kullarından gördükleri ezâ ve cefâları, yine Allâh için affedip, mâruz kaldıkları kötülüklere iyilikle mukâbele edebilmeleridir. Böylece Allâh’ın kullarını, şefkat ve merhamet ile gönül saraylarına alıp, onların vîrâneye dönmüş gönüllerini ihyâ edebilmeleridir. Bu ahlâk, aynı zamanda güzel bir son nefes müjdesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:


“Yine onlar, Rablerinin rızâsını dileyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle bertarâf eden kimselerdir. İşte onlar var ya, dünyâ yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.” (er-Râ’d, 22)


Allâh’ın merhametine ve affına nâil olmak isteyen kimse, insanların kusurlarından geçmeyi ve kötülüğe bile iyilikle karşılık vermeyi kendisine şiâr edinmelidir. Zîrâ Rabbimizin insanlığa rehber olmak üzere lutfettiği peygamberler, mürşidler, âlimler ve ârifler, dâimâ bu güzel ahlâkı sergilemişlerdir.


Bugün Size Başa Kakma Yok!


Kötülük yapanların af ve iyilikle ıslâh edilişine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen en güzel misâllerden biri, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerine olan muâmelesidir:


Yâkub -aleyhisselâm- on iki oğlu içinden en çok Yûsuf -aleyhisselâm-’da kendi mânevî husûsiyetlerini görmüş ve diğer çocuklarından ziyâde gönlü ona meyletmişti. Bu hâl, kardeşlerinde ona karşı kıskançlık duygularının filizlenmesine sebep olmuştu. Hattâ kardeşleri, Hazret-i Yûsuf’u öldürmeye karar verdiler ve onu bir kuyuya attılar. Yûsuf -aleyhisselâm- oradan geçmekte olan bir kervan vâsıtasıyla kuyudan kurtuldu. Fakat Mısır’a götürülüp köle olarak satıldı. Yaşadığı pek çok ağır imtihanın ardından zaman içinde Mısır’ın hazîne nâzırlığına kadar yükseldi. Kıtlık yıllarında erzak dağıtıyordu. Kardeşleri de erzak istemeye geldi. Hazret-i Yûsuf, kendini kardeşlerinden gizledi. Dilese, onlardan rahatlıkla intikam alabilecek durumdaydı. Fakat onları ne cezâlandırdı ne de azarladı. Bilâkis onlara sayısız iyilik ve ikramda bulundu. Gördükleri bu fazîlet karşısında onlar da:


“–Sen Yûsuf’sun, Allah hakikaten seni bizden üstün kılmış.” diyerek büyük bir mahcûbiyet içerisinde gerçeği îtiraf etmek zorunda kaldılar. Yûsuf -aleyhisselâm- da onlara bir kat daha fazîlet sergileyerek:


“Bugün size (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.»1 buyurdu. Daha sonra da kardeşlerinin mahcûbiyetini hafifletmek için:


“O zamanlar aramıza şeytan girdi.” diyerek fazîletini daha da perçinledi.


İşte asıl fazîlet, kişinin cezâlandırmaya muktedir olduğu bir durumda, âhirette ecrine nâil olmak niyetiyle, Allâh’ın kullarını affedebilmesidir. Şahsî meselelerde öfkelenip intikam almak, nefsânî bir tatminkârlık ve güç gösterme vesîlesidir. Bu fırsat ve imkânı elde eden bir mü’minin af ve ihsanda bulunarak kendi kinini bastırabilmesi, müstesnâ bir ruh asâletinin muktezâsıdır. Zîrâ intikam öfkesine kapılan birinin irâdesini dizginleyerek bundan vazgeçebilmesi çok zordur.


Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir. Öfke, akıl nîmetinin devre dışı kaldığı geçici bir cinnet hâlidir. Öfkeyi dizginlemek için alınacak en güzel tedbir, af ve hilim gibi, ecri büyük fazîletlere sahip olmaktır. Bu yüksek irâde ve dirâyeti gösterebilen fazîletli mü’minleri, Rabbimiz şöyle müjdeler:


“Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri (iyilik ve ihsan sahibi kullarını) sever.” (Âl-i İmrân, 133-134)


Yâni kötülüğe karşı İslâm ahlâkıyla muâmelede üç adım vardır: Önce öfkeyi yenmek, ikinci olarak affetmek, son olarak da iyilik ve ihsanda bulunmak…


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Ben Lânetçi Olarak Gönderilmedim…

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayâtı kötülüğe karşı af ve iyilikle mukâbele edebilmenin zirve tezâhürleriyle doludur. O, âlemlere rahmet olarak gönderildiği için, O’nun şefkat, merhamet ve muhabbeti, bütün insanları ihâta ederdi. Birgün kendisinden, ezâ ve cefâlarından iyice bîzâr oldukları müşriklere lânet etmesini istediler. O ise:

“Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” buyurdu. (Müslim, Birr, 87) Zîrâ O’nun azîz rûhu, eşsiz bir şefkat ve merhamet hazînesi olduğu için, en büyük gâyesi de, bütün insanlığın kurtuluşu idi.

İslâm’ı tebliğ etmek için Tâif’e gittiği zaman, câhil ve putperest Tâif halkı O’nu taşlamışlardı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- geri dönmüş, hüzün ve gamla dolu bir hâlde yürürken Cenâb-ı Hak, Habîb’ini tesellî için Cebrâîl -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek, dilerse oradaki iki dağı Tâiflilerin başına geçirebileceğini bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz ise:

“–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın, onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Tâifliler, hicrî 9. seneye kadar inançsızlıkta şiddetle direnip müslümanlara çok ağır zâyiât verdirdiler. Nihâyet müslümanlar daha fazla dayanamayıp:

“–Yâ Rasûlallâh! Sakîf Kabîlesi’nin okları ve mızrakları bizi yaktı, perişan etti. Artık şunlara bedduâ etseniz!..” diye ricâda bulundular. Fakat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Yâ Rabbî! Sakîf Kabîlesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye niyâz etti. Bir müddet sonra Tâif halkı, Medîne-i Münevvere’ye gelerek İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu yüksek fazîletinin en büyük tezâhürlerinden biri de Mekke’nin fethedildiği gün yaşanmıştır. Yıllarca müslümanlara olmadık zulümlerle âdeta kan kusturan ve terör estiren Mekkeli müşrikler, o gün müslümanların eline düşmüştü. Efendimiz’in mübârek ağzından çıkacak bir emir, hepsinin hak ettiği cezâyı bulması için kâfî idi.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kâbe’de toplanmış olan Mekkelilere:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Bu muhteşem af, merhamet ve fazîlet karşısında Mekkelilerin kalplerindeki kin ve husûmet eriyip gitti; onun yerine, sevgi, dostluk ve samîmiyet geldi. Gönülleri İslâm’a ısınan nice insan, hidâyet şerefine nâil oldu. O gün Mekkeliler üzerinde âdeta şu âyet-i kerîmenin hakîkati tecellî ediyordu:

“…İyilik ve kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)

Gerçekten de insanoğlu, dâimâ iyilik ve ihsâna mağluptur. İyilik ve ihsan, en şerir bir düşmanı bile ıslah etmeye kâfîdir.




(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 
Üst