Hak Dostlarının Örnek Ahlakından....

mü'HÜR

Ordinaryus
Katılım
19 Eki 2010
Mesajlar
2,563
Tepkime puanı
422
Puanları
0
Yaş
37
Bu konuları eklemek için dün arama yapıcaktım, zaman kalmadı. İyikide arama yapmamışım zira, aramada çıkmayıp ekleseymişim pişti olacakmışım :) örnek ahlakları kaleme aldığı çok yazısı var mübareğin, eklediğiniz az okuyacağım inşaAllah... Yazılar için teşekkürler, Osman hoca'nın muhteşem yazıları, herkes'in mutlaka okuması gereken yazılar.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Belâyı Gidermenin Çâresi…

İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara da iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbet ve samîmiyeti ziyâdeleşir. Kötülüğüne iyilikle mukâbele edilen kimse için bu iyilik, bir daha o kötülüğe dönmemesi için bir perde olur.

Hazret-i Mevlânâ bu nebevî ahlâkı şöyle îzah eder:

“Bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı gelen düşmanlarına gâlip gelmiştir.”

“Belâyı gidermenin çâresi, zulmetmek değildir. Onun çâresi; affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.» nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”

Peygamber Efendimiz, mücrimleri kolayca cezâlandırabileceği pek çok durumda, onların ıslâhı ve ebedî kurtuluşu için af fazîletini sergilemiştir. Zîrâ asıl mârifet ve gerçek büyüklük, intikam alabilecek güç ve fırsat ele geçtiği anda nefsi dizginleyip af ve ihsanda bulunabilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76)

Bu fazîlete dâir âyet-i kerîmede şu müjde verilmektedir:

“Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim de bağışlar ve sulhü temin ederse, onun mükâfâtı Allâh’a âittir...” (eş-Şûrâ, 40)

Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, sulh, sükûn, dostluk ve kardeşliğin tesis edilebilmesi için kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in alâmet-i fârikası idi. O’nun ümmeti olarak bizler de bu hasletlere sahip olmalıyız. Kusurları affetmeyi ve barışmayı yalnızca bayramlara hasretmek, kâmil mü’minlere yakışmaz. Bunu bir tabiat-ı asliye hâline getirmek, îmanda kemâlin alâmetidir.

Peygamber Efendimiz’in bu husustaki yüksek ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîfler, bütün müslümanlara eşsiz bir ahlâk ölçüsü takdîm etmektedir:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî, Birr, 63)

“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, IV, 148, 158)

“Nerede olursan ol, Allah’tan sakın. Kötülüğe karşı iyilik yap ki, kötülüğün kökünü kesesin. İnsanlara karşı da güzel ahlâk ile muâmele et!” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c.5, s.304)

“Cennet bahçelerine bakan köşkler gördüm ve Cebrâîl -aleyhisselâm-’a:

«–Bunlar kimin içindir?» diye sordum. O da:

«–Her türlü kin, nefret ve öfkeyi bastırıp içine gömenlere ve insanların kusurlarını hoş görüp bağışlayanlaradır.» dedi.” (Ali el-Müttakî, no: 7016; Avârif, s. 253)



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Çok zormuş o zaman o köşkleri kazanmak....


Allah razı olsun gülo...
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Af da Yerinde Gerek…

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, her türlü kusur karşısında affa meyletmek, fazîlet zannedilmemelidir. Affetmek ve bağışlamak, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Öyle suçlar vardır ki, dînî ve millî mukaddesâta, toplumun hukukuna saldırı mâhiyetindedir. Böyle durumlarda, affetmekten çok ıslâh için cezâya başvurmak, adâleti sağlamak ve doğru ile yanlışı açıkça îlân etmek îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı, dolayısıyla topluma zulmedileceği muhakkaktır.

Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in bu husustaki hâlini şöyle ifâde buyurmuştur:
“…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine fenâlık yapan kimseden intikam almadı (yâni cezâlandırmadı). Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allah adına intikam alır (onu cezâlandırır)dı.” (Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4)
Yersiz öfke, fitne ve fesat getirdiği gibi, öfkenin gerektiği yerde öfkelenmemek de, aynı neticeyi doğuran bir ahlâk zaafıdır. Gerektiğinde Allah için buğz edebilmek de, îman muktezâsıdır. Meselâ bir harp esnâsında düşmana karşı hiddetli olmak, îman heyecânının ve rûhî galeyânın asil bir ifâdesidir, dindarlık ve vatanperverlik alâmetidir. Toplumun haklarına, mânevî ve millî değerlere karşı işlenen suçlarda da aynı hiddeti göstermek, îman asâletinin bir göstergesidir.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatı, işte böylesine yüksek fazîlet ölçülerinin zirve tezâhürleriyle doludur. O, şahsına karşı kötülük yapanları sadece affetmekle yetinmeyip bir de onlara karşı iyilikte bulunma fazîletini en mükemmel seviyede göstererek ümmetine örnek olmuştur.

Allâh’ın Sizi Bağışlamasını İstemez misiniz?


Allah Rasûlü’nde fânî olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da kötülüğe af ve iyilikle muâmelenin kâbına varılmaz numûnelerini sergilemiştir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
“Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı(n adını), iyilik etmenize, takvâ sâhibi olmanıza ve insanların arasını düzeltmenize mânî kılmayın! Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224)
Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Zîrâ kullarını affede affede Allâh’ın affına lâyık hâle gelmek, kâmil mü’minler için vazgeçilmez bir îman ufkudur.

Kötülüğe Karşı Ne Kadar İyilik?..


Birgün ashâb-ı kirâm, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e, Hazret-i Ali’yi niçin çok sevdiğini sordular. Server-i Âlem Efendimiz, Hazret-i Ali’nin çağrılmasını emretti. Sahâbîlerden biri Hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali gelmeden önce ashâbına:

“–Ey ashâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o da size karşı kötülük yapsa, ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb-ı kirâm, iyilikle mukâbele edeceklerini söylediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz tekrar:
“–O kimse yine kötülük yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb, yine iyilik edeceklerini bildirdiler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Tekrar size kötülükte bulunursa ne yaparsınız?” buyurunca, ashâb-ı kirâm başlarını aşağı indirdiler, bir cevap veremediler.
Sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Yâ Ali, birisine iyilik etsen, o da sana kötülük yapsa, sen ne yaparsın?” buyurdular. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, iyilikle mukâbele edeceğini söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- aynı soruyu yedi kere tekrarlamasına rağmen Hazret-i Ali hepsine de:
“–Yine iyilik yaparım.” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek:
“O kimseye, ben iyilik yaptıkça o bana hep kötülükle mukâbele etse, ben yine de ona iyilik yaparım.” dedi.
Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan ve insanların en iyisi, kötülüğe karşılık iyilik yapandır.”
“Karşılığında kötülük göreceğinizi hiç aklınıza getirmeden, iyilik ediniz.”

(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
İnsan, İhsâna Mağluptur…

Nakledildiğine göre Hazret-i Ali’nin torununun oğlu Ali’ye biri sövüp saydı. O ise, sırtındaki sırma işlemeli elbisesini adama verdi ve bin dirhem daha verilmesini emretti. Bu hareketiyle onun beş fazîleti birden sergilediği söylenir:

Birincisi, hilimdir; zîrâ öfkelenmedi. İkincisi, eziyeti ortadan kaldırdı. Üçüncüsü, adamı Allah’tan uzaklaşmaktan kurtardı. Dördüncüsü, adamı pişmanlık ve tevbeye sevk etti. Beşincisi de kendisine hakâret etmekte olan adamı bu defâ kendisini medhetmeye başlatmış oldu.

Yine adamın biri, İbn-i Abbâs Hazretleri’ne küfretti, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- sesini çıkarmadı. Sonra İkrime’ye dönerek:

“–Bu adamın bir ihtiyâcı varsa çâresine bakalım?” deyince, adam utancından başını yere eğdi.


Hasmı İçin Ağlayabilen Gözler…


Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz Hazretleri’nin şu hâli de, kâmil mü’minlerin gönül kıvâmına güzel bir örnektir:

Kendisini ağlarken gördüler ve niçin ağladığını sordular. O da:

“–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olmasındandır.” buyurdu.

Yine Fudayl bin lyâz Hazretleri’ne:

“–Falanca sizin haysiyetinize dil uzatıyor.” denildiğinde:

“–Vallâhi ben ona değil, o sözleri ona söyleten iblise öfkeleniyorum.” karşılığını verip şu niyazda bulundu:

“–Allâh’ım, eğer o kişi doğru söylüyorsa beni bağışla, yok yalan söylüyorsa onu bağışla.”

Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisinin gıybetini yapan birine kızıp öfkelenmek yerine, hediye göndererek teşekkür ederdi. Zîrâ o, gıybet eden insanın, ya kendi sevaplarını gıybetini yaptığı kişiye bağışladığını, ya da onun günahlarını kendi üzerine aldığını çok iyi bilenlerdendi.

Ârif ve âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc-ı Mansur taşlanırken:

“Yâ Rabbî! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı sergilemiştir.

Rebî bin Haysem Hazretleri birgün namaz kılarken, gözünün önünde yirmi bin dirhem kıymetindeki atı çalındı. Fakat o, hırsızın peşine düşmek yerine huzurla edâ ettiği namazına devâm etti.

Onun bu büyük kaybını duyan dostları koşarak kendisini tesellî etmeye geldiler. Hazret, dostlarına:

“–O adam atımı çözerken kendisini gördüm. Lâkin ben o vakit daha mühim ve çok sevdiğim bir işle meşguldüm. Onun için hırsızı kovalamadım.” dedi.

Bunun üzerine dostları, hırsıza bedduâ etmeye başladılar. Hazret, onları susturarak:

“–Sâkin olun, bana zulmeden yok! O adam kendi nefsine zulmetti. Zavallının kendine yaptığı yetmiyormuş gibi, bir de biz ona zulmetmeyelim!” dedi.


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Herkes Kendi Metâını Satar…

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- tebliğ için bâzı yahudîlerin yanına gitmişti. Yahudîler, ona kötü sözler sarf etmeye başladılar. O ise bunlara karşı iyilikle ve tatlı bir üslûpla konuştu. Kendisine:

“–Onlar sana kötü söylüyor, sen ise hâlâ iyi söylüyorsun?” diyenlere de:

“–Herkes kendi metâını satar.” diye cevap verdi.

Yâni insanın bütün davranış, hâl ve hareketleri, iç âleminin aynasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir bedbahttan da güzel bir davranış beklemek beyhûdedir. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır.

Bu itibarla kötülüğe kötülükle mukâbele etmek, ham insanların davranış şeklidir. Her hâlükârda iyilik yapabilmek ise, kişinin iç âleminin ulaştığı ulvî seviyeyi gösterir. İnsanlara iyilik yapmanın da üç fazîlet derecesi vardır:

Birincisi, iyiliğe karşı iyiliktir. Yapılan bir iyiliğe en azından teşekkür etmek, insanın en tabiî vazîfesidir. Bundan daha değerlisi, iyiliğe daha büyük bir iyilikle karşılık vermektir.

İkincisi, karşılık beklemeden iyilik etmektir. Böyle davrananlar birinci basamaktakilerden daha üstün kimselerdir.

Üçüncüsü ve en değerlisi de kötülük edene iyilik etmektir. Zîrâ her hayrın fazîleti, onun zorluğu nisbetindedir. Kötülüğüne mâruz kalınan birinin iyiliğini isteyebilmek, son derece zor bir iştir. Bunun içindir ki; “İyiliğe iyilik, her kişinin; kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.” denilmiştir.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Suyun yüzlerce kerem ve ihtişâmı vardır ki; kirlileri kabul eder ve kirlerini temizler.”

Kâmil bir mü’min de, su gibi azîz ve deryâ gibi engin gönüllü olmalı, ne kadar nâhoş hâdiseyle karşılaşsa da rahmet tevzî eden olgun bir karakter sergilemelidir. Nezâket, zarâfet ve güzellikler yansıtan bir gönül berraklığına sahip olmalıdır.

Hazret-i Mevlânâ; “Toprak gibi ol.” der. Toprak, ayaklar altında çiğnense de bütün mahlûkâta cömertçe ikram hâlindedir. Zîrâ toprak, mahlûkâtın cürûfâtını temizler ve tekrar bütün canlılara temiz ve şifâlı sofralar hâlinde ikrâm eder.

Cenâb-ı Hak, hikmetlerinden nasip almamız için, su ve toprak ile ne güzel bir misal sergilemiştir. Aslı su ve toprak olan insanoğlu için, bu varlıkların hikmetinde derinleşerek onların hasletlerini kazanabilmek, yüksek bir gönül ufku olmalıdır.

Rabbimiz bu gönül kıvâmını cümlemize nasîb eylesin. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeyi ve insanlığın dâimâ iyilik, güzellik ve hayrını gördüğü sâlih mü’minlerden olmayı hepimize müyesser kılsın! Evliyâullâh’ın güzel hâllerinden hisse alarak Hakk’a yakınlığın hazzını gönüllerimizin tükenmez hazînesi eylesin!..


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
TEBESSÜM

Dünyâ hayatı, kâh sevinç kâh hüzün, binbir med-cezirler içinde devam edip gider. Gönül öyle bir misafirhânedir ki, orada yaşanan elem ve ıztıraplar da, sevinç ve mutluluklar da birer misafir hükmündedir. Hiçbiri dâimî ve kalıcı değildir. Bu yüzden mü’minin hâdiseler karşısında aşırı sevinç veya aşırı hüzne kapılarak fânî hayatın huzur ve îtidâlini gereksiz yere bozmaması îcâb eder.

Mükemmel bir örnek şahsiyet olarak insanlığa armağan edilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, çileler ve ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim kendisi bu hâlini; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurarak ifâde etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Ancak çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini ve muvâzenesini bozamadı. O, bütün bunları büyük bir olgunluk ve rızâ hâliyle karşıladı. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehre ile görmedi. Zîrâ O, Hak Teâlâ ile berâberliğin neşe ve huzuru içinde dâimâ tebessüm hâlinde bulunur, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirirdi.

Kendilerini Rasûlullah’ta fânî kılan ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh’ın da iç dünyâlarının güzellikleri sîmâlarına aksetmiş, dâimâ tebessüm hâlinde olmuşlardır. Nitekim Ümmü’d-Derdâ -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“Ebu’d-Derdâ, bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Birgün ona:

«–İnsanların senin bu hâlini tuhaf karşılamasından endişe ediyorum!» dedim. O ise bana:

«–Allah Rasûlü bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi.» dedi.” (Ahmed, V, 198, 199)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah yolundaki gayretleri, mübârek yüzünde bir gül gibi açan dâimî tebessümleri, O’nun Allah Teâlâ ile huzur verici beraberliğinin en güzel misâliydi.

Her insan sevinmekten haz duyar. Ancak her şeyin olduğu gibi sevinmenin de bir ölçüsü, hadd-i lâyığı vardır. Başa gelen musîbetler sebebiyle kendini mahvedercesine eleme gark olmak nasıl hatalı ise, sevinç ve mutluluk veren hâdiseler karşısında kendini kaybedercesine kahkahalar atmak gibi taşkınlıklar da insanlık haysiyet ve şahsiyetini zedeleyici hâllerdir.

Mü’min, dâimâ rakik, ince, hassas bir kalbe sahip olmalı, sîmâsından da tatlı bir tebessümü eksik etmemelidir. Tebessüm, taşkınca gülmenin hafifliğine karşı mü’minin vakârı, diğer taraftan asık suratın iticiliğine karşı da mü’minin câzibesidir.

Hazret-i Mevlânâ, gülmek gibi sıradan görülen bir davranışın bile kişinin karakterini ele verdiğinden hareketle ince bir îkazda bulunur:

“İnsanın nasıl güldüğünden edebini, neye güldüğünden aklını anlarım.”

Haddinden fazla ve taşkınca gülüp neşelenmek, kimi zaman insanı gaflete sevk ederek ona bu âlemde imtihana tâbî bir kul olduğu hakîkatini unutturuverir. Asıl ve ebedî saâdetin âhirette olduğunu unutmak ise, gönlün fânî hazlara esâretiyle neticelenir. Bunun uzun müddet devâmı hâlinde, şen-şakrak kahkahalar rûha zehir saçar, kalpler kasvete bürünür, katılaşır, hassâsiyetlerini yitirir.

Fazla ve taşkınca gülmenin, kişiyi mânen hangi handikaplara sürükleyebileceği husûsunda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu îkazı çok ibretlidir:

“Gülmesi çoğalanın heybeti azalır. Fazla şaka yapan, eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan, onunla tanınır. Çok konuşan, çok hatâ yapar. Çok hatâ yapanın hayâsı azalır. Hayâsı azalan kimse şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın da kalbi ölür!” (İhyâ, III, 288)

En mühim mânevî hastalık olan gaflet, insana içinde bulunduğu mes’ûd hâli kalıcı gibi göstererek onu aldatır. Önündeki ölüm, diriliş, hesap, sırat gibi zor menzilleri unutturarak onu asıl meselelerinden gâfil kılar. İnsanoğlunun bu umûmî vasfı Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalanmaktasınız.” (en-Necm, 60-61) âyetleriyle ifâde buyrulur.

Bu meyanda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Hazret-i Mevlânâ, bu hakîkatlerin îzâhı mâhiyetinde şu nasihatte bulunur:

“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”

İmam Gazâlî Hazretleri de şöyle bir kıssa nakleder:

Adamın biri, taşkınca gülmekte olan kardeşine:

“–Cehennemden kurtulacağına dâir bir haber mi aldın?” diye sorar. Kardeşinden; “–Hayır.” cevabını alınca da:

“–O hâlde nasıl (böyle) gülebiliyorsun!” der. (İhyâ, III, 288)

Zîrâ peygamberlerin dışında hiçbir kul, cennetle teminat altında değildir.

Vehb bin Verd -rahmetullâhi aleyh-, halkın bayram günü aşırı güldüklerini görünce onlara şu nasihatte bulunur:

“Eğer günahlarınız bağışlandıysa bu hâl, şükredenlerin hâli değildir. Eğer günahlarınız bağışlanmadıysa bu, (ilâhî azaptan) korkanların hâli değildir!” (İhyâ, III, 288)

Muhammed bin Vasi’ -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:

“Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada henüz gideceği yeri(n cennet mi, cehennem mi olacağını) bilmeyen kimsenin aşırı gülmesi de o nisbette şaşılacak şeydir.” (İhyâ, III, 289)

Bu hâl, İslâm ahlâkının mü’mine kazandırdığı şahsiyet ile ilgili olarak çok mühim bir ölçü ihtivâ etmektedir. Demek ki mü’min, iç âleminde ebedî ve muazzam endişelerin volkanları kaynamasına rağmen, yüzünde sâkin bir liman gibi sükûnet tevzî edebilmelidir. Ne aşırı sevince kapılıp gevşemeli, ne de aşırı hüzne kapılıp bedbin olmalıdır.

Mü’min, “havf ve recâ” arasında bir kalbî kıvam oluşturmalıdır. Havf; yaptığı amellerden şımarmayıp Cenâb-ı Hakk’a azâbından korkarak dâimî bir ilticâ hâlinde bulunmak, recâ ise, Allâh’ın rahmetinden dâimâ ümitvar olmak ve bu ümitle bedbinliğe düşmemektir.

Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sirruh- talebesine yazdığı bir mektupta şöyle der:

“Bak oğlum, şimdiye kadar yaptığım hiçbir ibâdete güvenmiyorum. Yalnız Rabbimin rahmetini diliyorum. Ne olursun, hocanın hüsn-i hâtimesi için duâ et.”

İşte mü’minin tabiat-ı asliyesi olan tebessüm, bir bakıma bu îtidal kıvâmını da ifâde eder. Fakat tebessüm gibi güzel bir davranışın da bir âfeti vardır ki, o da yanlış bir niyetle yapılmasıdır. Gurur, kibir, istihzâ, din kardeşini hor görme, mü’minlerle alay etme gibi kötü niyetlerle yapılan ve pek de önemsenmeyip geçilen bu tip tebessümler, aslında pek çetin bir âhiret vebâli olacaktır. Nitekim İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-:

“…Vay hâlimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!..” (el-Kehf, 49) âyetinin tefsîrinde “sağîre/küçük günah” hakkında, mü’min ile istihzâ ederken yapılan tebessümdür; “kebîre/büyük günah” hakkında da, bu arada atılan kahkahalardır, demiştir. (İhyâ, III, 294)



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Mü’minin Tebessümü Yüzünde,Hüznü ise Kalbindedir…

Bütün bu hakîkatlere göre, mü’minin gönül kıvâmında belli miktarda hüzün ve endişeye de ihtiyaç vardır. Bununla birlikte gönül mahzun ve mağmum iken, yüzün tatlı bir tebessümle aydınlanması îcâb eder. Zîrâ Hazret-i Ali

-radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”

Yâni kâmil mü’minlerin hüznü ve gözyaşları, kendi kulluklarındaki hata ve noksanlıklarını düşünmeleri sebebiyle tenhâlarda, yalnızlıkta ve bilhassa seherlerdedir. Onların bu enfüsî muhâsebe hâlleri ve kendi kusurlarını tefekkür edip gönül aynalarını gözyaşı ile yıkamaları, aynı zamanda yüzlerine akseden nûrun da kaynağını teşkil eder.

Mevlânâ Hazretleri, Hak dostlarının yüzlerindeki nûrun hikmetini ne güzel îzah buyurur:

“Ben kendi yüzümü görmem de senin yüzünü görürüm. Sen de kendi yüzünü görmez, benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görebilen kişinin nûru, halkın nûrundan fazladır.”

Yâni yüzdeki nûrun bir sebebi de, kişinin kendi hâline dikkatle bakabilmesi, başkalarının kusurlarından önce kendi noksanlıklarını görebilmesidir. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hikmetine eren âriflerin yüzlerindeki nûrun menbaı da budur. Bunun içindir ki; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyrulmuştur.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur ki:

“Mü’min, insanlara karşı yüzüyle sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur… Mü’minin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok; gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, hâlbuki kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk-çocuğu ile uğraşıyor görünür, fakat kalbi Rabbi iledir.

…Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak! Sevincini ve neşeni biraz azalt! Biraz hüzünlü ol! Bil ki Peygamber Efendimiz, başkalarının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı...”

İnsanın taşkınca gülmesi, bir ifrat hâlidir. Somurtup surat asması da bir tefrit hâlidir. Her iki hâl de, mü’min gönüller için mânevî âfetlerdendir. Bunun îtidâli ve en makbûl olan kıvâmı ise tebessümdür.



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Peygamber Efendimiz’in Tebessüm Hâli

Tebessüm, fazla ses çıkarmadan, en fazla dişlerin görülebileceği şekilde olan gülmektir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de böyle gülerdi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-şöyle buyurur:

“Hazret-i Peygamber’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O sâdece tebessüm ederdi.” (Buhârî, Edeb, 68; Müslim, İstiska, 16)
Birçok sahâbînin rivâyetine göre, Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm- insanların en güzel huylusu olup en nâzik davrananıydı. Her zaman mütebessim idi. Yüzünde parıldayan bir aydınlık ve nûr vardı.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:
«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nûr saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)
Yahudî âlimlerinden Abdullah ibn-i Selâm, hicrette merakla Allah Rasûlü’nü sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da:
“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et’ime 1, İkâmet 174)
İnsanın yüzü-gözü, üstü-başı bir nevî vitrinidir. Bütün varlıkların bilinen lisanları dışında bir de hâl lisânı vardır. Yâni insan, ağzıyla konuşmasa bile duruşuyla da bir beyan hâlindedir. İnsanın yüzünde, gönül hâlinden bir nişan vardır. Gören gözler için bütün çehreler, iç âlemlerin tercümânıdır. Bu bakımdan sîmâlardaki nûrânî bir tebessüm hâli, gönül âleminin en güzel dışa yansımasıdır.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o gülüş, sana içindeki dâne*lerden haber versin. Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.
Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür. Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan da, bir gönül sahibine eri*şebilirsen cevher olursun.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âlemleri aydınlatan nur çehresiyle insanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerdi. Dâimâ mütebessimdi. Ashâbının gönüllerini hoş etmek için onların sözlerini dikkatle dinlerdi. Onlara inci dişleri görülecek şekilde gülümserdi. Ashâb-ı kirâm da kendisine uyarak sohbetinde yalnız tebessüm ile iktifâ ederdi.
Cerîr bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi.” (Buhârî, Edeb, 68)
Abdullah bin Hâris -radıyallâhu anh- ise:
“Allah Rasûlü’nden daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)
Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr, 144)
“Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kabından kardeşinin kabına su boşaltman bile iyilikten sayılır.” (Tirmizî, Birr, 45/1970; Ahmed, III, 344; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 304)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yoksullara infâk edecek bir şey bulamadığında, utancından başını öbür tarafa çevirirdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)
Bu emr-i ilâhînin ardından Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- verecek maddî imkânı olmadığı takdirde yoksulların gönlünü kazanmak için onlara güler yüz ve tatlı sözle muâmele ederdi.
Bu itibarla müslümanın, din kardeşine tebessüm etmesi, selâm vermesi ve güzel söz söylemesi, aslâ küçümsenemeyecek kıymette bir ictimâî ibâdettir. Zîrâ tebessüm, mü’minler için bir sünnet-i müekkededir.



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak Dostlarının Tebessüm Hâli

Peygamber ahlâkıyla yoğrulan sâlih mü’minler de, kalb-i selîme ulaşmış yüksek şahsiyetler oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izini tâkip ederler. Tebessümleriyle bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzur verirler. Nazarları, ruhlara meltem olur. Nurlu sîmâları ile de dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den dâimâ akis ve feyz alma hâlindedirler.

Hayatın fırtınaları karşısında ümmet-i Muhammed’e yakışan da, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ve Hak dostları gibi “gül tabiatlı” olabilmektir. Zîrâ gül, dalındaki dikenlere katlandığı için, hoş rengiyle ve güzel râyihasıyla dâimâ tebessüm hâlindedir ve bütün insanlara; “Beni gönül gözüyle okuyun da benim gibi olun!” demektedir.

Dînin gâyesi de, işte böylesine zarif, güzel ve hassas insanlar yetiştirmektir. Kâmil mü’minler, güler yüzleriyle; güle, sümbüle, bülbüle, bütün varlıklara selâm hâlindedirler. Onların gönül âlemleri, bütün mahlûkâta bir pencere gibi açılmıştır. Zîrâ kâmil mü’minler, açan çiçeklerin, öten kuşların, meyveli ağaçların hikmetinde derinleşerek çiçekler gibi ince ruhlu ve nâzik; meyveli ağaçlar gibi cömert ve ikram sahibi olurlar.

Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, din kardeşiyle dostlukta en mühim şart ve âdâbın, ona karşı dâimâ güler yüzlü olmak ve onu sevindirmek olduğunu; Ebû Osman Hîrî Hazretleri, günahta olmamaları şartıyla her zaman güler yüz göstermek olduğunu ifâde etmişlerdir. Ebû Abdullâh Sâlime de tatlı dil ve güler yüzün Hak dostlarının fârik vasıflarından olduğunu beyân etmiştir.

Hâris el-Muhâsibî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Güzel huyluluk dört şey iledir:

- Gâfillerin eziyetlerine sabretmek,

- Fazla kızmamak (kendini bilmezlerin câhilce sataşmalarına karşı «selâmetle» deyip geçebilmek),

- İslâm’ın güler yüzünü gösterebilmek,

- Ferahlatıcı ve huzur verici bir lisâna sahip olmak.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri de güzel ahlâkı şöyle hülâsa eder:

“Güzel ahlâkın esâsı, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.”

Kâinâtın hamuru, muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Mikro âlemden makro âlemlere kadar bütün bir kâinât gönül gözüyle seyredildiği takdirde, her şeyin özünde ilâhî muhabbetten bir nişan taşıdığı görülür. Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki cemâlî sıfat tecellîleri olan bağlar, bahçeler, pınarlar, açan çiçekler, rengârenk kelebekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar, hep insana ilâhî bir tebessümü hatırlatır. İnsanın bu gerçeklerden gâfil kalması ne hazindir. Kula düşen, bu ilâhî tebessümü idrâk edip onu kendi sîmâsından mahlûkâta aksettirebilmesidir.

Hayatını amel-i sâlihlerle ihyâ eden bir mü’min, en güzel tebessüme vefât ânında rastlayacaktır. Bu hâl, âyet-i kerîmede ne güzel ifâde buyrulur:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmet üzere olanların üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)

Yine âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

Mahlûkâta ilâhî muhabbetin tebessümünü aksettirebilen kâmil mü’minler, âhirette kim bilir ne muhteşem tebessüm hazinelerine nâil olacaklardır.

Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde bir kıssa nakleder:

“Güzel ahlâklı bir adam vardı. Bu zat, (kendisine) fenâlık yapanlar hakkında dâimâ iyi söyler, onlara iyi muâmele ederdi. Vefât ettikten bir müddet sonra birisi onu rüyâsında gördü ve:

«–Öldükten sonra başına ne geldi, bana anlat!..» dedi.

Vefât etmiş olan zât, ağzını gül gibi tebessüm ederek açtı ve bülbül gibi güzel bir sesle dedi ki:

«–Ben hayatımda kimseye sert ve fenâ muâmele etmedim, sert yüz göstermedim. (Herkese güler yüz gösterdim.) Onun için bana da sert ve fenâ muâmelede bulunmadılar.»”

Gönüllerini bir dergâh hâline getirmiş olan Hak dostlarında kat’iyyen abus ve asık bir yüz görülemez. Allah dostlarının sîmâsı, muhataplarının gönüllerine huzur bahşeder, onları mânevî bir âleme taşır. Yine onlar, mahzunları gönül saraylarına alarak tesellî ederler. Sanki onların gönül âlemleri, bir huzur ve rehabilite merkezi hâlindedir.

Bu huzurun asıl hikmeti ise, insanlara Allâh’ı ve âhireti hatırlattıkları için, rûhu bunaltan nefsânî ve dünyevî kaygılardan, ihtiras ve aşırı düşkünlüklerden insanları kurtarmalarıdır. Ayrıca gerçek huzur ve saâdetin, ebedî saâdet yolunda gayret etmekle mümkün olduğuna dâir, insanlara istikâmet vermeleridir.

Hak dostlarının huzur ve ferahlık tevzî eden mütebessim bir çehreye sahip olmalarının bir hikmeti de, yüklenmiş oldukları irşad mes’ûliyetidir. Zîrâ halkı îkaz ve irşad hizmetinde güler yüz ve tatlı söz sahibi olmak, ilâhî bir emirdir. Tebessüm, kişinin karşısındakiyle bir gönül râbıtasıdır. Bu itibarla, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta en güzel bakış tarzı olan güler yüz ve tatlı söz kadar tesirli ve lüzumlu bir irşad metodu olamaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)

İrşad hizmetinde güler yüz, tatlı söz ve zarâfetin ne kadar mühim olduğuna dâir Şeyh Sâdî, Bostan adlı hikemî eserinde çok ibretli bir hikâye nakleder:

“Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu, öyle bir civanmert idi ki, gönüller onun tatlılığından yanar, erirdi. Boyu, beli saz ile bağlanmış şeker kamışına benzerdi. Müşterisinin sayısı belli değildi.

Öyle bir yiğit idi ki, faraza bal satmayıp zehir satacak olsaydı, herkes zehri onun elinden, bal gibi içerdi.

Suratsızın biri de, o yiğidin satışına özendi, kazancını kıskanıp bal satmak istedi. Bal tablası başında, sirke satan yüzüyle, mahalle mahalle dolaştı. «Bal, bal!» diye bağırdı durdu. Fakat balına müşteri değil, bir sinek bile konmadı.

Akşam oldu, eve döndü. Eline bir kuruş geçmemişti. Fenâ hâlde kızdı, bir köşeye çekildi, oturdu. Günahının cezâsından korkan günahkâra, bayram günü zindanda tutulan bedbahta benziyordu.

Karısı ona, latîfe sûretiyle:

«–Ekşi yüzlünün balı acı olur!..» dedi.

Çirkin huy insanı cehenneme götürür. İyi huy ise cennetten çıkmıştır.

Arkadaş! Yürü, gerekirse ırmaktan sıcak su iç de, kızgın güneşte kavrulsan bile ekşi yüzlü insanın elinden soğuk şeker şerbeti içme! Kaşları diken gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek rûha ziyanlıktır.

Efendi, hırçınlıkla işini sarpa sardırma; çünkü hırçınlar dâimâ bedbaht olurlar. Farz edelim ki; altının, gümüşün, bir şeyin yok. Tatlı bir dilin de mi yok?”

İşte güler yüz ve tatlı dil, îman ve güzel ahlâktan mahrumların irşâdında da en mühim sermâyelerden biridir. En abus bir surat bile, bir gülistanda, rengârenk ve mis kokulu çiçekler arasında gezerken, oradan rûhuna akseden güzellikler sebebiyle tebessüm eder. İnsanlara rehberlik yapan kimseler de, en haşin ve nâdan kalpleri bile yumuşatabilmeli, en abus çehreleri dahî gülümsetebilmelidirler.

Kâmil mü’minler bu hâlet-i rûhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya tahammüllü olmalıdırlar. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân ve Sünnet’in hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sâhip olmak şarttır. Mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-ı asliye hâline gelmelidir.

Rabbimiz, cümlemizi yaratılan her şeye şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilen, ince ruhlu, kâmil mü’minlerden eylesin. Kalplerimizden îman muhabbetini, yüzlerimizden İslâm’ın güler yüzünü eksik etmesin…


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Cömertlik ve İnfak

Cömertlik ve İnfak


Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin en belirgin alâmeti ve en olgun tezâhürü de “infak”tır. İnfak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Beşeriyetin fazîlet zirveleri olan peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler, ârifler ve velîlerin hayatları, sayısız merhamet ve infak menkıbeleriyle doludur.


Hayırda Yarışın...

Birgün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına dönüp:

“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Ben dün gece oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu çıktım.” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–İçinizde bugün hasta ziyâretinde bulunan var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Sabah namazını yeni kıldık ve yerimizden ayrılmadık, nasıl hasta ziyâret edebilelim ki?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:


“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide gelirken, bakayım durumu nasıl olmuş diye, ona bir uğrayıverdim.” dedi.

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Sabah namazını yeni kıldık ve henüz yerimizden ayrılmadık.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Mescide girdiğimde, ihtiyâcını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahmân’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Onu alıp yoksula verdim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“–Seni cennetle müjdelerim (ey Ebû Bekir)!” buyurdu.

Hazret-i Ömer derin bir iç çekerek; “Âh cennet!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun da gönlünü alacak bir söz söyledi:

“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebû Bekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Bu hadîs-i şerîften almamız gereken en büyük ders, her an Allâh’ın rızâsına vesîle olacak bir amel arayışında olabilmektir. Zîrâ âyet-i kerîmede:

“Bir (hayır) işini bitirince hemen (başka bir iş veya ibâdete) koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8) buyrulmuştur.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bir defâsında:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuş; o pişmanlığın sebebi sorulduğunda da:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını vermiştir. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Rabbimiz, râzı olduğu sâlih kulları hakkında âyet-i kerîmede:

“…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar...” (Âl-i İmrân, 114) buyurmaktadır. İşte bu hayır yarışının mü’minlerde tabiat-ı asliye hâline gelmesi şarttır. Mü’min, esen meltemler gibi müşfik, yağan yağmurlar gibi cömert olmalı, her an etrafına huzur bahşederek Hakk’ın rızâsını aramalıdır.

Bu sebepledir ki Hak dostları da cömertlikte bereketli ırmaklara benzerler. Onlar, uzun yollar boyunca binbir canlıya; insana, hayvanâta, ağaca, kuşa, güle, sümbüle huzur bahşederek akıp giderler. Gerçek infak da; ihlâs, merhamet ve diğergâmlık dolu bir gönülle bütün mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allah rızâsının aranmasıdır. Başkalarının mahrûmiyetini telâfî için, bütün imkânlarla muhtaçların yardımına koşmaktır.

Rabbimiz, aslında insanlık şerefinin en tabiî bir îcâbı ve merhametle yoğrulmuş selîm vicdanların en asil bir ifâdesi olan infâkı, ictimâî ibâdetlerin en mühimlerinden biri kılmıştır. Şüphesiz ki bu, O’nun müstesnâ lutuflarından biridir. Yâni Rabbimiz, kullarına lutfettiği nîmetlerin cüz’î bir kısmının, bir şükür ifâdesi olarak yine kendisine takdîm edilmesini irâde buyurmuş, buna mukâbil infâkı; günahlara keffâret vesîlesi ve ebedî saâdetin en mühim ecir kapısı eylemiştir.



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Dîni Yücelten Haslet: Cömertlik

İnfak ibâdetinin îfâsı için gerekli olan yegâne gönül sermâyesi “cömertlik”tir. Cömertlik tohumunun atılmadığı gönül bahçelerinde infak meyvelerinin hâsıl olmasını beklemek beyhûdedir.

Hadîs-i şerîfte, cömertliğin ilâhî muhabbet ve yakınlığa vesîle olduğuna şöyle işâret buyrulmaktadır:
“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sâhibidir; cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 60)
Îmânın lezzeti olan cömertlik, halkın da Hakk’ın da sevgisini celbeder. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur:
“Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)
Cömertlik, Allâh’a ve âhirete kâmil mânâda îmânın bir neticesidir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bunu ne güzel ifâde buyurur:
“Îman bir ağaç gibidir: Kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir.”
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de:
“Cömert kimse, meyve veren bir ağaç gibidir. Cömert olmayan insan da dağdaki odun gibidir.” diyerek bu güzel hasletten mahrûmiyetin; ateşe atılacak bir odun olmakla eşdeğer olduğuna işâret etmiştir.

İki Büyük İllet: İsraf ve Cimrilik


İsraf, kendine harcamak; cimrilik ise kendine biriktirmektir. İkisi de bencillik ve hodgâmlıktır. Cenâb-ı Hak, bu şekilde bir kulluğu reddetmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Eli boynuna bağlıymış gibi cimri olma! Elini büsbütün açıp isrâfa da kaçma!..” (el-İsrâ, 29)

“Onlar verdikleri zaman isrâf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)
İmam Gazâlî Hazretleri, “israf ile cimrilik arasındaki denge hâlini, cömertlik” olarak târif etmiştir.
Servetin hakkını vermek; onu men edilen yerlere harcamamak ve iki büyük tehlike olan israf ve cimrilikten uzak durmakla mümkündür. Zenginliğin âfeti; hırs, tamah ve cimriliktir. Bunun çâresi de cömertliktir.
Diğer taraftan, cömertliğin âfeti ise israftır. Yâni cömert olayım derken ölçüsüzce saçıp savurmak, nîmeti lüzumsuz yerlere sarf etmektir.
Ancak infak bahsinde şuna da dikkat etmek gerekir ki israf, çok harcamak demek değildir. Yersiz ve gereksiz harcamanın azı da çoğu da israf iken, yerinde ve isâbetli bir harcama, çok da olsa israf sayılmaz, bilâkis takdîre şâyân olur. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bütün malını Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a getirip infâk etmesi, bunun en güzel misâlidir.
Öte yandan cimrilik de az miktarda vermek değil, imkâna göre verilmesi gereken nisbette vermemektir. Zîrâ herkes imkânı nisbetinde mes’ûldür.

Şeyh Sâdî bu hakîkati ne güzel îzah eder:

“Hak Teâlâ, kimseye iyilik kapısını kapatmamıştır. Şunu bil ki, herkesin iyiliği kendi kudretine göredir. Bir zenginin hazinesinden bir kantar altın vermesi, bir fakirin el emeğinden bir kırat vermesi kadar olamaz. Çekirge ayağı, karıncaya ağır yüktür.”
Yermük Harbi’nde üç şehîdin son nefeslerinde büyük bir fedâkârlıkla birbirlerine devrettiği, lâkin neticede ortada kalan bir bardak suyun infâkı, belki birçok büyük zannedilen infakları aşmıştır. Zîrâ orada mühim olan bir bardak su değil, sergilenen gönül zenginliğinin ihtişâmıdır.
Bu bakımdan az miktarda vermek cimrilik olsaydı, cömertlik, sırf varlıklı kimselerin bir imtiyâzı olurdu. Halbuki zenginlik veya fakirlik, bu dünyâdaki imtihan sırrının berâberinde getirdiği bir takdîr-i ilâhîdir. Kulun varlıklı veya muhtaç olması kendi irâdesine bağlı değildir. Bu yüzden cömertlik veya cimrilik, mal-mülk ve servet meselesi değil, bir gönül meselesidir.
Yâni imkânı kıt bir mü’min de pekâlâ cömert olabilir ve olmalıdır da. Îmânımız da, her hâlükârda cömert bir kul olmamızı gerektirir. Zîrâ cömertlik veya cimrilik, sahip olduğumuz imkânlardan ne miktarda değil, ne nisbette infâk edebildiğimize bağlıdır.
Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, zengin-fakir her mü’mini infâka teşvik eder; bir hurmadan başka bir şeyi olmayan için; “Yarım hurmayla da olsa cehennem ateşinden korununuz, onu da bulamazsanız güzel ve hoş bir söz ile korunun.” buyururdu. (Buhârî, Edeb, 34)
Bu husustaki nebevî telkin ve teşviklerden birkaç misal:
“Yâ Âişe! Yarım hurmayla bile olsa fakiri geri çevirme.” (Tirmizî, Zühd, 37)
“Din kardeşinin yüzüne gülümsemen sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36)
Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- sahâbenin fakirlerinden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’a; “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularına bak, onlar(ın muhtaç olanların)a da ver.” buyurmuştur. (İhyâ, I, 626)


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Kasvet-i Kalbin İlâcı: Cömertlik ve İnfak

Her ibâdetin gönle kazandırdığı apayrı güzellikler, fazîletler ve mânevî kazançlar vardır. İnsanoğlunun ham vasıftan kurtulup olgun bir mü’min olmasında bu mânevî kazançların ehemmiyeti pek büyüktür.


Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:


“Namaz, seni yolun yarısına; oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka ise, Melik’in huzuruna çıkarır.”


“İnfak” kelimesinin taşıdığı mânâ iyi tahlil edilirse, bu ibâdetin bir hikmetinin de, insanı ruh, şahsiyet ve karakter bakımından maddenin esâretinden kurtararak mâneviyâtı maddiyâta hâkim kılması olduğu görülür. Bu yönüyle ibâdetler içinde infâkın rûha sağladığı belki de en büyük fayda, “vicdan huzûru”dur.


Ali İsfehânî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel ifâde eder:


“…Âfiyet ve günahsız olmayı aradım; zühdde, yâni şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesâbı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzûru aradım; cömertçe infâk etmekte buldum.”


Zîrâ her mü’min, çevresinden mes’ûldür. Muhtaçların, mazlumların feryatlarına bîgâne kalamaz. Yine o, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, hassas, rakik, diğergâm, merhametli, cömert ve infak heyecânıyla dolu olmalıdır.


Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.


Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:


“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta rûha fayda vardır, onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”


Dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere yardımda bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Kazançta niyet bu olursa, dünyevî endişelerin gönüllerde meydana getirdiği katılık, kasvet, buhran ve sıkıntıların yerini tatlı bir huzur ve sükûnet hâli alır.


Günümüzün en büyük hastalıklarından biri olan kalp katılığının devâsını, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan dinleyelim:


“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263)


Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle buyurur:


“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin.”


İşte cömertçe infakların rakikleştirdiği, olgunlaştırdığı huzurlu ruhlar, yaptıkları infakların, ilâhî muhâfazaya da vesîle olduğunu müşâhede etmenin sürûrunu yaşarlar. Bunun için de cân u gönülden infâka yönelirler.


Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:


“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur! Altın; zekât vermekle hiç eksilmez; aksine fazlalaşır, artar!”


Hakîkaten de infâk edilen mal eksilmez, kaybolmaz, bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlenir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, bütün malını infâk edip maddî bakımdan defâlarca bitme noktasına gelmesine rağmen, Rabbimiz’in lutfuyla tekrar tekrar servet sahibi oldu. Zîrâ Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağacın daha canlı ve verimli bir hâle gelmesi gibi bereketlenir. Âyet-i kerîmede buyrulur:


“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)


İnfak edilmeyen mal ise dura dura bozulan, kokuşup kirlenen suya benzer. Şeyh Sâdî ne güzel söyler:


“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”


Hazret-i Mevlânâ da bu gerçeği şöyle ifâde eder:


“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.”


Verilen zekât ve sadakalar, geriye kalan malı temizler. Ayrıca veren için belâlara karşı mânevî bir zırh olur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:


“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)


Kur’ân-ı Kerîm’de 200’den fazla yerde infâkın emir ve teşvik edilmesi, Rabbimizin kullarına olan sonsuz merhametinin bir neticesidir. Zîrâ Hak Teâlâ kullarını, infak ibâdetini îfâ etmeye çağırırken, aslında kullarını infâkın mânevî feyz, bereket ve huzurundan lâyıkıyla istifâde etmeye dâvet etmiş olmaktadır.



(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

ALLAHA EMANET OLUN
 
Üst