dedekorkut1
Doçent
HAFIZASINI YİTİREN NESİL
SELİM GÜRBÜZER
Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?
İşte böylesi kendi yaratılış kodlarımızı hatırlatacak bir soru karşısında bir adım ötesini düşünmemek ne mümkün. Ancak her şey bu sorunun içinde kodlu olmasına kodlu ama maalesef epey bir zamandır birbirimizle didişmekten artık bu tür soruları sormaz olduk. Öyle ki, ne kendimizin yaratılış kodlarını hatırlama diye bir derdi var ne de dost bildiklerimizin tarihi ve fıtri hafızamızı tazelemeye vesile olacak bir erdemlilik çabası var. Oysa birbirimizin kuyusunu kazdığımız şu fani dünyada kalıcı değiliz, sadece misafiriz. Ne için misafiriz derseniz, hiç kuşkusuz yaratılış gayemize uygun olarak bir arada birlikte kardeşçe yaşayıp ötelere kanatlanmak için misafiriz. Madem öyle, yaratılış gayemizin kodları üzerinde kafa yorup fıtri hafızamızı tazelemek varken birbirimizle didişip bölük pörçük olmak niye? Şayet fıtri hafızamızı tazelemezsek, değil bir arada huzur içerisinde yaşamak, sosyal parçalanmışlığın eşiğinde gelmiş hafızasını yitirmiş kayıp nesil olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamız an meselesidir diyebiliriz.
Maalesef gelinen noktada her dem canlar yeniden hayat bulup tazelenirken bizse birbirimize adeta hayatı zindan etmekle meşgulüz. Oysa birbirimizi ötekileştirmeden bir arada kardeşçe yaşamak varken kendimize hayatı zindan etmek niye? Bilmem perişanlara oynadığımız şu bedbaht halimizi hiç düşündük mü? Bakınız, her birimiz çocukluk, okul çağı, sınav koşuşturması, üniversite ve çalışma hayatı, evlilik, evlat sahibi olmak derken bir bakıyorsun ömrümüzün ne çabukta bir hiç uğruna geçirdiğimizi fark ediyoruz. Böylece geç kalınmış farkındalıkla bir anda iç dünyamızda ruhi susuzluğumuzu gidermeye yönelik adım atma hissiyatı gelişiyor. Tabi burada önemli olan çok erken yaşlarda, yani gençlik çağlarımızda bu bilince erişmiş olsaydık ihtiyarlığımızda farkındalığımız daha da bir anlam kazanmış olacaktı. Ama gel gör ki köprünün altından çok sular akıp ya da nice çamlar devrildikten sonra ancak o zaman aklımız başımıza gelip bir şeyleri fark eder hale gelebiliyoruz.
Ömür boyu istikamet üzere bir hayat sürdürebilmek için Peygamber kavlince gençken ihtiyar olabilmek, ihtiyarken genç kalabilmek şarttır. Kelimenin tam anlamıyla gençlik çağımızın başlangıcından itibaren adeta piri fani ihtiyar halet-i ruhiye haliyle hayatımızı renklendirmek gerekir ki, ihtiyarken manen genç kalınabilsin. Maalesef modern çağ dedikleri çağda gençlerimize ‘Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun’ türünden abuk sabuk hayat tarzı telkin edilmekte habire. Ahmet Haşim sanki bugünlerde sıkça işittiğimiz bu tür abuk sabuk telkinleri görürcesine “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” mısralarıyla meramımızı dile getirip bize bu hayat tarzını dayatanlara bizim adımıza anlamlı cevap vermiş olur da. Gerçektende öyle değil midir, minarenin tepesine şerefe'ye zıplayarak değil, merdivenlerden emin adımlarla basamak basamak çıkarak ancak şerefeye erişilebiliniyor. Aksi halde zıplar zıplamaz minarenin tepesinden yere çakılacağımız muhakkak. Şimdi gel de bu gerçeği hızlı yaşa genç kal kafasında hafızasını yitirmek üzere olan yeni nesle anlat, nasıl anlatacaksak. Anlatamayız elbet, çünkü ne söylersek söyleyelim artık yeni kuşağın gözünde nesli tükenmek üzere olan tıpkı kelaynak kuşlar gibiyiz biz. Oysa kökleriyle bağını koparmış bir şekilde anlık hayat tarzı sürdürmek demek tıpkı meyve veremeyen kuru meşe ağaç gibi çürümeye mahkûm bir hayat tarzına talip olmak demektir. Elbet, günü geldiğinde o çok güvendikleri akıl hocası modern ağa babaları tarafından modern köleler olarak sömürülüp adeta bir kâğıt mendil gibi buruşturulup çöpe atıldıklarında bizim ne demek istediğimizi anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır. Dahası eskiyi mumla arayacaklardır.
Evet, vahşi kapitalizm, gençliği öyle hoyratça tüketim çılgınlığı içerisinde çöpe atılır bir kâğıt mendil gibi buruşturur hale getirmiş durumda ki ne söylense artık kâr etmiyor. Karşı karşıya kaldığımız bu hazin durum aslında toplumu içten içe yaralayıp sarsan bir cinnet tablosudur. Kültürel kodlarımızla ve değerlerimizle bu denli oynanırsa olacağı buydu, böylesi bir tablodan olumlu bir şeylerin çıkmasını beklemek hayal olurdu zaten. Zira birbirimizle olan beşeri ilişkilerimize baktığımızda dayanışmacı ruhtan uzak tamamen bireysel çıkar amaçlı bir duygu ekseni üzerinde yürüdüğünü görürüz. Düşünsenize birbirimizden böylesine kopuk, böylesine dünya menfaatine dayalı yaşama biçimi ister istemez kimlik bunalımını da beraberinde getiriyor. Kimlik bunalımı öyle tavan yapmış noktada ki, gençler artık “Nasıl olsa bu hayatta bir işe yaramıyorum, bari hiç olmazsa hızlı yaşayayım genç öleyim de cesedim yakışıklı olsun” hissiyatını kendilerine yegâne biricik parola edinmişler bile.
Evet, söylemesi acı ama gerçek, işte gençlerimizin hızlı yaşamaktan anladıkları batı tipi hayat modeli budur. Tabii hal vaziyet git giderek tüm toplum katmanlarını sarar hale gelince ister istemez genç yaşlı hiç fark etmez hepimizi garip bir kıyamet alameti endişesi kaplıyor. Belli ki, vahşi kapitalizm her birimize sinsi sinsi tüketim çılgınlığa dayalı bir hayat tarzı aşıladığı içindir bu hale geldik. Şimdi her birimiz bu tüketim çılgınlığı modelin kıskacında ne yapacağının telaşı içerisinde habire kıvranıp durur haldeyiz. Buna gençlerde dâhildir elbet. Zira emeğin hiçe sayıldığı, tüketimin teşvik gördüğü ortamlar gençliğin psikolojisini daha da olumsuz etkilemektedir. Elbette ki hiç kimse gençken ölmek istemez ama çılgınca eğlenmeye yönelik Batı tarzı yaşama içgüdüsü gençlerin ömürlerinden çalmakta. Ve bu durum tüm toplumların gençlerini esir almış durumda. Hele bilhassa şimdilerde kimlik bunalımının gençlik üzerinde baş göstermesi vahşi kapitalizmin gençleri çılgınca eğlendirmenin ve çılgınca tükettirmenin doğurduğu bir neticedir. Yediden yetmişe herkes iyi bilir ki; tabiat boşluğu sevmez, sürekli hızlı yaşa genç kal aşısı empoze edilip çılgınca işlere bulaşıldığında gençlerimizin iç dünyasında derin yaralar açması kaçınılmazdır. Ki, gençliğin üzerine kara kâbus gibi çöken bu maraz puslu havanın estetikten kozmetiğe, müzik dünyasından medya âlemine uzanan çizgide her tarafı sarmış durumda. İşte tüm bu puslu hava içerisinde popüler kültür baş tacı edildiğinden ‘melatonin al sakinleş’ telkiniyle gençlik adeta uyuşturucu belasıyla baş başa bırakılmıştır. Maalesef içler acısı bize seyrettirilen ve takdim edilen hayat tablosu budur.
SELİM GÜRBÜZER
Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?
İşte böylesi kendi yaratılış kodlarımızı hatırlatacak bir soru karşısında bir adım ötesini düşünmemek ne mümkün. Ancak her şey bu sorunun içinde kodlu olmasına kodlu ama maalesef epey bir zamandır birbirimizle didişmekten artık bu tür soruları sormaz olduk. Öyle ki, ne kendimizin yaratılış kodlarını hatırlama diye bir derdi var ne de dost bildiklerimizin tarihi ve fıtri hafızamızı tazelemeye vesile olacak bir erdemlilik çabası var. Oysa birbirimizin kuyusunu kazdığımız şu fani dünyada kalıcı değiliz, sadece misafiriz. Ne için misafiriz derseniz, hiç kuşkusuz yaratılış gayemize uygun olarak bir arada birlikte kardeşçe yaşayıp ötelere kanatlanmak için misafiriz. Madem öyle, yaratılış gayemizin kodları üzerinde kafa yorup fıtri hafızamızı tazelemek varken birbirimizle didişip bölük pörçük olmak niye? Şayet fıtri hafızamızı tazelemezsek, değil bir arada huzur içerisinde yaşamak, sosyal parçalanmışlığın eşiğinde gelmiş hafızasını yitirmiş kayıp nesil olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamız an meselesidir diyebiliriz.
Maalesef gelinen noktada her dem canlar yeniden hayat bulup tazelenirken bizse birbirimize adeta hayatı zindan etmekle meşgulüz. Oysa birbirimizi ötekileştirmeden bir arada kardeşçe yaşamak varken kendimize hayatı zindan etmek niye? Bilmem perişanlara oynadığımız şu bedbaht halimizi hiç düşündük mü? Bakınız, her birimiz çocukluk, okul çağı, sınav koşuşturması, üniversite ve çalışma hayatı, evlilik, evlat sahibi olmak derken bir bakıyorsun ömrümüzün ne çabukta bir hiç uğruna geçirdiğimizi fark ediyoruz. Böylece geç kalınmış farkındalıkla bir anda iç dünyamızda ruhi susuzluğumuzu gidermeye yönelik adım atma hissiyatı gelişiyor. Tabi burada önemli olan çok erken yaşlarda, yani gençlik çağlarımızda bu bilince erişmiş olsaydık ihtiyarlığımızda farkındalığımız daha da bir anlam kazanmış olacaktı. Ama gel gör ki köprünün altından çok sular akıp ya da nice çamlar devrildikten sonra ancak o zaman aklımız başımıza gelip bir şeyleri fark eder hale gelebiliyoruz.
Ömür boyu istikamet üzere bir hayat sürdürebilmek için Peygamber kavlince gençken ihtiyar olabilmek, ihtiyarken genç kalabilmek şarttır. Kelimenin tam anlamıyla gençlik çağımızın başlangıcından itibaren adeta piri fani ihtiyar halet-i ruhiye haliyle hayatımızı renklendirmek gerekir ki, ihtiyarken manen genç kalınabilsin. Maalesef modern çağ dedikleri çağda gençlerimize ‘Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun’ türünden abuk sabuk hayat tarzı telkin edilmekte habire. Ahmet Haşim sanki bugünlerde sıkça işittiğimiz bu tür abuk sabuk telkinleri görürcesine “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” mısralarıyla meramımızı dile getirip bize bu hayat tarzını dayatanlara bizim adımıza anlamlı cevap vermiş olur da. Gerçektende öyle değil midir, minarenin tepesine şerefe'ye zıplayarak değil, merdivenlerden emin adımlarla basamak basamak çıkarak ancak şerefeye erişilebiliniyor. Aksi halde zıplar zıplamaz minarenin tepesinden yere çakılacağımız muhakkak. Şimdi gel de bu gerçeği hızlı yaşa genç kal kafasında hafızasını yitirmek üzere olan yeni nesle anlat, nasıl anlatacaksak. Anlatamayız elbet, çünkü ne söylersek söyleyelim artık yeni kuşağın gözünde nesli tükenmek üzere olan tıpkı kelaynak kuşlar gibiyiz biz. Oysa kökleriyle bağını koparmış bir şekilde anlık hayat tarzı sürdürmek demek tıpkı meyve veremeyen kuru meşe ağaç gibi çürümeye mahkûm bir hayat tarzına talip olmak demektir. Elbet, günü geldiğinde o çok güvendikleri akıl hocası modern ağa babaları tarafından modern köleler olarak sömürülüp adeta bir kâğıt mendil gibi buruşturulup çöpe atıldıklarında bizim ne demek istediğimizi anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır. Dahası eskiyi mumla arayacaklardır.
Evet, vahşi kapitalizm, gençliği öyle hoyratça tüketim çılgınlığı içerisinde çöpe atılır bir kâğıt mendil gibi buruşturur hale getirmiş durumda ki ne söylense artık kâr etmiyor. Karşı karşıya kaldığımız bu hazin durum aslında toplumu içten içe yaralayıp sarsan bir cinnet tablosudur. Kültürel kodlarımızla ve değerlerimizle bu denli oynanırsa olacağı buydu, böylesi bir tablodan olumlu bir şeylerin çıkmasını beklemek hayal olurdu zaten. Zira birbirimizle olan beşeri ilişkilerimize baktığımızda dayanışmacı ruhtan uzak tamamen bireysel çıkar amaçlı bir duygu ekseni üzerinde yürüdüğünü görürüz. Düşünsenize birbirimizden böylesine kopuk, böylesine dünya menfaatine dayalı yaşama biçimi ister istemez kimlik bunalımını da beraberinde getiriyor. Kimlik bunalımı öyle tavan yapmış noktada ki, gençler artık “Nasıl olsa bu hayatta bir işe yaramıyorum, bari hiç olmazsa hızlı yaşayayım genç öleyim de cesedim yakışıklı olsun” hissiyatını kendilerine yegâne biricik parola edinmişler bile.
Evet, söylemesi acı ama gerçek, işte gençlerimizin hızlı yaşamaktan anladıkları batı tipi hayat modeli budur. Tabii hal vaziyet git giderek tüm toplum katmanlarını sarar hale gelince ister istemez genç yaşlı hiç fark etmez hepimizi garip bir kıyamet alameti endişesi kaplıyor. Belli ki, vahşi kapitalizm her birimize sinsi sinsi tüketim çılgınlığa dayalı bir hayat tarzı aşıladığı içindir bu hale geldik. Şimdi her birimiz bu tüketim çılgınlığı modelin kıskacında ne yapacağının telaşı içerisinde habire kıvranıp durur haldeyiz. Buna gençlerde dâhildir elbet. Zira emeğin hiçe sayıldığı, tüketimin teşvik gördüğü ortamlar gençliğin psikolojisini daha da olumsuz etkilemektedir. Elbette ki hiç kimse gençken ölmek istemez ama çılgınca eğlenmeye yönelik Batı tarzı yaşama içgüdüsü gençlerin ömürlerinden çalmakta. Ve bu durum tüm toplumların gençlerini esir almış durumda. Hele bilhassa şimdilerde kimlik bunalımının gençlik üzerinde baş göstermesi vahşi kapitalizmin gençleri çılgınca eğlendirmenin ve çılgınca tükettirmenin doğurduğu bir neticedir. Yediden yetmişe herkes iyi bilir ki; tabiat boşluğu sevmez, sürekli hızlı yaşa genç kal aşısı empoze edilip çılgınca işlere bulaşıldığında gençlerimizin iç dünyasında derin yaralar açması kaçınılmazdır. Ki, gençliğin üzerine kara kâbus gibi çöken bu maraz puslu havanın estetikten kozmetiğe, müzik dünyasından medya âlemine uzanan çizgide her tarafı sarmış durumda. İşte tüm bu puslu hava içerisinde popüler kültür baş tacı edildiğinden ‘melatonin al sakinleş’ telkiniyle gençlik adeta uyuşturucu belasıyla baş başa bırakılmıştır. Maalesef içler acısı bize seyrettirilen ve takdim edilen hayat tablosu budur.